30 Temmuz 2013 Salı

Bu Başbakanla Alevilik Sorunu Çözülemez!..



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
Her şeyden önce bu Başbakan geçmişte seçim kampanyalarında meydanlarda CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğine karşı çok kışkırtıcı konuşmalar yapmıştır.
Örneğin;
 “Hacı Bektaş-ı Veli’nin tavsiyesini ilettim. Kendisi Alevi kültüründen ya. Rahatsız olmuş.”(1) Başbakan bu sözleri sarf ederken karşısında bulunan binlerce kişi tarafından Sayın Kılıçdaroğlu’nun kimliği üzerinden Alevilik defalarca yuhalanmıştır. Buna benzer Alevilerle ilgili çok sözler sarf etmiştir.
Başbakan ve AKParti bu güne kadar Alevilerle ilgili bakın neler yapmış;
- İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde dozerlerle Karacaahmet Sultan Dergâhı’nı yıkmaya çalıştı.
- Alevilerin ibadet yeri olan Cem evleri için “cümbüş evi ” dedi.
- Alevilerin haz etmediği Yavuz Sultan Selim’in adını 3. köprüye verdi.
- İktidarda olduğu 11 yılda mecliste Alevilerle ilgili verilen kanun tekliflerini Genel Başkanı olduğu partisi AKP reddetti.
- İktidarı döneminde Cem evlerinin yasal statüye kavuşması için hiç bir adım atmadı. Mecliste Cem eviyle ilgili verilen kanun tekliflerini partisiyle beraber reddetti.
- Sivas Katliamı sanıklarına avukatlık yapanları kendi partisinde vekil yaptı. Hükümette bakanlıklar verdi.
- Sivas Katliamı Davası’nın “zamanaşımına ” uğramasıyla ilgili Hayırlı olsun” dedi.
- Alevi olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a her defasında “Alevi” vurgusu yaparak eleştirdi. Suriye politikasını eleştirenleri “mezhep yüzünden Esad’ı desteklemekle” itham etti. Suriye’de Alevi katliamı yapan cihatçı teröristleri Türkiye’de besledi, silah verdi, para yardımı yaptı Suriye’ye savaşa gönderdi.(2)
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ve İzzettin Doğan; “Müslüman Aleviler”söyleminde hala ısrar ediyorlar. Bunların aklına şaşıyorum. Başbakan’ın amacı Alevileri Müslümanlaştırmak olduğunu artık anlamalıdırlar.
Alevilerin kendilerini netleştirmediğini, o nedenle Başbakan’ın bulanık sudan balık avladığını bilmeleri gerekir.
“İslam'ın özüysek, İslam ortak kimliğini neden kabul etmiyoruz? Bazı kurumlarımız geleneksel kurumlaşmış İslamın içinde değiliz derken fırtınalar koparıp "Biz İslamın içindeyiz, bunlar Alevi değiller" denilmektedir. Birileri de İslamı birleştiren unsur olarak söylüyor, yine aynı grup "Bu İslam bizi katleder" demektedir. Hangisi doğrudur?”(3)
Burada Alevi kurum ve kuruluşlarına da çok iş düşmektedir. Eğer Aleviler inançsal olarak kendilerini tanımlamazlarsa ortak paydalarda hareket edemezler.
Bu çelişkilerin ortadan kalması için Aleviler öncelikle inançsal olarak ortak bir tanımlama yapmalıdırlar. Bu tanımlama mutlaka dinsizleri de kapsamalıdır.
“Bazı vatandaşlar, “Ben dindarım, Allah’a inanıyorum” derken, niçin bazı vatandaşlar “Ben ateistim, inanmıyorum” diyemiyor? Milli birlik-beraberlik mi bozuluyor? Bazıları “rencide” mi oluyor?”(4) 
“Bir insanın gırtlağını acımasızca kesen “dindar”a bakıyorum. Bir de gazdan boğulacak kediye ağlayan ”dinsiz” kadına bakıyorum. Beynimde depremler oluyor…” (5)
Alevilik ve onun Ali’si bu gerçekleri mutlaka kapsamalıdır. Aksi halde Başbakan’ın yad ettiği Ali’ye mahkum olurlar.
Yine birkaç gün önce Başbakan’ın söylediği şu sözler de dikkat çekicidir. “Eğer Alevilik Ali’yi sevmek ise ben dört dörtlük aleviyim” Başbakan’ın bu sözlerini iyi okumak gerekir. Başbakan bu tip sözlerle Alevileri Müslümanlaştırmaya çalışıyor. Halen “Aleviler gerçek Müslümanlardır” diyen bazı Alevilerin bu davranışlarıyla kime ve neye hizmet ettiklerini artık anlamaları gerekiyor.
Aleviler “Başbakan yalan söylüyor, bize iftira atıyor” diye mahkemede dava açarlarsa, ben eminim ki, Recep Tayip Erdoğan kesin olarak bu davayı kazanacaktır. Çünkü Başbakan’ın bahsettiği Hz. Ali Muhammed’in hayatını kurtarmak için kendini feda edecek kadar gerçek bir Müslüman’dır. Eğer Aleviler bu Ali’ye tapıyorlarsa o zaman Başbakan haklı çıkar ve mahkemede davayı kazanır.
Çünkü; “Muhammed Ebu Bekir’in damadı, Ali Muhammet’in damadı. Ömer Ali’nin damadı, Osman Muhammet’in damadı, Muaviye Muhammet’in kaynı, Yezid Muhammet’in kaynı olan Muaviyenin oğlu olduğunu…” (6) bilinen bir gerçek var ortada.
Öyle ise, Alevi kurum ve kuruluşlarının yetkilileri Alevilerin hangi Ali’ye taptıklarını bir an önce ortaklaşıp, açıklamaları gerekir.
Alevi pirleri tarafından “Şahı Merdan Ali”, “Muhammed Ali”, “Ali Dost” gibi sıfatlarla anılan Ali’nin İslam’dan önce var olduğunu bazı araştırmacılar tarafından ortaya konulduğunu biliyoruz.
Yine "Ali sevgisi bir yoldur, bir edeptir, bir felsefedir, insan sevgisidir, bunlar olmadığı sürece Tayyip Erdoğan'ın söylediği sözler dört dörtlük Alevilik değil, dört dörtlük yalancılıktır"(7) tespiti yapanlar da vardır.
Bu tespite göre bu Başbakan’ın Alevilik sorununu çözmesi mümkün müdür?
Başbakan Diyanet’in bünyesinde “Müslüman Aleviler” adıyla bir birim oluşturacak ve bazı Alevi dedelerine maaş bağlayıp, zorunlu din dersleri kapsamında İzzettin Doğan formülü ile Alevileri Müslümanlaştıracaktır. Çok yakında bu uygulamanın yapılacağını hep birlikte tanık olacağız.
Bu çözüm değildir. Gerçek Aleviler bu tür sahte çözümlere karşı itirazlarını ortaya koymalı ve buna karşı mutlaka direnmelidirler.
Her ne kadar dünyadaki siyaset konjonktörü Türkiye’yi demokratikleşme açısından etkilese de bu Başbakanla Alevilik sorunu çözülmesi mümkün değildir.
29.07.2013
NOTLAR:
1. 13 Mayıs 2011 Denizli Mitingi
2.  Odatv.com
3. İbrahim Karakaya – PEYİKÇİ
4. Prof. Baskın Oran /  gomanweb
5. İhsan Eliaçık’ın Faceboox mesajından
6- BARIŞ AYDIN / kaypakkaya-partizan.org/
7. Gülten Kışanak Faceboox mesajından

