1 Temmuz 2012 Pazar

BULMACA: KİM BU ADAM?





Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

“Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. Deliysem deliyim. Deliliğimi kabul ediyorum. Ama benimki faydalı delilik. Zekâyla delilik arasında çok ince bir çizgi vardır. Kendime dahi dersem ayıp olur, bunu başkaları söylesin.(…)Beynimin freni yok. Şu anda konuşurken, arka tarafta üç senaryo daha var. Tak tak tak! (…) Seksi rakamları severim. Aganigi naganigi de benim buluşumdu.(…)Evet, Ali Taran üçkâğıtçı. Cüneyd Zapsu’ya, Ömer Faruk Doğan’a sorun. O zaman dış ticaret müsteşar yardımcısıydım. Tarım ve Hayvancılık Ürünleri Daire Başkanı Ömer Faruk da badem bıyıklıdır. O zaman Fiskobirlik fındıkları satamıyordu. ‘Oğlum, fındık seks gücünü artırır. Ben her gün bir avuç fındık yerim’ dedim. Fındık Tanıtım Grubu’nu kurdum. Sloganım, Öztürk Serengil’den ilhamla ‘Abidik Gubudik’ti. Ali Taran da aldı bunu, Aganigi Naganigi yaptı, bir-iki milyon dolar kazandı. Bari söyle, benim buluşumun üstüne sıçtın be! Ondan sonra Ali Taran ‘müthiş beyin’ oluyor!(…) Zaten çıldırmış adamım. ‘Şu Çılgın Türkler’i okumadınız mı? Atatürk de bir çılgındı. ODTÜ’de ülkücüydüm. Devrimcileri dövüp dövüp atıyordum. İki ülkücü vardı: Biri Kürşad Tüzmen, diğeri Üzeyir Kaptan. İkimiz, 10 bin kişilik okulu sustaya çevirmiştik. Zafer Çağlayan diyor ya, ‘Eskiden tanışıyoruz’ diye. O zaman ülkücüydü, şimdi ‘Kürt’üm’ diyor; fark etmez, ülkücü türkücü... ODTÜ’den gider, Yükseliş’te onları dayaktan kurtarırdım.(…)Canlı hedefler üzerinde çok çalışmamız olmuştur. Yok, artık, siz de beni mafya lideri yaptınız! Çok iyi silah atarım. Bombalandık, tarandık, kurşun yaralarım var. Kimseye göstermedim ama size gösteririm. Kaç kere ölümden döndüm.(…)Benim oğlan Belgütay bana, ‘Ana sınıfı çocuğu’ diyor. ‘Yalan Dünya’daki Orçun gibi ayağını çarpıtıp ‘Babam doğuştan andropoz anne’ diyor. Ben doğuştan andropoz adamım.(…) Yedi sene bakanlık yaptım. 70 sene mi yapacağım? Bırakın da hayatımı yaşayayım. Şimdi de Aydın Ayaydın ve oğlu Gökhan Ayaydın. Ulan erkekseniz…(…) Kadınlarla dövüşmem, sevişirim. Zerre kadar erkekseniz, aşiretinizin olduğu Mardin’de ring kuralım. (Aydın Ayaydın’ın ‘Mardin’de aşiretiz’ sözleri üzerine) Hepsi gelsin, ben karşılarına tek başıma çıkacağım. Eğer onlar beni döverse kabadayı falan değilim.(…) Dövüş benim sanatım, o zaman görürsünüz. İçimde bir kaplan var. Canı isterse dışarı çıkar, o an ikisi de yerdedir. Kaç dakika sürer? Beş-altı dakikada ikisi birden yerde.(…) Annem Kasımpaşalı. Kasımpaşalıyız, bol paçalıyız. Başbakan’a diyorlar, aslı burada. Babam çok efendidir. Ama anne tarafımda yırtıcılık var. Annem dişi aslan ama ben kaplan doğdum.(…) Ben ağır bir adam olamam. Ölürken de inşallah böyle olacağım. Ayakta ölürüm, yatakta ölmem. Ya yatayım, ya dikeyim. Yatay olduğum zamanlarda da problemler oluyor, dikey olduğumda da.