26 Eylül 2009 Cumartesi

KÜRT AÇILIMI



Turgut Koçak
turgut.kocak@hotmail.com


Öteden beri AKP iktidarı ve Recep Tayyip Erdoğan’la ilgili olarak politik tespitler yaptık. Bu tespitlerimizi bir kez daha özetlersek durum şudur: Her şeyden önce AKP iktidarı başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB emperyalizminin de büyük desteği ile yönetimi ele geçirmiştir. İşbaşına geldiği 3 Kasım 2002 tarihinden bu yana ülkemizde olup bitenlere baktığımız zaman AKP hakkında yukarıda söylediklerimizi doğrulayacak sayısız maddi kanıtlar bulabiliriz. Emperyalist dünya Türkiye’ye kendi çıkarları için özelleştirmeyi dayatmış, işbirlikçi AKP ise sınır tanımaz bir gayretlilikle ülke varlıklarının özelliğine de bakmaksızın özelleştirip yabancı şirketlere peşkeş çekmiştir. Emperyalistlerin IMF politikalarını, fazlasıyla uygulamaktan bir an bile geri durmamış, ülkemizin soyulmasına açıkça taraf olmuştur. Geniş emekçi yığınlara her fırsatta dünya dar edilirken sermaye güçleri, içte ve dışta büyük bir gayretle desteklenmiş, vurgunlara, talanlara sonuna kadar kapı aralanmıştır. Yine geniş halk yığınlarının her türlü sosyal güvenceleri kuşa çevrilirken soyguncu takımı açısından ülkemiz yolgeçen hanına çevrilmiştir. Özetle AKP elinde ülke ekonomisi iyice dibe vurdurulmuş bir başka deyişle çökertilmiştir.

Siyaseten iç ve dış politikalar başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalist AB’nin dümen suyunda yürütülmüş, emperyalist dünyanın mazlum halkları ve ülkemizi ezmesi için her türlü ortaklık çekincesiz yerine getirilmiştir. Bilindiği gibi ABD emperyalizminin Irak’ı ve Afganistan’ı işgali doğrudan desteklenmiş, ABD emperyalizminin kendi çıkarları doğrultusunda kotardığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleşmesi için tutum alınmış, Recep Tayyip Erdoğan bu yolda BOP’un gönüllü Eşbaşkanı oluvermiştir. Bu gerçeklerin üzerine ışık tuttuğumuz zaman görürüz ki, Türkiye, Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını üstlendiği AKP iktidarında emperyalizmin suç ortağı yapılmıştır. Irak ve Afganistan’da her gün dökülen kanların da sorumlusu konumundadır. Körfez Savaşı’ndan bu yana AKP iktidarının eli Irak’ta yaşamını yitiren 5 milyona yakın insanın da kanına bulaşmıştır.

Bugün ABD emperyalistlerinin yaşadığı şey tam anlamıyla bir bozgundur. Bu koşullarda orada daha fazla kalmasının olanağı yoktur. Bu yüzden de oralardan çekilip kendi çıkarlarını koruyacak işbirlikçi iktidarlar kurmak istemektedir. Bunu bir ölçüde de olsa başarmıştır da. Yine kuzey Irak’ta kurulan Kürt Devleti’nin geleceği de ancak ve ancak ABD’nin doğrudan desteği ile olanaklıdır. Bu yüzden da ABD gerekli tedbirleri almak için kolları sıvamış bulunmaktadır. Söylendiğine göre ABD bölgeden askerlerini çekecektir. Ancak İncirlik Üssü’nün bir benzerini hatta daha gelişmişini Kürt bölgesinde yaşama geçirecektir. Ancak bu bile oradaki kukla devleti korumaya yetmeyecektir. Bu yüzden de ABD kukla devleti koruyacak ve kollayacak bir bekçiye gerek duymaktadır. O da hiç kuşkusuz ABD emperyalistlerinin bir dediğini iki etmeyen Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının gayretkeşliğinde Türkiye’nin omzuna yıkılacaktır. ABD’nin bu politikasının içte ve dışta bir hayli biti kanlanmış adamları vardır. Bunların çoğunun da geçmişi eski solcu oluşlarıdır.

AKP’nin “Kürt Açılımı” adını verdiği ne olduğu belirsiz yol haritasını “bu tarihi fırsat kaçırılmamalıdır” diyerek sahiplenen sözümona bu dönek tayfası duruma göre de solun ve sosyalistlerin bakışına başvurarak AKP’ye referans bulma gayretine düşmüşlerdir. Ortada emperyalizmin dayattığı politikalar gün gibi belliyken böylesine utanmaz ve arlanmazca AKP politikalarını sahiplenenlere sosyalist sol olarak bizim de kendilerine söyleyecek sözümüz olacaktır ve vardır da. Geçmişte sol yazından öğrendiklerini emperyalist dünyanın ve AKP’nin politikalarını yutturmak için kullananlara bir kez daha dikkat çekmek gerektiği yaşamsal bir hale gelmiştir. Bazı sol yapıları, emperyalist ve işbirlikçisi AKP’nin politikalarını desteklemediği için faşistlikle suçlayacak kadar ileri gidenlerin kimliğine ve durdukları yere baktığımız zaman karşımızda bir yığın beslemenin olduğunu açıkça görmekteyiz. Bu besleme takımı ki, artık solcu olarak anılamaz. Zaten değildir de. Bu kesimlere baktığımız zaman her fırsatta dillerinden özgürlük sözcüğünü düşürmediklerini görmekteyiz. Bu arada da her türlü olay ve olgulara sosyalist pencereden bakanları bu çevreler Stalinist olarak da suçlamaktan geri durmamaktadırlar. Artık Altan kardeşleri biliyoruz. Onların yanına Radikal Gazetesi’nde yazan Oral Çalışlar da eklemlenmiştir. Bu tayfanın sayıları hiç de öyle küçümsenecek bir azlıkta değildir. Bir zamanların “Beyaz Türkü”nden MİT ajanlığı tescilli kimselere ve dış güçlerin hizmetinde gününü gün eden paraları cebe indiren köşe tüccarlarını da anmadan geçmemek gerekiyor. Biz sosyalistler dönek tayfasının öteden beri yazıp çizdiklerine karşı aşılı sayılırız. Bir zamanların PDA’cısı daha sonra onlardan yolunu ayırıp gazeteciliğe soyunan Oral Çalışlar’ı da unutmamak gerekiyor. Şimdi bu insanlar AKP’nin soldan akıl vericileri konumundadırlar. Yazdıkları ve söyledikleriyle Oral Çalışlar bugün bu görevin ilkleri arasındadır. Ve zaten bu yüzden İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın düzenlediği Polis Akademisi’ndeki toplantının renkli kişisi olarak yerini alan kişidir Çalışlar.

Bu tür kişilerle ilgili her türlü bilgi solculara ve sosyalistlere kesinlikle verilmelidir. Kendisine Stalinist diyen Oral Çalışlar’a ne olmuştur da emperyalizmin ve işbirlikçi AKP’nin çözümlerine yandaşlık eder hale gelmişti? Böylesine yalan ve yanlışı bu gibi kimseler nasıl olur da “Kürt Açılımı”, “demokratikleşme” vb. sözlerinin arasına sıkıştırıp sol ve sosyalistlerin dünya görüşlerini lekelemeye çalışırlar. Gerçekte Sivil Toplum Örgütçüsü olmuş Sorozcu kafalar nasıl olur da hiç sıkılmadan sol ve sosyalistlerin adına konuşup yazabilirler?

