29 Ocak 2011 Cumartesi

DKÖ’LERİN GÜCÜ


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com


Demokratik Kitle Örgütleri (DTK) demokrasi ve hukuk alanında verilen mücadelede azımsanmayacak kadar bir öneme sahiptirler. Siyasal, sınıfsal, sosyal, kültürel, sanatsal ve benzeri amaçlarla kurulan birçok dernek, sendika ve siyasi partilerin demokrasi mücadelesindeki rolleri inkâr edilemez bir gerçektir.

Yıllardır Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ) içinde emek-barış-özgürlük çerçevesinde evrensel demokrasinin tesisi için “karınca kararınca” mücadele vermeye çalışıyorum. Tabiî ki, bu mücadele yasal ve meşru alanlarda yapılmaktadır.

TKP-TİP savunuculuğu, Tüm-Der, Eğit-Sen, Eğitimsen, bazı Alevi-Bektaşi dernekleri, Emekli Sen, SHP-DEHAP gibi birçok demokratik kitle örgütleri içinde bulundum. Bu kapsamda birçok DKÖ’nün üyesiydim. Bazılarında hala üyeliğim devam etmektedir.

DKÖ’ler çoğaldıkça sanki daha az kitselleşiyor. Yıllarca Basın toplantılarına katıldım. Benim gözlemlediğim kadarıyla, basın toplantısı yapılmadan önce konunun önemine göre o yerleşim birimindeki tüm DKÖ örgütleri temsilcileriyle bir ön görüşme yapılır. Bu görüşmede konuya göre ortak metin hazırlanır, ortak sloganlar tespit edilir. Tüm örgütler arasında mutabakat sağlandıktan sonra, bu örgütlerin tek tek isimleri bildirinin altına yazılır ve imzalanır. Bu bildiride bazen 40-50 örgütün ismi yazılıdır. Bu durumda insanın “bu basın toplantısı çok kitlesel olacaktır” gibi bir düşünceye kapılması doğaldır değil mi?

Ancak, basın toplantısının yapıldığı yerde örgüt temsilcilerinden daha fazla polis bekliyor. Yani polislerin sayısı meydandaki kitleden birkaç kat daha fazladır. O şartlarda okunan basın bildirisinin sonundaki isimler de açıklanır. Açıklanan o isimlerden bazen yarısından fazla temsilcinin orada olmadığını fark ediyorsun. Yani ön görüşmeler sırasında hararetle kendi düşüncelerini metne koymaya çalışan ve büyük bir kitlesi olduğunu sandığınız temsilciyi basın bildirisinin okunduğu yerde göremeyince ister istemez çok defa hayal kırıklığına uğramışımdır. Dolayısıyla son iki yıldır bu tür basın toplantılarına pek fazla katılmıyorum.

Zaten teknolojinin çok hızlı olarak gelişmesiyle birlikte insanlar daha farklı mücadele yöntemleriyle ve başka alanlara yöneliyorlar. Örneğin, internet üzerinde insanlar kendi alanlarında çok daha yaygın bir şekilde örgütlenebiliyorlar. Bu alandaki örgütlemeleri göz ardı etmek mümkün değildir.

Örneğin; Gazeteci kılığındaki ırkçı sözde yazarın “Güneydoğu’da Çanak Anten Terörü” (27.01.2011 / Posta) başlıklı yazısından dolayı bu kişinin kınanması için internet üzerinden çok hızlı bir şekilde kamuoyu oluşturulabilmektedir. Ancak, bu durum meydanlara çok zayıf bir biçimde yansımaktadır. Halbuki sanal ortamdaki örgütlemenin meydana gerçek bir şekilde yansımasıyla DKÖ’ler için ancak etkili anlam ifade edebilir.

Artık sanal alandaki örgütlemelerin gücü de her zaman hesaba katılmalıdır. O nedenle DKÖ’lerin internet alanında etkin olarak yerlerini almaları bence çok önemlidir.

DKÖ’ler her iki alanda da örgütlenmesi daha çok anlamlı olacaktır. DKÖ’leri daha çok güçlendirmek için yeni projeler üretebiliriz. Bunun için öncelikle ortak paydalarda konfederatif bir çatı altında toplanmaları bence mümkündür. Böyle bir yapıyı her zaman yaratabiliriz, yaratmalıyız da.

28/01/2011

NOT: Bazı okuyucular “Evrensel Demokrasi de ne demek? Yeni bir demokrasi kavramını mı icat ediyorsun?” şeklinde sorular sormaktadırlar. Bu konuyu önümüzdeki zaman diliminde ayrıca başka bir makale ile açıklamaya çalışacağım.



27 Ocak 2011 Perşembe

SORGULANAN TAHLİYELER



Yargıtay’ın Hizbullah üst yönetimi ile verdiği tahliye kararını geri almasıyla bunların sırra kadem basmasının pek yenilir yutulur olmadığını söylemeliyim. Bunun Türkçesi şudur: “Siz müebbet cezası yiyen tutuklularsınız. Bakın sizi bıraktık. Sizi tekrar almaya geldiğimizde bulmayalım. Hadi arazi olun!” Hizbullahçıları yargılayan mahkemelerin, operasyonları yapan güvenlik güçlerinin (belgeler ve deliller açısından), yazışmaların uzamasına neden olanların, bilirkişilerin, Adli Tıp’ın, Yargıtay’ın, Hükümet’in bu konuda ihmali, görevi kötüye kullanması söz konusu olabilir. Hatta duruşmalara verilen uzun sürelerin (erteleme tarihlerinin) incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu aşamada kimse masum görülemez. Mutlaka bu olay aydınlanmalı ve kamuoyu rahatlatılmalıdır.

Özellikle 1991 yılından itibaren Polis’le, JİTEM’le işbirliği yapan Hizbulkontra elemanlarının vahşiyane cinayetleri bu tahliyelerle kamuoyunda yeni korkular yarattı. Adli kontrol uygulamalarına riayet etmeyen Hizbullahçıların kaçacağını beş yaşındaki çocuk bile biliyordu. Olayın bu aşamasıyla, ilgili mahkemeler, Yargıtay, (Emniyet Genel Müdürü dâhil) emniyet mensupları, Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı bilerek ya da bilmeyerek bu kaçışa seyirci olmuşlardır. Özellikle bu kaçışa neden olma olasılıkları düşünülen Diyarbakır Valisi, Emniyet Müdürü; Batman Valisi, Emniyet Müdürü derhal açığa alınmalı(ydı)lar. Hatta terör şubelerine bakan görevliler bekçisine kadar sorgulanmalılar(dı). “Size bunları kim takip etmeyin dedi?” sorusu mutlaka sorulmalıdır.

Dosyalarındaki belge ve delillerle mahkûm olmaları kesin gözüken bu şahısları yasayla da olsa-sırf tutukluluk süreleri on yılı aşıyor diye-kaçırtmak hukuk devletinin işi olamaz. Size bir olayı anlatmak isterim: Mehmet Ali Ağca hatalı bir hesaplama ile tahliye edilmişti. Ama mahkeme hatasını düzeltince polis Mehmet Ali Ağca’yı koyduğu yerden alır gibi yakaladı. Akıllara bir sürü şey geliyor: Acaba Mehmet Ali Ağca’ya verilen görev bittiği için mi gözden düş(müş)tü? Ya da tahliye ettirilen Hizbullahçılara yeni görevler mi verildi?

Ülke hukuk devleti oldu diyecekler olabilir(!) Hukuk devleti suç işlemiş hiç kimseyi-bu kim olursa olsun: Hizbullah, PKK ya da yurttaş-kayıramaz, kayırmamalıdır. Tahliye olan bu şahısların gizliden takibi için mahkeme kararı gerekliydi ise alınmalıydı. Gazetelerde yukarısı boş olan, aşağısında imzalar atılmış mahkeme kararları(!) boy boy basıldı. Hâkimler maalesef boş kâğıtlara-işin önemine binaen-imza attılar. Mahkeme kararları olmadan bile kamunun can ve mal güvenliği açısından polisin, jandarmanın hukuk devletlerinde yapacağı görevler vardı(r). Bu görevler bilerek ya da bilmeyerek bu iş için yapılmadı. Hukuk devleti her şey yıkıldıktan sonra görev yapan gözüken bir devlet değildir.

Bilinen 188 kişinin, bilinmeyen binlerce faili meçhul(?!) cinayetin sorumlusu olan Hizbulkontra yargılanmalarında (gerçek suçlular için diyorum) mahkemelerin seyri (yazışmalar, duruşma tarihleri vb.), iyi hal indirimi dahil tüm aşamalar incelenmelidir. Polis ve jandarmanın (bu davayla ilgili) görevleri de. Bilirkişi, Adli Tıp, Yargıtay’ın da yaptığı. Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, Hükümetin de yaptıkları. Her şey tek tek incelenmelidir. Diyarbakır ve Batman Valilerine bu tahliye aşamasında siz ne yaptınız denmeli(dir). Emniyet Genel Müdürü’ne sizin görev alanınız nedir diye sorulmalıdır? Diyarbakır ve Batman Emniyet Müdürlerine siz hangi kurumun müdürlerisiniz diye sorulmalıdır? MİT’te de bir İslami damar var mıdır bilmem ama MİT’e de bu kaçma olayı sorulmalıdır. Bu sırf Hizbullah (söz konusu) olduğu için değil, demokratik düzen açısından sorulmalıdır.

2.Ergenekon Davası 96. duruşmasında Emekli Albay Arif Doğan’ın sözleri oldukça ilginçtir: “JİTEM’i ben kurdum. Hizbulkontra’yı ben kurdum. Şimdiki Hizbullah değil. Hüseyin Velioğlu’nun kurduğu teşkilatı ben kurdum.” Bu sözler ve bağlantıları doğruysa bu ifadelerin tahliyelere kadar dayanacağı olasılığı vardır. Tahliyelerin ve kaçışın da başka bir anlam taşıyacağı açıktır.

Bizim bu yazımızın ana nedeni Hizbullah değildir. Legal veya illegal örgütlere objektif yaklaşmayı doğru buluruz. Tahliye ve tahliyenin geri alınması Hizbullah davasına denk geldiği için bu konuyu esas aldık. Böylesi bir konu kime denk gelse de bizim açımızdan fark etmezdi. Firarda olan Hizbullahçılar yakalansa dahi bu konudaki görüşüm (yazım) değişmeyecektir. Devlet (Hükümet) kötü bir örnek olmuştur. Suçlular arasında Hizbullah, PKK, legal siyasetçi ya da yurttaş ayırımı yapılmamalıdır. Bu tip tahliyelerden(CMK 102. Maddedeki değişikliklerden dolayı) PKK’liler, birden fazla kişiyi öldüren kan davalılar, seri katiller de yararlandı. Bu yazımın (içeriğinin) bunlar açısından da geçerliliği vardır. Akl(ım)a gelen ama kimse tarafından dillendirilmeyen, Hizbullah’la AKP arasındaki “İslami damar” bağlantısı açısından bu son olanlar sorgulanmalıdır. Tüm bunlar sorgulanmazsa, anlatılmayan (anlatılmayacak), bilinmeyen konular olduğu düşünülebilinecektir. Biz (suçu kimin işlediğine bakılmaksızın!) suç-ceza orantısı uygulamasının demokratik hukuk devletlerinin görevleri olduğunu vurguluyoruz. Siyasi menfaat, ideolojik tahakküm, ya da başka bir nedenle ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyenlerin vebalinin ağır olacağını belirtmek istiyorum.

