29 Mayıs 2011 Pazar

“HAYALDİ GERÇEK OLDU” ALDATMACASI



MUSTAFA ELVEREN (EM. ÖĞRT.)
mustafaelveren@gmail.com

T.C. Başbakanı Recep Tayip Erdoğan belki de farkına varmadan içindeki gizli düşüncelerini dışa vurmaya başladı. Aleviler, Kürtler, ülkemizde yaşanan hukuksuzluklar ve bazı bakanlarının yaptığı yolsuzlukları konusunda açıklamalarda, Sayın Kılıçdaroğlu’nun deyimi ile “itiraflarda” bulunmaktadır.

Özellikle “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunları vardır” açıklaması beni hiç şaşırtmadı.

Yine “Alevi Çalıştayları” aldatmacasıyla bazı çıkarcı Alevi kurumlarını kullanarak Aleviliği din dersi kitaplarına ve diyanetin içine çekip, yozlaştırılması gayretleri de beni şaşırtmadı.

Sayın Başbakan’ın KCK-Karargâh evleri-Ergenekon davaları ile ilgili açıklamaları ve önünde ayağa kalmayan generali Silivri’ye nasıl gönderdiğinin hukuksuzluğu konusundaki tavrı da beni şaşırtmadı.

Çünkü Sayın Başbakan kendisi demokrat değildir. Bir ayağı kışlada, diğer ayağı medresede olan bir kişinin demokrat olması mümkün mü? Demokrat olmayan birinin “İleri demokrasi” söylemi ile halkı aldatması normaldir. Ben daha önce “İLERİ DEMOKRASİ ALDATMACASI” başlıklı bir makalemde bu konuyu dile getirmiştim.

Sayın Başbakan’ın göstermelik Alevi Çalıştaylarıyla Alevileri oyalama taktiğini, “Kürt sorunu yoktur Kürt kardeşlerimin sorunu vardır” söylemini, KCK-Ergenekon davaları ile ilgili olarak yaptığı açıklamalarını göz önünde bulundurduğumuzda; “Önümüzdeki süreçte AKP hükümeti “yeni” bir savaş konseptini devreye sokacağı anlaşılıyor. En masum sivil itaatsızlık eylemlerine bile şiddetle bastıracağının ipuçlarını veriyor. Bunun doğal sonucu olarak, durumdan vazife çıkarmak isteyen Gladyo tipi “yeni” çeteler devreye girecektir.” Rodi Baz’ın bu tespitlerine ben de katılıyorum.

Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan’ın konvoyundaki araçların hızından ve büyüklüğünden etkilenerek, “Oha arabalara bak kocaman” diyen üniversite öğrencisine, Başbakanlık korumaları, “Başbakana küfür ettin” gerekçesiyle Karakola götürülen genç kız, 7 saat gözaltında tutuldu (Hürriyet) İşte bunların demokrasi anlayışı bu kadardır.

Şimdi de “Hayaldi gerçek oldu” aldatmacasıyla halkı oyalıyorlar. İşte AKParti ve lideri Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın gerçekleştirdiği bazı hayalleri;

Okullarda okutulan Din Dersi kitaplarına Alevilik konularını resmi ideoloji bağlamında konularak Alevi sorunu çözüldü. “Hayaldi gerçek oldu.”

“Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunu vardır” şeklinde Kürt sorunu çözüldü. “Hayaldi gerçek oldu.”

Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nu kendi düşünceleri çerçevesinde değiştirerek Türkiye’de hukuk(suzluk) sorunları çözüldü. “Hayaldi gerçek oldu.”

Başörtülü insanlarımızı “arka bahçesi” olarak gören AKParti zihniyeti türban konusunu sürüncemede bırakmak suretiyle Türkiye’de başörtüsü sorunu çözüldü! “Hayaldi gerçek oldu.”

Üniversite sınavlarını kaldırmak bir yana, mevcut sınav sistemine şifre yolsuzluğu ile bir milyon yedi yüz bin civarındaki öğrenciyi mağdur ettiler. “Hayaldi gerçek oldu.”

Eğer 12 Haziran’da yapılacak milletvekilliği seçimlerinde ezici bir çoğunlukta oy alırsa, “ustalık” dönemindeki hayalleri bizleri hiç şaşırtmasın.

Eğer Ustalık dönemi gerçekleşirse, bu dönemle ilgili şu kehanette bulunmak istiyorum; Cehennem kaldırılacak, herkes Cennet’e gönderilecek, orada her erkeğe ayrıca birer tane de huri tahsis edilecektir. Hatta Cennet’e gidenler için çılgın bir projeyle herkese 50 metre karelik birer tane de saray yavrusu konut edinmeleri sağlanacaktır.

Değerli Aziz Nesin’in deyimi ile “yüzde sekseni aptal” olan bir toplumda yaşadığımıza göre, zamanı geldiğinde yine “Hayaldi gerçek oldu.” aldatmacasına inanacaklar / inanacağız…

Umuyor ve diliyorum ki, hayalcilikten kurtulup gerçekleri gören bir toplum oluşsun. Aksi halde, “Hayaldi gerçek oldu.” diyecekler / diyeceğiz.

12 CESET...


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Ya siz Abdullah Öcalan’la görüşüyorsunuz ve birbirinize sözler veriyorsunuz: Operasyon yapılmayacak, PKK’liler öldürülmeyecek, ortam seçim gününe kadar dinginliğini muhafaza edecek ve çocuklar da polise taş atmayacak! Bu görüşmeleri ve neticelerinin de iyi olduğunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan birkaç kezdir ikrar etti. Zaten Öcalan örgüte eylemsizlik kararını benimsetmekle ölümlerin yolunu kapamış bulunuyordu. Şimdi siz devlet olarak (Hükümet, MİT, TSK, Polis) bu kararları hiçe sayarak (hata eylemsizlik kararından dolayı PKK’nin bulundukları yerlere kadar olan yerleri gözetlememesinden yararlanıp) PKK’lileri öldürmeye başladınız. Bu nasıl devlet sözüydü? Bunlardan en önemlilerini saymak istiyorum: 1-2 Nisan gecesi Hatay’da (Hassa civarında) 7 kişiyi, 26 Nisan’da Tunceli’de (Dersim-Pülümür civarı sayılacak yerde) 7 kişiyi ve en son (12-14 Mayıs’ta) Uludere kırsalında 12 (10?) kişiyi öldürüyorsunuz(PKK bunu 10 olarak açıkladı). Üstelik bu son operasyonu sınırı aşıp Kürdistan Federe Devleti’nde yaptığınızın emareleri büyük. Çünkü halkın bizzat kendisi sınırı geçip 3 gerillanın cesedini alıp getiriyor. Cenazeleri getiren halkla Bilican Karakolu askerleri arasında karşılıklı taşlaşmalar yapılıyor. Kafa göz yarılıyor.

Bundan böyle her ölümle biten operasyon sonrası Kürt şehirlerinde yas ilan ediliyor. Kepenkler kapanıyor. Siyah bayraklar asılıyor. Hayat duruyor yani. 12 gerillanın ölümüyle tüm bölgede 3 günlük yas ilan edildi. Diyarbakır’da yas bir gün uygulandı. CHP de Diyarbakır’da kepenk kapattı. (Bu aralar kepenk kapatan CHP’yi eleştiren AKP’nin de yas nedeniyle Şırnak, Hakkari ve Diyarbakır’da seçim bürolarını kapattığı ortaya çıktı. Güler misin, ağlar mısın?) Değerlendirin bir: 1-1.5 milyon nüfuslu bir kent in kapalı olduğunu düşünün. Yani yaşam orada duruyor. Alışveriş işleri, kamu işleri, özel işler, her şey. Bu normal sayılabilir mi? Eylemsizlik halindeki PKK Başbakan’ın konvoyundan bir polisi, Silopi’de iki polisi öldürdü. Ölenler kendi ailesinin hayatından çıkıp gidiyor. Her iki taraftan da ölenler gariban çocukları. Mehmetçik te, Polis te, PKK’li de yoksul ailelerin evlatları(dır). Bu savaşta bir vekil’in, bakan’ın, başbakan’ın oğlu ölmüyor. Zaten onlar bedelli ya da (torpille) bir şekilde askerliklerini başka yöntemlerle yapıyor. Dağa çıkanlar da yoksul Kürt çocukları(dır). Parlamentoya giren BDP misyonunun çocukları da askere gidiyor ama dağa çıkmıyor. Bu kangrenleşmiş sorunda Hükümet (devlet) sözünde durmamıştır.