Oral Çalışları tanırım. Öyle çok oturup kalkmışlığım yoktur ama yine de tanırım. Kendisiyle bir akşam Ankara Mülkiyeliler Birliği’nde oturduk ve çeşitli konularda karşılıklı düşün alışverişinde bulunduk. Konuşurken bana doğrudan “sen Stalinist misin” diye sordu. Şaşırdım, ne duymak istediğini kafamda çözmeye çalıştım ve kendisine dedim ki; “Eğer benden Stalin karşıtı sözler duyacağını sanıyorsan yanılıyorsun. Çünkü ben bu sözleri döneklerden ve ABD uşaklarının ağzından duyuyorum. Bu sözlerim karşısında gülümseyen çalışlar, bana dönüp dedi ki; “yo yo ben Stalinistim zaten.” Çok şaşırdım, kendi kendime adam hem Satlinist hem de sağa kaymış yapıları savunuyor. İşte Oral Çalışlar budur. En sağ ve emperyalist-kapitalist dünyanın politikalarını olumlarken bile kendisini Stalinist sayması kolay anlaşılacak şey midir sizce? Ben inanıyorum ki, “Kürt Açılımı” ve “demokratikleşme” ile ilgili en sağ, en işbirlikçi sözlerin sahibi Oral Çalışlar korkarım ki bu sözleri söylerken de Stalinisttir kimbilir?

"KÜRT AÇILIMI” ve DEMOKRATİKLEŞME

Yukarıda giriş olarak dile getirdiğimiz görüşler ışığında AKP’nin “Kürt Açılımı” ve “demokratikleşme” programını değerlendirebiliriz.

Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarından anlıyoruz ki, “Kürt Açılımı” ve “Demokratikleşme” dediği politikalarının hemen tümünü dinsel temellere dayandırarak kotarmak istiyor. Adam hızını alamayıp Selçuklulardan, Osmanlılardan, Selahattin Eyyubiden, aynı kıbleye dönüp dua etmekten, şeyhten, şıhtan dem vurarak hem cemaatçı Türklerin hem de cemaatçı Kürtlerin duygularını okşuyor. Böylelikle yol alacağını umarak asıl iradeleri yansıması gereken işçileri, emekçileri ve ülkenin aydınlarını görmezden geliyor. Kotarılmak istenen şey Kürtlerin kendi yazgıları ile ilgili olmaktan çok emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesi’ne denk düşen anlayışlardan oluşuyor. ABD’nin kendisine yandaşlık edecek bir Türkiye olmaksızın BOP’u uygulamasının olanağı kalmamıştır. Bu yüzden de “Kürt Açılımı” ve “Demokratikleşme” safsatası ile AKP’nin iktidarında BOP’un sürdürülebilirliği Türkiye ile olası olduğu için bu politika önümüze getirilip konmuştur.

Bir süredir bir başka şey de ülkenin gündemine sistemli bir şekilde oturtulmuştur. O da Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığı ile açıkladığı sözde yol haritasıdır. Türkiye’de PKK ve Abdullah Öcalan’la masaya oturacak yüreklilikte yönetici olmadığından PKK’nin ve Öcalan’ın görüşleri dolaylı kabul görmektedir. Öcalan’a ait olduğu söylenen görüşlere baktığımız zaman sıradan milliyetçi kaygıların ötesine gidemeyen görüşlerin olduğunu görmekteyiz. Öyle ki adam Kürtlerin dinsel olarak ayrı örgütlenmesini bile unutmamış ama solu ve sosyalizmi çağrıştıracak görüş ve anlayışlardan bilerek ve isteyerek uzak durmuştur. Bütün bu görüşleri önümüze koyduğumuzda yol haritası olarak sunulan görüşlerin içinde Kürt emekçilerini ve sosyalistleri ilgilendiren tek bir şey yoktur. Ama ABD ve AB’nin duyarlı olacağı şeyler her nedense özenle atlanmamıştır. Öcalan’ın çok şey söyleyeceğini sanıp bu sözleri bekleyenlerin bize göre çoğunun ayakları suya değmiştir. Ama zaten bunlar için durum çok da değişmeyecektir. Onlara göre Öcalan ne söylerse söylesin doğru söylemektedir ve bu politikalar özenle yaşama geçirilmelidir. Dolayısıyla durmak yok işe devam anlayışıyla kollar sıvanmalı ve kafalar bir güzel ütülenerek serseme çevrilmelidir.

Öcalan’da dahil, bugüne kadar bu konuyu dile getirenlerin hiçbirinin Kürt sorununun da, Türk sorununun da çözülmesi konusunda ileri sürdükleri savların işe yaramayacağıdır. İşin daha da kötüsü bu yol haritası ağzından kardeşlik sözcüğünü düşürmeyenlerin aksine düşmanlıkları daha da körükleyecek bir düzeye çıkmasını planlayanların işine yarayacaktır.

Bu program, ABD’nin, AB’nin, Barzani ve Talabani’nin programıdır. Bu yüzden de ne pahasına olursa olsun karşı durulması ve işlevsiz kılınması gereken bir programdır. Bunun yerine etnik ve inanç ayrılıklarını körüklemeyen, işçileri ve emekçileri emeğin çizgisinde bütünleştiren, kardeşliği bozacak her türlü eğilimlerin mahkum edildiği ve devre dışı bırakıldığı sosyalist çözüm yolu biricik çözüm yolu olarak ısrarla dile getirilmeli, göreceli duruma bakıp emperyalist ve işbirlikçi çözümlere yakınlık gösterilmemelidir. Eğer şu an düşünülen politikalar başat olarak düşünülür ve uygulanırsa Türk ve Kürt halkının kardeşliğinin sağlanmasının aksine düşmanlıkların daha da körükleneceği bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır. Emperyalist dünya dün aynı yaklaşımlarla Yugoslavya’da öylesine fiili bir durum yaratmıştır ki, hem Yugoslavya paramparça olmuş, hem de o bölgede yüz yıl bile geçse unutulmayacak düşmanlıklar kalıcı hale getirilmiştir. Balkanlarda yaşanan uygulamaların mimarları emperyalist ABD ve AB’dir. Emperyalizmin saldırı ve savaş örgütü olan NATO’nun bu bölgedeki işlevini unutmak asla olası değildir. Üç aşağı beş yukarı aynı güçler Türkiye’de de aynı planı uygulama arayışı içindedirler. AKP eliyle bu planın uygulamaya konulmuş olması bir rastlantı olarak görülmemelidir. Bu dinci tayfası daha iktidara gelmeden bu politikaları uygulaması için eğitilmiş ve iktidar yolu kendilerine açılmıştır. Dolayısıyla Türkiye’ye bir kez daha dini istekler öne sürülerek bedel ödettirilecek, sonucu şimdiden belli bir tasfiye dönemi yaşanacaktır.

Yaşamda hiçbir şey rastlantı olarak düşünülmemelidir. Bir dönem Genel Kurmay Başkanlığı yapmış Hilmi Özkök niçin Ergenokon Operasyonu’nun rağbet gören tanığı konumundadır? Küçük bir anımsatma ile bu duruma maddi temel kazandırabiliriz. Bilindiği gibi Amerikalılar 11 Türk askerinin başına çuval geçirdiklerinde Özkök Genelkurmay Başkanıdır. Olay yaşandığı dönemde gerekli tepkiyi göstermesi gereken Özkök tam tersini yapmış ve demiştir ki, “bu münferit bir olaydır”. Bu anlayış açıktan açığa Amerika’nın Türk Genelkurmayınca korunmasından başka bir şey değildir. Dahası o günden günümüze kadar gelen süreçte yaşananlara baktığımız zaman açıkça görmekteyiz ki, bu ABD’nin bilinçli bir politikasıdır. İşte o Özkök, bir kez daha gazetelerde ve televizyonlarda boy göstererek aklınca görüşler ileri sürmüş, Türkiye adının bile tartışılmasını gündeme taşımıştır. Üstelik de verdiği örnekler hiç de yenilir yutulur örnekler değildir. Osmanlı, Selçuklu, başka ülkelerden kral ödünç almak vb.