23 Ocak 2011 Pazar

KROMSAN’IN ZEHİRLİ VARİLLERİ!



Konuya iki gazete haberiyle başlamak istiyorum.

Tekirdağ (İHA) - Tuzla'nın Orhanlı beldesinde zehirli atık dolu varillerin bulunmasının ardından ikinci zehirli varil krizi Çerkezköy'de yaşandı. Bir fabrikanın arka bahçesinde gömülü olarak bulunan zehirli atık dolu yaklaşık bin 50 varil gömülü oldukları bölgeden çıkartıldı. Edinilen bilgiye göre, Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi'nde bulunan bir ilaç firmasının üretim tesislerinin arka bahçesinde zehirli varillerin gömülü olduğu ihbarını alan savcılık harekete geçti. 31 Temmuz 2007.

Kocaeli (DHA) ‘Kocaeli'nin Darıca ilçesindeki bir evin arka bahçesinde içerisinde kimyasal maddelerin bulunduğu plastik variller bulundu. Devrilen varillerden çıkan keskin kokudan etkilenen evdeki 3 kişi, Devlet Hastanesi'nde ayakta tedavi edildikten sonra taburcu edildi. ‘
25 Kasım 2010

Mersin
Peki ya Mersin. Mersin’de 50 değil, yüz değil, yüzbinlerce zehirli varil olduğunu biliyor musunuz. Mersin halkı bu zehirli varillerin sahiplerinden, Kromsan’dan ne kadar haberdar. Basında, Türkiye’nin değişik kentlerinde bulunan bin varil -yani bir kaç ton- zehirli atık önemli yer tutuyor, İskenderun’da Ulla adlı gemiden denize dökülen bir kaç bin ton atık yankı buluyor ama bunların milyon katı, evet evet yanlış duymadınız, milyonlarca katı zehirli atık üreten Kromsan yeterince yer almıyor. Bir iki gazetecinin çabası ulusal basında karşılığını bulmuyor. kamuoyu yeteri kadar bilgi sahibi olamıyor. Bırakın Türkiye’yi, Kromsanın bulunduğu Mer-sin’de bile halk, bu zehir zemberek gerçeklerden bihaber. Demek birşeyler eksik. Ya basın görevini yapmıyor ya da yapmak isteyenler şu veya bu yöntemle susturuluyor. Radikal’dan Ali Şen 16 Şubat 2002 yılında “Mersin‘de Karettalar Krom’zade‘ başlığı ile haber yapıyor, 27 Ocak 2005’te, Birgün Gazetesinde Mihriban Amanoğlu ‚‘Zehirli Atık Gerginliği‘ başlıklı habe-riyle konuyu işliyor, Günlük Gazetesi, 2006 yılında ‚‘Atık kromla ölüme davetiye‘ başlıklı hab-erle kamuoyunu bilgilendiriyor, Mersin yerel basını defalarca konuyu işliyor ve yetkilileri göre-ve çağırıyor ama bütün bunlara rağmen ‚Devlet uyuyor‘ ve Kromsan yıllardır bildiğini okuyor, zehir saçarak karına kar katıyor.

2011 Yılı itibariyle, Kromsan fabrikasının bahçesinde 1 milyon 700 bin ton zehirli atık, patla-maya hazır nükleer santral gibi bekliyor. Mersin Akkuyu’ya nükleer santral kurulmasına haklı olarak karşı çıkan örgütler, neden Kromsan’ın yarattığı tehlikeye karşı bir araya gelmiyor. Çevreciler ve çevre sorununda duyarlı olan örgüt ve partiler neden bu kadar geç kaldılar.

Bunun en önemli nedeni desinformasyondur. Bir diğer nedeni para ve korkudur. Doğayı kat-leden kapitalist şirketler, medyayı manipüle etmekte ustadır. Kimi zaman da medya, reklam pastasından pay almak için gerçeği bildiği halde susmakta, yani suç ortağı olmaktadır. Hü-kümetler de bu vahşi kapitalistlerin; “fabrikayı kapatırım işsizlik artar, o zaman oy kaybeder-siniz“ tehditleriyle ya da onların kirli ‘bağışlarıyla‘ susturulmaktadır.

Kâr, her zaman daha çok kâr’dan başka bir amacı olmayan Mersin Kromsan’ı, Bergama‘da Eurogold’u, Karaduvar’daki dolum tesislerini ve Kaz dağlarını feda etmeye hazır firmaları, toprağın, kadının, erkeğin, çocuğun zehirlenmesi ilgilendirmiyor. Onlar için Mersin‘de, Ber-gama’da veya Karaduvar’da yaşayan insanlar ve doğal çevre ’kâr için harcanabilir’ unsurlardandır. İnsan ve çevre faktörü bu firmaların bilançolarında ne girdi, ne çıktı olarak yer almazlar…

Bergama halkı ayağa kalktı, şanlı bir direniş örgütledi. Siyanürle altın aramaya karşı yıllar sü-ren bir mücadele verdi. İzmir valiliği, Bergama madenini danıştay kararı uyarınca mühürledi. Ama Bergama dosyası kapanmadı. Hatırlarsanız daha önce de benzer gelişmeler olmuş ama dönemin hükümeti gizli bir genelge ve Sağlık Bakanlığının ’deneme’ üretimine izin ver-mesi üzerine, bir avuç dolar için, siyanür kullanılarak altın aranmaya devam edilmiş, toprak, hava, su zehirlenmişti. Önceleri altının nimetleri ile Bergamalıyı kandırmaya çalışan şirketin, iş vaatlerine, Bergama’nın zengin olacağı söylemlerine, cami, düğün salonu, çeşme gibi rüşvetlerine karşın, Bergama halkı onurlu direnişini ortaya koymuştur.

Karaduvar’da kapatılan tesislerin mühürlerini söküp yasadışı faaliyete geçen şirket de toprağı, insanları zehirlemeye devam etmişti. Mersin’de bu konunun üzerine giden namuslu gazeteciler oldu ve ağustos ayında ATAŞ’ın petrol tankında çıkan yangın, uyarıların ne kadar ciddi olduğunu ortaya koydu. Mersin’de bu yangından sonra tüm uyarılara rağmen halen, petrol tankları arasında zorunlu mesafe olan 60 metreye uymayan birçok firma bulunuyor.

Peki ya Kromsan ve Mersin halkı
Mersin Halkı ne zaman Bergamalılar gibi ayağa kalkacak ve topraklarını, aşlarını, ekmekleri-ni, sularını, çocuklarını zehirleyen bu arsız patronların yakasına yapışacak. Zira bu sorun hü-kümetlerin insafına (arabuluculuğuna) bırakılmayacak kadar ciddidir. Gazetecilerden duyarlılık istemek için önce Mersin Kamuoyunun duyarlı olması ve örneğin Kromsan hakkında bilgilenip harekete geçmesi gerekmektedir.

Kromsan vakası zaman zaman yerel ve ulusal basında yer aldı. Gazeteci Abdullah Ayan, Kromsanın zehirli atıklarına ve fütursuzluğuna karşı yıllarca bir çevreci gibi çalıştı. Hükümeti ve çevre bakanlığını sıkıştırdı. Veriler topladı. Kanıtlar sundu. Ayan, Mersin’de yerel yönetici-leri rahatsız etti, susarsanız suç ortağı olursunuz diye haykırdı. Ama ne yazık ki ona verilen cevaplar hep oyalama oldu. Ya da üstü örtülü tehditler. Ayan’ın yanısıra bu konuda duyarlı olan Dr. Yüksel Burgutoğlu, dönemin Kazanlı belediye başkanı Kenan Yıldırım ve gazeteci Ahmet Özdemir, Kromsan tarafından (gerçekleri söyleyip yazdıkları için) tazminat talebiyle mahkemeye verildiler. Ancak aralık 2006’da sonuçlanan davada mahkum olan Kromsan ol-du.

Bu gün Kromsan’ın bahçesinde 2 milyon ton zehirli atık olduğu kabul ediliyor ama matema-tiksel olarak, 15 yıl boyunca bir kilogram krom için bir kilogram atık üreten Kromsanın bu gü-ne kadar toplam 8 milyon ton atığı olmalıydı. Abdullah Ayan, ‘bu atıkların 6 milyon tonu nere-de. Toprağın altına gömülüp sebzelerin mi kanı bozuldu, yoksa denize dökülüp yediğimiz balıklar mı zehirlendi‘ diye soruyor. “ 1984 yılında üretime geçen Kromsan Fabrikası, 1995 yılına kadar ürettiği her (1) ton kimyasal ürüne karşın, tam (3.22) ton Cr6 içeren tehlikeli atık yarattı… Tepkilerin artması üzerine Tesis teknoloji değişikliğine gitti. Sağlanan iyileşmeyle, 1998 yılına kadar (1) ton ürüne karşı (2.24) ton ve 1998 yılından itibaren de (1) ürüne karşı (1.2) ton atık üretir hale geldi. Bakanlığa göre, sağlanan iyileşmeye rağmen geçmiş yıllardan kalan tehlikeli atıkların bertarafı ile ilgili hiçbir yöntem bulunamamış, bu nedenle de 2000 yılında nihai bertaraf yöntemi gerçekleştirilinceye kadar doğabilecek çevresel etkilerin önlenmesi amacıyla yaklaşık “1,5 milyon ton atık, tabanı ve üstü geçirimsiz malzeme ile örtülerek, fabrika sahası içinde” depolanmıştır…”
Abdullah Ayan, 25.11.2010 tarihli “Açık mektup - pulsuz dilekçe’sinde devamla şunları söy-lüyor: “Sayın Çevre Ve Orman Bakanı, Çevre müsteşarı, Sayın Mersin Valisi, Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı, Kazanlı belediye Başkanı, İl Sağlık, İl Çevre müdürleri ve anımsayamadığım diğer değerli yetkililer, Mersin'e bağlı kazanlı beldesinde mevcut Kromsan tesislerinin üretim sonucunda ortaya çıkan ve yılların ihmali ile fabrika sahasında açık alanda tutulan –artan şikayetler üzerine atık dağları brandayla örtülmüştür- tehlikeli atık tanımındaki 2 milyon tona yaklaşan krom atıkları fabrika sahası içinde her türlü doğal tehlikeye karşı korumasız biçimde her an yırtılabilir, çürüyebilir, fırtınayla uçabilir çadırların altında, yağmur, sel, deprem gibi her hangi bir afette, yanı başındaki denize ulaşma riskiyle kucak kucağa muhafaza edilmektedir.(…)