(…)Aynen devam. Gökçeada’da dalgıç arkadaşlarımla harika bir hayat süreceğim. Sonra Başbakanımız’ın Mersin mitingine katılacağım. Ankara’ya dönüp danışmanlık hizmetlerime devam edeceğim. Böyle bir enerjim olduğu için benimle çalışan şirketler çok mutlu.(…)Irak Petrol Bakanı Amir El Raşid de, Putin de bana ‘Dinamo’ dedi... Bir Superman, bir He-Man, bir de Tüzmen var. Ben sokaktan geliyorum. Dedem paşa ama ben sokakta yetiştim. Bana ‘külhanbeyi’, ‘kabadayı’ diyebilirsiniz. Yabancılar ‘Tiger’ (kaplan) derdi. Siz de Kürşad Kaplan diyebilirsiniz. ODTÜ’de lakabım ‘Kemikkıran’dı.(…)Doğru. Mahşer pezevengi gibi oluyorlar. Ulan 60 yaşındasın, saçların simsiyah. Ne oluyor? Saçlarımı boyamayacağım ama AB’ye girince bıyıklarımı keseceğim.(…) Çok şükür iyiyim. Hayatı ciddiye almıyorum, tamam mı? Hep öyleydim. Çok ölümden döndüm. Elimdeki şu iz, kendi silahımdan çıkan mermiyle. Alnımı sıyırdı, saçlarım yandı. Çizilen yazı neyse, Allah tarafından biçilen ömürdür. Caz çok seviyorum. Saksofon çalmayı çok istiyorum. Ud ve ney sesi çok hoşuma gidiyor. Allah yapısı şeylere zaafım var, kul yapısı şeylere yok.(…)Günahkârım, günahkâr bir enstrümanım. Zengin değilim, hatunlara dağıttım. İki motosikletim, bir minibüsüm var. Tüm mal varlığım bu. Beş evim vardı, çocuklarımın hepsine dağıttım. Mezarımı hazırladım, Karşıyaka Mezarlığı’nda yer aldım. Mevlana, ‘Yaşarken ölün’ diyor. Ben yaşarken çok öldüm. Bende çok hatunun emeği var. Ahı olanlar da var mutlaka...(…)Beni ancak kalleşçe yakalayıp kahpece vurabilirlerdi. Yaptılar ve kaçtılar. Üç gün saklandılar. Babasının oğlu, yalancı. Bana küfretti, ben de ona küfrettim. Babasını dövmemden bir ay sonra arkadaşların öç alma günü gelmiş. Düğünün sahibi Recai Ersan, çok değerli büyüğümdür. Sümer Oral, Abdülkadir Aksu, Nadire İçkale’yle birlikteydim. USA Today’in Türkiye Temsilcisi Laila diye bir kız geldi yanıma. Bir kadın dansa davet ettiğinde reddedebilir misiniz? Laila da uzun boylu, güzel bir kız. Şov yaptık. Üç dört kişi, ellerinde içki kadehleri bizi izliyordu. İçlerinden şişman olan, üç basamak üstten bir hareket; güm diye bir kafa bana. Alnıma, yanağıma… Bir şey yapamadım, üç dört kişi üzerime çullandı. Belimde silahım var; Allah korusun! Silahı erkek adam taşıdığı zaman bir adabı var; çıkardınız mı vurmanız lazım. Bunlar, delikanlılık âleminin özel kurallarıdır. Kalktım, kör topal. Gözlüğüm düştü. Kahpe bunlar. Kaçtılar, polis arıyor, yoklar. Telefonlarının bataryalarını çıkardılar. Madem gıcıklık var, adam gibi ‘Gel bakalım dışarı’ dersin. Görebiliyorsan hesabını, görürsün. Deniz Gezmiş neden hâlâ yaşıyor; delikanlı, yiğit adamdı.(…) ‘Ayaydın’ın validesine ve ailesine saygılarımı sundum’ sözünü söylemekle hata ettim. O gün verdiğim demeçlerde, ‘Bana ilk önce küfretti, ben de ona küfrettim’ demem yeterliydi. Ama serde külhanlık var, ‘Validesine, ailesine hürmetlerimi sundum’ dedim. Yanlıştı; kabul ediyorum.”( Hürriyet’ten Gülden Aydın’ın röportajından alıntılardır.)