Aslında kişiyi hem eylemleri hem de düşünceleriyle birlikte tanırsak ileri süreceğimiz savlarda da asla yanılmayız. Bu durumda Hilmi Özkök’ün hangi politikaları üstlenmiş olduğunu anlamamak olası mıdır?

Bu dinci takımın çevresini nasıl genişlettiğini dünden bugüne adım adım izleyerek gördük. Eğer Gül ile Özkök süreç içinde bu kadar sıkı fıkı olmuşlarsa ortak noktaları olmadığını kim söyleyebilir? Bu yüzden de “Akil Adamlar” yönetsin diye ortaya çıkan kafaları anlamakta niçin zorlanalım ki?

Sonuç olarak “Kürt Açılımı” ve “Demokratikleşme” olarak kafaları ütüleyenlerin amaçları bellidir. Bu senaryo Washington’da kotarılmıştır. Kürt sorununa çözüm olarak sunulan görüşler aslında açılım falan değil birer kapanıştır. Demokratikleşme safsatasına sarılanlara ise bir önerimiz vardır o da hemen dibimizde Irak’ta gerçekleştirilen demokratikleşmeye bir bakmalarıdır. Zaten biz sosyalistlerin bunları ikna etmek diye bir derdi yoktur. Çünkü onlar derslerini aldıkları gibi bir iyice de ezber etmişlerdir. Onların ezberini bozacak olan güç geniş emekçi yığınları ve sosyalistlerin içinde kardeşlik boyutunun ağır bastığı emekçi çözümlerdir. Bu çözümün içinde ne ABD emperyalizmi ne AB ne de onların işbirlikçileri at oynatamadığı gibi parababalarının, şeyhlerin, şıhların, ağaların da asla yerleri yoktur. Bu yüzden de tarihsel olarak üstümüze düşen görevler çok büyüktür.

25 Eylül 2009 Cuma

Medlerin Dönüşü


Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Kürt halkı, ataları olan Medler’den bu yana tarihinin en ciddi uyanış zamanlarını yaşıyor. Bu uyanış, sadece dörtlü sömürgeciliğin gasp edip parçaladığı Kürdistan topraklarında yaşanmıyor, Kafkaslar ve dünyanın dört bir yanına dağılmış Kürtlerde de ulusal bilinç en ileri seviyede yaşanıyor.

Irak’ta, dörtlü sömürgeciliğin bir halkası koptu. Suriye’nin kulak arkası edilmiş kimliksiz Kürtleri ulusal bilinç konusunda tepeden tırnağa donanımlı. Doğu Kürdistan; Diyarbakır, Van, Şırnak gibi ayakta... Kuzey Kürdistan’ı anlatmaya gerek yok.

Bu dava, 21.yüzyılın yükselen Kürdistan davası; rütbe hırsızı üç-beş general ve üç-beş Türk-İslam sentezcisi siyasetçi ve bürokratın hileli kafasındaki ölçülere hapis olabilir mi?

Bu dava, Türk ırk rejimine yanaşmalık yapan devşirme Kürtlerin çıkar ilişkilerinin faturasına göre biçimlenebilir mi?

Sokakta ana dilinde konuştu diye para cezası ödeyen korkak ve tedirgin bir toplumdan direniş halinde milyonluk güçler çıkaran mücadele hikayesinin ikinci sahfası, köklü bir hesaplaşmayı içerecek.

Her alanda köklü bir hesaplaşma...

Buna isterseniz Med torunlarının dönüşü adını verin...

Neden?

Kürtler, sömürgeci alçaklıktan çok çekti. Onurlu, korkusuz, yasaksız tek gün yaşamadılar. Sürekli isyan edip, sürekli öldürüldüler. Birinci dünya savaşından dört milyon kilometre kare bir alan kaybederek çıkan İttihat ve Teraki sürülerinden oluşan yeni devlet, her alandaki yenikliğinin intikamını Kürtlerden aldı. İnsana reva görülmeyecek her türlü davranış ve hakaretin öznesi haline getirildi Kürtler.

Yeni Türklük denemeleri öncelikle Kürtler üzerinde yapıldı. Kürt çocuklar anne ve babalarından utanır hale geldi. Dillerini gizliden konuştular. Sürgün kafillerindeki kadınlar saçları sıfıra vurularak bindirildi vagonlara... Dersim, Zilan, Koçgiri aylarca ceset koktu. Mezarı olmayan direniş önderlerinin kelleri İttahat ve Teraki katillerinin ayaklarının dibine atıldı....

Ve bütün bunlardan sonra, Kürdistan, Türk basınında, taşı konulan bir mezar olarak işlendi.

“Kürdistan davası, bu mezarda yatıyor,” dendi.

Fakat Kürt soyu yenilmedi. Kürt soyu, Diyarbakır zindanında da yenilmedi. Dağlarde ve şehirlerde de yenilmedi... Kürt soyu, kendi direnişinin çok ufak bir karşılığı olan “açılım” hikayelerini de yutmadı...

Kürt direniş güçleri karşısında yenilen ve milyonlarca Kürdün ulusal uyanışını engeleyemeyen Türk devleti şimdi, yenilgiden zafer çıkarma peşinde. Kazanan Kürt ve Kürdistan kimliğinden “Milli Birlik Projeleri” yaratma uğraşında...

Kürdistan tarihinin bütün yenik zamanlarında, Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesini yeniden Türk eteği altına sokan Kürt iyimserler korosu da bu ara yeniden devreye girdi.

Bunlar şöyle demektedirler:

“Bu kadarı yeterlidir. Türk devletinin aklı başına gelmiştir! Şimdi kardeş kardeş yaşamanın koşulları vardır. Haydi hep birlikte el ele verelim!”

Hayır, sahte bir iyimserlik havasıdır bu. Türk rejiminin kırıntılarına fit olacak bu kesimlerin ulusal dava gibi bir sorunları yoktur. Çalıştırdıkları işçilerin veya maraba haline getirdikleri köylülerin çocukları için özgürlük isteyemeyecek kadar bitkindirler... Kürt varlıklıları bu nedenle elli çıkar hesabı yaptıktan sonra Kürt davası ile ilişki kurmakta, davanın sonucunu yine bir şekilde Türk devletinin eteğine boşaltmaktadırlar.

Kürt şehirlerindeki esnaf ve ticaret odalarının; İstanbul, Ankara ve İzmir’deki Kürt zenginlerinin Kürt ulusalcılığıyla bağlarını inceleyin, ortaya koca bir hiç çıkarırsınız...

Devlet kurmuş, sömürgeci ve işgalci sınırlara şovalyeler gibi saldırmış başka devletlerin toprak ağaları, beyleri ve burjuva sınıflarıyla kıyaslandığında; Kürt varlıklılar sınıfını hiç bir şeye benzetemezsiniz...

Kürt davası onun için çoğunlukla yoksullar üzeri sürüyor şu an.

Fakat tarih Kürt soyuna bu kez direnip kazanmayı ön görüyor. Tarihi bin sene baş aşağı gitmiş bir toplumu 30-40 yılda toparlayamazsınız... Belki bir otuz kırk yıl daha gerekir. Fırat ve Dicle sularında iyice arınmak gerekir...