Başbakan’ın “Kürt Açılımı”nı başlattığını söylediği günlerde NTV’nin Diyarbakır’da yaptığı (canlı) bir programa katılmıştım. Ben o yayında Başbakan’ın söylemlerini kuşkuyla karşıladığımı söylemiştim. Ve korkarım ki Kürt Sorunu diyen Başbakan’ın bir gün bu sorun bitmiştir deyip çantasını kapatıp buralardan gideceğini eklemiştim. Diğer katılımcılar daha olumlu şeyler söylemişlerdi, benim gibi kötümser(!) değillerdi. Ben aslında o an Başbakan’ın samimiyetini sorgulamıştım. O sorgulamayla (analizle) görüşlerimi anlatmıştım. Ve itiraf etmeliyim ki içimden-tüm samimiyetimle söylüyorum!-yanılmamı istemiştim. Ama gelinen noktada-son durumda-tarih beni haklı çıkardı, keşke çıkarmasaydı. Dilerim ileriki zamanlarda aklıselimle bu sorun çözülür.

En son, Başbakan 12 Haziran seçimlerine katılacak adaylarını tanıtımında “Kürt sorunu yoktur, bitmiştir!” dedi. Gerçek düşüncelerini söyledi bu kez. . Tıpkı “Akıncılar”, “MTTB” günlerindeki (gençlik) düşünceleri gibi. Tepkiler üzerine yardımcısı Bülent Arınç’ı Diyarbakır’a yolladı, “Kürt sorunu vardır!” dedirtti. Aynı Bülent Arınç, Batıya(Bursa) geçti “Attığını vuran 20 bin askeri Doğu’ya (Kürt bölgesine) göndereceğiz!” dedi. Bu son olanlar ışığında AKP-TSK-POLİS-KORUCU koalisyonunun (salınan Hizbulkontra’nın da yardımıyla) bir SAVAŞ HÜKÜMETİ olduğunu düşünüyorum. Bu gidişle işler (yine “Kart kurt/Kürt yoktur!” meselesine dönecek. Sen daha zavallı 33 Kürt’ü katleden kişinin adının verildiği Muğlalı Kışlası’nın adını dahi değiştirmedin. Genelkurmay’ı Milli savunma Bakanlığı’na bağlama cesaretini gösteremedin. Ama TSK’yla, polisle, korucularla “eti senin, kemiği benim” oyununu oynuyorsun. Çok yazık!

Bana göre Ergenekon Operasyonu bir danışıklı dövüşe (tavize) dönüşmüş ve TSK ile anlaşmaya varılmıştır. TSK, AKP’nin emrine girmeyi kabul etmiş ama karşılığında Kürt sorununu “öldürmelerle” çözeceği yetkisini almıştır. Ve eski Ergenekon evrilerek-maalesef-YEŞİL ERGENEKON’a dönüşmüştür. Halkın eğitim, propaganda, medya aracılığıyla mankurtlaşması sağlanmıştır. AKP’nin, tıpkı Libya, Tunus, Mısır, Yemen, Suriye, Suudi Arabistan’daki diktatörlerin iktidarda uzun süre kalma durumları gibi, demokrasi maskesiyle iktidarda sonsuza dek kalma stratejisi uygulanmaya konmuştur. Adı “ileri demokrasi(!)” de olsa, ABD, AB de savunsa, Başbakan tıpkı Hafız Esad Hanedanı gibi Baas Partisi yöntemleriyle (figüran muhalif partilerin de mevcudiyetiyle) 50-100 sene iktidarda kalma yollarını aramaktadır. AKP’nin artık gerçek stratejisi budur! Hayırlı olsun(!)

12 Mayıs 2011 Perşembe

TERÖRİST!


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


ABD sessiz sedasız uçan helikopterleriyle yaptığı bir operasyonla Usame bin Ladin’i Pakistan’da oğlu ve yanındakilerle beraber öldürdü. Cesedini de-mezarı kutsallık kazanmasın diye(!)-bilinmeyen bir okyanusa (denize) attı. El Kaide ve Usame bin Ladin terör yöntemlerini kullanıyordu. 11 Eylül saldırıları terörist bir saldırıydı ve üç bin masum insanın ölümüne neden olmuştu. Bu olaydan sonra Müslümanlar Avrupa ve ABD’de nerdeyse terörist sınıfına sokuldular. ABD birkaç yandaşıyla beraber Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Irakta-tek!-bir milyon masum Müslüman öldürüldü. Buraya kadar olayın özetini anlattım. Ancak Taliban, El Kaide ve Bin Ladin işgalci güçlere karşı Afganistan’da bu kez haklı bir savaş verdiler. Oysa Taliban, Buda’nın kadim heykellerini yıkacak ve seksenlik moruğa 100’ün üzerinde (10 yaş ve üzeri) kız sunacak (kadın haremleri kurdurtacak) kadar insanlıktan çıkmıştı. 80’lik moruklar (mollalar?) 10 yaşındaki kızları dini nikâh maskesi altında iğfal ediyorlardı. Ama ABD öyle bir şey yaptı ki haklılığını bir anda haksızlığa dönüştürdü: Tüm dünya Müslümanları terörist sayıldı!

Ladin’in öldürülmesinde sessiz sedasız sınırı geçme operasyonunda-sözde!-Pakistan’ın haberi yokmuş. Bence Pakistan derhal devlet olma hakkını lağvetmeli ve bunun yerine (Hindistan’a mı, başka bir ülke mi bağlı?) muhtarlığını ilan etmelidir. Bizim köyün muhtarı gibi olmalıdır Pakistan. Böyle bir devlet olmaz zaten! Barack Obama,” Adalet yerini buldu!” dedi. Nasıl bir adaletse? Usame bin Ladin’in Pakistan istihbaratının ve ordusunun ihanetine uğradığını düşünüyorum. Usame bin Ladin-sevin veya sevmeyin!-idealist biriydi. Teori ve pratiği birdi. O savaşarak öldü. Milyar dolarları vardı, isteseydi Arap şeyhleri gibi mal, mülk, para, ihale peşinde koşardı. O öyle yapmadı. İdeali uğruna dağ’a çıktı. O işgale karşı, devasa zenginliğine karşın Afgan dağlarında yıllarca savaştı. Bir de bizim hırsız İslamcılarımıza(!) bakın! Yumurta, gemi, ABD’de çocuk okutmak, ihale falan filan, yalandan bir İslam sevgisi… Ladin hiç ihale peşinde koşmadı. Ben düşmanıma, haklıysa ona haklı derim. Dinci değilim ama idealistleri ve samimileri severim. Bizim hırsızları ise asla!