“Çevreye karşı işlenen ve ikrar edilen suç hakkında denetleme görevini hakkıyla yerine getirmeyen tüm sorumlular hakkında soruşturma başlatmalıdır. Üstelik bu soruşturmada Kromsan yetkilileri yanında, Gözne yolundaki 6 bin ton kanserojen madde içeren tehlikeli atığı yıllardır sadece seyreden tüm kurum yetkilileri hakkında da gereken yapılmalıdır… Son yıllardaki Mersin Valileri Şenol Engin, Akif Tığ ve A. Atilla Osmançelebioğlu ile İl Çevre Müdürü Recep Metin hakkında, Gözne yolundaki tehlikeli atıkların yıllardır yarattığı kirliliğe rağmen kaldırılması konusunda gerekli önlemleri almaması nedeniyle en azından görevin ihmali söz konusu değil midir?.. Yine son yıllarda görev yapan Soda Krom Kimyasalları Şirketine bağlı Kromsan tesis sorumluları hakkında kendi ifadeleriyle de ortaya çıkan Çevresel suça karşı verilmesi gereken bir ceza yok mudur?.(…)

Mersin'deki uyuyan bomba konusunda başta İl Valisi, Çevre Müdürlüğü, İl Sağlık müdürlüğü, geçtiğimiz günlerde tesisin bulunduğu bölgenin Büyükşehir sınırlarına dahil edilmiş olması nedeniyle Mersin Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve ona bağlı Sağlık Başkanlığının yanı sıra en büyük sorumluluk Çevre Müsteşarlığına aittir. (…) Etkili, yetkili kimse kılını kıpırdatmasa da, ben tarihe karşı görevimi yaptığıma inanıyorum. En azından ortaya çıkacak bir felakette, herkes birbirini suçlarken, ben tarihe tanıklık eden bu yazıyla karşılarına geçecek, habersizmiş gibi göz kırpıştıranlara “ben sizi uyarmıştım” diyeceğim…”

Farklı siyasi kulvarlarda yer alsak da, Abdullah Ayan’a bu konuda katılıyor ve onun çığlığına kulak vermek gerekir diyorum. Bir çağrı da ben yapıyorum: Mersin Akkuyu’ya kurulacak nükleer santrale karşı bir araya gelen örgütler- insanlar, gelecek potansiyel tehlikeye karşı seslerini yükseltmişlerdir. Kromsan ise gelecek değil dünün ve bugünün tehlikesidir. Susarsak yarınlarımız için de tehlike olmaya devam edecektir.
12 Ocak 2011
www.adilokay.com

----------------

ARAŞTIRMA YAPMAK İSTEYENLERİN DİKKATİNE-Basından notlar:
Kromsan yine yakalandı. Recep Yıldırım. Mersin Radyo Metropol. 27 Mart 2001.
http://bianet.org/bianet/cevre-ekoloji/1388-kromsan-yine-yakalandi

Carettalar Krom’zade…Ali Şen. Radikal. 16 Şubat 2002.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=29377

Zehirli Atık gerginliği. Mihriban Amanoğlu. Birgün. 27 Ocak 2005.
http://www.birgun.net/economics_index.php?news_code=1106677661&year=2005&month=01&day=25

Kromsan atıkları fabrikaya iade. Mehmet Miras. Mersin. 26 Ocak 2005
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/306504.asp

Kromsan atıkları çevreyi kirletmiyor. 02.09. 2005. Akşam.
http://www.tumgazeteler.com/?a=791554

Temelinde kanser var. Ali Ekber Şen, Mustafa Ercan. Mersin. DHA. 14.12.2005. Milliyet.
http://www.milliyet.com.tr/2005/12/14/yasam/axyas02.html

Ve patronlar çevre yasasına karşı çıkıyorlar.
http://www.akdenizsosyalforumu.org/oyku.asp

Kromsanın tazminat davası reddedildi. 14 Aralık 2006.
http://www.haberler.com/mersin-kromsan-in-tazminat-davasi-reddedildi-haberi/

(AKP) Dengir Mir Mehmet Fırat: Kromsan kapatılamaz.
http://www.haberpan.com/firat-kromsan-kapatilamaz-haberi/

Mersin çevre durumu raporu korkutucu boyutta. Mehmet Miras. NTV.19 Ocak 2010.
http://www.mersinajans.com/detay.asp?hid=12340

Valimiz ve yetkililere Kromsanı bir kez daha hatırlatıyoruz. Selahaddin Akkuş. 27. 09. 2010. Mersin Gazetesi. Kromsanın 1.7 milyon ton atığı için kaç yıl bekleyeceğimiz açıklanmıyor. Mersin gazetesi. 11 Ocak 2011.
http://mersingazetesi.com/index.php?option=com_content&task=view&id=3773&Itemid=51

Anadolu atık dolu. Gürhan Savgı. 15.03.2010.
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/detaylar.do?load=detay&link=26336


20 Ocak 2011 Perşembe

UCUBE İNSAN(LIK)



Başbakan Kars’taki İnsanlık Anıtı’na “ucube” dedi. İlk bakışta daha çok Ermeni düşmanlığı veya-bastırılmış bir duygu olarak-din düşmanlığı gibi geldi bana. Ancak bu heykel özgün Kars mimarisi veya Kale’siyle uyum göstermiyorsa, bunu eleştirebilir ya da kaldırılması için görüş belirtebilirdi. Ama öyle bir söyledi ki, sanki heykel’e karşı düşmanca bir tavrı vardı. Ya da bana öyle geldi. Eğer bu böyleyse binlerce yıllık insanlık tarihinden bize çok sayıda heykel ulaşmıştır. Biz bu tip heykeller, mabetler ya da tabletler vasıtasıyla binlerce yıl önceki olanları (ilk insanlığı) öğreniyoruz. Ne yapalım yani, Talibanvari bir anlayışla bunları yok mu edelim? Ne yalan söyleyeyim, bana ilk bakışta öyle geldi.

Ben de otantik yapıların yanında uyumlu olmayan bir yapının yapılmasını istemem. Mardin antik kentinin içinde taş yapıların yanına kondurulmuş betonarme ve gecekonduvari yapıların ucube gibi durduğunu biliyorum. Bu antik (tarihi) kenti bozan bu yapılar yıkılmalı, şehrin antik yapısının manzarası ortaya çıkarılmalıdır. Yıpranmış sokaklar, merdivenler, abbaralar (tüneller) aslına uygun olarak onarılmalıdır. Benim bu dediğim başka bir şeydir.

1890’lı yıllarda bir Kürt ağası olan Hacı Musa Bey (nahiye müdürlüğü de yapmıştır) Ermeni kızlarını ve kadınlarını kaçırıp ırzlarına geçiyordu. En ünlü olayı ise (şikâyet konusu olmuştu) Musa Bey’in kendi köyü olan Hartz’da 1889 yılı Mart ayında Miro’nun babası Agop’un öldürülmesi, karısının kolunun kırılması, kardeşinin on dört yaşındaki kızı Gülizar’ın zorla kaçırılması, üç bin lira para ve eşyanın gasp edilmesidir. Gülizar’ın kaçırılması, tecavüze uğraması, kızın direnirken bir gözünün kör olması, Müslüman olmaya zorlanması Kürtler tarafından da tasvip edilmemiş(ti). Bu olayı anlatan Kürt dengbej’lerinin (şarkıcı) bir versiyonunda (Türkçe olarak yazıyorum) şöyle denir: “Hacı Musa sen Kürt, ben Ermeni./Dinime aşığım ben./Beni öldürme acı bana./Başımı usturayla kazsan da/Etlerimi kerpetenle koparsan da,/Ben Müslüman’ın yastığına baş koymam…” Bu çok eski bir Kürt şarkısıdır, utancı anlatır, insanlıktan çıkışı, kabul etmemeyi, isyanı anlatır. Bin yüz kadar silahlı ve piyade gücü olan Kürt ağası (Muşlu) Hacı Musa Bey’in insanlık dışı bu davranışı Kürtler tarafından bile kabul görmemiş ve bugün de Muş tarafında söylenen bir şarkıda ölümsüzleşmiştir. Sultan Abdülhamit’in Ermeni ulusalcığına karşı Kürt beylerini destekleme politikası bu tür insanlık dışı eylemlere neden olmuştu. İşte bu şarkı kendi ırkı tarafından bile lanetlenen bir eyleme karşı söylenen bir “insanlık” şarkısıydı. Ne yani, karşı tarafta Ermeni var diye bu şarkıyı atalım mı?

Biz Vedat Somay’ın yaptığı İnsanlık Anıtı’nın Kars Kalesi’ne mimari görünüm olarak çok yakıştığını söylemiyoruz. Belki de sit alanı olması nedeniyle (Mardin’de de bazı yerler böyledir) bir yapı yasağı da olabilir. Eğer sit sorunu yoksa-belki-Kars Kalesi’ne ve evlerine uyumlu bir taştan daha uyumlu bir insanlık anıtı dikilebilirdi. Ne bileyim, belki de Kars’ın sit alanı olmayan, Ermenistan’a bakan başka bir yerinde bir insanlık anıtı olabilirdi. Bakarsınız Vedat Somay’ın yaptığı (henüz bitmemiş) anıt da uygun olabilir. Tüm bunlar bir uluslar arası bilirkişi heyetine inceletilebilir ve çıkan karara uyulabilir(di).

Bizim tuhaf karşıladığımız-yer ve zaman olarak-Başbakan’ın içinde “ucube” dediği konuşmasını fevri, şahsına ait, bilimsel olmayan bir çıkış olarak yapmasıdır. Zaten bundan dolayıdır ki bu tavır bazılarınca ırkçı, dinci, sanat karşıtlığı, Taliban zihniyeti şeklinde değerlendirildi.[Sarıkamış Felaketi’ni anma töreninde Turanist bakış açısıyla söylenen birkaç söz şehit olan doksan bin askerin tek bir mermi atmadıklarını biliyor olanlara aitti. Bu doksan bin insan(yüz on bin olduğunu hesaplayanlar da var) kışa, kara, soğuğa yenik düşüp şehit olmuşlardı. Düşman komutanları donmuş bu insanlara rastladıklarında, Allah bizden önce ruhlarını almış, diyeceklerdi.]Başbakan’ın “ucube”li açıklamasından sonra Kültür ve Turizm Bakanı işe başka bir renk vermeye çalıştı ama tutmadı. Yeraltından çıkan ya da yerüstünde olan, tarihten gelen her tarihi eser bizim uygarlığımızdır. Tarihi eserlere, uygarlıklara, yarın belki tarih olacaklara yıkın, kırın, dökün,(Hasankeyf örneğinde olduğu gibi) suyun içine atın demek olmaz. Bakın Türkiye geneline yeni bir içki yasağı geliyor. Bu, kendi yaşam biçimini herkese dayatmak demektir. Her türlü Vandalizm’e karşı çıkmak gerekir.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Birleşmiş Milletler ve Çocuklar



Faiz Cebiroğlu

Çocuklar, bizim çocuklar, Ortadoğu’da, tüm dünyada tehdit altındadır!