Bütün ayrıcalıklarını koruyarak dört parçadaki Kürt toplumunun uyanış ve ilerleyişini engellemeye çalışan Türk ırk devletinin uyduruk yasaları bu saatten sonra Kürtleri uyutmaya, korkutmaya ve idare etmeye yetmez...

Bütün “açılım” hikayeleri ve “milli birlik projeleri”nden toplumsal olanaklarını güçlendirerek çıkacak olan Kürt ulusunun, Kürdistan topraklarının egemeni olma mücadelesi sürecek...

Kimse bizi nüfus mübadelesi, açlık ve katliamla korkutmasın.

Kırk milyonun bir milyonunu öldürseler, geride kalan 39 milyona eklenmiş dört milyon yetim ederiz...

Dört parçadaki yükselişe bakın... Med torunlarının dönüşünü izleyin...

Boşverin aslısız konuşmaları, aslı astarı olmayan görüşmeleri, uyduruk planları...

Mutlu ve inançlı olun...

Biraz da Kürdistan Bağımsızlık Taburları düşleyin...

Göreceksiniz ki, düşlerimizin hiç biri asılsız ve abartılı değil...

----------------------

Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

16 Eylül 2009 Çarşamba

Kürt Dili ve Kürt Edebiyatı


İsmail Beşikçi

Edebiyatı besleyen dildir. Dili zenginleştiren edebiyattır. Dil ve edebiyat arasında çok yoğun bir ilişki vardır.Bu ilişki Kürt dili ve Kürt edebiyatı söz konusu olduğu zaman da böyledir.

Boya olmadan resim düşünülemez. Ses olmadan müzik yapılamaz. Bu, resmin temel malzemesinin boya, müziğin temel malzemesinin ses olduğunu gösterir. Heykelin temel malzemesinin de taş olduğu söylenebilir. Edebiyatın temel malzemesi de dildir. Boya olmadan resim, ses olmadan müzik, taş olmamdan heykel yapılamazsa, düşünülemezse, dil olmadan da edebiyat yapılamaz, düşünülemez. Bugün, Türk dilini zenginleştirenler, Türk Dil kurumu’ndan çok, Nazım Hikmet, Orhan Kemal,Yaşar Kemal, Çetin Altan, Vedat Türkali gibi yazarlardır. Kürtçe yazan Kürt yazarlarının Kürt diline katkısı bu bakımdan çok büyüktür. Mehmet Emin Bozarslan’ın, Mehmet Uzun’un, Firat Ceweri’nin, Malmisanij’in, Roşan Lezgin’in … yazıları bu bakımdan önemlidir.

1992 yılında Nûdem Dergisi yayına başladı. Nûdem, İsveç’de basılıyordu, ama Kürtlerin yaşadıkları her alana gönderiliyordu. On yıl boyuncu düzenli olarak yayımlandı. Fırat Ceweri’nin yönettiği Nûdem, Kürt dili bilincinin, Kürt edebiyatı bilicinin, Kürt alfabesi bilincinin gelişmesine çok büyük katkılar sağladı. Nûdem’in çeviri faaliyeti de oldu. Dünya edebiyatının önemli eserlerinin, önemli edebi yazıların Kürtçe’ye çevrilmesi amaçlanıyordu. Bu çabanın, çeviri çabalarının sürmesinde de büyük yarar var. Dünya edebiyatının temel eserlerinin Kürtçe’ye kazandırılması Kürtçe’nin gelişmesinde ciddi rol oynayacaktır. Doz Yayınevi’nin Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı, Cervantes’in Don Kişot eserlerini Kürtçe’ye kazandırması olumlu bir gelişmedir. Diyarbakır’daki Lis Yayınevi’nin “Dünya Edebiyatından Yüz Temel Eser” dizisi, çeviri çabaları bu bakımdan dikkate değer.

Homeros, İbn Haldun, Shakespeare, Cervantes, Moliere, Montaigne, Honere de Balzac, Victor Hugo, Goethe, Henrich Heine, Dostoyevsky, Tolstoy, Turgenyev, Gogol, Gançarov, Gustave Flaubert, Stendhal, Charles Dickens, Knut Hamsun, Henrik İbsen, Marcel Proust, Oscar Wilde, Jack London, Ednest Hemingway, Tagore, Willaam Faulkner, John Steinbeck, Şolohov, Gabriel Garcia Marquez gibi yazarların, düşünürlerin Kürtçe’ye çevrilmesi Kürt dilini zenginleştirecektir.
Türkçe yazan Kürt yazarları

Türkçe yazan Kürt yazarları epeyce vardır .Bunların Kürtçe’ye çevrilmesi de büyük önem arzetmektedir. Yaşar Kemal, Ahmet Arif, Orhan Kotan, Yılmaz Güney, Hasan Bildirici, Metin Aktaş gibi yazarların, roman ve şiirlerinin Kürtçe’ye kazandırılması gerekir. Ahmet Arif’in, Orhan Kotan’ın bazı şiirlerinin Kürtçe’ye çevrildiği biliniyor. Fakat bunların Kürtçe okunduğuna kişi olarak rastlamadım. Nedim Baran, cezaevinde düzenlenen gecelerde, Orhan Kotan’ın “Gururla Bakıyorum Dünyaya” kitabındaki, “Halkların Kardeşliği Adına” başlıklı destansı şiiri sık sık okurdu. Ama Kürtçe okuyana rastlamadım. Ahmet Arif’in kitabının yeni bir çevirisi yapıldı. Mükemmel bir çeviri olduğu söylenebilir. Orhan Kotan’ın yeni çevirileri de yapılmalıdır.

Ahmet Arif (1927-1991), üçlü gruplar içinde, dörtlü gruplar içinde, Kürtlere ilişkin duygularını ve düşüncelerini efkarlı bir şekilde dile getirirdi. Ama kamuya açık toplantılarda, basında, bunları dile getirmekten uzak dururdu. Ahmet Ağabey’le 1974-1975 yıllarında, Ankara’da, Zafer Pasajı’nda, Ümit Fırat’ın Barış Kitabevi’nde tanışmıştım. Daha sonra, çeşitli mekanlarda, farklı zamanlarda bir arada olduk. Şiirlerini içtenlikle okurdu. Türkçe olarak okurdu. Bazen ezik, bazen dirençli bir Kürt’tü. Hasretinden Prangalar Eskittim kitabını, Cem Yayınevi, “Türk Şairleri Dizisi’nde yayımlıyordu. Ahmet Ağabey, bu tutuma, “ben Kürt şairiyim” diye tepki göstermezdi. Bu konularla ilgili konuşmalarımız olmazdı.

Orhan Kotan (1944-1998) da Türkçe yazan bir Kürt şairiydi, bir Kürt düşünürüydü. Orhan Kotan düşünceleriyle, duygularıyla bir Kürt’tü. Basında, kamuya açık toplantılarda duygularını düşüncelerini sık sık dile getirirdi. Orhan Kotan’ın yaşamında, Komal-Rızgari, Kürdistan Presss dönemi belirleyici bir öneme haizdir. Yaşamının son yıllarında, Realite Pres diye 4-5 sayılık bir dönem de vardır. Bu ilk döneme göre bir sapmadır. Ama Orhan Kotan’ın yaşamını belirleyen ilk dönemdir. Orhan Kotan’dan geriye kalanlar ilk dönemden geriye kalanlardır. Bu ikinci dönem de elbette yok sayılamaz, kesip atılamaz. Ama, duygular, düşünceler, yaşam biçimi, duruş, direniş, ilk döneme daha uyarlı özellikler taşımaktadır. Türk edebiyatı incelemeleri yayımlayan hiçbir dergide, Orhan Kotan’ın “Türk şairi” olarak algılandığını görmedim. Hiçbir Türk şiiri antolojisinde Orhan Kotan’a yer verildiğini görmedim.