Ladin şeriat devleti kurmak isterdi. Ben buna karşıyım. Terör silahını kullanırdı, buna da karşıyım. Ama ABD’nin Afganistan’ın işgaline karşı savaştı. Hem de kendi ülkesi olmayan bir ülkede(Che Guevara’nın da başka ülkelerde devrim için savaşması gibi). Bence o bir şehit olmalı. Eğer İslam’da şahadet (şehitlik) denen bir mertebe varsa Ladin de o mertebededir. ABD Ladin’i yakalayıp ABD’de ya da uluslararası bir mahkemede yargılayabilirdi. Bunu yapmadı, öldürdü. İnsan hakları, adalet, eşitlik, demokrasi ve evrensel hukuk kuralları uygulanmadıkça bir değil “bin” Ladinler yine olacaktır! Ve işin içinde ABD olunca, İslami damardan gelen Cumhurbaşkanımız ve Hükümetimiz Ladin’in öldürülmesine, “Sevindik! İyi oldu!” dediler. En azından sağ birinin öldürülmemesi gerektiğini, yargılanmasını, ama öldürülmüşse de İslami kurallarla defnedilmesi gerektiğini söyleyebilmeliydiler. Ve benim bildiğim ölüleri denize ancak “korsanlar” atar!

PKK’nin eylemsizliğine rağmen Dersim dağları’nda yedi kişi öldürüldü. Diyarbakır’a-tek!-dört cenaze geldi. Aileler cesetlerin parçalandığını söylediler. Gözlerin oyulduğu, çenelerin kırıldığı, kafaların ezildiği, kolların koparıldığı gibi. TSK ve AKP Hükümeti anlaşılan operasyon yöntemini sürdürecek. Bu arada Ilgaz Dağları’nda bir polisimiz şehit edildi. Ölüler PKK’li de olsa Mehmetçik te olsa çocukturlar. Çocukların ölmemesinden ve tam demokrasinin gelmesinden anlaşılan AKP ve Başbakan geri adım attı. Savaş istiyorlar herhalde! Bu yöntem kan, gözyaşı, cenaze, öfke, düşmanlık ve ayrılıktan başka bir şey kazandırmaz. Türklerin, Kürtlerin ve hatta tüm ırkların, dinlerin, mezheplerin kardeşçe yaşadığı tam demokratik bir ülkeden vazgeçenler yaşananlardan sorumlu olacaklardır. Diyarbakır’da, İstanbul’da otobüslere, mağazalara, bankalara molotofkokteyli atanlar ve attıranlar da sorumludurlar. Eylemsizlik içinde olanları da fırsat bu fırsat deyip gidip öldürenler de!(Son bir ay içinde 25’in üzerinde PKK’li bu şekilde öldürüldü.) Hepimiz bu gelişmelerden etkileneceğiz. Tabutları saymak istemiyorum artık! Üzerindeki bayraklar da içinde insan cesedi olduğunu unutturmuyor. Düşmanlık, kin, nefret ve acı bir acımasız intikam duygusu yaratır. Birbirimizden utanmayacağımız bir ülke yaratmaktan başka çaremiz yoktur!

YAZAR BÜLENT TEKİN’İN YENİ KİTABI ÇIKIYOR!

Yazar Bülent Tekin’in “Köpekleşmenin Şerefi” adlı kitabı 17-22 Mayıs tarihleri arasında Diyarbakır’da yapılacak Diyarbakır Kitap Fuar’ında okuyucunun beğenisine sunulacak. Köpek bazen uysal, bazen saldırgan, sahibine bağlı, vefakâr bazen de aptallaştırılış veya düşürülmüştür. Günümüz dünyası ve ülkemizde yaşanan olayları farklı bir bakış açısıyla ve kalemin farklı tarzıyla yazılmıştır. Kitabın tabu tanımayan içeriği okurları büyük bir heyecan ve bilgi zevkine ulaştıracak niteliktedir. Dokuz yıldır aralıksız olarak Gırgır Dergisi’nin (güncel) siyasi konularını yazan Bülent Tekin, Türkiye, demokratikleşme ve Kürt Sorunu’nu tüm yönleriyle de yazmaktadır. Mizah ve deneme türünü içeren bu önemli kitapta yazılanlar Türk, Kürt ve insanlık konularını şahdamarından geçirterek “insan” olmanın önemine vurgu yapmaktadır. Pêrî Yayınları’ndan çıkacak ve bir solukta okunacak kitabın yazara ve okurlarına hayırlar getirmesini dileriz.

BÜLENT TEKİN:

1954 yılında Mardin’in Derik ilçesinde doğdu. İDMMA(Galatasaray) Kimya Mühendisliği ve ODTÜ(Gaziantep Kampusu) İnşaat Mühendisliği mezunudur. Edebiyatçılar Derneği, BESAM, TYS ve PEN üyesidir. Halen Gırgır Dergisi’nde yazmaktadır. Yayımlanmış eserleri: Kızıldan Sarıya(şiir), Tarih Tarih Olsun(şiir), Sevdanla Yaşayacaksan(şiir), Kral Situ’nun Hikâyesi(roman), Barışla Güzeldir Sevdam(şiir), Feyyo’nun Felsefesi(roman), Ölümü Vurmak Güneşi Öpmek(şiir), Bir Türkiye Çıkmazı(deneme), Kartal Yuvası-Mardin Tarihçedir-(tarihi roman).

E-posta: bulenttekin47@gmail.com

8 Mayıs 2011 Pazar

FERHAT TUNÇ DERSİMİN’İN AYDINLIK YÜZÜDÜR



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)

Dersim; kendine has Kürt Kızılbaşlığının, devrimci-demokrat ve sosyalist düşüncenin etkili olduğu mazlumların diyarıdır. Aynı zamanda devrimci-demokrat ve sosyalist düşüncenin üretim merkezi olarak da nitelendirebiliriz.
Ferhat Tunç; devrimci-demokrat-aydın kişiliğiyle baskıcı devlet ideolojisine karşı dik duran aydınlık yüzlü Dersimli bir halk sanatçısıdır. Diğer bir ifadeyle Mazlum Dersim’in aydınlık yüzüdür.

Dersimle ilgili birçok eylem ve etkinliklerde Ferhat Tunç’un en önde olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan, gerek bu etkinliklerde yaptığı konuşmalarda, gerekse Türkçe-Kürtçe söylediği devrimci türkülerden dolayı çok sayıda soruşturmalar, yargılamalar ve tutuklamalar yaşayan “asi” bir Dersim çocuğudur.
Dersim’in adını “Tunç”eli yapan zihniyet aynı zamanda halk içinde birçok kişiye de zorla “Tunç”, “Yıldırımtürk”, “Türkoğlu”… ve benzeri soyadları vermiştir. Ferhat Tunç da bu soyadı şansızlığını yaşayan Dersimli insanlarımızdan biridir. Ancak, devletin Dersim’e dayattığı “Tunç”eli artık geri tepmektedir.

Pirim Seyit Rıza ve Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ın direniş geleneğini sürdüren Dersim’in “asi çocuğu” sevgili Ferhat Tunç’un “Tunç”elini Dersimeli yapacağına inancım tamdır.

HADEP’te rahmetli Av. Ali Demir Dersim’de ilk defa milletvekili seçilmişti. O seçimin ne kadar zor şartlarda yapıldığını bizzat yaşayarak görmüştüm. Ne yazık ki halen uygulanmakta olan antidemokratik %10’luk seçim barajını HADEP aşamadığı için Sayın Demir Meclise girememişti.
Sayın Ali Demir’den sonra bu dönem arkadaşım ve meslektaşım Sevgili Şerafettin Halis seçilmişti. Bu dönemde Dersim’i layıkıyla TBMM’de temsil ettiğine inandığım Şerafettin Halis Hoca’ya da teşekkür borçluyum.