25 Temmuz 2013 Perşembe

Şiir üzerine küçük not..(*)


Faiz Cebiroğlu

Şiir nedir? Tüm şairlerin, tüm şiir yazanların üzerinde odaklaştığı bu soruya,  ”geneli bağlar” bir biçimde cevap verilmemesi, anlayışla karşılanmalıdır. Tüm verilen tanımlara saygımız olmakla birlikte, şiiri, şiir yapan; şiiri düz yazıdan ayıran elementler vardır., diyorum. Bu elementlerden kalkarak, şiir üzerine, ben de,  küçük bir  not  yazmak istiyorum. Kolay mı, değil. Ama denemkte yarar vardır.

Şiir, sözcük olarak Arapçadır; his, sezgi ve ilham oluyor. Bu anlamda şiir, bir duyguyu, bir olayı, sahip olduğumuz ve savunduğumuz bir tutumu, bir değeri, estetiksel bir şekilde, kelime sanatı ile ifade etmek oluyor.

Örnek mi, vardır:

UMUT FIRINI

Antakya’da sıcak var
Yoksulları yakıyor
Su oldum
Söndürücü su
Aktım

Sıcağı unutmuşum
Nehir olmuşum
Asi nehri
Asilerin nehri..

Antakya’da sıcak var
Fırın gibi yakıyor
Piştim
Ekmek oldum
Halk ekmeği

Sıcağı unutmuşum
Kendim fırın olmuşum
Halk fıını
Umut fırını. ( F.Cebiroğlu / Antakya )

Şiir mi,  bir kelime sanatıdır.

Kelime sanatı mı,  metafordur!

Kelime sanatı olan şiir, belirli elementlere dayanıyor. Bu elementlerin en basiti şudur: Tam tekerlemeler, yarı-tekerlemeler, ses yinelenmesi, ritim ve metafordur. Metefor, simgesel, resimli dil anlatımıdır.

Şiir, edebiyat branşında, bana göre, lirik bölümüne geçiyor. Lirik mi, ”lyra”, ”lyre” den adını alan telli bir sazdır. Yunan edebiyatında, ozanlar şiirlerini bu telli saz aracılığı ile seslendirirlerdi. Bu anlamda ve bağlamda lirik, ozanın duygularını en içten dile getirmek ve seslendirmek oluyor.

Anadolu’du da şiir budur: Liriktir!..

Değişik şiir türleri vardır. Geleneksel şiir türleri vardır. Serbest şiir türleri vardır. Ama şiir hangi türde yazılırsa yazılsın, önemli olan şiirin, şiir olması, yani, kelime sanatı olmasıdır.

Görülüyor, şiirin temel özellikleri vardır. Bu temel özelliklerden en önemlisi, şiirin, günlük olarak kullandığımız sözlü ve yazılı dilden ayrılmasıdır. Bu bağlamda  temel özellikler, simgesel anlatım ile dil tekniği oluyor. Bu mu, şudur: Kelime ve kavramları birleştirmek ve resim dili ile iletmek, şiir yazmak  oluyor.

Şiir, kelime sanatıdır.

Kelime sanatı olan şiir, bir duyguyu, bir tutumu estetiksel bir şekilde tasvir etmek oluyor.

Şiir, simgesel anlatımın öz-bilinci oluyor; ritim oluyor, kafiye oluyor, müzik oluyor.

Şiir, kelime sanatı oluyor!

----------

(*) Tüm yazar dostlara ve okuyuculara iyi bir yaz- tatili diliyorum. Eylül ayında, yeni yazılarla buluşmak üzere…



20 Temmuz 2013 Cumartesi

SENİ ÖLDÜĞÜM GÜN...