Hasan Bildirici, Ahlat’taki ailesiyle, yaşam öyküsüyle ilgili bilgiler vermektedir. Bir Türk aileye, Kürtlerden bir gelin geldiği zaman, sürecin nasıl geliştiği, incelenmeye değer bir konudur. Bu konuda, gelinin sınıfsal konumuna bakmak gerekir. Yoksul bir Kürt aileden, bir kız, bir Türk aileye gelin geliyorsa, bu, gelinin asimilasyon sürecini hızlandırıcı bir etki yaratır.

İleri gelen bir Kürt aileye, diyelim çevresinde etkili olan bir Kürt aşiretine, bölgede ileri gelen bir Türk aileden veya Türkmen aileden bir gelin geliyorsa, bu da Kürtlerin asimilasyonuna yol veren bir etki yaratıyor. Aile Türk veya Türkmen gelinleriyle iletişim, ilişki kurabilmek, dolayısıyla onun dilini öğrenebilmek için çok yoğun bir çaba harcıyor. Çevresinde etkili bir Türk aileden, bir Türkmen aşiretinden, yoksul bir Kürt aileye gelin gelmesi olayına ender rastlanıyor. Bu durumun çeşitli nedenleri olabilir. Bu durumda asimilasyon ters yönde gelişebiliyor.

Hasan Bildirici’nin anası, genç yaşında, Hasan bebekken ölmeseydi, Hasan, anasından, anasının ailesinden, dayılarından, teyzelerinden bir şeyler kapabilirdi. Hasan, ana tarafından çok baba tarafından, amcalarından, halalarından söz ediyor.

Anadil, Kadir Cangızbay Hoca’nın vurguladığı gibi, Mithat Sancar Hoca’nın da belirttiği gibi, öğrenmenin bilincine varılmayan, bunun için bilinçli bir çaba sarf edilmeyen, öğrenme sürecinin farkını varılmayan bir dil oluyor. Yemek yemek gibi, su içmek gibi, Bunun de iki önemli kaynağı var. Aile ortamı, ana-çocuk ilişkileri, sokak, çocuğun sokaktaki arkadaşlarıyla ilişkileri… Ahlat’ta nüfus dağılımının, mahallelere göre incelenmesi önemli olmalı. (Mithat Sancar, Lisan Bizi Nasıl Böler, Taraf, 3 Eylül 2009, s. 13)

Türkçe yazan Kürt yazarları, Kürt kültürünün, Kürdolojinin gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Bu yazarların Kürtçe’ye çevrilmesi, Kürt edebiyatında da önemli bir gelişme sağlayacağı açıktır. Uluslaşma sürecinde tercümenin çok büyük rolü vardır. Dünya edebiyatının, dünya düşün hayatının önemli eserlerinin Kürtçe’ye tercümesi, Kürtçe’nin, Kürt düşün hayatının zenginleşmesine katkı yapacaktır. Türkçe yazan Kürt şairlerini, Kürt yazarlarının tercümesinin ise, Kürtçe’ye çok daha büyük katkılar yapacağı kanısındayım.

Değinmeler

“Kürt Edebiyatı Üzerine” başlıklı yazıyla ilgili olarak Roşan Lezgin’den ve Recep Maraşlı’dan iletiler aldım. Yazının sonunda, “Kürtler açık kimlikleriyle yazmalıdır” şeklinde bir bölüm vardı. Roşan Lezgin bu görüşe karşı şöyle diyor: “Roşan Lezgin benim Kürtlük adım. Devletin bana verdiği isimi kabul etmiyorum. Kürtlük adımı kullanıyorum. “ Firat Ceweri, Roşan Lezgin, Berzan Boti, Malmisanij, Asa Zağrosi, Salih Agir Qoseri, Menice Brusk gibi isimler kanımca bilinen isimler. Bunlar Roşan Lezgin’in dediği gibi takma isimler değil, esas isimler, Kürtlük isimleri…

Kürt sorunu çok büyük bir sorun. Çözümü çok gecikmiş, geciktiği için de güçleşmiş bir sorun. 1920’lerde çözüm daha kolaydı. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan gibi, bir de Kürdistan mandası (sömürgesi) kurulsaydı, günümüze kadar böyle bir sorun gelmezdi. 85 yılı aşkın bir zamandır, sorun çapraşıklaşmış, çetrefilleşmiştir. Soruna müdahil olanların sayısı artmıştır. Bütün bunlar sorunun çözümünü zorlaştırıcı etkenler oluyor. O zaman 1920’lerden beri yaşanan bu süreci, yani Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla incelemek gerekir.

“Kürtler açık kimlikleriyle yazmalıdır” derken teknik bir konuyu dile getirmeye çalışıyordum. Bilgisayar, internet, şüphesiz çok yararlı bir alet. İletişim olanaklarının hızla gelişmesi Kürt yazarlarını da çoğalttı. Bu da güzel. Ama şöyle bir sakınca da gelişiyor. Bu da dikkatlerden uzak tutulmamalı. Yazarların bir kısmı takma isimler kullanarak, bazı yazarlara hakaret ediyor, onları aşağılıyor. Açık kimlikleriyle yazsalar bunları yapacaklarını hiç sanmıyorum. İnsanlar, bunları, ancak, kendini takma adlarla gizlediği zaman yapabilir. Eleştiri, özeleştiri elbette çok önemli yöntemler, vazgeçilmez yöntemler… Ama hakaret, aşağılama, bunların bilinçli olarak yapılması kabul edilemez.

Günümüze kadar çocuklara Kürtçe isimler koyamamaktan, Q,W,X, Ê harflerinin özgürce kullanılamamasından konuşuyorduk. Şimdi artık şöyle bir soru da gündeme geliyor. Türk, Heptürk, Tümtürk, Türkoğlu, Öztürk, Cantürk, Türkyılmaz, Türkgücü, Türker, Türkeri gibi soyadları daha çok Kürtlere veriliyor. Bunun yanında, Kaya, Deniz, Yıldız, Toprak, Demir, Bulut, Işık, Güneş gibi isimler ve soyadları da veriliyor. Çocuğuna Kürtçe isimler koymaya çalışan ana-babanın, devletin kendilerine verdiği isimlerle, soyadlarıyla ciddi bir sorunu olmaması dikkate değer bir konu oluyor.

Selim Çürükkaya, Aysel Çürükkaya, 1990’larda, PKK saflarında mücadele yürüten militanlardı. Çok fedakar ve vefakar bir mücadele yürüttüler. Ama, devletin kendilerine verdiği isimlerle bir sorunları olmamış. PKK’de böyle sorunlar yok... “Kürtlük adımı alayım. Mücadeleyi Kürtlük adımla sürdüreyim…” şeklinde bir anlayış yok. Aysel Çürükkaya ve Selim Çürükkaya kızlarının adına Soma Ma Diya koymuşlar. İşte esas Kürtlüğe dönüş, öze dönüş, kendi değerlerine dönüş burada başlıyor. Kürt sorunun çok büyük bir sorun., İnsan Kürtler hakkında daha çok şey bildikçe, öğrendikçe, sorunlar insanın bilincine daha çok çarptıkça, Kürtler hakkındaki bilgisinin ne kadar az olduğunu da fark ediyor.