Bu sözleri söyleyen kim? Ajdar mı? İçinde bir Ajdar taşıyan kişi mi peki? Ya kim? ODTÜ’de on bin kişiyi bir arkadaşıyla tek başına döven bu adam kim? Yani adam başı beş bin kişi düşüyor(!) Zal oğlu Rüstem diyeceğim ama Rüstem bir Kürt kahramanı, uymuyor! Ve bu arada solcuların (devrimcilerin) ne kadar korkak olduklarını da zatiallerinden öğrenmiş olduk? Ben böylesi korkak bir solcu gruba hayatımda rastlamadım doğrusu! Mardin’in Derik ilçesinin ortasında bir Kürt aşiretiyle deplasmanda (ringte) tek başına boks maçı yapmak isteyen kim olabilir? Faşistliği ile övünen bu adam kim? Ülkücü olmakla övünen bir eski AKP’li Bakan. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın A Takımı kadrosundan biri. Bize yıllarca bakanlık yaptı. Anne tarafından Kasımpaşalı! Kim olduğunu bilin o halde. Bu sözleriyle bizimle dalga geçmiş, şaka yapmış, kafa bulmuş olmalıdır. Biraz da iyiye yormak istedim. Ya böyle değilse? O zaman: Bu ülke insanları böylesi şahısları “bakan” yapsınlar diye mi siyasi partilere ve liderlerine oy veriyor? O makamlara oturanların seçmene ve halka karşı söylemlerinden dolayı bir sorumlulukları yok mudur? Tak tak tak! Yazık, çok yazık!

Ozgür Haber:
http://www.ozgurhabergazetesi.com/makale.asp?makaleno=954



ULUDERE’DEN AĞRIMIŞKEN ŞİMDİ DE URFA



Adil Okay
okayadil@hotmail.com

“Zindanlar ‘Hukuk’un taşlarından yapılmıştır,
Kerhanelerse Din’in tuğlalarından.”

Cumartesi gecesi, büyük olasılıkla bizler klimalı odalarda veya vantilatör karşısında serinlemeye çalışır ve sıcaktan şikayet ederken, şanlı Urfa cezaevinde yaşları 20-25 arası değişen 13 mahpus “devlet dersinde” yanarak can verdi. Yangının “isyan nedeni ile çıktığı” bildirildi. “Sıcaktan bunalan mahkumlar kavga etmiş ve kendilerini yakmış” diyenler bile oldu. Devlet erkanı ve kalemşorları hemen sanal argüman bulmaya giriştiler. Uludere katliamı üzerine ilk yapılan ırkçı-milliyetçi, sevgisiz hatta alçakça diyebileceğim açıklamaları unutmadık. “Onlar insan değildi, kaçakçıydı, zengindi, bölücü örgüte kuryelik yapıyorlardı v.s…” diye yazanlar, gerçek ayan beyan ortaya çıktığı halde hayasızca yalan üretmeye devam ediyorlar.

Urfa’da cezaevi katliamı göz göre göre geldi. Adalet bakanı bu kez yalanla kendini kurtaramıyor. Konuşmalarında satır aralarından gerçekler sızıyor. 275 Kişilik cezaevinde 1000 kişinin kalmasını “geçici bir durumdu” diye açıklamaya çalışırken sirkatini söylüyor. Oysa 2012’de Mazlum-Der ve İHD “Urfa cezaevine dikkat” diye rapor yayınlamışlardı. Keza Urfa Baro başkanlığı aynı konuda rapor sunmuştu. Adalet bakanı ve yetkililere sunulan bu raporlar okunmamış olabilir mi. Okunmuyorsa ne iş yapar bu bakan ve yetkililer. Peki, bay bakan yine aynı cezaevinde yakın zamanda iki isyanın daha patlak verdiğini de mi duymadı. Temmuz 2010’da aynı cezaevinde, bir politik mahpusun koşulları protesto için kendini yaktığını da duymamış olabilir mi? Oysa mahpuslar defalarca yazdıkları şikayet dilekçelerinde sorunlarını dile getirmişlerdi: Sıcak sorunu, duş ve yatak sorunu, doktor sorunu, kantin sorunu, keyfi cezalar, işkence… v.d.