Bülent Tekin



Murat Kapkıner’in son yazdığı romanı,”Seni Öldüğüm Gün”ü keyifle okudum. Çok heyecanlı ve kalite bir roman. Aslında roman 2003’te yazılmış, oldukça eski ama 2013’te yayınevine gönderilmiş ve geldiği gibi basılmış. Çok ta iyi etmişler. Ama ilginç bir zaman aralığından bahsediyorum, değil mi ya? İtiraf etmek isterim ki yerli ve yabancı şöhretlerin romanlarına alışık olduğumdan Seni Öldüğüm Gün’ü okumaya başladığımda öylesine bir roman diye düşündüm. Ne de olsa bir ilahiyatçı, saz ve söz sanatçısı, bir şairin bu kadar cezp edici yazabileceğini düşünmediğim için de daha sonra utandım. Argo, erotik anlatımları ve modern bir Avrupa yaşamını böylesine açık ve sansürsüz yazabileceğini düşünememiştim. Üstelik o söz(cük)leri kullanırken de kalbimizden geçenleri söylüyordu. Bu nedenle de elimde olan diğer kitaplarımı bitirip daha sonra bu romanı okuduğum için de zaman kaybına uğradığımın da farkına vardım.
Romanın kahramanı yaşlı bir adam olan Mahmut inancına uygun bir yaşam içinde değildir. Kendi çıkarları için Avrupa’da (Almanya’da) İslami kurumlar kurmuş bir organizasyonun istemeyerek olsa da içine girer. Bu ona pahalıya mal olacaktır. Türk kadınlarından nefret ettiği için bir Alman kadının tecavüzüne uğramayı düşlerken hayatının kadınını bulur. O kadının bir Türk olmadığını arzulamaktadır. O kadına (Rose) mezarlıkta rastlar. Kadın çok güzeldir ve Mahmut’un ona karşı olan ilgisi aşkla karışık bir çocuk sevgisi taşımaktadır. Mahmut kendi çocuklarının bakışlarını onda görmektedir. Belki de bağımlı olma nedeni budur. Tıpkı bir tanrı sevgisi gibidir bu. Kıza Veli de âşıktır. Veli, Mahmut’un çek tahsilinde İslami kuruluşun (aslında bu işlere Mahmut’u bulaştıran babasının ikizi ve amcası çıkarcı biri olan Çatlak Tezcan’dır!) ona bulduğu bir yardımcısıdır. Genç ve dindar biridir Veli.
En galiz küfürleri, en erotik anlatımları üst düzey edebiyat kullanımında okuyucuya verebilen Murat Kapkıner’in bu romanını bitirmeden yatmak mümkün değildir. Bu kadar akıcı ve heyecanlı anlatımına ben Rus klasiklerinde ya da Fransız klasiklerinde rastlamıştım. İşte Seni Öldüğüm Gün adlı roman böylesi bir payeye sahiptir.
Mutlak ruhsal açlığımızı tamamlamada kullanabileceğimiz böylesi romanlar bizleri hayal dünyamızda farklı ve ileri safhalara taşıyabilir. Bu tür romanları yazabilmek ya da heyecanla bir sonraki sayfaya geçebilme isteğimizi kamçılayan öyküleri yazmanın gerçek birer hayat hikâyesinden geçtiğini düşünüyorum. Bu yönüyle de Seni Öldüğüm Gün adlı romanın Murat Abinin kendisi veya bir yakının (tanıdığı olabilir) başından geçen bir gerçek yaşam öyküsü de olabilir diye düşündüğüm oldu.
En heyecanlı sahne kasap dükkânında(kesimhanede) yaşanır. Rose’nin üvey babasını çengele asar ve çek sahiplerinden birini hızarla doğrar.  Çeki beş yüz bin marklık çeki kendisine teslim olan diğer küçük kardeşlerden tahsil eder. Sonunu merakla bekledim. Yazar romanın sonunu (bitimini) okura bırakmıştı. İşte bu noktada yazara kutlama maili atarken de öykünün sonuyla ilgili görüşümü belirtim: “Murat Abi, Seni Öldüğüm Gün’ü keyifle okudum. Çok heyecanlı ve kalite bir roman. Romanın sonunda keşke bir son bilgi olsaydı. Mesela Alman Hapishanesinden yazılan bu romana ait hatıra yazılımı gibi. Sonda ne olduğunu çok merak edenler olabilir. Çok kalite bir roman olduğunu söyleyebilirim. Elinize ve gönlünüze sağlık. Saygı ve sevgiyle. Bülent Tekin” Romanın sonuyla ilgili yanıtı yazarından hemencecik aldım: “Eyvallah Bülent. Senin anladığın sonu herkes anlamıştır umarım.”

Evet, sanırım kitabın sonu Rose’nin Mahmut’a armağan ettiği sarımtırak damar damar bir deste kâğıtlara yine Rose’nin armağanı olan  Monc Blanc 146 markalı kalemle yazılmış bu roman anlatımı ile son buluyor. Bizlere yıllarca okunacak ve okundukça da klasik Türk romanları arasına girecek bir roman armağan ettiği için birinci el olarak Murat Kapkıner’e teşekkür ediyorum. Çünkü roman kahramanı ile yakınlığı nedir bilmiyorum? Herkes(ç)e okunması dileklerimle…

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Son dakika haberi ve bir not..




Faiz Cebiroğlu

PYD, El-Nüsra katilleri Ras-el-ayn’dan çıkardı.

Türkiye destekli, ”Özgür Suriye Ordusu” ve El-Nüsracı tekfirlerin,  Kürtlere ve Kürtlerin kontrolünde bulunan merkezlere saldırması sonucu, dünden beri süren mücadele, PYD’nin zaferiyle bitti. Ras’ül-ayn tekrar Kürtlerin kontrolu ve denetimine geçti.

Özgür Suriye Ordusu adını alan gurup ile El-Nüsra militanları, Türkiye’nin desteği ile bir çok militanı Türkiye’ye geçti.

Res-el-ayn’nın denetimi, şu an, tamamen PYD’nin  kontrolü altındadır…

Bir son dakika haberi daha var: Serekaniye’de yapılan teftiş sonucunda, 3 Türk kimlikli şahıs yakalanmıştır: İsimleri ve kayıt oldukları iller:

1- Muhammed Emin Doğrucu: Adana
2- İbrahim Özden: Adana
3- Murat Koçak: Erzurum.

İnsan soramadan edemiyor: Bir yandan PKK ile ”barış müzakeleri” yapılırken, diğer yandan, PYD’ye karşı savaşçı ve istihbaratçı militanlar göndermek ne oluyor?

Recep Tayyip, müslüman kurnazlığı ile, ”Türk – islam” bütünlüğü ile Kürtlerin haklı mücadelesini engellemek için her şeyi yapar, yapıyor, yapacaktır.

Ya bizler, bin yıldan fazla oldu, Kürt kimliğimize sahip çıkmaya başlayan bizler, hep ”böl –parçala ve yönet” üçgeninde mi olacağız?

Bu soruların yanıtlarını ilerde alacağımızı umuyorum…

Teşekkür ediyorum. PYD’nin, Suriye’ye dayatılan savaşta, bir-iki olumsuz durum dışında, hep kimlikçe ve akıllıca davranmıştır. Tekrar teşekkür ediyorum.

PYD’nin bu yiğitçe direnişi ve sürdürmüş olduğu hat, PKK’ye de örnek olur, diye düşünüyorum.


Emperyalizm, bir terör egemenliğidir!




Faiz Cebiroğlu

Emperyalizm, her anlamda ve alanda bir terör egemenliğidir. Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales’i taşıyan uçağın zorla, Viyana Havalanı’na indirilmesi bunun bir yeni göstergesidir. Emperyalizmin havada giriştiyi bu eylem, bir terör eylemidir. Uluslararası hak ve hukuku bir yana atarak, Cumhurbaşkanı Evo Morales’in uçağını zorla indirmek, suçtur!  Terör egemenliği olan emperyalizm, özünde, bir suç sistemi oluyor.

ABD Emperyalizmi, bir suç sistemidir.