Recep Maraşlı, bana gönderdiği yazıda, Osmanlı döneminde, daha sonra da Cumhuriyet döneminde, Türkçe’nin, İngilizce, Fransızca, İspanyolca gibi emperyal bir dil olarak algılanabileceğini, Türkçe yazan Kürtlerin bu ilişkiler çerçevesinde geliştiğini, onları da Kürt edebiyatı çerçevesinde değerlendirmek gerektiğini anlatıyor. Bu düşünceye karşı şöyle bir itiraz geliştirilebilir. Örneğin, Büyük Britanya. hiçbir sömürgesinde yerli dilleri inkar etmedi, onları imhaya yönelmedi. Bilakis onları geliştirmek için enstitüler kurdu. Örneğin, 1858 yılında, Hindistan’da, Sanskrit Entitüsü, Büyük Britanya tarafından kuruldu. Türkiye’nin, Kürtlere, Kürtçe’ye karşı temel politikası ise inkara, imhaya dayalı bir politikadır. Türkçe yazdığınız zaman devletin bu politikalarını olumlamış oluyorsunuz.
--------------
Kurdistan-Post:
http://www.kurdistan-post.com/

10 Eylül 2009 Perşembe

İYİLER VE KÖTÜLER


Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

Amerikalı bir romancı olan John Steinbeck’in (1902-1968) “Bitmeyen Kavga” adlı romanında parti üyesi Mac ile sempatizanı (o anda Mac’la beraber grev yönetmektedirler) Jim arasındaki diyalog oldukça ilginçtir. Jim: “Mac, eğer bize gerekli olan topu topu bir parça kansa, şu sargıyı çıkarıp (omzundan yaralanmıştı) yaramı kanatabilirim.” Mac: “Yo olmaz öyle şey. Sen duydun mu hiç köpek satın almak isteyen kadının öyküsünü? Kadın sormuş. ‘Emin misiniz bu köpeğin safkan olduğuna?’ Satıcı hemen cevabı yapıştırmış: ‘Hey Oskar! Şu köpeğin kanını akıt da hanımefendi görsün!..”

Ülkemizde bugünlerde bir barış ortamından söz edilmektedir. Dökülen kanı durduracak toplumsal bir barışın sağlanması düşünülmektedir. Ne var ki sanki birileri barışın sağlanması için ne kadar safkan döküldüğünü kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu nasıl bir barış projesidir ki Mehmetçik’in kanının dökülmesi istenmektedir. Bu durum tam da Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sındaki (anlattığımız) diyaloga benzemektedir. Son terörist öldürülünceye kadar operasyonlara devam düşüncesi barışı kesmek, onu kuşatmak gibidir.

Silahları arkamıza alıp yürüyelim. Karşımıza çıkarlarsa nallayalım! Silahlarla yürümek, silahla barış operasyonu, ölen gariban çocukları ve onlara taziyeler yapmak. Silahlarla, sert adımlarla yürüyelim, tek terörist kalmayıncaya kadar marş marş! Barışın böyle yapılacağını kim size söyledi? Vurulmadan önce bir çocuk gibi gülen Mehmetçik’in vurulma anını hiç gördünüz mü? Alnına veya çenesine gömülen merminin yarattığı kan dereciğinin aşağıya, boynuna, göğsüne doğru akarken sıcaklığını ve daha sonra ölümün soğukluğunu hiç hissettiniz mi? Siz sadece bayrakla örtülü tabutların dışına baktınız. Tabutun içinden bir haberiniz var mı? Tabutta yatanı doğuran ana-babanın geberesiye üzüntüsünden haberiniz var mı?

AKP hükümetini uyarıyoruz: Savaşı kutsayarak ve Anayasa’yı değiştirmeden barış yapmak zordur! Siz, size sözde muhalefet yapan muhalefet parti liderlerinden farklı düşündüğünüze gerçekten eminseniz eşitlik, kardeşlik, özgürlük, adalet temeline dayanan demokratik, barışçıl çözümü tek başınıza dahi yapmalısınız. Eğer onlardan bir farkınız varsa tabii! Savaş isteyen muhalefet liderlerinden birer bölük yapıp ön saflarda onları savaşa yollamak gerekir. Trampetlerin “Tam-tara-tamtam” seslerinin eşliğinde etrafa korku vermelidirler! O ne cümbüş olurdu! Tabii tüm bunlar savaş isteyen/istemeyen ayırımına göre olmalıdır. O en yaşlıları ya da en zayıfları veya en uzunları, ötekilerinin önünde, belki de top arabalarının arasında avazları çıktığı kadar bağırmalıdırlar. Değil mi ya, tüm kötü insanlar bir araya gelip tek güç olmuşlar; o halde iyi insanlar da bir araya gelip tek kuvvet olmalı(lar).

Biz yine yazımızın başında anlattığımız diyaloga gelelim. Ölüm ve hayat hem birbirinin parçası ve inkârı(dır). Hayatı seçecek bir devlet kararı gerekiyor, gözleri fırfır dönen hoyrat gençlerimizi hayatta bırakacak. Ölümü doğal sırasına itecek bir büyük düşünceye gereksinim var. Daha yeni acılara ve ölümlere yol açacak kirli savaşı bitirecek ve (insani) eşitlik temeline dayalı olarak Kürt sorunu çözmek ancak böylesi bir düşüncenim ürünü olabilir. Bu düşüncenin temeli de insan sevgisidir. Sevmek, herkesi sevmek, Türk’ü, Kürt’ü, kendini ve hatta düşmanı sevmek! Tanrısal bir sevgiden bahsediyorum.

9 Eylül 2009 Çarşamba

BU HOCA BENİ DİNSİZ YAPACAK


Mustafa Elveren (Em.Öğrt)
mustafaelveren@gmail.com

İslam dini mensuplarının büyük çoğunluğu; “gerici”, “dinci” ve benzeri sözcüklerden neden çok rahatsız olduklarını hala anlamış değilim. Bu sözcükleri ben de çok kullanmaktayım. Burada ibadet anlamındaki dürüst dindarları tenzih ederim. Bu sözcükler dini kendi çıkarları için kullanan kişileri kapsar. Yani, insan bazen öyle durumlarla karşılaşıyor ki, bu “gerici” ve “dinci” sözcüklerini kullanmamak elde değildir.

İşte Diyanet işleri eski başkanlarından Süleyman Ateş’in İslam dini ile ilgili evlilik konusunda yazdığı makalesinden bir alıntıyı buraya aktarmak istiyorum. “…Bakire olarak aldığı tek hanımı Hz. Ayşe 18-20 yaşlarında, kendisi de o sırada 52 yaşındaydı. Musnedu Ömer el-Faruk’da kaydedildiğine göre Hz. Ömer de Hz Ali’nin kızıyla evlenmiştir ki, kendisi o sırada 57 yaşlarında, kız ise 13-14 yaşlarındaydı. Taraflar birbirlerini kabul ettikten ve aralarında karşılıklı sevgi bulunduktan sonra yaş farkı önemli olmayabilir.” (Süleyman Ateş, 06.09.2009 / Vatan) Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Süleyman Ateş’in yazdığı bu cümleler gerici bir tutumu gözler önüne sermektedir. Hatta, insanı dehşete düşürmektedir.