Önümüzdeki dönemde ise, Sevgili Ferhat Tunç’un Dersim milletvekili olarak TBMM’ye gireceğine kesin güzüyle bakıyorum. Dersimlilerin Ferhat Tunç’u mahcup etmeyeceğine inanıyorum.
Ferhat Tunç, Dersim’i temsil edecek yetenekte ve kapasitededir. “Ferhat Tunc, Dersim'i temsil edecek hem bilince hem de yeteneğe sahiptir. Sanatçı duyarlılığıyla Dersimin sorunlarını, acılarını en iyi bilenlerdendir. Dersim`in, devrimci-demokratik kimliğini, Kürt Kızılbaş Alevi kimliğini, Dersim`in doğasını yok eden barajları, Dersim`in kültürel dokusunu tanıyan, bilen ve Mecliste ya da her yerde bunları dile getirebilecek yapıdadır.” (Haydar Uç) Sayın Haydar Uç’un bu tespitine ve gözlemlerine aynen katılıyorum.

Sevgili Ferhat Tunç’un bir kaza sonucunda ayak bileğinde meydana gelen çatlaktan dolayı seçim kampanyasını koltuk değnekleriyle yürütmek zorunda kaldığını üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım. Öncelikle Sevgili Ferhat’a geçmiş olsun der, bir an önce sağlığına kavuşmasını dilerim.
Tüm bu şansızlıklara ve baskılara rağmen, Sevgili Ferhat Tunç’un Dersim halkını temsilen TBMM’ni gireceğine inanıyor, başarılarının devamını diliyorum.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Adil Okay’dan yeni kitap: Kadın sorunu ve Tekel işçilerinin direnişi



Adil Okay'ın yazdığı -2010 yılında sahneye konulan- kadın sorunu ve tekel işçilerinin direnişi konulu iki ayrı oyunu Gerçek yayınevi tarafından kitaplaştı.

Yazarın Önsözü

‘Kadın Gibi Kadın’ adını verdiğim bu oyunun adı bir sloganı çağrıştırıyor olabilir. Ben bu adlandırmaya içinde itirazın olduğu bir metafor diyorum. Neye itiraz? Öncelikle ‘Adam gibi adam’, Erkek gibi kadın’ deyişlerine itiraz. Bu deyişlerin arka planında yatan egemen dünyaya itiraz. İşte ben bu dünyanın yargılanmasına oyunun adıyla başlamak ve izleyiciye, okuyucuya başka bir dünyanın, başka bir dilin, başka bir ilişkiler ağının mümkün olabileceğini göstermek istedim. Kimi zaman aykırı gibi duran bir cümle−sözcük, içinde dolaylı sezilebilen sembolleri−kodları taşıyabiliyor ve onlarca sayfa betimlemenin yapamadığını yapabiliyor. Şiir nasıl bir sözcük ekonomisiyse, tiyatro oyunlarında da sınır söz konusudur. En uzun oyunun iki saat olabileceğini düşününce yazar ve yönetmen az sözle − hareketle çok şey anlatmak zorunda kalabiliyor. Romanla, tiyatro arasında böyle önemli bir fark var. Hele politik tiyatro oyunlarında amaç izleyiciyi etkilemek, sarsmak, düşünüp sorgulamaya sevk etmek olunca; çok az sözcükle örülmüş sembollerin ve kodların önemi daha iyi anlaşılır. Elinizdeki metnin politik tiyatro oyunu olduğunu düşünürseniz, neden bu konuda bu kadar cümle kurduğum anlaşılır.

‘Kadın gibi Kadın’ adını verdiğim bu metin, altı kadınla sahneye konulmak üzere hazırlanmıştır. Ancak teknik eksikliklerden dolayı oyun dört kadınla da oynayabilir. Dileyen gruplar müzik ve dans bölümlerini uzatarak oyunu iki perde olarak da hazırlayabilirler. Oyunda erkek oyuncuya ihtiyaç duyulmayacaktır. Erkeklerin sesleri perde arkasından gelecek, ya da siluet olarak görünecektir. Bu durum hem oyunun hazırlanmasında bir kolaylık sağlayacak hem de bir tavır olarak anlaşılabilecektir. Ama burada bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için altını çizmeliyim ki; oyunda erkek oyuncuya yer vermemem, kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesini yalnız yürütmeleri gerektiğine inandığım anlamı çıkmamalıdır.

Elbette ‘adına ister ‘demokratikleşme’ denilsin, ister ‘sosyal haklar’, ister ‘kadın hakları’ ya da ‘toplumsal devrim’, ezilen−sömürülenler lehine biçimlenecek her durum, onların örgütlü güç ve mücadelelerine bağlıdır…”

Oyunun teması da tam buradadır. Kadınlar, kendilerine kötülük yapan erkeklere, bu erkeklerin mikro ve makro iktidarlarına karşı mücadele ederken, ‘özgürlüğü erkekleşme’ ya da ‘bireysel özgürlük’ sanma yanlışlığına düşmektedirler. Bu dünya, erkek egemen mantıkla iktidar olan kadınları da gördü. Erkek iktidar taşıyıcıları olan Margaret Teacher’leri, Tansu Çiller’leri de gördü. Kadınlar, ellerine geçen erki, erkek gibi kullanan bu tiranlar sayesinde değil, ancak kendi örgütlü mücadeleleri sonucu belli haklar elde ettiler. Ve yine kadınlar kimi zaman yalnız, kimi zaman erkeklerle birlikte kurtuluşu düşlediler ve bu yolda kâh yalnız kâh elele yürüdüler. Sibel Özbudun “Tüm yakıştırmalardan soyunmuş, kutsamaları ve ‘küfrü’ tarihin çöp sepetine fırlatıp atmış, birbirini ‘insan’ olarak gören ve seven, yeryüzünde el ele yaşayıp, el ele üretmekten, birlikte ürettiğini paylaşmaktan zevk duyan ve bundan başkaca bir kaygısı olmayan kadın ve erkeklerden kurulu bir dünyayı düşlemek o kadar mı zor?“ diye soruyor. Yanıtı sorusunda gizli: Zor değil.

Ancak ağlamayana ekmek vermez zalimler. Din, devlet ve toplum hukuku ‘Böyle gelmiş, böyle gider’ kaderci felsefeyi doğar doğmaz bize enjekte eder. Bunu aşmak, kanımızı temizlemek de, önce bireysel çaba, sonra kolektif mücadele gerektirir.

Açıktır ki binlerce yıllık erkek egemen bakış açısı, içselleşmiş, doğallaşmış erkek zorbalığı salt iktidar değişikliği ile –bir darbe veya devrimle− bir gecede değişmez. “Erkeklerin, binlerce yıllık iktidarın (“ataerki”) kendilerine sağladığı konforlardan kendiliğinden vazgeçmesi beklenmemeli. Çünkü iktidar, yalnızca devlet düzleminde gerçekleşen makro ölçekli bir görüngü değildir; iktidar ilişkileri gündelik yaşamımızın kılcal damarlarına sinmiştir. Onları içselleştirdiğimiz için, farkına varmayız çoğunlukla.”