ABD emperyalizmin bu kadar açık bir suç egemenliği haline gelmesinin önemli bir  tarihsel nedeni  vardır. Amerikalılar, iki yüzyıldan beri ”tarihsel mesihlik” ruhuyla eğitiliyorlar. ABD emperyalizmin terihsel mesihçileri ve  yardakçıları, aldıkları bu eğitimle, her yerde ve alanda suç işlemeye devam ediyorlar.

Bu suç sistemine karşı tavır almak, bu terör egemenliğine karşı durmak, anti-emperyalist olmanın ilk kıstasları arasında  yer alması gerekiyor. Birinci noktadır.

İki: UNASUR (Güney Amerika Uluslar Topluluğu)’un Evo Morales ile gösterdiği dayanışma  sevinçtir, ama yeterli değildir.  

Son yapılan bu hava eşkiyalığına karşı, Güney Amerika ülkelerinin, emperyalizme karşı ortak tavır almaları, elbette, önemlidir. 11 Güney Amerika ülkesi, UNASUR (Güney Amerika Uluslar Topluluğu), Bolivya’da yaptıkları ortak toplantı, yerinde bir girişimdir. Yeterli olmayan bildirinin içeriyidir.

UNASUR’un ortak toplantısında  çıkan bildirinin  özeti şuydu:

”Fransa, İspanya, İtalya, ve Portekiz’in hava sahalarını, Bolivya Cumhurbaşkanını taşıyan uçağa, keyfi bir şekilde  kapatmaları, uluslararası hak ve hukukun çiğnenmesidir. Sözkonusu ülkelerden açıklama ve bu ülkelerden , Bolivya Cumhurbaşkanı ve halkından özür dilemelerini istiyoruz.” deniyor.

Yeterli olmayan  budur.

Amerikan emperyalizmin direktifleriyle, uluslararası diplomotik hakları ahlaksız bir şekilde çiğneyen bu ülkelere karşı daha sert yaptırımlar yapılmalıdır. UNASUR ( Güney Amerika Uluslar Topluluğu),  bundan böyle  çalışmalarını,  bu yöne doğru çekmeli ve yapmalıdır. Diplomatik ilişkiler, politik,  askeri ve her alandaki ilişkileri gözden geçirmeli; Güney Amerika ülkelerine karşı yer alan bu yardakçılara karşı hoşgörü ile yaklaşılmamalıdır.

Unutmamak gerekiyor: Amerikan emperyalizmine yardakçılık yapmak, Avrupa ülkelerinin değişmez bir özelliğidir. Bu terör egemenliğinde Avrupa demek,  hak ve hukukun ayaklar altına alınması demektir.  Bu terör sisteminde Avrupa demek,  bir suç sistemi olmak demektir.

Evet…ABD emperyalizmi, hak ve hukuk tanımıyan bir sistemdir. Terör, saldırganlık ve eşkiyalık, bu sistemin ayrılmaz bir parçasıdır.

Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales’in uçağına yapılan bu hava eşkiyalığı, bu sistemin ne kadar barbarca  bir sistem olduğunun bir yeni göstergesi oluyor.

Bugün, emperyalizmin böylesi haydutça eylemlerine  karşı durmak, her zamankinden daha önemli ve zorunludur!



13 Temmuz 2013 Cumartesi

Mehmet Metiner’in 10. Yıl Marşı’na Tepkisi...