Süleyman Ateş bilerek şu saptamayı yapıyor; “Ayşe 18-20 yaşlarında” demek suretiyle, Ayşe’nin yaşını büyük gösterip, bilinçli bir şekilde okuyucularını da yanıltmaya çalışmıştır. Halbuki, bir çok İslami kaynaklardan, Ayşe’nin 11-13 yaşlarında olduğunu biliyoruz. 11 yaşındaki bir kız çocuğuyla gerdeğe giren 52-57 yaşlarındaki bu ihtiyarları nasıl haklı gösterebilir? Böyle bir din anlayışı olabilir mi?

52-57 hatta 87 yaşındaki erkeklerin evlilik maskesi altında 11-13 yaşındaki kız çocuklarıyla cinsel ilişkiye girmesini “taraflar birbirlerini kabul ettikten ve aralarında karşılıklı sevgi bulunduktan sonra…” gibi bir gerekçeyle Müslümanlara tavsiyede bulunmak, bu kesime en büyük kötülüğü yapmaktadırlar.

1300 yıl önce yapılan bir uygulamayı neden Müslümanlara tavsiye ediyorsun?

1300 sene önce insanlar beyaz don giyiyorlardı. Süleyman Ateş o zaman neden bu gün beyaz don giymiyor, takım elbise giyiyor?

1300 yıl önce din adına yapılan erkek egemenliği uygulamalarını günümüze uyarlamak en büyük gericilik değil midir?

Diyanet işleri Başkanlığını yapmış yaşlı bir din uzmanının bunu onaylaması ve Müslümanlara tavsiye etmesi, geleceğimiz olan çocuklarımız açısından korkunç bir “gericilik”tir.

Süleyman Ateş aynı zamanda Elazığlıdır. Dolayısıyla Elazığ’da görev yaptığım sırada bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Hukuki sorunların çıkmaması için Köyün ve imamın ismini yazmadan olayı anlatmak istiyorum;

Köyün imamı ile ara-sıra görüşür, bazen de dini konularda (ikimiz yalnız) tartışıyorduk. Ben görev yaptığım bir çok yerde kimliğimi gizlememeye çalıştım. O nedenle köyün imamı benim Alevi ve sosyalist olduğumu biliyordu. İmamın ikisi kız, biri erkek olmak üzere toplam üç çocuğu vardı. En büyüğü okulun 4.sınıf öğrencisi olan 11 yaşındaki kızıydı. İmam beni Müslüman yapmaya karar vermiş olacak ki, yine bir gün köyün biraz uzağındaki bir bostan çeperinin gölgesinde evlilik konusunda tartışmaya başladık.

İmam:

-Peygamber Efendimiz de Ayşe Anamızla 13 yaşındayken evlenmiştir. Çünkü Arabistan ikliminde 13 yaşındaki kızlar 20 yaşında gibi gösteriyor.

Ben:

-Bir çok İslami kaynak 9-11, bir kısmı da 11-13 yaşında olduğunu yazıyor. Peygamberiniz bu evlilikleri siyasi amaçlarla yapmıştır. Bence siyasi çıkar uğruna yapılan bu tür evlilikler cinayettir. Peygamber hata yaptı diye siz de mi aynı hatayı yapacaksınız?

İmam:

-Haşa, Haşaaa… Günaha giriyorsun. Peygamber hata yapmaz. Senin Cehennem’de yanmana gönlüm razı olmaz. Çünkü, dinsiz de olsan, iyi birine benziyorsun. Seni inşallah Müslüman yapacağım.

Ben:

-Bizim de kız çocuklarımız var. Benim kızım 4, senin kızın 11 yaşındadır. Bir an kızımın 11 yaşında olduğunu farz edelim. 57 yaşındaki yaşlı bir amca gelip benim kızımla evlenmek istediğini söylese, o anda vücudumun kimyası ve ruhsal dengemin bozulacağını şimdi bile hissediyorum.

-Aynı durum senin başına gelse, 11 yaşındaki kızını o amcaya verecek misin? Diyelim Ebubekir’in yerinde sen olsaydın, sen de şu anda 11 yaşında olan kızını Peygamber’e verir miydin? Eğer Allah’a, islam’a ve Peygamberine inanıyorsan, lütfen bana doğru cevabı ver.

İmam kısa bir şaşkınlık geçirdikten sonra, iki elini havaya açarak söylediği şu sözlerini hala unutamıyorum.

İmam:

-Ya rabbim! Bana biraz kuvvet, akıl ihsan eyle ki, ben bu Mustafa Hoca’ya cevap vereyim. Yoksa bu Hoca beni dinsiz yapacak. Amin… (Bu tartışma 1991 yılında yapıldı)

Atatürk’ün 80 yıl önce söylediği sözlerinin Kuran’ın ayetleri gibi hiç değişmeyeceğini savunan Kemalist laikçiler ile İslam Peygamberi Muhammed’in 1300 yıl önce söylediği hadisleri günümüze uyarlamaya çalışan “İslamcı dinci”ler arasında çok büyük bir benzerlik olduğunu söylemek, abartılı olmaz.

Bence, Muhammed Mustafa ile Mustafa Kemal’i sevaplarıyla-günahlarıyla birlikte kendi dönemlerine göre değerlendirip, orada bırakmak gerekir. Bu iki liderin arkasına sığınarak kendilerine rant sağlayan kişi ve kuruluşları ortaya çıkarıp, teşhir etmek sosyalist ve demokrat aydınların görevleri arasında olmalıdır.

07.09.2009

Web : http://www.gomanweb.com/

----------------------------

Yazıyla ilgili Mihrac Ural’ın yaptığı yorum:

SOYUTLAMA

Mihrac Ural
mircihan@gmail.com

Mustafa hoca’nın yazılarına yorum yapmak, onları okumak kadar zevkli. Bildiğimiz bir konuyu işliyor, binlerce kez tartışılmış bir konu. Ama tekrar değil.

Mustafa hoca bunu nasıl yapıyor, hiçte kolay olmayan bir yolla. Bu yol ne çok okumaktan geçiyor ne de okunanı papağan gibi tekrar etmekten. Geviş getirme entelektüelliği denilen yola sapmadan, soyutlama denilen müthiş yöntemle yapıyor.

Soyutlama, hazmedilmiş bilgi üzerine tarihsel olarak farklı olay ve konular arasından birbirine benzeyen ve ortak bağını oluşturan formülasyonlar çıkararak, her zaman kullanabileceğimiz bir kıstas ortaya koymamızı sağlar. Soyutlanan bilgi, okuduğunu kavramaktır. Okunandan yararlı bilgi çıkararak, bilgi dönüşümünü yapmaktır, kıstas olabilecek sonuçlar üretmektir.

Soyutlanmayan bilgi kalıcı değildir. Yazıya dökülmeyen bilgi, kısırdır, lokaldir, içe dönüktür, yarar sağlamaktan uzak bilgidir. Ancak yazıya dökmek bilginin birikimi ve ilerlemesi için yeterli değildir. Bunun için soyutlama gerek.

Bilgi, üreticisine yabancılaştıkça, evrensel boyutlarda dönüşüm yapabildikçe, yeni kaynaklardan da zenginleşip farklılaşarak sentezlere ulaştıkça bir tarihsel ilerleme değeri olarak üretimin bir temel unsuru olur. Çağdaş üretimin yeni bir uygarlığa doğru gidişinin en önemli belirtilerinden biri olan soyut üretimin ana maddesi bilgi, tıpkı iş gücü gibi üretim sürecine katılır, emek gibi de yabancılaştıkça zenginlik kaynağı olur ilerleme genişleme ve toplumsal etkilerde artan oranda güçlü olur. Bilgi üretiminde, soyutlama bu görevi görür.