Ancak buradan karamsar olduğum ve bu karamsarlığın oyuna yansıdığı sonucu çıkmamalı. Tersine, mücadele sonucu elde edilen kazanımların az olmadığı kanısındayım. Tamam erkekler esas oğlan ama benim bir derdim de, erkek gibi düşünen ve yaşayan kadınlardır. Kimi zaman da asıl düşüncelerini gizleyen, modern, çağdaş, ilerici görünen ama yaşam biçimleriyle, önemli bir olayda koydukları tavırla ‘erkek’ zorbalığını, iktidarlarını besleyen kadın arkadaşlarımız. Oyunda bunu da sorgulamaya çalıştım. Ve büyük olasılıkla, oyunu izlemeye gelecek olan bu kadınları da sarsmayı−utandırmayı hedefledim. ‘Valizini karısına hazırlatan erkek ‘faşist’ sayılır mı’ adlı kitabımdan alıp, oyunda kullandığım bir replik bu konuya şöyle değiniyor:

Öteki dünyanın kadınları flört edebiliyor ve diğer dünyevi hazları alabiliyorlar. Ama hemcinslerinin çektikleri acıları, erkek egemenliğinin kurbanlarını görmezlikten geliyorlar. ‘Namus belden aşağı değildir’, diye ezberlenmiş sözcüklerle konuşan bu kadınların ‘beyin namusu’ nerede. Güldünya’lara, Kadriye’lere kıyılırken neden ses çıkarmazlar. Bu konuda tavır almayan, ‘toplumun değer yargılarına saygı’ adı altında ikiyüzlü bir hayat süren kadınlar, ilerici olamazlar. Namuslu tavır bu değildir. Kadınlar birbirlerini ‘namus özürlü’ ya da ‘gerici−çağdışı’ diye suçlayacaklarına neden dayanışma içerisinde olmazlar…

Ve cevap bekleyen, kimi zaman da cevabı içinde olan diğer sorular…

Oyunda yer alan tüm olay ve kişiler gerçektir. Gerçeklerden yola çıkıp yorum yapmaya ve olayları yeniden sorgulamaya çalıştım. Kimi zaman kanıksanan ilişkilerin, davranış biçimlerinin aslında gündelik hayatta kadınlar için bitmek tükenmek bilmeyen bir işkence makinesi olduğunu göstermeye çalıştım. Peki ne yapmalı? Bu sorunun yanıtını da oyun kahramanları şu veya bu biçimde veriyor. Ve izleyiciye de sorgulaması ve yanıt araması için ipuçları sunuyor.

Oyun ilk bakışta bir ‘okuma tiyatrosu’ olarak görülebilir. Ya da birçok solo ve korodan oluşan, anlatıları ve tanıklık edilen olayları harmanlayan bir sözel oratoryo. Oyunda gerçek yaşam öykülerinden oluşan bölümler arasına, ‘kahramanların’ yanı sıra diğer tanıkların ve destekçilerin söylediği kısa lirik cümlecikler – replikler serpiştirmeye çalıştım. Bunları yaparken, yazarken sanatın kadife sesinden uzaklaşmamaya çalıştım. Zira herkesin bildiği gibi, kuru ajitatif bildiriler, sloganlar sanatın yarattığı etkiyi yaratamıyor.

Belki de sanat, her gün yaşadığımız ya da ötekilerin yaşadığı, bizim de tanık olduğumuz gerçekliğin, bize, sanatın kadife sesiyle yeniden yeniden sunulmasıdır. Tiyatro oyunlarında sadece metnin başarılı olması yetmiyor. Metindeki öz−biçim diyalektiği, estetik düzey, oyun sahneye konulduğu an daha iyiye ya da daha kötüye doğru değişebiliyor. Okurken bizi alıp götüren, büyüleyen imge yüklü bir mısra, paragraf oyunda−sahnede sıkıcı olabilmektedir. Veya oyunda bizi coşturan bir replik, aynı bölümü kitaptan okuduğumuzda çok kuru kalabilmektedir. Bu anlamda tiyatro oyunlarında yazar ve yönetmen seyirciyi de –tabi popülizmin tuzağına düşmeden− düşünmek zorundadır.

İsteyen grup oyuna yeni isimler ekleyebilir. Eklemem için öneride bulunabilir. Doğaldır ki dünyada erkek egemenliğine, zorba iktidarlara karşı savaşmış, bu uğurda bedel ödemiş, hayatını kaybetmiş sayılamayacak kadar çok kadın kahraman vardır. Kimi törelere karşı geldiği için, kimi de sınıfsız, sınırsız bir dünya mücadelesinde, özgürlük ve eşitlik kavgasında katledilmiştir.

Hepsini saygıyla anıyorum.
--------------
Sibel Özbudun’dan oyun hakkında

Adil Okay, “Haykırış − Kadın Gibi Kadın” oyunuyla böyle bir göreve soyunmuş. Oyun, üçüncü sayfalarda yitip giden kadın öldürümlerinin, olaylar arka arkaya dizildiğinde nasıl bir vahşet boyutunu yüklendiğini, çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Hepimizi, elini kolunu sallaya sallaya içimizde dolaşan, her gün bir kadının boğazına sarılan bu sıradan, gündelikleşmiş vahşet üzerine kafa yormaya, bizi günlük yaşamımızı dönüştürme ve sağaltma çabasına çağırıyor.

Tıpkı; “Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında…/ Yaşamak için ekmek, ruhumuz için gül istiyoruz!/ Yürüyoruz yürüyoruz kol kola /Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız/ Ve türkümüzde onların kederli ‘Ekmek!’ çığlıkları/ Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar/ Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun/ Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz/ İş ve ekmek istiyoruz/ Ama gül de istiyoruz,” dizelerindeki üzere…

Tıkanan soluk borularımız, hiç kuşku yok ki, bu anlayış ve pratiğiyle açılacak…

Sibel Özbudun

--------------------

Adil Okay: 1957’de Antakya’da doğdu. Politik nedenlerden Adana ve Ankara cezaevlerinde yattı. 12 Eylül darbesinden çok kısa bir süre önce Adana cezaevinden firar etti. 1981’de yurtdışına çıktı. Bir süre Lübnan’da, Filistin kamplarında kaldı. 1983’te Fransa’ya yerleşti. Fransa’da iki arkadaşıyla beraber ‘Fransa Postası’ adlı aylık dergi yayınladı. Türkiyeli politik mülteci derneklerinde uzun yıllar aktif görev aldı. Ücretsiz danışmanlık ve tercümanlık yaptı. Bu süreçte ‘Mültecinin Bunalımı’ adlı öykü ve ‘Yeşillerini Giyin de Gel’ başlıklı şiir kitapları yayınlandı. Yirmi yıl sürgünden sonra Türkiye’ye dönebildi.

Şiirleri Fransızca ve Arapçaya çevrildi.

Türkiye’de ve ülke dışında; birçok ulusal gazete, dergi ve antolojide şiir, öykü, deneme, makale ve araştırma yazıları yayınlandı. Özgür Üniversite’nin ‘Kavram Sözlüğü’ çalışmasına ‘Barış ve Burjuvazi’ maddelerini yazarak katkı sundu.

Çalışmalarıyla 15. Ömer Seyfettin Öykü Yarışması ile 6. Hasan Bayrı şiir yarışmasında ödüle layık görüldü.

1999’da ‘Hançerini Ay Işığına Çalan Adam’ (şiir), 2001’de ‘Kaç Kişi Kaldık’ (şiir), 2003’te ‘Ah Çocuk’ (şiir), 2005’te ‘Yolcu’ (öykü), 2006’da ‘Yirmi Beşinci Saat’ (şiir), 2006‘da ‘Az Çalışmalı Aşka Zaman Ayırmalı’ (deneme), 2008’de ‘12 Eylül Ve Filistin Günlüğü’ (anı-belgesel), 2008’de ‘Konuşan Fotoğraflar’ (fotoğraf), 2009’da ’12 Eylül ve Filistin Günlüğü−Genişletilmiş İkinci Baskı‘ Ütopya Yayınevi tarafından yayınlandı. Ve yine 2009’da ‘Valizini Karısına Hazırlatan ‘Faşist’ Sayılır mı’ adlı deneme kitabı, Yoğunluk yayınları tarafından okuyucuya ulaştı.

‘Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler− Ölülerimiz Konuşuyor’ adlı tiyatro oyunu 2009 ‘da sahnelendi. 2010’da kitaplaştı.

‘Kadın Gibi Kadın’ ile ‘Tekel İşçisi Bir Kadının Uyanışı’ adlı oyunlar, 2011 yılında Gerçek yayınevi tarafından yayınlandı.

İletişim: adilokay@hotmail.fr www.adilokay.com

----------------

1- Sibel Özbudun. Kadın Cesetlerini Saymak.“Liberalizm/ Muhafazakârlık Kıskacında Kadın” Kaldıraç Yayınevi.