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; Sayın Mehmet Metinerle milletvekili olmadan önce kendisiyle yaptığım kısa bir telefon görüşmesi ve MSN üzerinden yazıştığım birkaç mesajın dışında hiçbir ilişkim ve tanışıklığım yoktur.
O mesajların bir tanesinde Sayın Metiner bana şöyle bir serzenişte bulunuyordu; “PKK beni tehdit ediyor. Siz neden bu örgütü kınamıyorsunuz? Ben de; “hırsızın hiç mi suçu yok” diye yanıt vermiştim. Bu yanıtım üzerine çok sinirlenmişti ve beni yermişti. O günden bu güne kadar bir daha da kendisiyle hiç irtibatım olmadı.
Birkaç yıl önce Antalya’da bir panel vesilesiyle bulunduğu sırada hemşehrisi olan Dr. İsmet Turanlı tarafından alınan randevuya Metiner’in konakladığı otele birlikte gitmiştik. Metiner’in otelden erken ayrılması nedeniyle o görüşme gerçekleşmedi. Bu durumdan rahatsız olan Sayın Turanlı hem üzülmüş ve biraz da sinirlenmişti.
Bu günlerde Sayın Mehmet Metinerle ilgili olarak medyada yayınlanan çok dikkat çekici bazı haberler beni de etkilemektedir. Sayın Mehmet Metiner Meclis kürsüsünde; “O cumhuriyet marşı değil, faşist bir marştır” diye bağırmış. “AKP'li Metiner'in 10. Yıl Marşı ile ilgili sözleri Meclis sıralarını karıştırdı.” (gercekgundem.com)
Bence çok doğru ve yerinde söylemiştir. Ancak Sayın Metiner İstiklal Marşı ve Mehter marşlarına da aynı şekilde karşı çıkabilir mi? Sözü edilen bu marşlar için de meclis kürsüsünde aynı duygularını dile getirebilir mi? Eğer bunu yapabilirse biz de O’nun demokrat olduğuna inanalım.
Resmi ideolojinin temel yapısı hiçbir zaman değişmemiştir. Mehter Marşları, İstiklal Marşı, 10.yıl Marşı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, her sabah ilköğretim okullarında okutulan ANDIMIZ dün nasıl uygulandıysa, bu gün de aynen devam etmektedir. Dün Türk ırkçılığı söylemi daha ağırlıktaydı, bu gün de İslam sosu biraz fazla olması genel kaideyi değiştirmiyor.
“Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e; Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır. Bunun tarihsel ve sınıfsal kökleri çok derindedir…” (D. Küçükaydın / Gomanweb)
Sayın Demir Küçükaydın’ın bu tespitine aynen katılıyorum. Buradan hareketle Sayın Mehmet Metiner’in politik arenada ses getiren resmi ideoloji ile ilgili olarak yaptığı bazı çıkışları samimi olduğuna ben inanmıyorum. Şu 3.köprü ismini Yavuz koyan zihniyeti eleştirsin de görelim! Eleştiremez. Çünkü aynı zihniyetin bir parçası olduğu anlaşılmaktadır.
Sayın Metiner’i kapatılan HADEP Genel Başkan Yardımcılığı görevini ifa ettiği zaman da olumlu-olumsuz en çok eleştirenlerdenim. O nedenle Sayın Metiner’in bu eleştirilerimden dolayı beni hoş görü ile karşılamasını istirham ediyorum.
Mehmet Metiner ile ilgili olarak 2006 yılında “SAYIN MEHMET METİNER VE DTP” başlıklı bir makale yazmıştım. O zaman da biraz alınmıştı, fakat beni hoş görü ile karşılamıştı. O makaleden birkaç paragrafı buraya aktarmak istiyorum.
“Sayın Metiner, Siz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde Sayın Başbakan’la yakın mesafede birlikte çalıştınız. Fakat bu durum Başbakan’ı eleştirmenize engel olmamalıdır. Ancak, PKK liderinin Ak Parti kadroları ve Başbakan için yaptığı eleştirilerden çok rahatsız olduğunuzu anlamaktayım. “PKK lideri Öcalan, İmralı’da her Allah’ın günü Başbakan Erdoğan’a ve AK Parti Hükümeti’ne verip veriştiriyor.” Bu Eleştirinizi tek taraflı ve haksız buluyorum. Öcalan’ın görüşme notlarını ben de çok dikkatlice takip ediyorum. Gerek “Demokratik Cumhuriyet Projesi” olsun, gerek Ak Parti ve Başbakan için söyledikleri olsun ve gerek ise, legal kürt siyasetçileri ve aydınları için söylediği sözlerinde hiç mi gerçek payı yok? Bazı kürt örgüt ve siyasetçileri “A. Öcalan hep hükümeti ve AKP’yi eleştiriyor, Orduya ve Kemalizme hiç dokunmuyor. İşbirliği içinde.” Gibi saçma bir iddiaya siz de inanıyor musunuz? Sanki Hükümeti temsil eden Başbakan ve Ak Parti Devletin bir kurumu değilmiş gibi düşünmek doğru değildir. Kağıt üzerende de olsa, Anayasa’da Yasama-Yürütme-Yargılama gibi Devletin üç temel kurumunun varlığı yok mu? Cumhuriyet tarihinde en çok milletvekili sayısına sahip olan ve Devlet’in Yürütme ile Yasama gibi iki temel ayağını oluşturan Hükümeti kuran Ak Parti’yi eleştirmeyecekse, kimi eleştirecektir? Öyle ise, A. Öcalan’ın söylediği“Tüccar zihniyetli din bezirganları” söyleminden bence rahatsızlık duymamalısınız.
Ben öyle inanıyorum ki, zaman gelecek Siz de, ben de ve hatta Türkiye bile Sayın Abdullah Öcalan’ı mumla arayacaktır. Çünkü uluslararası birçok oyunu boşa çıkarmış ve Türkiye’yi büyük felaketlerden kurtardığını düşünüyorum. Bölünmenin en temel ayağı olan Kürt-Türk boğazlaşmasının önüne geçmiştir. Yine de her şeye rağmen barış söylemleri ön plana çıkabiliyorsa, bu A. Öcalan’ın sayesinde olmaktadır. Bilindiği gibi, PKK kürt sorununun sebebi değil, tam tersi sonuçlarından bir tanesidir. Bir cümlelik Anayasal güvence ile hal olacak bir sorunu, götürüp ABD’ye teslim etmek, Türkiye’ye iyilik yapmak değildir. O çok “Atatürkçü” geçinen “Militan” sahte kemalistler ile ırkçı-kafatasçı kemalistler ve Müslümanlıkta öncülüğü kimseye vermeyen Kemalistler şimdi neredeler? O her fırsatta bize “bölücü”-“vatan haini” diyen “vatanseverler” neredeler? Bu ülkede bu kadar çok çeşit Kemalistler var oldukça, ben “bölücü”lüğe ve “vatan hainliği”ne devam edeceğim…” (M.Elveren / 2006 / Gomanweb)
Yedi yıl önce yazdığım bu makale ile Sayın Mehmet Metiner’i eleştirmiştim. O eleştirilerimin geçerliliğini bu gün de koruduğunu görmekteyim.
Sayın Metiner,
Ülkemizde Kürd sorunu da dâhil olmak üzere birçok önemli konuların çözümü için evrensel insan hakları ve hukuk normlarına göre gerçek bir demokrasinin oluşmasıyla mümkün olacağını siz benden daha çok iyi bilmektesiniz. Hiç olmazsa yüzde on seçim barajının indirilmesi konusunda çaba harcamalısınız. Bunu yapabilirseniz demokrasinin gelişmesine en büyük hizmeti yapmış olursunuz. Cesaret gösterip bu yönde olumlu katkı yapabilir misiniz?
Sövgü veya övgü yerine dostça eleştiri yapmak daha yararlı ve akılıca olur diye düşünüyorum. Sayın Mehmet Metinerle ilgili olarak yaptığım eleştiriler de bu çerçevede değerlendirilmelidir.