Mustafa hoca binlerce kez tartışılmış bir konuyu işte bu algıyla ele almakta ve yaptığı soyutlamayla eski konuyu bilgiyle aşılayarak yabancılaşmasana yeni ve farklı bir sentez olarak karşımıza çıkmasına yardımcı oluyor.

Bu yazısında Mustafa hocanın dikkat çeken soyutlaması, bir tarihi olayı kendi tarihi içinde değerlendirirken onu farklı bir tarihin içinde yaşanabilir bir olgu olarak ele alınmaması gerektiğini dile getiriyor. Benim için en önemli nokta budur. Hz. Muhammed ya da Atatürk çağlarının birer verisi olarak kendi davranışlarıyla o çağın kesiti içinde anlamlı olabilecek var oluşları bu güne taşınamaz diyor.
Nesnel verileri, tarihleri farklılaşan olguları dünden bu güne taşımak, tarihi dondurmaktır diyor Bu parametreyi bir soyutlama olarak her olay, her olgu ve hadiseye ilişkin kullanabileceğimiz bir kıstas olarak önümüze koyuyor.

Kimse tüm verileriyle, tarihi ve coğrafyasıyla, nedeni ve ilişkisiyle kendine has bir olayı aynıyla bu gün ya da yarın için geçerli diye dayatıp koymamalıdır.

Ellerine sağlık yiğit dostum, kalemine, mürekkebine bereket.

8.09.2009

4 Eylül 2009 Cuma

NTV’DE YAZI İŞLERİ




Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

25 Ağustos’ta NTV’de-Diyarbakır Erdebil Köşkü’nde-Ruşen Çakır’ın konuklarından biriydim. Kürt Açılımı üzerine konuştuk. Aslında Kürt Açılımı’nın bir demokrasi açılımı olduğunu söylemek daha doğrudur. Kimse bu açılımdan bir bölünme, bir başka çıkarım çıkarmasın. Zaten biz de NTV’de eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet istemlerimizin çağrısını yaptık. Ülkede bir bölünme korkusu var. TSK’den CHP’ye, MHP’ye kadar herkes ülkenin yapılacaklarla bölüneceğini düşünmektedir. Oysa yapılacaklar dahi tam olarak bilinmemektedir. Aklıma bir devekuşu hikâyesi geldi. Devekuşuna sormuşlar: “Sen deve misin?” “Heee!” demiş böbürlenerek. “Al şu yükü kaldır!” demişler. “Yok, ben kuşum!” demiş. “Hadi uç o zaman!”demişler. “Yok, ben deveyim!” demiş bu kez.

Türkiye 85-90 yıldır olanlar bu devekuşu hikâyesi gibidir. Türkler Kürtlere, “Siz Türksünüz!” demişler. Kürtler: “Biz Türkçe bilmiyoruz!” Türkler: “Siz vatandaşsınız o halde!” Kürtler: “Verin vatandaşlık haklarını!”İşte böylesi bir diyalog var. Kürtleri Türkler eğer vatandaş sayıyorsa, vatandaşlık haklarını vermesi gerekiyor. Vatandaşlık da herkesin her konuda eşit olmasıyla olanaklıdır.

Temsili demokrasilerin gereğidir her kesimin temsil edilmesi. Kürtlerin de yurttaş olarak temsil edilme hakkı vardır. Esas nokta burasıdır. Kürtlerin bu topraklarda kendilerini Kürt görmeleri bir korku yaratıyor. Bölünme korkusuyla bu kez farklılıkları güvenlik sorunu olarak görüyoruz. Asker parti gibi-üstelik silahları olan bir parti gibi-davranıyor. Oysa demokrasilerde asker bu kadar konuşmaz. Bu ülkede Türk de vardır, Kürt de vardır. Hatta başka ırklar ve dinler de vardır! Eşit hak ve özgürlükler içinde herkes bu ülkede kardeşçe yaşayabilir. Bizim de NTV’de söylediğimiz buydu.

Kürtler devekuşu misali gibi, deve kadar güçlü olmadığı için ağır yük taşıyamaz, bir kuş kadar da hafif olmadığından uçamaz durumdadır. Burada bir yanlış vardır! Bunu düzeltmek de herkese düşer. İki şey arasında kalmış Kürtleri bir düzlemde (kategoride) tutmak gerekir. Bu düzey (kategori), eşit yurttaşlıktır. Bu da ancak eşit hak ve özgürlüklere kavuşmakla olur. Bölünme paranoyasını bir tarafa atarak demokrasiyi savunmak gerekir.

Aslında demokrasi herkese lazımdır ama en ilk ezilenleredir. Çok susamış bir aile düşünelim, herkes susuzluktan ölmek üzere, bu ailede ilk su yudumu çocuğadır. Babanın, annenin de suya ihtiyacı vardır ama bu durumda su-en acil-çocuğa gerekir. Çünkü en zayıfı, en güçsüzü çocuktur. Demokrasi de herkese gerekiyor ama ülkemizde en ilk-ezilen olarak-Kürtlere gerekir. Bu ihtiyaçtan, zorunluluktan kaynaklanan bir durumdur. Demokrasi Genelkurmay Başkanına, Başbakana, Cumhurbaşkanına da gerekiyor ama onlardan önce korumasız olan sıradan yurttaşlara gerekir. Bundan dolayı kimse bizim demokrasi, özgürlük, hak, hukuk istemlerimizi bir paranoyayla yanlış anlamasın. Tüm taleplerimiz hiçbir şeyi kırıp dökmeden bu toprakların insanları içindir. NTV’deki açıklamalarımız bu topraklarda toplumsal barışın sağlanması içindir. Bizim yaptığımız bir yazarın yazı işleri’dir.

2 Eylül 2009 Çarşamba

Lazlar da Aynı Oyuncaktan İstiyor!



Nadir Nadi Çelik

Kürdler son otuzyılda 30 bin gencini dağlarda, 10 bin insanını faili meçhülde yitirdi. Yine son otuzyılda onbinlerce kürd zindanlara atıldı, 3000 kürd köyü boşaltıldı ve 3 milyon kürd köylüsü metropollere sürüldü. Metropollere sürülmüş savunmasız Kürd kızları fuhuş piyasasının, kürd delikanlıları ise organize suç örgütlerinin insan kaynakları durumuna geldiler. Ve nihayet, bütün bunların sonunda ve de karşılığında, İttihatçılar, kürd halkının doğuştan kaynaklanan en temel insani haklarını vermek yerine, ''TRT ŞEŞ'' adlı bir oyuncak verdiler.

Kürdler, önlerine atılmış bu oyuncak karşısında yaşadığı hayal kırıklığı ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışırken, bu kez de, yine bu toprakların kadim halklarından olan, en az kürdler kadar acımasız bir asimilasyona tabi tutulmuş, ancak kürdlerden farklı olarak bu süreci genellikle sessizlikle karşılamış olan Lazlar da, aynı oyuncaktan bir adet de kendilerine verilmesini istiyorlar. İttihatçılardan ilk tepki, TRT genel müdüründen geldi; Lazların hepsi türkçe bildiğinden lazca televizyona gerek olmadığını açıkladı.

Lazların, kendileri için bir yabancı dil olan Türkçeyi bilmeleri, anadillerini kullanma olanaklarının gaspını ne meşru ne de haklı kılar.

Birileri bu gerçeği İttihaçıların kulağına fısıldamalıdır.

Sonunda, bu oyuncaktan Lazlar'a da bir adet verileceği açıktır. Açık olmayan, İttihaçılar'ın bu oyuncağa karşılık Lazlar'a ne tür bedel ödettirmek istedikleridir.

http://www.nadirnadicelik.org/