Ortadoğu’da, Afrika, Latin Amerika ve dünyanın bir çok yerinde çocuklar, bizim çocuklar, yaşam / kalım savaşı vermekte; dünyanın bir çok yerinde milyonlarca çocuk savaş, işgal, açlık ve yoksulluk sınırlarının altında yaşamaktadır.

Çocuklar, bizim çocuklar tehdit altındadır!

Evet, yanlış okumadınız, milyonlarca çocuk yaşadığımız bu emperyalist dünyada her türden tehdit altında yaşıyor!

Çocuklar, bizim çocuklar tehdit altındadır: Savaş tehdidi. İşgal. Yeterince beslenememe. Hastalık…

Çocuklar, bizim çocuklar tehdit altındadır ama Birleşmiş Milletlere bakılırsa, dünya, çocuklar için, her taraf güllük / gülistanlık!

Birleşmiş Milletlere bakılırsa, çocukları korumak için gece / gündüz uğraşılıyor, uğraş veriliyor(!)
Verilen uğraş nerde, nerede?

Eyyy Birleşeşmiş Milletler, yıllardır ”çocukların haklarını koruyacağız!” nakaratını tekrarlamaktan bıkmadınız mı?

Sizlere soruyorum: Çocukların haklarını hangi tarihte, nasıl ve nerede korudunuz?

Eyyy Birleşmiş Milletler Cemaatı, çok gerilere gitmek istemiyorum, 1989’lardan başlayarak sizlere hatırlatarak soruyorum: ”Çocuklarımızı her türden tehlikeye karşı koruyacağız” vaazınız üzerinden 21 yıl geçmiş! Peki, nerede, nasıl, hangi bölgede çocuklarımızı korudunuz?

Çocuklara dair ve şu anki görünen tablo ”kurumunuz” adına içler acısıdır. Afrika’da durum, içler acısıdır. Filistin, Haiti, Filipinlerde.. çocukların yaşam durumları, içler acısıdır.
Bakın, Kürt çocukları, yıllardır hem fiziki, hem de psikolojik tehdit altında yaşamakta; Menekşe’lerimiz, Uğur Kaymaz’larımız… domdom kurşunlarıyla oldürülmektedir!
Eyyy Birleşşmiş Milletler Cemaatı; tüm bunlar açıkken, yıllardır ”çocukların haklarını koruyacağız!” nakaratını tekrarlamaktan bıkmadınız mı?

Ne korkunç bir tablo: 1990’dan bu yana 3,6 milyon insan emperyalist savaş koşullarında öldü, öldürüldü; ama bunların yarısından fazlasını çocuklar oluşturuyor!

Yalnız bu kadar mı, hayır. Dahası da var; son verilen istatistiklere göre dünyada 1 milyon çocuk, tehlike sınırları içinde yaşadığını gösteriyor. Bu şu demek oluyor; dünyada 6 çocuktan biri tehlike sınırlarının altında yaşıyor.

Peki, çocukları, çocuk haklarını korumak bu mu oluyor?

Yukardaki tablonun anafikri var. Şudur: Çocuklarımız, aslında, dünya cezaevi’nde acı, işkence, işgal v.b. duygularla yaşıyor, büyüyor.

Bu bağlamda, dünya cezaevi’nin adı: Emperyalizm ve buna bağlı ülkeler, oluyor.

Bu bağlamda, dünya cezaevi’nin markası: Ölüm, oluyor! Bu oluyor.

Elimize ulaşan sonuçlar var.

Elimize, emperyalist dünya cezaevi’nden gelen sonuçlar var, sarsıcıdır:

Bir: Dünyada 1 milyar çocuk, fiziki işkenceler dışında, onlara ”yetişkin” muamalesi yapılmakta ve onların çocuk olduğu / çocukluk devreleri aşamasında oldukları görmezden gelinmektedir!

İki: Dünyada 20 milyondan fazla çocuk, savaş, işgal ve başka siyasi / toplumsal nedenlerle ülkelerinden, yurtlarından, coğrafyalarından göç etmek, bırakmak zorunda barakılmıştır.

Üç: Dünyada 640 milyon çocuk evsiz, barksız yaşamakta, kalacak ilkel bir menzili dahi bulunmamaktadır.

Dört: Dünyada 500 milyon çocuk, en asgari yaşam koşullarının çok ama çok altında yaşamaktadır.

Beş: Dünyada 400 milyon çocuk temiz sudan yoksun olarak yaşamaktadır.

Altı: Dünyada her 6 çocuktan biri aç ve dünyada 90 milyon çocuk ölümle karşı karşıya olduğu gerçeği durmaktadır…
İşte, emperyalist dünya cezeevi’nin çocuklarla ilgili tablosu budur. Gerçekten insanlık adına utanç vericidir.

Bu, insanlık adına utanç verici, dünya çocuk cezaevi’ne karşı çıkmak, Aşık İhsani’nin dediği gibi:
”Türkiye’de (Dünyada) zindanlar var / Zindanları yıkmak gerek!..” söylemiyle taraf tutmaktan geçiyor.

Taraf tutuyor ve birlikte söylüyoruz:

”Şu dünyada zindanlar var / zindanları yıkmak lazım!”

Aşık İhsani
’nin bu türküsel çağrısını rehber ediyor ve diyorum ki;

Çocuklarımızı korumadan, devrim yapamayız.

Çocuklarımızı korumadan, dünyamızı ”çocuk bahçesine” çeviremeyiz.

Çocuklarımızı savunuyoruz. Umutluyuz. Mutluyuz.

Çocuklarımıza inanıyoruz: Umutluyuz!

Çocuklarımıza inanıyoruz: Mutluyuz!

VİCDANİ TAHLİYELER!



CMK’nın yeni düzenlemesiyle Hizbullah’ın üst düzey sorumluları tahliye edildi. Özellikle 1991-1995 yılları arasında (daha sonraları da eylemlerine devam ettiler) birçok faili meçhul(?!) cinayetin tetikçileri (uygulamaya giren CMK 102. maddesince)-görülmez bir elin kerametiyle dışarı konulur gibi-gizli (ve planlı) bir el yardımıyla hapishane duvarlarını aştılar.Yargılamaları kesinleşmeyen bu tutukluların (yargılamaları hatırlandığından) yargılamaları süreceğinden büyük bir olasılıkla yine görülmeyen(?!) bir el tarafından ülke sınırlarının dışına konulacaktır. Tuhaftır ki bu kişilerin tahliyeleri (AİHM, AB ülke yasalarına uyum sağlansın diye) düzenlenen yasa değişiklikleri ile yapıldığından yasaldır. Yani bir bakıma AİHM talimatı doğrultusunda ve AB ile uyum yasaları bağlamında tahliye oldular. Ancak tek bir farkla, bu insanlar masum ve temiz insanların vicdanlarında-asla!-tahliye olamamışlardır.

Ergenekon davasında da bütün sırları ortaya çıkan Hizbullah cinayetleri devletin bir grup görevlisi tarafından himaye edilmiş ve kullanılmıştır. Biz hak, hukuk ve adalete inanmış birileri olarak, henüz yargılamaları mahkemelerce bitmemiş insanları (masumiyet karinesi gereği) suçsuz buluruz. Sonuç yargılama sonucu ortaya çıkacaktır. Ergenekon, JİTEM, itirafçı, Hizbullah işbirliği ile binlerce insan katledilmiştir. PKK’nin de ayrıca katlettikleri vardır. Nusaybin gibi bir ilçede bile öldürülen insan sayısı 250’yi geçmiştir. Ortada şöyle bahsedilen 188 cinayet yoktur. Bu sayı ancak mahkemelere ulaşanları belirtir. DEP milletvekili Mehmet Sincar ile feminist İslamcı yazar Konca Kuriş öldürülenlerden ikisidir. Domuz bağı, enseden tek kurşunla öldürmek, ya da yavaş yavaş yaklaşıp kafaya tek kurşun sıkmak Hizbullah’ın ölüm çeşitlerinden olmuştur. Evlerin bodrum katlarının kazılarak ya da bina temellerinin altına insanları diri diri gömmek yine bu örgütün ölüm türlerindendir. Hizbullah cinayetlerine bu tip imzaları çakmıştır. Allah affetsin! Eğer devletin kullandığı bu insanlar Hizbullah örgütünden değillerse mutlaka Hizbullah örgütü tarafından detaylıca açıklanmalıdır.

Bizim bu yazımızın amacı, Hizbullah’ı kötülemek, ideallerine laf atmak değildir. Bizim karşı çıktığımız masum savunmasız insanların öldürülmesidir. Olanlardan bahsediyoruz: Hizbullah tetikçileri işledikleri cinayetlerden sonra polis veya yurttaşlar tarafından kovalandıklarında sığındıkları yerler arasında 7. Kolordu askeri alanları oldu. İl ve ilçelerde polis veya askeri birimlere sığındılar. Çünkü bunlar Mahmut Yıldırım (Yeşil), JİTEM, bazı TSK generalleri ve subaylarıyla birlikte çalışıyorlardı. PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın anlattıkları vardır. Bu yargılamaların on yılı aşmasının nedenleri biraz da burada saklıdır. Çünkü bir cinayetin ilk tutanaklarını polis ya da jandarma tutar, cinayet delillerini de. Eğer bu katilleri bu güvenlik birimleri saklıyorsa ortada herhangi bir delil ya da mahkemelerce belge kabul edilebilecek bir tutanak olur mu? Bu tip katillerin Hizbullah’la bir ilgisi yoksa ve bunlar devlet tarafından kullanılan özel bir birimse bunu mutlaka Hizbullah örgütü kanıtlamalıdır. Bunun başka bir yolu yoktur.

Hizbullah Allah’ın Partisi demek(tir). Allahın kurallarına uygun davranmayı içerir. Ancak (derin)devletin tetikçileri savunmasız ve masum sivil insanları öldürdüler. Ölümün de öldürmenin de bir onuru olmalı. Yolda yürüyen bir kişinin arkasından yavaşça yaklaşıp kafasına bir kurşun sıkmak erkekçe değil. Ya da başı açık bir bayanın arkasına gizlice yanaşıp aort damarına satırla vurmak! Vahşice cinayetlerdi bunlar. Eğer sizin PKK ile bir sorununuz varsa, size haksızlık yapmışlarsa dağa çıkar ve çarpışırdınız. Erkekçe dövüş budur! Biz Lübnan’da kahraman bir Hizbullah tanırız: Siyonist İsrail’e savaşçılığıyla bir mağlubiyet tattıran, haklı bir savaş yürüten Hizbullah! Biz yine de kimseyi tam suçlamak istemeyiz, ama bu tetikçiler benden değildir diyorsa Hizbullah bunu mutlaka kanıtlamalı ve deklare etmelidir. Ölümlerin acılarını yaşayan aileler (bu tahliyelerle) her gün ölümü yaşamamalıdırlar. Hükümet’e de bir görev düşüyor: Yargılamanın çabukluğu ve tutuklamanın tedbir olması (peşin bir infaz olmaması) hukukunu inşa etmek. Gerekirse AİHM içtihatlarına uygun yeni bir düzenleme yapmak. Ve son bir söz: Allah’ın verdiği canı Allah almalıdır.