BİR ERKEK VE BİR KADIN





Bülent Tekin
Bulenttekin47@gmail.com

Eşbaşkanlık sistemi Avrupa’da Yeşil’lerin, Demokratik Sosyalist’lerin kullandığı bir yönetim sistemi(dir). Daha çok bir kadın ve bir erkekten oluşan bir sistem. Tabii iki erkek veya iki kadın olmasında bir mahsur yok. Son olarak KCK (PKK) de bu sisteme uydu. Anlaşıldığı gibi bu legal mücadele sistemine hazırlık olarak değerlendirilebilecek bir yapı oluşturuldu. Bundan böyle PKK’yi (KCK vs.) legal mücadelenin birer aktörleri olarak görebiliriz. HPG ile ilgili bir net bilgi yok. Muhtemelen tek başkanlık sistem ile yönetilmeye devam etmiş olabilir. Modaya o da uy(durul)muş olsa da onun legal arenada boy göstereceği günlerin bu günler olduğunu düşünmüyorum.
Konuya baştan böyle girmemin nedeni Murat Karayılan’ın tasfiye edildiğini söylemek için değildi(r). Karayılan büyük olasılıkla Çözüm Süreci’nde daha barışçıl ve ılımlı roller üstlenen politikalara cevaz verecek bir aktör olmaya devam edecektir. Karayılan’ın yerine bir erkek (Cemil Bayık) ve bir kadın’ın (Besê Hozat) KCK eşbaşkanları olarak seçilmeleri demokratik siyasete hazırlanma olarak değerlendirilmesi gerekir düşüncesindeyim.
Asıl meseleye gelmek istiyorum. Bu eşbaşkanlık işi öyle bir noktaya geliyor ki, bırakınız bir siyasi partinin yönetiminde olmayı, bir dernek veya odanın başında da görülmeye başlanacaktır. Nuh’a kadar gitmek istemiyorum (bu başlangıcı yanlış yaptığımı düşünüyorum! Gelecekten bahsetmeliydim!) ama aile reisliğinde de eşailebaşkanı olarak değerlendirildiğini düşünüyorum. Resmi kurumların başında düşünülüyor mu bilmem, mesela Eşemniyetmüdürü, eşvali, eşbelediyebaşkanı, eştapumüdürü vesaire olur mu pek emin değilim. Ama dilerim ki toplu taşımacılıkta eşkaptan, eşşoför vesaireye kadar düşünülmüştür. En azından (b)öyle düşünülmüştür diye düşünüyorum.
İlk bakışta bir erkek ve bir kadın olarak eşitliği ve adaleti temsil ettiğini düşünebilirsiniz: Eşbaşkanların eşit cinsleri temsil ettiğini düşündüğünüzde. O halde bu eşbaşkanlar kimlerdir? Sıradan yoksul ve mazlum olan kadınlardan mı seçiliyor bu eşbaşkanlar? Mesela Ticaret ve Sanayi Odası eşbaşkanı bilmem hangi varoşun hangi gecekondusunda yaşayan yoksul Fatma mı olacak? Yoksa bilmem hangi siyasetçinin bir yakını ya da ekibinden olan bir cevval kişi mi? Ya da bilmem hangi zenginin eşi ya da hangi özel mülkiyetin sahibi bir kadın mı? Bu eşbaşkanların birinci söylediklerimden olmayacağı kesindir. Mutlaka siyaseten ya da maddeten kemale ermiş kadın kardeşlerimizden olacaktır. Yoksa buna da mı itiraz ediyorsunuz?
Kadın eşbaşkanların yoksul ailelerinin kızları ya da kadınları olmayacaktır. Eğer tesadüfen öyle birisi olursa da siyaseten bir noktaya gelmiş ve kendi politikaları içinde Tanrıça mertebesine getirilmiş biri olacaktır. Kadın erkek eşitliğinin ya da kadına pozitif torpil uygulama yönteminin sözde olduğunu ve bunun asla yoksul, kimsesiz, sahipsiz ve ezilen kadınlar için geçerli olmadığını söylemek istiyorum.
Gerillalar içinde mi aynı şey geçerlidir? sorusuna burada bir yanıt vermek gerekir diye düşünüyorum. Evet, bu tarihe kadar o kadın gerilla hâlâ yaşıyorsa ve ölüm’den kendini korumayı bilmişse, kıyafetine ve yaşına bakarak konuşursak kıdem ve emek diyebilirsiniz. Ama ölen onca kadın isimsiz hemcinsleri yanında onların yaşamış olmaları dahi bir ayrıcalık değil midir? Demek istediğim Kutsal Kadınana figürü, Ana Tanrıçalık isimsiz ve sahipsiz kadınları pek kapsamıyor. Belki ölenlere bu paye öldükleri için saygı ve anmaya bağlı olarak politik bir varyasyon olarak kullanılıyordur. Ya o isimsizler yaşamayı başarmış olsalardı bu payeden yararlanacaklar mıydı? Bu konularda benim kuşkularım var, sizi bilmem!

Eşbaşkanlık sisteminin yakında hayatımızın her alanına girmesiyle %50 şansınızın olduğunu söyleyebilirim. Çalışın, çok çalışın derim. Ticaret ve Sanayi Odası Eşbaşkanı olmak için çok çalışın. Eşkaymakam veya Eşvali olabilirsiniz? Eşinsanhaklarıbaşkanı olabilirsiniz mesela? Ama merak etmeyin bunlardan hiçbirisini olamıyorsanız, eğer evliyseniz eşailereisi olmayı garantilemişsiniz. Bunu başarmış olmanız bile size yetmez mi? Daha ne istiyorsunuz? Biliyorum bu noktada bekâr kardeşlerimin bana bir itirazı olacak, haklıdırlar. Artık orasını da onlar düşünsünler. Bu konuyu kendi demokratik mücadele yöntemiyle kazansınlar. Bana, size güvenmesinler. Hele devlete asla!

12 Temmuz 2013 Cuma

2.ci Mısır devrimi, gençlerin devrimidir!

 
Faiz Cebiroğlu

30 Haziran 2013’te, Mısır’da  büyük bir devrim oldu. Milyonlar, Müslüman  Kardeşler iktidarı’nı ve Muhammed Mursi’yi  devirdi.  Buna 2.ci Mısır devrimi demek daha doğrudur. Bu 2.ci Mısır devrimini örgütleyen , yönlerdiren  ve yapan Mısır gençliğidir. 2.ci Mısır devrimi, gençlerin devrimidir!

Mısır gençliği; önce, şeriatçı  Muhammed Mursi ve iktidarına karşı, ülke genelinde 22 milyon imza topladı. Daha sonra,  30 haziran 2013’te, başta Tahrir meydanı olmak üzere tüm meydan ve alanlarda,  35 ile 40 milyon Mısırlıyı sokaklara dökerek, , ”Mursi, Defol!” ”Hükümet istifa” diye, Orta-doğu tarihinde ve dünyada  benzeri görülmemiş bir kütle ile devrim yapıldı.

Mısır halkını örgütleyen ve yönlendiren gençlik, ile ”Mısır Vatanı Kurtarma Cephesi”,  Mursi’ye istifa etmesi ve erken seçilmelere gitmesi için, 24 saat süre tanıdı. Mursi’den olumlu bir cevap gelmeyince  35 ile 40 milyon meydanlarda, Mursi’ye meydan okudu. Mısır ordusu,  Mısır gençliği ile milyonlarca Mısırlı ile el ele tutuşarak Mursi ve Müslüman kardeşler iktidarını devirdi. Bu bir devrimdir. Bu Orta-doğuda ve dünyada benzeri görülmemiş bir kütlesel devrimdir! Bu kütlesel devrim, Mısır gençlerinin eseridir!