Tüm bu insanlık dışı uygulamaları sağır sultan bile duymuştu. İnsanların tabi özellikle muhaliflerin en mahrem ilişkilerini bile kayıt altına alan, izleyen, gözleyen devlet, “Devlet evinde” yani (c)eza evlerinde yaşananları bilmez mi? Yalan söylüyor Adalet bakanı. Sık sık yaptığı gibi. Kızım Öykü’nün mahpus amca ve teyzelerine yolladığı balonları yasaklayan da aynı adalet bakanıydı. Konu Akın Birdal tarafından meclise taşınınca “bay Bakan”, “Çocuk Öykü’nün balonları hukuku gevşetir, o nedenle yasakladık, uygulamalar tüm cezaevlerinde aynıdır ve genelgelere uyulur” diye bize cevap vermişti. Oysa balonlar bazı cezaevlerinde mahpuslara verilmiş bir kaçında ise sakıncalı ve tehlikeli diye yasaklanmıştı. Yani ortak bir karar-uygulama- genelge yoktu. Var olanlar da mahpusların aleyhine yorumlanıyordu. O zaman da yalan söylemişti Adalet bakanı. Şimdi de yalan söylüyor. (Bkz. Adalet bakanına açık mektup Adil Okay. http://adilokay.com/haber_detay.asp?haberID=271)

12 Eylül hukuku devam ediyor


Pamuk Yıldız’ın “O hep aklımda” adlı, 12 Eylül döneminde Mamak cezaevinde yaşananları yazdığı romanı okudunuz mu, Çayan Demirel’in yönettiği, 12 Eylül döneminin Diyarbakır zindanının anlatıldığı 5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984… adlı belgesel filmi izlediniz mi? Ya da Diyarbakır zindanı ve Dörtlerin gecesini de kapsayan “karanlığın içinde aydınlık yüzler – ölülerimiz konuşuyor” adlı tiyatro oyununu izlediniz mi? Bunlar ve bu konularda yazılanlar tarih değil. 28 Tutsağın katledildiği 19 Aralık 2000 “Hayata dönüş” daha doğrusu hayat söndürme operasyonu tarih değil. Sivas madımak tarih değil. Devam ediyor. Uludere ile devam ediyor. Urfa yangınıyla devam ediyor. Geçmişte tüm hükümetler 12 Eylül faşist hukuğundan yararlandı, şimdi de AKP, eskiyi aratacak denli fütursuzca yararlanıyor… “Düşünce ve ifade özgürlüğünden yaşam hakkımıza dek her şeyin egemenliğin tasallutu, tehdidine maruz bırakıldığı, kaldığı vahşet kesinde, zalimlerin ikiyüzlü suratı asla kızarmamaktadır… Diyarbakır zindanı, Mamak, Metris ve ötekiler geçmişte kalmadı; yok böyle bir şey! Gül yüzlü Güler Zere’yi anımsayın, bir de Engin Çeber’i! Bunlar, anlatmak istediğim her şeyi açıklar, anlatır…”

1980 Yılında Adana cezaevinde yaşadıklarımız ve Urfa

“(…) Ve fotoğrafları yırtıyorlar, mektupları yırtıyorlar, sırf gıcıklık olsun diye. Öyle bir talandı. Bu tür aramalar tabi bizim çok başımıza geldi. Ayrıca oradaki yaşama koşullarımız da son derece rezildi. O yaz sıcağında bir yatakta iki kişi yatıyoruz. Yataklar kauçuk, cehennem sıcağı.

(…)Serçe parmak kalınlığında bir hortumdan su akıyor, gece sıraya girerdik duş yapabilmek için. Duş yapmadan uyuyamıyorduk. Duş yapınca da biraz serinlik olsun da biraz uyuyabilelim diyorduk, ama sabah üçte veya dörtte bize sıra gelirdi. O zaman ancak biraz uyuyabilirdik. Cezaevinde kaçta uykusu gelir insanların? Gece onda, on birde, o saatten yani gece saat ondan, on birden sabahın üçüne dördüne kadar bir parça duş almak bir parça serinleyebilmek bekliyorduk. Perişandık, bitlendik, bütün koğuş bitlendi…”