Hrant’ın anısına: Ermenilerle Sürgünde Kesişti Yollarım



“Der Zor çölünde üç ağaç incir
Elimde kelepçe boynumda zincir
Zincir kımıldadıkça yüreğim incir
Dini uğruna ölen Ermeni”[1]


2006 yılının sonunda ‘Özgür Düşün Kollektivitesi’nin düzenlediği, ‘Aydınlık Sorgular Sempozyumu’nda Hrant Dink’le birlikte konuşmacıydım. Hrant Konuşmasına, “Ağrı dağını bilirsiniz değil mi arkadaşlar" diye başlamıştı. "Dünyanın her yerine zorla dağıtılan Ermenilerin evlerinde, mutlaka Ağrı dağının fotoğrafı vardır. Düşünebiliyor musunuz dört bin yıllık bir tarihin, uygarlığın yok edilişini. Ağrı dağının yerinden sökülüşünü tahayyül edebiliyor musunuz? O Ağrı dağı ki, yüksekliği kadar da kökü vardır yerin altında. Ve siz o kökü söküp atmayı başardınız. O halkı, birlikte yaşadığınız, o toprakların sahiplerini, dört bin yıllık bir kültürü yok ettiniz."

"Ya sonra" diye devam etmişti Hrant Dink. "Hadi o olayların sorumluluğunu Osmanlı'nın üzerine attınız. Ya sonra ne oldu biliyor musunuz? Cumhuriyetin kuruluş aşamasında bu ülkenin nüfusu on beş milyondu. Tehcirden sağ kurtulup, Türkiye'de yaşamaya devam eden Ermenilerin sayısı ise üç yüz bindi. Bu gün itibariyle artan nüfusa paralel olarak, Türkiye'de bir buçuk milyon Ermeni olması gerekiyordu. Oysa kalan Ermenilerin sayısı altmış bin. Ne oldu? Kısır mıydı bu insanlar? Hayır. Cumhuriyet Türkiye'sinde de Ermenilere baskılar devam etti. Ve Ermeniler psikolojik, maddi baskılara dayanamayıp göç ettiler. Hâlâ da ediyorlar. Gözleri arkada kalıyor. Topraklarında. Ülkelerinde."

"Bana göre" demişti Hrant Dink, sempozyumun konusuna gönderme yaparak, "Türk aydını sınıfta kalmıştır. Tarihiyle yüzleşmeyi göze alamamış, Ermeni sorununu tartışmaya açamamış, resmi ırkçı söylemlerden etkilenmiş ya da korkmuş susmuştur. Birkaç istisna dışında. "

Doğruydu Hrant’ın söyledikleri. 1915 Tehcirinden sonra geride kalan bir avuç Ermeni'yi, Süryani'yi, Keldani'yi, Rum'u Cumhuriyet Türkiye'sinde çeşitli baskılara maruz bıraktık, taciz ettik ve kaçırdık. Gönüllü sürgüne yolladık. Bellek tazeleyelim: 1942 varlık vergisi, 20 kura askerlik uygulaması, 6-7 Eylül 1955 talanı, 1974 yılından sonra gayrimüslim vakıf mallarına el konulması, 28 Aralık 1988 tarihli "sabotajlara karşı koruma yönetmeliği"nde potansiyel suçlular arasında "yerli yabancıların" yani gayri-Müslimlerin işaret edilmesi, politikacıların ağzını açtığı zaman, "Ermeni" kelimesini küfürle özdeş tutması ve diğer toplumsal baskılar.

İşte biz, "kardeşlerimiz" dediğimiz Hrant'ları bu uygulamalarla, faşist yasalarla, saldırılarla yorduk, yıprattık, psikolojik olarak katlettik ve kaçırdık. Hadi 1915 tarihte kaldı diyelim ama cumhuriyet Türkiye'sinde, başta Ermeniler olmak üzere tüm gayrimüslimlere eziyet etmeye devam ettik. Onları korumadık. Hrant'ı korumadık. Koruyamadık.

Hrant’ın katledilmesinden iki gün sonra yazdığım bir makalenin sonu şöyle bitiyordu: ‘Ruhun şen olsun Hrant. Bu gecikmiş özrümü kabul et.[2]

İşte bizi bir araya getiren bu sempozyumda tarihle yüzleşme ve özür anlamında somut bir adımdır.

Antakya

Çocukluk yıllarım Antakya’da geçti. Ortaokul ve Lise yıllarımda arkadaşlık yaptığım gayrı − Müslimler kadar azdı ki, 1970’lerde kentte artık o övünülen mozaik çatlamıştı. Hangi gayrı Müslim arkadaşım Ermeniydi bilmiyordum. Sanki tüm Antakya anlaşmış gibi, ‘Ermeni’ kelimesini telaffuz etmezdi. Hele hele Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı’nın varlığından dahi haberdar değildik. Günün birinde babaannem, zamanında Ermeni komşuları olduğunu anlattı. “Çok iyi insanlardı, yemek alıp verirdik birbirimize ama bir gece evlerine girip o karı kocayı boğazladılar”.

Ağabeyim araştırmacı yazar Arif Okay, kentin yaşlılarından söyleşiler yaparak Antakyalı Ermeniler hakkında bilgi toplamıştı.

Bu söyleşilerin en çarpıcı olanı, bu gün yüz yaşına merdiven dayayan Mehmet Ergün efendinin anlattıklarıydı: “Hatay’da çok Ermeni öldürüldü. Ömer Zından Aliko'nun kılıcının kınından kanlar damlıyordu. Annem gözüyle görmüş. Abdülhamit'in arabasına Cuma namazı sırasında bomba koymuşlar söylentisi de yayılmıştı. Bunun üzerine katliam başladı. Cesetler Asi nehrine atılmış. Tahminim 15 - 20.000 Ermeni vardı Hatay’da. Vakıflar, Bityas, Çanaklı, Hacıhabibli ve Süveydiye’de yaşarlardı. Kaekçi sahasına çıkmadan solda, Ermeni kilisesi vardı. Ahali kiliseyi bir gecede yıktı. 1938 yılı. Hatay devleti kurulunca. Bityas'da Ermenilerin bütün bahçe ve evlerini harap ettiler. Tüm kavaklar, meyve ağaçlar kesildi. Saçma sapan işler yaptılar. Ermeniler göç etmek zorunda kaldılar. Köprüden otobüs ve kamyonlarla geçerken bazıları bağırıyordu: "Ey Kristos, Çanaklı'ya, Hacıhalepli'ye, Bityas'a buralara sahip çık!”[3]

Sonuç olarak Hatay’da, Osmanlı döneminde sayıları 25 bin civarında olan Ermeniler, kıyım ve sürgün sonucu o kadar azaldılar ki bu gün sayıları bin dolayındadır.

Sürgün ve Paris

Ve derken Paris. Sürgünün insanın içine işleyen, tedirgin eden, yeni kurulan tüm evlerin iğreti olduğu ve olacağı duygusunu çağrıştıran etkisini Avrupa’da hissettim. Ve o zaman tanıştığım Ermenileri bir kez daha anladım. Zira sürgünler anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola çıkmışlardı, günün birinde geri dönüp bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelmişti ki, nereye giderlerse gitsinler, yanlış zamanda, yanlış adreste olduklarını, bundan sonra evsiz, vatansız, köksüz, istenmeyen bir konuk gibi yaşamaya mahkûm olduklarını anlamışlardı. Tenleri ve tinleri, evleri ile birlikte yanan sürgünlerin ruh hali her daim karabasandı. İşte Milyonlarca Ermeni’nin yaşadığı bu duyguları, şimdi aramızda olan sürgündaşım Temel Demirer ve benim gibi 30 bin 12 Eylül sürgünü, uzun yıllar yaşadık.

1992 yılıydı. 12 Eylül zadeler için bir af söylentisi çıkmış, birçok sürgün umutlanmıştı. Türk konsolosluklarının kapıları açılmış, isteyen Türkiye’ye dönebilir, kaçak, mülteci olanlar da pasaport alabilir deniyordu. Kaybedecek bir şeyimiz yok diye biz de bir grup olarak Türkiye’nin Fransa konsolosunda pasaport başvurusu yaptık. Bir ay sonra cevap geldi. “Halen arandıkları için Pasaport verilemez ama lesse passe alabilirler” deniliyordu. Yani tek gidişlik pasaport. Bu da ülkeye ayak atar atmaz tutuklanma anlamına geliyordu. İşte geçtiğimiz günlerde okuduğum Sait Çetinoğlu’nun “Pasaportu Eline Vermek” / Resmen Kovulmanın Hikayesi” başlıklı yazısı bana tüm bunları anımsattı.
“Hagop Handjian’ın 1924 yılında düzenlenen tek kullanımlık pasaportu elime geçmeden önce ‘pasaportu eline vermek’ deyiminin üzerinde pek düşünmemiştim. T.C. vatandaşı Hagop, Temmuz 1924 tarihinde ülkesinden ayrılırken eline tek kullanımlık / geri dönüşsüz pasaport tutuşturularak doğduğu ve yaşadığı topraklardan ilişiği kesilmiştir. Handjian, tek kullanımlık pasaportunu eline aldığı an ne düşünmüştür bilmiyoruz ancak tarihsel ata topraklarından sökülen Ermenilerin toprakları ile ilgili hasret kokan devasa edebiyat ürünlerini göz önüne aldığımızda neler düşündüğünü tahmin etmek zor değil.[4]

Sürgün yıllarımda Paris'te tanıştığım, sonra aile dostları olduğum Türkiye Ermeni'si Vahan ve Liza'yı anımsıyorum. Vahan'ın günün birinde bana bir sır gibi mahcup ve öfkeli bir biçimde söylediği sünnet olayını. "Biliyor musun Adil" demişti Vahan, "Ben Hristiyanım ve sünnetliyim. Neden sünnet oldum? Türkiye'de askerde Ermeni ve Hıristiyan olduğum anlaşılıp baskı görmeyeyim diye babam sünnet ettirmiş. Asıl adım Gabriel ama nüfus cüzdanımda Cebrail yazar. " Sarsılmıştım bunu öğrenince. Bir insanı istemediği, inançlarına aykırı olduğu halde sünnet olmaya zorlayan, adı konulmamış toplumsal baskıyı düşünebiliyor musunuz?