Her devrimin bir öncesi, bir de sonrası vardır

Her devrimin bir öncesi, bir de sonrası vardır: Bir,  2.ci Mısır devrimi öncesi;  Hüsnü Mübarek’ten daha zalim, daha dinci Müslüman Kardeşler  iktidarının yıkılmasıdır. Muhammed Mursi başkanlığındaki  Mısır, giderek ilkel şeriatçı bir yapı kazanıyordu. İslami şeriatçı faşist diyecebileceğimiz  bu Amerikancı ve siyonist  komprador tabaka, iki yılda Mısır halkını her yönü ile sefalete çevirdi. Bu kan emici ve hain komprador tabaka Mısır’ı, emperyalizmin ve siyonizmin ülkesi haline getirdi. Bu ilkel, şeriatçı hain komprador tabaka, bölgede gelişecek tüm devrimci oluşumlara karşı konumlandırıldı.

İlkel şeriatçı Muhammed Mursi, 25 Haziran 2013’te,  kendi cemaatine yönelik yaptığı bir konuşma ile;

”Mısır’daki Suriye konsolosluğunu kapattığını”, Suriye ile tüm diplomatik ilişkileri kestiğini” ”Tüm müslümanlar ile Suriye’ye ”cihad” açtığını” ve ” Mısır ordusunun da böylesi bir ”cihadı” desteklemesini…” buyuruyordu.

Mısır gençliği bu ve daha önceki oluşumlara tepki göstererek, Mursi ve Müslüman Kardeşler cemaatine karşı 22 milyon imza topladı. 22 milyon imza, 30 Haziran 2013’te meydanlarda 35 ile 40 milyon kütle oldu.

Mısır ordusu da bir açıklama yaparak, Mursi’nin,  Suriye’ye karşı ”cihat” açıklamasını eleştirerek, meydanlarda halkla buluştu. Gençlik - halk - ordu el ele vererek Mursi devrildi.

Devrilen Mursi ve Müslüman Kardeşler cemaati budur. 2.ci Mısır devriminin öncesi budur.

İki: 2.ci devrim sonrası, Mısır’da,  Türkiye’de  27 Mayıs 1960’ta yapılan devrimden çok daha anlamlı ve kütlesel bir devrim yapılmıştır. Mısır halkı bu kütlesel ”Burjuva demokratik devrimini” nereye kadar götürür? Bu da başta Mısır gençliği ve Mısır halkı karar verecektir. Ama bir nokta açıktır: Mısır halkı asla ve asla islami faşizme yer vermez ve yer vermeyecektir.

2.ci Mısır devrimi sonrası,  ülkede kurulan şeriatçı komprador hain tabakaya son verdiği için tarihsel olarak ilerici bir devrimdir.

Bitiriyorum ama bitirmeden önce bir -  iki nokta var yazmam gerekiyor:

Bir: Emperyalizme ve siyonizme karşı kahramanca dövüşen bir Suriye olmasaydı, 2.ci Mısır devrimi zor olurdu.

İki: 2. Mısır devrimi, Recep Tayyip Erdoğan’ın da sonunu getirecektir!

Bitiriyorum.

2. Mısır gençlik devrimi, tüm bölgede anti- emperyalist, anti-siyonist damarları tekrar canlandırmıştır.

2. Mısır gençlik devrimi, ’Müslüman Kardeşler’in sonunu getirmiştir.

2.ci Mısır devrimi, bu güne kadar Orta-doğu’da yapılan en büyük kütlesel devrimdir.

 2.ci Mısır devrimini desteklemek ve ileri götürmek, hem Mısır halkının, hem de bölgede emperyalizme ve siyonizme karşı  mücadele eden tüm halkların görevidir!


7 Temmuz 2013 Pazar

İNSANCIKLAR, KARINCALAR, KRALLAR...




Bülent Tekin
Bulenttekin47@gmail.com

İnsancıklar insanlarla mücadele edebilir mi? İnsanların en ayrıcalıklı güçleri karşısında bir insancık ne yapabilir? Küçük bir farecik düşünün mesela. Minnacık o fare koskocaman posbıyıklı bir avcı kedi karşısında ne yapabilir? Korunağı olmayan bir alanda nasıl başarı gösterebilir? Başarısı ne olur o minnacığın? Olsa olsa hayatta kalmayı bir seferin(d)e olsa da başarmış olur, değil mi ya?
 Bakınız oligarşik cumhuriyetlere, bunların çoğunun demokrasi ile idare edildiği iddia ediliyor. Türkiye de bunlardan biri. Halkın oyuyla geldiğini iddia eden iktidarlarla yıllarca idare edildi. Gerçekten bu iktidarları halk mı seçmişti? Sağcı ya da solcu-hoş asla solcu parti kurulmamıştır ya!-siyasi partileri halk mı kurdu, onları iktidara halk mı getirdi? Milyonlar ya da milyarlar içinde küçücük bir azınlık meclis koltuklarında, bakanlık makamlarında ve yüksek bürokraside oturuyor yaşadığımız bu tek dünyada.
Milyonlar veya milyarlar karınca misali aşağılarda sadece belli zamanlarda kurgulanan oyun zamanlarında, seçimlerde, referandumlarda oy kullanarak demokrasicilik oynadığına inandırılmak isteniyor. Ve nihayetinde mankurtlaşmış karıncalar hep aynı işi bir görev bilerek sürekli başının üstünde taşıyacağı o elit zümreyi seçip duruyor. Yani milyon ya da milyar dolarları çarpıp çırpacak küçük bir azınlığın mutluğuna bu dünyada bir tuzu da onlar katıyor.
Tüm bu olanlara da demokrasi, hak, hukuk, özgürlük, insan hakları ve adalet diyoruz. Benim bu söylediklerim salt Türkiye için değildir. Demokrasi maskesi altında yönetimler AB ve ABD dahil tüm ülkelerde mevcuttur. Oralarda da halk sadece seçim zamanı görevini yapıyor ve onu idare edeceklere krallıklarını yönetme yetkisini kendi eliyle veriyor. Ancak onların bizden farkı karıncalara daha rahat yaşama olanakları sağlanmasıdır. Ya Afrika, Asya gibi kıtalardaki yönetimlerde durum nasıldır? Oralarda karıncalar daha da fazla ezilirler. Allah’ın gölgesini olduklarını iddia eden siyasetçilere krallıklarını idare etme olanağı karıncalar tarafından verilmek zorundadır. Hatta bu olanaklara AB ve ABD de insan hakları, demokrasi ve özgürlükler adına yardım etmek zorundadır.
Mısır’da diktatör Mübarek’i Tahrir Meydanı Devrimi ile devirdiğini zanneden karıncaların başına bu kez asla bir karınca olmayan Mursi geçti. Halk kendinden birini seçemez. Ona kendinden birini seçer oyunu oynatırlar. Mübarek zulmü yerine Mursi tipi bir başka yönetim geçti. Şimdi onu da devirdiler. Hem de savunma bakanı yaptığı kendi genelkurmay başkanı tarafından. Karıncalar her durumda aç ve sefil durumda. Yönetenler asker ya da sivil fark etmiyor, kendi sınıfından ya da kendi içinden değil. Her zaman için Kurnaz Adam düzeninin Yönetici(Politikacı) tiplerinden oluyor. Ve Kurnaz Adam iktidarı Yönetici(Politikacı)+Asker(Komutan)+Rahip(Din Adamı) üçlüsünden oluşuyor. Bakın İran’da birçok mazlum (karınca) “Allah’a karşı düşmanlık (muhareb) suçundan” yöneticiler tarafından idam edilmektedir. Arap Baharı olarak adlandırılan halk devrimleri(?!) sonucunda giden diktatörlerin yerine halk iktidarları gelmedi. O ülkelerdeki karıncaların başlarına AB, ABD, Rusya, Çin gibi güçlü ülkelere sorun çıkarmayacak yenileri getirildi. Karıncalar için değişen bir şey olmadı.
Bizde de durum farklı değildir. Barış ve Çözüm Süreci ile karıncaların başlarına politikacı değişimiyle çözüm aranmak istenmektedir. Kürt ya da Türk fark etmiyor, karıncaların başına gelecek Türk ya da Kürt yeni kralların birer karınca olmayacağı kesindir. Karınca yine hizmet etmeye, hamallık etmeye devam edecektir. Kendini yönetecek kralları seçme hizmetini her şart altında başarıyla yapmaya devam edecektir, hiç kimsenin bundan bir endişesi olmasın. Çünkü bir taraftan “taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmadan Asya’dan Adriyatik’e kadar at koşturan bir geleneğin son temsilcileri”nin bolca olduğu bir ülkede o zavallıcık karıncaların ne gibi bir kıymeti harbiyesi olur? At nalları altında ezilmekten başka ne gelir karıncaların başına? 1071-2071 hesaplarını yapanlardan bin yıllık iktidar formülleri çıkaranların olduğu bir ülkede o zavallıcık karıncaların ezilmemek için göstereceği gayreti ve şansı hesaplayabilir misiniz?  
Yanlış anlaşılmasın, Hitler de “Kavgam” kitabını bin yıl için yazmıştı. 28 Şubatçılar da bin yıl iktidarda kalacaklardı. Bu kez de Türk ve Kürt siyaset erbabı da bin yıl iktidarda kalacak hesapları yapmış olmalılar. Ah zavallıcık, minnacık karıncalar! Ne diyelim?