2- A.g.e.


3- Adil Okay. Valizini karısına hazırlatan erkek ‘faşist’ sayılır mı? Yoğunluk yayınları. Ankara.

ÇAKAL ÇUKAL EDEBİYATI(!)

Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Önce size bir hikâye anlatayım: İdil’de nam yapmış Melle Ğızo’nun başından geçen bir olayı anlatayım(çok şakacı bir imamdı). Melle Ğızo gençken yani daha bir medrese öğrencisi (feka) iken tesadüfen bir Mihellemi köyünden geçmiş(Mıhellemi sözcüğü Melle Ğızo’nun başından geçen salt bir olaya özgü olarak kullanıyorum. Hoşgörüyle karşılanmasını dilerim!). Köyde bir telaşın olduğunun farkına varmış. Kafasındaki beyaz külahı gören köylüler (beyaz külah feka’ların bir giysisidir) onu durdurmuşlar. “Hocam seni Allah gönderdi. Köyde bir kadın ölmüş. Nasıl olsa karın da yanında, karın ölüyü yıkasın sen de talkın’ı oku.” Tabii o sıralar daha medrese öğrenciliğine yeni başlamıştı, bir şey bilmiyordu. Ne Kur’an ne dua? Bu işin kaçamağının olmadığını anlayınca karısı ölüyü rasgele yıkamış, sonra da hep beraber kadını mezara götürüp gömmüşler. Gömme işi tamamlandığında Ğızo korkuyla-işini garantiye almak istiyordu-cenazeye katılanlara sormuş: “İçinizde Kur’an okumasını bilen var mı?” Hep bir ağızdan: “Yookkk!” “Peki, bir iki süre müre, cüz müz falan filan?” Yine hep bir ağızdan: “Hiçbir harf okuyanımız yok!” Feka rahatlamış, kendisi de bir şey bilmiyormuş zaten. “Ne okuyayım ne okuyayım?” diye düşünürken aklına kız çocuklarının top oynarken birbirlerine söylediği bir şarkı gelmiş: “Verzine verzine!” Mıhellemilerin Kürtçe bilmediklerini de bildiğinden-çünkü onlarla Arapça konuşmuştu-o Kürtçe şarkıyı (Verzine verzine!) söylemiş. Şarkı bittiğinde oradakiler hep bir ağızdan, “Âmin!” demişler. Kalabalıktan ölünün bir yakını Ğızo’ya sormuş: “Ya Hocam, bu kadının öbür dünyadaki yeri neresidir?” Genelde hocaların, ölülerin öbür dünyadaki yerini bildikleri kanaati vardır. Ğızo gözlerini kapamış (sanki ölünün yerini görüyormuş gibi yapmış), biraz beklemiş ve sonra da heyecanla söyleyeceklerini bekleyen cemaate şöyle aktarmış: “Ölünün benim hanım tarafından yıkanışı ve Feka Ğızo’nun talkın’ı ile merhumenin öbür dünyadaki yeri esfeli safilin’dir!”[Esfeli safilin, cehennem’de en kötü (en dip) yerdir.]

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Başbakan’ın YGS’yi protesto eden öğrenciler için söylediği söze yanıtı bir Rus aristokratının kendisini düelloya davet eden rakibine söylediğinden eksik olmayan bir yanıttı: “Buradan bir kez daha meydan okuyorum. Başbakan’a ve yanaşmalarına bir defa daha söylüyorum: Madem gençlerin karşılarına on bin kişilik milis gücün ve Kara Gömlekliler’in vardır, o zaman ben de seni Taksim’de bin Bozkurt’umla karşılamaya hazırım. Titreye titreye Kasımpaşa’ya arkana bakmadan kaçacağından eminim.” Bana göre sokak kavgası, kabadayılık, bitirimlik bir kaba güce dayanır. Bu alanlarda namı olanların sesi daha çok dolaşır. Başbakan tırsmadığını kanıtlamak için efendilik(!) kokan laflar etti: “Sen bozkurtlarla mı dolaşıyorsun? Bozkurtların hayırlı olsun! Ben eşrefi mahlûk (yaratılmışların en şereflisi) insanlarla dolaşıyorum.” Sanki bu sözde birisinin hayvanlarla ve diğerinin insanlarla dolaşma iması vardı.

Başbakanın efendiliğinden anlamayan Bahçeli pek yenir yutulur olmayan sözler etti: “Ben bir Bozkurt olarak elbette Bozkurtlarla dolaşırım. Ama senin, etrafında eşrefi mahlûk olarak gördüklerin aslında esfeli safilin’dir(sefillerin en sefili). Sen onları iyi bilirsin. Başbakan Erdoğan, sen asil Bozkurtlarımı yanındaki çakallarla mı karıştırıyorsun?” Başbakan yine efendiliğini bozmadı: “Sizler bize ‘yürü’ derseniz biz yürürüz. Bildiğiniz gibi birileri ‘ben bozkurtlarımı yürütürüm’ diyor ama biz ‘milletle yürürüz’ diyoruz.” Haklarını vermek gerekiyorsa efendilik her iki liderin paçalarından akıyordu. Böyle liderlerimiz olduğu için çok şanslıydık. Ne kadar terbiyeli, ağızlarından bal akan, halka örnek olacak liderlerimiz var. İyi ki de Devlet Bahçeli, Recep Tayip Erdoğan gibi liderlerimiz varmış Ya onlar olmasaydı ne yapardık acaba? Sonumuz ne(resi) olurdu? Cehennemin orta göbeği mi olurdu? Ne dersiniz?

Ve bu çakal çukal edebiyatının yaşandığı ülkemizde yepyeni olaylarımız da vuku buldu tabii: Ucube Heykel’in kellesini önce tekbirle kopardılar. Allah sevabınızı kabul etsin! Ve bir kaset skandalı bu kez MHP’yi vurdu: Seks herkesin başına bela olabiliyor. Toplumsal politikayı ve ahlakı esas alanlar-ancak!-bundan sıyrılabilir. Birileri-özel hayatıyla ilgili!-yanlış yapıyorsa kasete almak doğru değil. Yalnız politik siyaset yapanların da toplumun ahlakıyla oynamaya hakları yoktur. Seks skandalları sadece aşırı sağcılar, MHP için değil İslamcı geçinenler için de olabilir. Şimdilerde iktidarda oldukları için onlarınki piyasaya sürülmeyebilir belki. Bunu yapanlar-mutlaka bir sırasını bekliyorlardır. Seksin solcusu sağcısı olmaz. Ama politik ahlak sahibi olanlar seksi helalliyle yapar. Kimsede gözü olmaz. Toplum namusuna leke sürmez.