Tehcirden sağ kurtulan Ermeniler, hayatlarının sonuna kadar bu acı anılarla yaşadılar. Ve adalet beklediler. Tehcir kurbanlarının çocukları, Vahan’lar, Liza’lar hala adalet bekliyor.

Mustafa Kemal ve Fatih Rıfkı Atay

Mustafa kemal 1 ağustos 1926 da Los Angeles Examiner’e verdiği röportajda tehcirde yapılan kırım ve failleri hakkında şunları söyler. “Milyonlarca Hıristiyan uyruğumuzun acımasızca kitleler halinde evlerinden sürülüp katledilmesinden sorumlu tutulması gereken bu eski jöntürk fırkasının artıkları…” Keza, 1918−1920 yıllarında İstanbul’da yayınlanan ‘Alemdar’, ‘Tasfir−i Efkâr’ ve ‘İstiklal’ gazetelerinde yayınlanan yazı ve haberler, Ermenilere karşı uygulanan kırımın itiraflardır.[5] 1919 yılında İstanbul Alemdar gazetesinde, dört bölüm halinde yayınlanan Çerkez Hasan Bey’in[6] makaleleri, kırımın kanıtları arasında sayılır. Keza 1919 yılında bir Osmanlı mahkemesi kırım suçlularının bazılarını yargılamıştır.[7]

Fatih Rıfkı Atay’da konu ile ilgili olarak şunları yazmıştır: "İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk. Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelen bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan veya yabancı olmak, mutlaka bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir'i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi mi gelecekti?"[8]

Aslında Ermeni kırımı 1915 ten önce ve sonra da devam eden bir süreçtir. Siz bakmayın o, ‘Osmanlı’da 1915’e kadar var olan hoşgörü, cumhuriyet Türkiye’sinden çok daha iyiydi, Osmanlı’da Gayrı Müslimler parlamentoya giriyor, üst düzey bürokrat oluyorlardı’, safsatalarına. Bunların tümü görecelidir. Osmanlı döneminde merkez bankası müdürü belki Ermeni kökenli olabiliyordu, mecliste bir dönem Ermeni mebuslar vardı, el üstünde tutulan kaymak tabaka Ermeni tüccarlar, mimarlar, sanatçılar vardı ama Osmanlı’da da gayrimüslim ahali (dolayısıyla Ermeniler) özel türden baskılara maruz kalıyordu. Örneğin: “Hıristiyanlar, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. (…) Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslüman ile karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. (…) Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı. Peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. … Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları yasaktı. Ermenice konuşmak ve öğrenmek yasaklanmıştı.”[9] Ermenice yedi kelime küfür sayılıyor ve ceza öngörüyordu. Ve benzeri.

1915 öncesinde 200 bin Ermeni katledilmiştir

Osmanlı, Balkan halklarının bağımsızlığa kavuşmasından sonra Ermeniler ve Anadolu Rumları üzerideki baskıyı arttırmıştı. Abdülhamid yönetiminde Ermeni nüfusunu azaltmak, Türk burjuvazine Ermeni mallarını peşkeş çekmek bir devlet politikası olmuştur. 1894−1895’te, bu iki yıl içinde 200 bin Ermeni katledilmiştir. Abdülhamit katliamlarda, bu günkü koruculuk sisteminin bir benzeri olan Hamidiye alaylarında örgütlediği Kürtleri kullanmıştır. Ayrıca Ermeni Tehciri geldiğinde Yahudilerin “hayırhah tarafsızlık”la kırıma verdikleri desteği de unutmamak gerekir.

İttihat ve terakki dönemine gelindiğinde ise, Alman emperyalizminin desteği ile Ermenilere yönelik saldırılar bir imha politikasına dönüştü. Van’daki olaylar bahane edilerek, İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerden 235 kişinin tutuklandığı gün olan 24 Nisan 1915, birçok tarihçi, araştırmacı ve politikacıya göre Ermeni soykırımın başlangıç tarihi kabul edilir. Bu tarih ve bu olay bir sembol olduğu için her yıl 24 Nisanda dünyada ve Türkiye’de soykırım tartışmaları yeniden alevlenir. Ancak sonuç ne olursa olsun, namuslu yazarların−araştırmacıların şu gerçeği görmezden gelmeleri mümkün değildir: 24 Nisanda İstanbul’da başlayan tutuklamaları takiben, Doğu vilayetlerinde yüz binlerce Ermeni’nin tehcir ve imhası mayıs ayında başlamış, Ağustos ayına kadar sürmüştür. Doğu Anadolu’nun yerlisi olan bir halk, Ermeniler, tarihte eşine az rastlanır bir vahşetle yok edilmiştir.

“Fotoğraflarla açıktır: Tehcir adı altında silahsız yüz binlerce kadın, erkek, çocuk, kadın büyük çoğunluğu yaya, diğerleri kağnılarla yollara sürülmüşlerdir. [Aynı fotoğrafları Nazi rejiminde de görüyoruz.] Sadece kuzeybatıdakiler tren vagonlarına konulmuşlardır. Talat Paşa’ya bildirilen rakam not defterinde vilayet vilayet yazılıdır, toplam 978.000 dir.”

Ermeniler ihanet mi etti

‘Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkamızdan vurdular ‘iddiası ise temelsiz bir savunma argümanıdır. Hatta dolaylı olarak kırım itirafıdır. Varsayalım ki bir bölgede Ermeniler, Ruslarla anlaşarak ayaklandılar. Ama yenildiler. Peki, ama ayaklanma olmayan bölgelerdeki Ermenilerin, kadınların, yaşlıların ve çocukların toplu halde katledilmesi nasıl açıklanabilir. Ayrıca Bulgarlar da, Araplar da Osmanlı’ya karşı en doğal hakları, yani bağımsızlık için ayaklanmışlardır. Bu ihanet sayılır mı?

Silahlı Ermeni grupların bazı Kürt ve Türk köylerine saldırdıkları, insan öldürdükleri doğrudur. Onlar siyasi talepleri için -o zamanki deyimle "komitacılık" ya da "çete harbi" denilen - silahlı mücadeleye girişmiş siyasi teşekküllerdi. (İttihatçılar da "komitacı" idiler. Bunlardan Mahmud Celal Bey başvekilliğe ve Cumhur reisliğine kadar gelmiştir.) Fakat o silahlı çatışmalar Ermeni Toplumunun tamamını tehcir ve tenkil etmenin bahanesi olamaz. (…) O dönemde “bütün imparatorluklar yıkılıyordu, Osmanlı da yıkılacaktı. Balkan Devletleri de, Ön Asya Arap Devletleri de kurulacaktı. Düvel-i Muazzama arasındaki kapışmada onların Osmanlı’nın harabelerinden pay (üstüyle, altıyla toprak + Pazar + ucuz işgücü) kapma yarışı çözülmenin nedeni değil sonucuydu. Bugün Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan --eski Genç Slav cumhuriyetleri-- Romanya, Arnavutluk, Mısır, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, S. Arabistan, Yemen, Katar, BAE, Libya, Filistin devletleri niçin var diyor muyuz? Onların self - determinasyon haklarını tanımıyor muyuz? O halde, İmparatorluk yıkılmasaydı da diyemeyiz. Bu konudaki asıl mesele İmparatorluk niçin yıkıldı sorusu değil, niçin bu kadar büyük insan yıkımlarına, felaketlerine sebep oldu sorusudur.”[10]

Kaldı ki Ermeniler Osmanlıya (birkaç bölge dışında) başkaldırmamış, tersine İttihat ve Terakki’nin reform vaatlerine inanıp içinde yer almışlardır. 1908’de ihtilal olduğu ve Ermeniler üzerindeki tüm yasak ve baskıların kalkacağı söylentileri üzerine Ermeni köylerinde bayram yapılmıştı. Daşnak’lar son ana kadar İttihat ve Terakki ile işbirliği yapmış, bu nedenle de ‘Bağımız Sosyalist Ermenistan’ ülküsü olan Hınçaklar tarafından eleştirilmişlerdir.

Kaybolan Ermeni çocuklarının dramı.

Ya kaybolan Ermeni çocuklarının dramı. 300 bin kadar Ermeni çocuğu tehcir sırasında kaybolmuştur. Büyük çoğunluğu anne ve babaları katledildikten sonra evlat edinilmiş, bir bölümü ise hizmetçi olarak Türk ve Kürt evlerinde kalmıştır. Onbinlerce genç kız başlık parası sorununun yaşandığı doğuda zorla evlendirilmiştir. Ya ölüm ya evlilik gibi dayatmalar sonucu gelin olan Ermeni kadınların suskunluğu bir ömür sürmüştür. Yalçın Yusufoğlu’nun ifadesiyle “Tehcirin yoğun olduğu Doğu ve Güneydoğu’lular kuşaktan kuşağa anlatılanları duymuşlardır. Ben onlardan biriyim, çocukluğumda katliam öyküleriyle büyüdüm. Benim gibi bütün yaşıtlarım, okul arkadaşlarım daha nice öyle anlatılar dinledikleri için “katliam oldu mu?” onların sorusu değildi. Soyu tüketmek için çocuklar hedef alınmış ve öldürülmüşlerdir. Örneğin yaşı uygun Trabzonlulara, Samsunlulara sorunuz, çocuklar Doğu Karadeniz’de takalara, mavnalara doldurulup açığa götürülmüşler, denize dökülmüşlerdir. Ölmekten kurtulmak için Ermeni kızları Müslüman (Türk, Kürt, Arap ya da Zaza) ailelere verilmişlerdir. Bugünkü kuşaklar o tarihlerde “bir şeylerin olduğunu” yeni duyuyorlar.”[11]

Ermeni çocuklarının Müslüman gibi yaşamaya zorlandığı, kuma yapıldığı, hizmetçi yapıldığı veya evlat edinilip Türkleştirildiği o evlerde sessiz bir suç ortaklığı kurulmuştur. Sibel Özbudun’un söylediği gibi “Bu suç ortaklığını ilk kırmaya cesaret eden, bastırılmışlıklarımızın duvarlarını tuzla buz eden, Fethiye Çetin[12] oldu. Yaşı 60’ı aşkın her T. C. yurttaşının bildiği “sır”rı hepimize haykırıverdi: Büyükannesi, katliamlardan her nasılsa kurtulup bir Müslümanla evlendirilmiş bir Ermeniydi! Onun bu keşfini, kısa süre içinde Türkiye’nin hemen her köşesinde pek çok “torun” tekrarlayacaktı. Ermeni “büyükanne”ler (ve sayıca çok daha az olan) “dede”lerin büyük kısmı suskun ve küskün, geçip gitmişti bu dünyadan.” [13]

Türk olduğum için ne kadar sorumluyum

Bir noktanın altını çizmekte yarar var: O kadar eziyet çektikten sonra bile tehcirden sağ kurtulan Ermeniler Türk halkına karşı nefret duyguları beslemiyor. Tehcirden sağ kurtulan Artvinli Nektar Gaspanyan, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Şunu da söylemeliyim ki, bütün Türkler kötü değildir. Onların içinde iyileri de vardır. O ittihatçıların tertiplediği bir olaydı.” diyordu.[14]