2 Temmuz 2013 Salı

Medya baskısı…



Faiz Cebiroğlu

Gerçekten, üzerimizde yalnız polis baskısı değil, medya baskısı vardır. Medya baskısının en önemli özelliği, insanları manipüle etmektir. Manipüle etmek , ya da manipülasyon, gerçekleri yalanla değiştirmek oluyor. Medya, Türkiye’de budur. Bir fabrikadır. Bu manipülasyon fabrikasının en önemli görevi,  insan belleğini silmek için uğraş vermektir. Gerçekleri bilerek, açıkça çarpıtmak, medyanın en önemli özelliğidir.

Hatay / Reyhanlı katliamı, Taksim / Gezi intifadası ve  son Lice’de  medya,  büyük bir manipülasyon ile, gerçekleri büyük bir ahlaksızla çarpıtması ve polisi haklı göstermesi medyanın özelliği oluyor. Türkiye’de medya budur. Türkiye’de medya baskısı, polis baskısı ile iç-içe geçmiştir. Türkiye’de medya budur.

Medya mı, latincedir ve tam ortada,  merkezde olmak demektir.

Medya mı, iktidarı elinde tutan sınıfın merkezinde ve ortasında olmak demektir.

Merkezdeki medya, göndericidir. Gönderenin alıcıları vardır. Halk vardır.

Medya fabrikasında yazılı, sözlü ve  görsel iletişimler üretilir ve bizlere sunulur.  Medya fabrikası, tüm kanalları kullanarak, insanları yanıltmak için uğraşır. Görevi budur.

Medya fabrikasında en az  üç alanda üretim yapılır:

Birinci iletişim: Gazeteler, magazin ve reklamlardır.

İkinci iletişim, birden fazla iletişim kanalları: Televizyon, filim, radyo ve sahip oldukları siteler.

Üçüncü iletişim: Bireysel ve sosyal iletişim kanalları: SMS, mail, blog, facebook ve twitter.

Parentez açıyorum. Sosyal paylaşım medyalarında, başka kesimlerin de olması ve bu teknoloji iletişimi kullanması, bizleri sürüye çevirmek isteyen bu medya baskısına karşı, önemli bir duruş olmuştur. Medyayı kendi ellerinde tutan bu manipülasyon fabrikasından bizlere sürekli tehdit gelmektedir. İletişim alanlarımızı kısıtlamak için her türlü yolu deniyorlar. Bu medya fabrikası, facebook, twitter’de kendi düşüncelerini yazan vatandaşları ihbar etmesi bunun küçük örneği oluyor.

Devam ediyorum.

Evet, takip ediliyoruz. Her alanda sansür var. Yazdıklarımızdan dolayı değişik cezalara çarptılıyoruz.

Medya,  budur. Ortadadır. Medya,  bizi görüyor. Merkezde oturan medya,  tüm iletişlerimizi  polise veriyor.

Türkiye’de medya budur. Medya baskısı ve polis baskısı budur.

Türkiye’de ve tüm dünyada, medya baskısı ve polis baskısı iç-içe geçmiş derken, bunu ifade ediyoruz.

Bir parentez daha açıyorum: Türkiye’de ve tüm dünyada, medyanın en önemli merkezlerine MİT elemanları yerleştirilmiştir.

Evet…Sol yanımızı, gelişim damarımızı, yani yayın yaşamızı, yani ileri gelişim tarihimizi yok etmek ve engellemek isteyen gerici hakim sınıfların medya baskısına, medya manipülasyon fabrikasına karşı, herkes el-ele vermeli ve bu ”medya mezbaha fabrikasına” hayır demelidir. ..

Medya merkezde, polis’te  merkezdedir.

Bizler de merkezdeyiz.

Merkezimiz, bizlere örülen ve inşa edilen bu manipülasyon fabrikasını dağıtmaktır!