Ve Başbakan’ın Çılgın Proje’si: Kanal İstanbul! İçinden iki deniz geçen kent. Bu proje İstanbul’un kaderine meydan okuyor gibiydi. İstanbul’un sağında ve solunda yeni iki kent kurulacak. Üçüncü Boğaz Köprüsü ve Kanal etrafında yeni kent(ler). Çin’le Hong Kong gibi: Komünist Çin’e bağlı çılgın kapitalist, eğlence merkezi Hong Kong! Dilerim böyle bir şey düşünmüyor(lar)dır: Kadim tarihiyle, zengin ve yoksuluyla birlikte yaşadığı İstanbul’un yanında salt üst sınıf insanların yaşadığı yaşam alanları (kentler) hayvan türleri, bitkisel örtüler, tarihi eserler yok edilerek inşa edilmek istenmiyordur. Doğal kaynakları, kültür varlıkları, tümülüs ve terasları yok eden (AKP’li müteahhitlere milyarları kazandıracak) bir inşaat şantiyesi olmamasını dilerim. Oluşturulmak istenen Kanal ve Kentlerde plazalar, gökdelenler, kumarhaneler, gece eğlence merkezleri belki olabilir ama tarihsel uygarlıktan soyut, uzayvari bir yaşamın yanında sönük (sorunlarıyla) eski İstanbul olmamalıdır. Her yönüyle düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü kapitalist modernitede kentler sınıf, iktidar (baskı) ve ulus devlet demektir ve doğal toplumu (inanç, kültür, dil, din, tarih) yok eden modern makineler gibidir. Başbakan Kanalvari modernleşmenin yanında ülkenin demokratik özgürlük alanlarını genişletmesi daha doğru olur. Yeni özgürlükçü bir anayasa ile modernleşme bir arada olmazsa bu ülkede çakal çukal edebiyatı eksik olmayacaktır.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

HIZLI SİYASET TEKNİKLERİ


Bülent Tekin / bulenttekin47@gmail.com

YSK, “Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok’u” adı altında seçimlere BDP adına katılacak yedi bağımsız adayı süre bitiminde (yasayla kalkmış bir belgenin sunulmadığını gerekçe göstererek) veto etti. Bu arada ÖDP de sessiz sedasız sudan nedenlerle veto yemişti. Oysa sonuçları (eksikleri) önceden-süre bitmeden!-ilan (tebliğ) etmeliydi. Böylesi bir davranış “tuzak” gibi değerlendirilebilecek bir durumdu. YSK’nın bu tavrı ve kararı ülke ve dünya kamuoyunda infial yarattı. Tuhaftır ki Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğunun aday listelerinden Ağrı adayı Murat Öztürk’ün adaylık başvurusu “memnu haklarına kavuşmadığı” gerekçesiyle kabul edilmemişti. Öztürk’ün yedeği yoktu. Bu yedi adayın da yedekleri yoktu. Bağımsız adayların yeniden aday gösterme şansları yoktur. Blok daha seçim başlamadan sekiz eksik milletvekiliyle işe başlıyordu. Zaten Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk yasaklıydılar. BDP’nin TBMM’de grup kurması zordu, olanaksız gibiydi. Sanki birileri artık Meclis’te Kürt milletvekilleri görmek istemiyordu. Ya da olacaksa bizim Kürt’ümüz (AKP’li) olsun demişti. YSK’nın bu tuhaf tutumunu hukuka (yasalar) bağlamak, doğrusunu isterseniz, aklımın ucundan bile geçmiyor. Polis’ten bilgi alabilen bir gazetede, YSK’ya yapılan ve bu vetolara neden olan Ergenekonvari bir ihbardan(!) bahsediliyordu.

YSK’nın veto kararı hukuki yönünden çok siyasi yönü ile konuşuldu. Özellikle AKP’nin bölgede zayıf ve antipatik bazı adayları gösterme nedenine bağlanıldığı düşünüldü. Başbakan adaylarını tanıtma konuşmasında, “Kürt meselesi (sorunu) yoktur! Kürt kardeşlerimin sorunu vardır!” dedi. Çok farklı anlamları olan iki cümleydi: Yani kolektif Kürt hakları yoktur ama ihale, ticaret, bayilik için Kürt kardeşlerim (bana göre bunlar milletvekilleri ve çevreleridir) bana gelsinler demek istemişti. Ben öyle yorumladım. Başbakan’ın Bölgede gösterdiği adaylarla ilgili (il düzeyinde) iki örnek vermek istiyorum: Diyarbakır’da AKP’nin ilk iki adayı (Mehdi Eker ve Galip Ensarioğlu) Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel merkezi politikasını savunuyorlar. Zaten biri için organik tarım adına devletin arazilerini kullandırdığı, diğerinin de sadece uğraştığı ticaretiyle ilgilendiği söyleniyor. İkisinin de Kürtlükle ya da Kürtlerin kolektif haklarının kullanımıyla ilgili bir mücadeleleri yoktur. Mardin’in birinci sıra adayı: Muammer Güler! Hrant Dink cinayetinde Celalettin Cerrah’la beraber ihmali olduğu halde bundan sıyrılan biri. Üstelik Mardin halkının pek te sempatiyle bakmadığını biliyorum. Son göreviyse ilginç: Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı! Ya, Başbakan bu bölge insanının bir zamanlar JİTEM’in, Jandarma’nın yaptığı görevle eş tuttuğu bu makamla mı Kürt sorununu çözmeyi düşünüyor? Bana göre-eğer varsa!-akrabalarının dahi oy vermeyeceği biridir. İkinci aday Gönül Bekin Şahkulubey’in de kadın kotasından girdiğini düşünüyorum. İlk iki sıranın Arap kökenlilere verilmesiyle Mardinlilerin AKP’yi pek sevindireceğini düşünmüyorum. AKP Mardin’de milletvekili çıkarırsa nedeni, orada CHP ve MHP’nin zayıflığından olacaktır.

YSK’nın veto kararı Türkiye ve dünya kamuoyunda bir siyasal darbe olarak görüldü. Kürtlere %10 seçim barajını dolanarak bağımsız adaylarla seçime girme yolları da YSK’ca kapanıyordu. Hukuka dayanmayan bu yöntemi YSK tek başına yapamazdı ve sonuçlarına da katlanamazdı. [Zaten bu böyle anlaşıldığı ve infial yarattığı içindir ki çok geçmeden (21 Nisan) aynı YSK biri hariç (İsa Gürbüz) diğer altı aday (Hatip Dicle, Leyla Zana, Sebahat Tuncel, Gültan Kışanak, Ertuğrul Kürkçü ve Salih Yıldız) hakkında vermiş olduğu veto kararını kaldırdı. Bu yeni karara-kim ne derse desin-YSK’nın ülkede olan ve olacakları-bir kişi ölmüştü, çok yaralı vardı ve birçok yer tahrip edilmişti-görmesi sonucu sağduyulu bir davranış sergilemesi neden olmuştur. ] AKP bu haksızlık karşısında suskun durdu. Başbakan duymamış gibi yaptı. Kılıçdaroğlu dürüst bir tavır takındı. Meclisi toplayalım sorunu çözelim dedi. Onu kutluyorum. Has Parti’yi de tavrından dolayı kutlamak isterim. Cumhurbaşkanı dünya kamuoyunun infialinden sonra belki bir girişim yapmayı denedi. Yine de Cumhurbaşkanı’nı demokrasiden yana tavrından dolayı kutluyorum. Medya’yı demokrasi yanlısı tavrından dolayı kutluyorum. Ergenekonvari bir eylemle karşı karşıya kalmıştık. Seçim meşruiyetini yitirecekti ama yine de AKP sessiz kaldı. Ülkede işler iyi gitmiyordu: Tiyatrovari bir hal almış bir KCK davası, Artık Kürt sorunu yoktur! söylemi ve nihayet YSK vetosu! Veto kararı Türkiye demokrasisinin güçlenmesine katkıda bulunmayan bir karardı. Ülkede Kürt sorununa siyasi ve barışçıl bir yaklaşıma engel oluyordu. Anlaşılan Kürt sorununu bastırmayla çözmeyi planlamışlardı ve SAVAŞ isteniyordu. AKP de Savaş Hükümeti olacaktı. Birileri artık Ergenekonvari (JİTEM, kontrgerilla) taktikler (cinayetler) kullanmıyordu ama siyasi ve barış ortamının oksijenini yok ederek yüzleri yeşillendirerek âdeta boğma yöntemleri kullanıyordu. Ben buna, bir süredir teorisini verdiğim YEŞİL ERGENEKON diyor(d)um. YSK ise evrensel hukuka dayanmalıydı ve bir yargı organıydı, ülkenin allak bullak olmasına neden gösterilmemeliydi. Bunun ayırdına vardığını düşünüyorum. Ama yine de olan olmuş ve kan dökülmüştü.