“1915 ve sonrasında bu topraklarda yaşayan Hıristiyan halklar tasfiye edildi. Bu işi emekçi halk yapmadı. Zaten halkın böyle bir şey yapması mümkün değildir. Halkın bu tür patolojik işlere teşebbüs etmesi, insanlık suçu işlemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu işi İttihatçılar yaptı ve bir kesim de yapılan etnik ‘temizlikten’ nemalanıp zenginleşti ve katliamcıların suç ortağı oldu... İttihatçıların işlediği insanlık suçuna bu halkı ortak etmek, asıl katilleri aklamak anlamına gelir. (…) O halde yapılması gereken şey zor değil: Birincisi, resmi tarihin ve resmi ideolojinin yüz yıllık yalanından kurtulmak, gerçeği kabullenmek, şeyleri adıyla çağırmaya cesaret etmek; ikincisi de ırkçı-milliyetçi hezeyanlara prim vermemek gerekiyor. Aksi halde vicdanlar kirlenmeye, kirletilmeye devam edecektir.“ [15]

Unutulmamalı ki bu ülkede sadece eli kanlı katiller yoktur. Tehcir ve kırıma direnen ve sorumluların cezalandırılmasına çalışan Türkler, Kürtler ve Arap’lar da vardı. Hacı Halil, Ahmet Refik, Nesim bey, Çerkez Hasan amca, Ayan meclisi başkanı Ahmet Rıza, bir yolculuk esnasında Ermenilerin katlinde önemli rolü olan Bahattin Şakir’in elini tanımadan sıkmak zorunda kalınca “bana eli kanlı bir katilin elini sıktırdın” diye arkadaşına sitem eden Halide edip Adıvar, masum insanları öldürmenin Kuranda yeri yoktur diyen Boğazlıyan müftüsü Abdullah zade Mehmet Efendi, Ermenilerin tehcir esnasında saldırıya uğramalarını önlemeye çalışan Trabzon polis şefi Nuri, sekiz kişilik bir Ermeni ailesini bir yıl evinin çatısında saklayan Urfalı Hacı Halil, “Komşularımızın ölüme götürülmesini istemiyoruz” diye, valiliğe yürüyüş yapan Kastamonu’nun Müslüman ahalisi, 1918 yılında yazdığı ‘Osmanlı Vilayat−ı Şarkıyyesi’ başlıklı eserinde, ittihatçıları tehcirdeki facialar nedeni ile şiddetle eleştiren Diyarbakırlı Emiri Efendi. Ermenilerin tehciri ve öldürülmelerini soruşturmakla görevlendirilen Tedkik−i Seyyiat komisyonuna yazılı olarak verdiği ifadede, devlet görevlilerini açıkça suçlayan Vehip paşa.[16] Ve diğerleri.

Trabzon İttihat ve Terakki milletvekili Hafız Mehmed Emin, “Ermenilerin kayıklara doldurulup samsun’a gönderilmek bahanesiyle denize döküldüklerini, katledildiklerini kendi gözlerimle gördüm, valiye, dahiliye nazırına söylediğim ve üç yıl uğraştığım halde sorumlular hakkında bir şey yaptıramadım” diye mecliste konuşma yapmıştır.[17]

Özür ama nasıl

“Bakkal garabet’in ışıkları yanmış
Affetmedi bu ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni
Çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”[18]

Nazım Hikmet’in yukarıdaki şiiri de bir özür sayılır. Bir Kürt aydını olan Berzan Boti, Asur halkına ait, dedeleri tarafından el konulan ve kendisine miras kalan köydeki toprakların tapusunu Süryaniler adına Seyfo Vakfına, İsveç parlamentosunda 13.05.2009 tarihinde yapılan resmi bir törenle devretti.”[19] İşte bu onurlu tavır da bir özürdü.

Ermeni tehcir ve kırımı hakkında tek bir devletten özür geldi. II. Dünya savaşında Yahudilere karşı yapılan soykırımdan dolayı uzun zaman önce özür dileyen Almanya, 2005 yılında da Ermeni kırımındaki rolü için özür diledi.

ABD, II. Dünya savaşı döneminde Japonlara uyguladığı tehcirden dolayı özür diledi. Avustralya, yüz yıl sonra Aborjinlerden özür diledi. İsviçre hükümeti 1995 yılında dünya Yahudilerinden 2. Dünya savaşı yıllarındaki politikalarından dolayı özür diledi. Srebrenica’da 1995’te çoğunluğu çocuk 8 bin kadar Boşnak’ın katledilmesi soykırım sayılıyordu. Sırbistan Parlamentosu 31 Mart 2010 da kurbanların ailelerinden özür diledi. Bu özür listesi her geçen gün artıyor.

Sonsöz:

Bizim devletimiz de işkencede öldürülen Metin Göktepe ve Engin Çeber için özür dilemişti. Bu da önemliydi. Ben de bu özre, tiyatro oyunumda bir replikle yanıt vermiştim: “Bir özür yeter mi, bir özür yeter mi, bin can için bir özür yeter mi?”. Bu replik 12 Eylül karanlığında katledilenler için yazılmıştı. Peki ya bir milyon can için bir özür yeter mi? Belki yetmez ama önemli bir adım olabilir. Soner Önder’in, Avustralya’nın Aborjinlerden yüz yıl sonra özür dilemesi üzerine yazdığı güzel yazıda söylediği gibi: ‘Travmanın oluşumunda, “katilin” yaptığı eylemi inkar etmesi kadar, olaya tanıklık eden “üçüncü kişi/ toplum ve devletlerin” suskunluğu belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu nedenle “tanınma, kabul ve özür” gibi tarihi adımlar, travmatik bir tarihi sona erdirip yeni bir dönemin kapısını aralamaktadır. (…) Dün gözyaşlarını dökmekten utanmayan siyah bir Aborjin’dim… Yüreğimin yarası bir nebze iyileşiverdi. Hrant Dink’in eşinin söylediği gibi, “acılarla akraba” olmaktan bir an çıktım. Ama ne yazık ki yüreğim halen yaralı, halen post-travmatik sancılarla kuşatılı… Bir “özür” için yalvarmıyorum, sadece hakkım olanı istiyorum. Yüzyıl gecikse de… Hakkım olanı!’

Not: Bu yazı 24-25 2010 tarihinde “Hrant'ın bıraktığı yerden. Öncesi ve Sonrasıyla 1915: Uluslar arası İnkar ve Yüzleşme sempozyumu”nda sunduğum tebliğ özetidir.

--------------------------------

[1] Türkçe kaynaklarda yukarıdaki türkü için Söz müzik: Mahmut Güzelgöz yazıyor. Oysa aslı tehcir türküsüdür. Pr. Dr. Verjine Svazlian tarafından derlenmiştir.

[2] Adil Okay, Birgün, 21.01.2007.

[3] Arif Okay, Klikya’nın işgalinde Ermeni lejyonunun öyküsü’, Güney Rüzgarı.

Kaynakça: LES ARMEES FRANCAİSES AU LEVANT 1919 – 1939. (Fransız Şark ordusu 1919 - 1921 Cilt 1). General du HAYS. Fransız Savunma Bakanlığı Tarih Bölümü. Çeviri: Adil Okay.

[4] Sait Çetinoğlu “Pasaportu Eline Vermek” / Resmen Kovulmanın Hikayesi.

[5] Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı ve Toplumsal hafıza, Belge yayınları, İstanbul 2005, s. 102−103

[6]Tanıklılar, Derleyen hacı Orman, Sanat ve Hayat özel eki, s.50−73

[7] A.g.e. s120−141

[8] Falih Rıfkı Atay. Çankaya, İstanbul 1958, Dünya Yayınları, s. 212-213

[9] Taner Akçam, İnsan hakları ve Ermeni Sorunu, İletişim Yay.,s.55−56

[10] Yalçın Yusufoğlu. A.g.y.

[11] A.g.y.

[12] Günel Tekin, Kara Kefen, Belge Yayınları, İstanbul 2008, Ayşe Gül Altınay − Fethiye Çetin, Torunlar Metis Yayınları, İstanbul 2009.

[13] O suskun, yalnız kadınlar… Esmer, 1 Ocak 2010, sayı 58, ss. 38-39.

[14] Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı ve Toplumsal hafıza, Belge yayınları, İstanbul 2005, s. 18

[15] Fikret başkaya Doksan beş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar... ozguruniversite.org

[16] Temel Demirer, Hrant’ın katil(ler)i…, Peri yayınları, İstanbul 2009.

[17] M.M.Z.C.,Devre 3, İçtima Senesi 5, cilt 1, 11 kanunu evvel 1334 (1918), yirmidördüncü İnikad, s.300

[18] Nazım Hikmet.

[19] Berzan Boti ile röportaj: Aziz Mahmut Ak. Tarihle yüzleşmeyi ‘özür’den öteye götürmek. Newroz. 25.02.2010. s.6.

----------

Web: www.adilokay.com

ALT-ÜST KİMLİK MESELESİ


Mustafa Elveren (Em.Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Türkiye’de gerek ırksal, gerekse kültürel ve ideolojik anlamda birçok etnik kimliğin azımsanmayacak sayıda var olduğu bilinen bir gerçektir. Hatta bunlara siyasi kimlikleri de eklemek mümkündür. Yani kimlik konusu çok hassas ve karmaşık bir sorundur.

Bu kadar çok etnik kimliklerin bir arada barış içinde yaşamaları ebetteki zorlukları da vardır. Demokrasi kültürü gelişmiş olan toplumlarda-ülkelerde bu tür sorunlar halkların-kümelerin ortak paydaları çerçevesinde çok kolaylıkla aşılabilmiştir. Tabi ki göstermelik bir demokrasi ile değil, ancak evrensel bir demokrasi ile bu gerçekleşebilir.

Artık evrensel kültür, evrensel insan hakları gibi evrensel demokrasiyi de kavramalıyız. Yani demokrasiyi evrenselleştirmek gerekir. Kimilerinin “evrensel demokrasi diye yeni bir kavram mı icat ediyorsun?” şeklindeki sorusuyla karşılaşmaktayım. Ben ideolojik olarak sosyalist demokrasiyi savunmakla birlikte evrensel demokrasi konusunda da çaba harcamaktayım. Yani bu evrende yaşayan herkesin ve her kesimin kabul edebileceği ortak paydaların oluşmasıdır. Bu evrende insan olarak birçok ortak özelliklerimizin olduğunu düşünüyorum. Bu kadar çok farklı kültürlerin bir arada yaşaması zordur, ama önemli olan da zoru başarmaktır.

Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti neredeyse bir yüzyıldır kendine göre uyarladığı göstermelik bir demokrasiyle hep teklik zihniyetine devam etmektedir. Halkların-toplumların üzerinde sürekli baskı uyguladı ve hala da uygulamaya devam ediyor. Hukuk devleti adı altında birçok yazarlarımız ve aydınlarımız zindanlarda, sürgünlerde ağır bedeller ödeyip hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu gün dahi onlarca yazar hapistedir. Ben de dahil olmak üzere birçoğumuzun hakkında soruşturmalar ve davalar hala devam etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Sayın Başbakan’ı Türk(iye)lik kimliğinin üst kimlik ve buna bağlı olarak diğer kimliklerin de alt kimlik olması konusunda zaman zaman görüş belirtmektedir.
Bırakın insanlar-kümeler-toplumlar kendilerini nasıl hissediyorlarsa o kimliklerini özgürce kullansınlar. Yeter ki yasakçı anlayıştan vazgeçilsin ve halkların bu hakları anayasal güvenceye alınsın. Hala “içine tüküreyim”, “ucube” heykelleri kaldıran bir anlayışa inanmak biraz saflık olmaz mı? Önce bu yasakçı zihniyetinizi değiştiriniz ki size inanabilelim. Yoksa bu alt-üst kimlik söylemi bana pek inandırıcı gelmiyor.

Yıllardır dağa-taşa Türkçü söylemler yazdırıldı. Hala okullarda başta “Öğrenci Andı” olmak üzere bir çok ders kitapları benzer ırkçı söylemlerle doludur. Neredeyse ülkedeki tüm kurum ve kuruluşların isminin önüne bir Türk sözcüğü yerleştirilmiştir. Bunun adı tekleştirmedir. Hem tekçilik diyeceksiniz, hem de bu güne kadar zorla yasaklanan halkların kimliklerine alt-üst kimlik diyeceksiniz.

Artık “Türk hürdür hür yaşar, bir Türk Dünya’ya bedeldir, Ne mutlu Türküm diyene,…” gibi ırkçı söylemlerden vazgeçilecek mi? Acaba, Türkiyelilik şemsiyesi altında diğer tüm kimlikler en az Türk kimliği kadar özgür olabilecek mi? Hiç sanmam! Çünkü Sayın başbakan bir taraftan tekçilik nakaratını söylerken, diğer taraftan da alt-üst kimlik numarasını ortaya atıyor. Tıpkı daha önceki sözde “açılımlar” gibi. Kimliklerden önce bu ırkçı zihniyetin değişmesi gerekir.

Bence alt-üst kimlik gibi belirsiz bir duruma düşmeden tüm kimlikler eşit olmalıdır. Aksi halde, alt-üst kimlik gibi bir belirsizliğin içine düşülürse Türkiye’deki mevcut kimlik sorununun daha da çıkmaza gireceğini düşünüyorum.

Türkiye’deki en yoğun kimlik kitlesine sahip olan ırksal anlamda Türkler ve Kürtler, kültürel anlamda ise Alevilerdir. Sorunların en büyük temelini de bu üç kimlik oluşturmaktadır. Bu sorunları aslında demokratik bir yöntemle çözmek mümkündür.

Örneğin; Hükümetin sözde açılımları sırasında sanırım 35 alevi temsilcisinin şu ortak talepleri olmuştu; “Cem evlerinin ibadet statüsünde kabul edilmesi, Zorunlu din derslerinin kaldırılması, Alevi köylerine zorla cami yapılmasından vazgeçilmesi, Madımak’ın müzeye dönüştürülmesi, Alevi dergâhlarının kendilerine verilmesi” gibi tamamen insan haklarına dayalı isteklerdir. Bunun için alt-üst kimlik olmaya gerek var mı?

Kürtlerin de bu çerçevedeki demokratik haklarını kullanma istemleridir. Anadilini özgürce kullanabilme, kendi coğrafyasındaki zorla değiştirilen isimlerinin iade edilmesi, yerelde ve genelde ülke yönetiminde temsil edilmesi gibi taleplerdir. Yani kimsenin bir şey verdiği yok. Yıllardır gasp edilmiş haklarını almaya çalışıyorlar.

Eğer bu iki dinamik halkın (Aleviler ve Kürtler) gücü özgürce kimliklerini kullanamazsa bunlara bağlı olarak Türklerin de kimlik bunalımı yaşayacağı kaçınılmaz olacaktır. O nedenle alt-üst kimlik yerine eşit vatandaşlık kavramı geliştirilebilir. Tüm halklar ister ırksal anlamdaki kimliğini, isterse kültürel kimliğini özgürce kullanabilmelidir.

Ülkemizde yaşanmakta olan bu sorunların çözülmesi için tüm ezilenlerin, dışlananların ve aydın demokratların birlikte mücadele etmeleri şarttır. Artık ülkemizde yaşanan acıların dinmesi gerekir. Aksi halde bu acılar daha yıllarca devam edecektir. Bunu önlemek için hepimiz acele etmeliyiz.

Cins, inanç, siyasi, kültürel gibi etnik kimliklerin yoğun olduğu başta Avrupa Birliği üyesi ülkeler olmak üzere birçok ülke bu konuda çözümler üretmişlerdir. Bu çözümlerden ülkemize uyarlanabilecek hiçbir tanesi yok mudur?

Affınıza sığınarak şunu da açık yüreklikle belirtmek istiyorum. Ben konunun uzmanı değilim. Sadece benim de “çorbada tuzum olsun” istedim.

NOT: Tunceli C. Savcılığı bu güne kadar hakkımda açtığı soruşturmalar nedeniyle altı kez polis karakoluna çağrıldım. Bir kez de sulh ceza mahkemesine çağrıldım. Bir kez daha “Munzur Festivalinde Mazlum Doğan Unutulmamalıdır” başlıklı yazımdan dolayı Malatya Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açılması için soruşturma evraklarını adı geçen mahkemeye gönderdiğini öğrenmiş bulunmaktayım. Bu yazımdan dolayı da soruşturma açarsa hiç şaşmam.


6 Ocak 2011 Perşembe

TEK TİP ELBİSE...




Başbakan’ın Meclis “bütçe” görüşmelerinde söylediklerinden sonra AKP’nin ırkçı ve tekçi zihniyette CHP ve MHP’den farklı olmadığı ortaya çıkmıştır. Türk-İslam zihniyetli Amerikan İslamcısı AKP, Türk-İslam zihniyetli ırkçı MHP ve şoven milliyetçi-devletçi CHP varken tabii ki Kürt meselesinden nemalanan bir BDP olacaktır. AKP’nin MHP’den-iktidar nimetleri dışında-farkı kalmamıştır. CHP’nin “sol” kelimesini ağzına alması suçtur. Deniz Gezmiş, Che Guevara isimlerini ağzına bile almamalıdır. BDP de Ufuk Uras ve Akın Birdal gibilerini-kendi oylarıyla hayatta seçilemeyecekleri-seçtirerek Türkiyelilik yapmaya çalışıyor. Oysa bu işten kârlı çıkan milletvekilliliği unvanlarını kazanan Uras ve Birdal olmuştur. Türkiyelilik sağlanamamıştır. Zaten bu tip işlerle Türkiyelilik filan olmaz. Böylesi işlerle olsa olsa şirket ortaklığı gibi şeyler yapılabilir.

AKP Diyanet’ten (Türkiye Diyanet Vakfı) kadınları kovdu. Anlaşılan Ayşe Sucu ve başı açık 28 kadını İslami kadın saymıyor. Evde, işte, siyasette erkeğin (baba, oğul ve erkek kardeş) kölesi olacak kadın tipini esas alıyor. Peki, AKP vitrinindeki bayanları nasıl değerlendirmeli o halde: Ortaklık amaca ulaşıncaya kadardır. Hem Türkçü ve hem şeriatçı olmak gereklidir. Allah’ın şeriatını asla talep edemezler. Onlarınki kulun (erkeğin) şeriatıdır. Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut lafından nefret ederler. Bakmayın Arnavut filan dediklerine. Lapsuslarında şu vardır: Türk ve Sünni İslam! Tüm bunlar AKP’nin pratiğinden çıkmaktadır. Söylemleriyle de Avrupa’yı ve bizleri-mevcutlar içinde en demokrat olarak!-kandırabilmektedir(ler). Helal olsun, iyi rol kesiyorlar!

Kürt Açılımı olarak bilinen-sözde-Demokratik Açılım’ın suyu çıktı. Vermeyeceğin şeyi niye açıyorsun kardeşim? Devlet olarak asimilasyon, yok etme, inkâr gibi bir tavrın olabilir belki. Ama kalkıp, çok yanlış şeyler yapıldı, Kürtler de yurttaşlarımızdır, dediğinde, öncekilerden farkın olmalı(dır). Bir farkın yoksa neden ağzına alıyorsun: Tahrik ve (daha) olumsuzluk yaratmıyor musun? Sizi Batman’a götürmek istiyorum (Son zamanlarda olan bir olaydan bahsedeceğim): Kürtçe adı “Zağora” olan Kesmeköprü-1 Köyü bir sabah uyandığında köyün trafik tabelasında adının “Urganlı” olduğunu görüyor. Aynı şey Kürtçe adı “Zeriye” olan Kesmeköprü-2 Köyü’nün başına da gelmiş. Onun da (yeni) adı “Kılıç” olmuş. Bir gazete bunu yazdı. Sanki İstiklal Mahkemelerini anımsatan isimler. İdam sehpalarını ve kelle koparmayı çağrıştıran isimlere bakın bir! Ne değişen ve demokratikleşen bir ülkeyiz, değil mi? Ne kadar çok demokrasi ve insan hakları yanlısı bir hükümetimiz var, Allah korusun!

Ülkede iyi şeyler sanki kötü şeyleri kamufle etmek için yapılıyor. Alevilerin yakıldığı Madımak Oteli’nin kamulaştırılması, faşizmin işkencehanelerinden Ulucanlar Cezaevi’nin müze yapılması kafa karıştırıyor. Senin polisin kadın, öğrenci, işçi dövüyor! Memurlar ve işçiler Türk-İslam Sentezi’ni (tıpkı sizin gibi) savunan sendikalarda örgütleniyor. Üniversiteler özgür ve bilimsel düşünce yerine iktidar yanlısı görevler üstleniyor. Memlekette içki yasağı var! (İçki içmediğimi de söylemek isterim.) Tek taraflı bir medya ve tek tip sivil(!) toplum örgütleri oluştu. (Topluma giydirilmek istenen tek tip elbise faşizm değil de nedir?) Polisin copladığını oran-orantı’yla anlatan valilerin, bakanların var. Oran-orantı’yı-kendiniz yaşamadıkça!-anlayamazsınız beyler: Sizin (milletvekili-bakan) maaşınızı asgari ücretle değiştiren olsaydı (orantı’yı bilmem ama) oran’ı anlardınız belki. Ya da salt kredi parasıyla okuyan bir öğrenci olarak coplandığınızda. Ne dersiniz, bir günlüğüne de olsa yoksul bir öğrenci veya asgari ücretle geçinen biri olur musunuz?