(…) Pazarlık sonucunda savcı, ‘Dayak ve işkence olmayacak, açın kapıları ’ diye söz verdi. Açtık kapıları, jandarmalar iki tarafa dizildiler ve mahkumları tek tek aradan geçiriyorlar. Jandarmalar dizilmiş böyle elli metre yüz metre boyunca, elli jandarma bir tarafta elli jandarma bir tarafta veya yüz bilemiyorum, aradan geçerken cop yiyoruz. Benim elim kolum sakat ve sargılıydı, sargıyı gizlemek için uzun kollu giyindim, elimin sakat olduğunu görürlerse daha çok döverler, ha sen elebaşısın yaralanmışın derler falan diye ama yine de o aradan geçtim cop yiyerek, tak tak tak copları yiyerek koşuyorsun. Sonra bizi avluya çıkarıp, yere yatırdılar, gündüz vakti, işte sabahın dokuzunda, Adana sıcak, yazın Adana’da sıcak nasıl olur bilen bilir. Avluya betona yatırdılar bizi, ellerimiz ensemizde, yüzüstü... (…) Ve saatlerce bizi o güneşin altında yatırdılar. İnanılır gibi değil ama terden beton sırılsıklam oldu, yağmur yağmış gibi, evet terden. Koğuşlarımızı tarumar ettiler, güya arama yaptılar, neyimiz var neyimiz yok yerlere atmışlar, bavulları birbirinin içine boşaltmış, üst ranzadaki eşyayı aşağı atmışlar, mektuplarımız karışmış, fotoğraflar karışmış, birçoğunu yırtıp atmışlar, tam bir talan yani. Tabi bu ilk değildi. Sık olan bir şeydi. Gerçi darbeden sonra cezaevinde yatan arkadaşlarımız çok daha fazlasını yaşadılar bunların.”

Yukarıdaki satırlar, M. Şehmus Güzel’in “Adil Okay ile geçerken” adlı kitabından alınmıştır. Dikkat çekmek istediğim 12 Eylül hukukunun devam ettiğidir. Söyleşide anlatılanlar 12 Eylül faşist darbesinden birkaç ay önce Adana cezaevinde yaşadıklarımızın bir bölümüdür. Hava sıcaklığının 50 derecelere dayandığı Urfa cezaevinde de bu sorunların (bir çok cezaevinde olduğu gibi) katmerlisi yaşanıyor. Ve mahpuslar her gün, her an işkence yaşıyor. Açıkça görülüyor ki: 12 Eylül hukuksuzluğu AKP eliyle sürdürülüyor.

Cezaevlerinden gelen binlerce mektup tanıktır yaşananlara

Cezaevlerinden dışarıya yollanan mektuplar yaşananlara birinci elden tanıktır. Ayrıca şikayet dilekçeleri, basına yansıyanlar, demokratik kitle örgütlerinin raporları… Pozantı skandalı, Osmaniye ve Hatay cezaevleri sorunları- yani işkenceler- şu anda mecliste. Ama ateş tüm ülkeyi sarmış. 130 bin tutuklu ve hükümlü zor koşullarda yaşıyor. Yeni gelen iki mahpus mektubundan birer paragraf aktarayım:

Yeliz Türkmen… Gebze M tipi cezaevinden yazıyor:

“Merhaba Adil arkadaş,

Hastaneye giderken de sorun yaşıyoruz. Kapıda tüm kimlik bilgilerimiz ellerinde olmalarına rağmen kimlik bilgisi istiyor askerler. Öyle ya amaç zorluk çıkarıp götürmemek için bahane aramak. Hastanede muayene odasından çıkmazlar. Yani askerin yanında muayene olmamızı dayatıyorlar. Var olan hastalığımızdan öleceğimizi bilsek de böyle gayri ahlaki bir dayatmayı kabul etmiyoruz. Var olan kendi yasalarına dahi uymuyorlar. En ufak bir hak alma-arama talebi dahi saldırıyla karşılık bulan bu düzende aksini beklemek hata olur…”

Tayyar Eroğlu, Sincan F tipi hapishaneden yazıyor:

“Merhaba sevgili Adil amca, (...)Ağırlaştırılmış müebbetliklerin kapıları günde 4 saat açılıyordu. Bu bile yetmezken şimdi 1 saate indirildi. 10 metre karelik alanda 23 saat kapalı kalıyorlar. Gerekçe “iyi halli” olmamaları. Yani hapishane idaresinin tüm keyfi uygulamalarını kabul etmemek, “iyi hal”in bozulması demek. Neleri kabul etmemiz isteniyor? Sıralayayım: telefon hakkımızı, tekmil dayatmasını kabul ederek yapmamız isteniyor. Hastane sevklerinin geç yapılmasına ve hastanenin bekleme yeri varken ring aracında saatlerce beklemeye razı olmalıymışım. Yani hastalığımızın daha da ilerlemesine itiraz etmemeliyiz. Yemeklere, hasta tutsaklara diyet yemek verilmemesine itiraz etmemeliyiz. Yasal sohbet hakkımız 10 kişi, 10 saatken ve tutuklu – hükümlü ayrımı yokken, idarenin haftada 6 saat 6 kişi uygulamasına yine ses çıkarmamalıymışız. Hücreden her çıkış ve girişte ayakkabı aramasına riayet etmeliymişiz. Tecrit işkencesini protesto etmemeliymişiz. Her ay açılan keyfi soruşturmalara, verilen disiplin cezaları nedeniyle yıllara varan açık görüş yasağına boyu eğmeliymişiz. Kişi başına 10 kitap sınır… V.d.”

Sonsöz: İşte “Bu nedenledir ki bütün bu inceden inceye tasarlanmış, Dr. Mengele’varî bir titizlikle kotarılmış “yasak”lar, (ve F tipi olsun olmasın, “terör” ile ilişkilendirilmiş siyasî tutsakların tutulduğu tüm cezaevlerinde süregittiğini bildiğimiz diğer bütün uygulamalar: kaba dayak, soyarak arama, olur olmaz saatlerde hücrelere baskın yapıp ortalığı altüst etme, süngerli oda, mektuplaşma, görüş yasakları, kelepçeli muayene, ısıtmama…) en dolaysızından, çırılçıplak, buz gibi bir intikam/teslim alma/boyun eğdirme/kişiliğini kırma ameliyesinin unsurları. Mekânsal, fiziksel tecridin boyun eğdiremediğini, türküleri, çiçeği, duvara resim/giysi asmayı, eşyaların yerini değiştirmeyi… kısacası belki de onlarca yıl yaşamak zorunda kalacağınız yeri kişiselleştirecek, size ait kılacak, dolayısıyla da özgüveninizi güçlendirmeye yarayacak her türlü çabayı yasaklayarak teslim almak… Hücreyi ne ise o olarak tutmak ve bunu tutsağa her daim duyumsatmak: kişilik dışı, buyurgan, cezalandırıcı bir baskı aracı… O kadar…” Ve Sivas’ı “zaman aşımına uğratan” devlet, Uludere’de suskun kalmayı tercih eden devlet bu gün göz göre göre gelen Urfa katliamı üzerine yalan söylemeyi tercih ediyor.



Yeni CHP Ve Demokrasi Sorunu



Mustafa Elveren (Em.Öğrt)
elverenmustafa@hotmail.com

Dersimli hemşerimiz Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığına getirilmesiyle birlikte partide önemli gelişmeler olduğu görülmektedir.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına kimin veya kimlerin getirdiği bence hiç bir önemi yoktur. Önemli olan kendisine verilen rolü çok iyi oynamasıdır. Dersine çok iyi çalıştığı ve şimdilik başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak, geliştirdiği yeni siyaset dili nedeniyle CHP içindeki ulusalcı guruplar tarafından her an alaşağı edilmesi de mümkündür. Çünkü Osmanlı’da olduğu gibi CHP’de de oyun çoktur.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP” söylemi ile Kürt sorunu, emek, barış ve özgürlük bağlamında demokrasi savunuculuğunu yapmasını şahsen ben çok önemsiyorum.

Artık uzlaşmaz ulusalcı Kemalistlerle işbirliği yapmak mümkün değildir. Fakat demokrat, laik ve evrensel hukuk ilkelerini benimsemiş Kemalistlerin de potansiyel varlığını göz ardı edemeyiz. Bana göre Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP” söylemi bu durumu ifade etmektedir.