Diyarbakır’da 20 Nisan’da bir emekçi genç kızla konuştum. “Babam dün (19 Nisan) KCK davası için adliye önüne gitmişti. Öyle dayak yemişti ki, yine de gözünün önünde paramparça edilen 7-8 gence acımıştı. Polis çok acımasız davranıyor. Ya Kürtler insan değil mi?” Kızın gözleri dolmuştu, o çocuk yaşında saatlerce bir işyerinde ekmek parası için çalışıyordu. KCK davası ve daha sonra da YSK veto kararlarını protesto eden insanlara polis çok acımasız davrandı. Gaz bombası, panzer, Toma, Akrep tipi araçlar! Polis’in yurttaşların (özellikle ilçelerde) ev ve işyerlerini (ses veya gaz bombaları ile) tahrip ettiği söylentileri çoğalıyor. Zaten göstericilerin bir kısmı bazı yerleri tahrip ediyor, ya polise ne oluyor(du)? Polis tabii ki izinsiz nümayişlere engel olacaktır ama Anayasa, yasa, hukuk ve evrensel insan hakları düzleminde. Polislerin Diyarbakır BDP il binasının camlarını indirmeleri ve bıçakla tekerlekleri patlatmaları da eylemcileri aratmıyordu. Savcılığın Belediye iş makinelerini hangi nedenle Parti binası önüne getirme nedenlerini araştırması doğaldır. Ama aynı savcılığın devlet malı olan iş makinelerini taş atarak ya da bıçaklayarak tahrip eden polislere bunun nedenlerini sormasını isterim. Dilerim soruşturma bu kapsamda olur. BDP il binasının önünde yakalananlar AKP il binasına götürülüyor. Bırakın binanın içine götürmek, önüne bile-gözaltına alınanları-götürmek büyük bir skandaldı(r). AKP il binası gözaltı merkezi olarak kullanılıyor. Yakalananlar buradan Emniyet’e götürülüyor. Bu tür bir davranış (eskiden) 12 Eylül’de Merkez Komutanlıklarında olurdu. Toplama merkezi gibiydi oralar. Şimdilerdeyse ancak Suriye’de Baas Partisi il/ilçe binalarında oluyor. Baasvari bu davranışın ülkeyi ileri bir demokrasiye götürmeyeceği bilinmelidir. Devlet (maalesef Hükümet?) Diyarbakır polisi ve amirleri hakkında soruşturma açmalıdır. Diyarbakır Valisi ve Emniyet Müdürü AKP il binasının nasıl ve hangi nedenle(?!)-belki de bilmediğimiz bir yasa vardır?-toplama merkezi olarak kullanıldığını müfettişliklere ve savcılıklara izah etmelidirler.

Bismil’de (20 Nisan) YSK’nın veto kararını protesto eden kitleye polisin ateş açtığı iddia ediliyor ve İbrahim Oruç adlı bir genç ölüyor. Denir ki polis, ölen ve orada o anda yaralı yatan gençlere tekme ve dipçik vuruyor. Yerde yatan Oruç’un cesedinin yanında kırık dişlerinin bulunduğu anlatılıyor. Bunlar birer iddiadır. Doğruluk derecesi mutlaka araştırılmalıdır. Savcılığın ve adli tıp’ın bu araştırmaları yapacağını diliyorum. İçişleri Bakanı Osman Güneş’in tavırlarından polis müdahalelerini orantılı bulmuş gibi anlıyorum. Ülkeyi güvenlik içinde seçime götürecek bağımsız(!) bir bakandan bahsediyorum, değil mi ya?

Kimse bu yazdıklarımızdan BDP’yi övdüğümüzü ya da AKP’yi yerin dibine soktuğumuzu çıkarmasın. Yeri geldiğinde BDP dâhil her kişi, kurum ve devlet(ler)e en ağır eleştirileri yaptığımı okurlarım bilir. Benim amacım bu ülkede AB tipi demokratik, sosyal hukuk devletinin inşa edilmesidir. Bu ülkede eşit yurttaşlık temelinde yeni bir sözleşme (anayasa) yapılması ve BARIŞ’ın tesis edilmesidir. Ancak gördüğüm, askeri vesayeti (TSK ile anlaşarak) AKP’nin devraldığıdır. En önemi emareyi de MGK’nun (24 Şubat) toplantısında (Terörle Mücadele Strateji Belgesi) ve Başbakan’ın AKP adaylarını tanıtım toplantısında gördüm: “Camilere ve din adamlarına terörle mücadelede görev!” “Terörle mücadelede üniversitelerle, STK’larla, düşünce kuruluşları ile işbirliği!” “Bölgede akil adamlarla(!) işbirliği!” “Kürt bölgesine on bin imam!” “Kooperatifçilik(?!)” “Kürt sorunu yoktur!” “Kürt olacaksa benim Kürt’üm!” “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek dil!” “YGS ve şifre olayını protesto eden gençlerin karşısına beş bin, on bin tane genci koyarız!”(Bu söylem Ortadoğuda’ki otoriter ve diktatör rejimlerde düzenlenen gösterilerde diktatör devlet başkanlarının-Beşar Esad örneğinde olduğu gibi-“rejim yanlıları”nı sokağa dökmelerini anımsattı.)

Başbakan’a-sanırım “GIRGIR” okumuyor olacak ki!-anlatamadık: Seçtiğin adayların-seçimi kanırsan-parmak kaldırarak belki seni devlet başkanı yapabilirler. Seçtiğin Kürtlerin zaten Kürtlük diye bir idealleri yoktur! Alevileri asimile ederek Sünnileştirmeye son hız verebilirsin! Polis Teşkilatı’nı saf kan YEŞİL ERGENEKON’a dönüştürebilirsin! Ya, Ortadoğu diktatörlüklerinde yükselen “Özgürlük” taleplerini görmüyor musun? ABD Mübarek’i koruyabildi mi? Esad veya Kaddafi Hanedanlarının yarım asır daha iktidarda kalacaklarını mı düşünüyorsun? Bizler tüm siyasi partilerden ve sizden herkesin eşit ve özgür olduğu bir ülke istiyoruz! İnsanı merkeze alan özgürlükçü bir anayasa istiyoruz! Modern ve evrensel bir hukuk (adalet) sistemi talep ediyoruz! İnanç ve düşünce özgürlüğünün AB düzeyinde olmasını istiyoruz! Kadın ve erkek eşitliğini, ekolojiye saygıyı istiyoruz. Yoksulluğun olmadığı bir ülke istiyoruz. Eğer bu ülkeye özgürlük, gerçek demokrasi, adalet, eşitlik, kardeşlik ve ekonomik refah getiremezsen seni alkışlayanlar seni götüreceklerdir!

1 MAYIS ÜTOPYASI



1 Mayıs’ta
Kimler yoktu ki alanlarda
İşçiler Memurlar Köylüler
İşsizler Öğrenciler
Mangal yürekli devrimciler
Anarşistler
Komünistler

Kimler yoktu ki
1 Mayıs’ta alanlarda
Nazım ile bakkal Garabet
Mustafa Suphi ile Doktor Hikmet
Behice ablayla Ayşe Şan
Paramaz ile Deniz
Gök gözlü İbrahim
Yıldız bakışlı Mahir
Diyar−ı Bekir’den Dörtler
Ve Ahbarik Hrant

Toz toprak
Davul zurna
Halay ve slogan arasında
Ape Musa ile elele
Ayağında terlikle
Küçük Uğur giriyor alana

Ve ansızın
Güzel günleri muştulayan
Binlerce balonla
Güvercin semalarda

“Yepyeni bir güneş doğuyor
Dağların doruklarında
Mutlu bir hayat filizleniyor
Kavganın ufuklarında”…