CHP içinde tanıdığım çok sayıda dostlarım ve arkadaşlarım ile hemşerilerim vardır. Diğer taraftan Halkın Demokrasi Kongresi (HDK) çevresiyle de ilişkilerim çok iyidir. Dolayısıyla bu yazıda yapacağım tahmin ve tahlillerin doğruluğu daha fazladır. İşte öngörülerim;

2013 Yılında yapılacak Yerel Yönetimler Seçimi İle İlgili Tahminlerim;

Önceki yerel seçimlerde CHP’nin sol, sosyalist ve Kürt muhalefeti ile dolaylı olarak seçim işbirliği gündeme gelmiş, ancak CHP içindeki bazı ulusalcı kesimlerin direnişiyle karşılaştığı için bir türlü gerçekleşemeyen seçim işbirliği bu defa mümkün olabilir.

CHP ve HDK kulislerinden fısıldanan seçim işbirliğine dair söylentileri kısaca şöyle açıklayabilirim;

1- CHP’nin oy oranının az olduğu seçim bölgelerinde aday göstermeyip HDK adaylarını, aynı şekilde HDK’nin güçsüz olduğu yerlerde ise CHP’nin adayları desteklenmek suretiyle ortak bir protokol oluşturulabilir.

2- Belirlenen seçim bölgelerinde önceki seçimlerde her partinin aldığı oy oranına göre belediye ve il genel meclisi üyeliği için ortak bir liste oluşturulabilir. Mahalle muhtarlıkları için de aynı yöntem söz konusu yapılabilir.

3- Seçim çevresindeki oy potansiyeli ile sosyal, kültürel ve coğrafik konumları göz önüne alarak demokrat dindarlar (tüm dinler ve inançlar dâhildir) ile liberallerin de bu işbirliğine dâhil edilmesi mümkündür.

4- Eğer yerel seçimlerde bu işbirliği başarılırsa ve olumlu sonuç elde edilirse, AKParti diktatörlüğüne karşı Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinde de benzer ittifaklar geliştirilip, sürdürülebilir.

Konuyla ilgili olarak CHP ve HDK çevresinde ayaklı gazetelerden bu yönde bazı duyumlar almaktayız. Hatta bir-iki büyük ilin aday adaylarının isimleri kulislerde şimdilerde dolaşmaktadır.

Daha önceki yazılarımda da açıkladığım gibi “CHP’de vitrin değişti, fakat zihniyeti zor değişir” demiştim. Bu defa zihniyeti de değişir mi? Hep birlikte takip edip göreceğiz.

Günün şartlarına ve uluslararası siyaset konjonktürüne göre herkes kendi çıkarları ve idealleri doğrultusunda herkesle işbirliği yapabilir. Yıllar önce Sayın A. Öcalan’ın söylediği şu sözünü hatırladım “Gerekirse Şeytanla bile işbirliği yaparım.” Bence yabana atılacak bir söz değildir.

Yukarıda açıkladığım seçim işbirliği formülünün mimarı ben değilim. O nedenle hiç kimse benim Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye umut bağladığımı algılamasın.

Geçmişte postalcı siyah Kemalizm’e karşı böyle bir ittifak yapamadığımız / başaramadığımız için demokrasi mücadelemiz hep sekteye uğradı. Bu gün ise Kemalizm’in takunyacı yeşil versiyonu olan AKParti diktatörlüğüne karşı geliştirilmek istenen bir formüldür.

Bilindiği üzere, Türkiye’de Kemalizm gerektiğinde renk değiştirerek iktidarını sürdürmektedir. Ancak, gerek yeşil, gerekse siyah-kırmızı Kemalizm’i destekleyen kaygan büyük bir seçmen potansiyelinin mevcut olduğu da bilinen bir gerçektir.

İşte bu kaygan seçmen potansiyelini yakalamak için yukarıda açıkladığım formülü uygulamak etkili olabilir.

Yukarıda da belirttiğim gibi bu formülün yaratıcısı ben değilim. Ben sadece bu formül ile ilgili öngörülerimi paylaşmak istedim. Demokrasi mücadelesi açısından denenmesinde fayda vardır.