31 Ocak 2014 Cuma

Bıyıklı ve göbekli..



Serra Güneyli

Sebahat Tuncel, kazara, sözler sarfetmiş, iyi etmiştir. Söylediği şudur: ” Bu ülkede, şimdiye kadar, bıyıklılar ve göbekliler siyaset yaptı. Buna dur diyoruz.” Gerçekten ”dur” diyecek mi? Temizliğe içten başlayalım, o zaman.  Mesela APO, hem bıyıklı, hem de göbeklidir! APO’ya, ”yahu bıyıklı ve göbeklisin, seni istemiyoruz!” diyebilecek mi? Temennimiz, sarfettiği sözlerin arkasında durmasıdır. Durabilecek mi? Sabırla, bekliyoruz.

Sebahat Tuncel, cezaevinde yatmıştır ve biliyor: Cezaevinde olmak, ”bir deri – bir kemik” olmak demektir. Cezaevlerinde bulunan tüm siyasi tutuklular ve Apocular…. Hepsi ”bir deri – bir kemiktir” Onlar,  davaları için ve ”Kürdistan Davası” için esir alındılar. Ama ”bir deri” ve ”bir kemiktir”. Bu nasıl oluyor?
Apo’nun son İmralı fotoğraflarına bakın: Hem bıyıklı, hem de şiş göbeklidir. Bu nasıl oluyor?
Binler, cezaevlerinde, Kürdistan Davası için ”açlıktan” ölürken, APO,  ”göbekli bir turp” gibidir. Bu nasıl oluyor?

Anlaşılan, Sebahat Tuncel, sözlerini, bunları ve Apo’yu düşünmeden sarfetmiştir. İyi etmiştir!

Ama, Sebahet, yine, sözünde durmalıdır, diyorum. Apo için değil de, cezaevlerinde, ”bir deri – bir kemik” durumunda olan tutsaklar için, sözünde durmalıdır, diyorum.

Sebahat Tuncel, birlikte çalıştığı arkadaşlarının ”suratlarına”, bakmamış olacak ki,  tüm arkadaşları, hem bıyıklı, hem de göbekli olduğunu bilmiyor. Görmüyor. Apo’nun da bu kadar ”göbekli” olacağını da tahmin etmiyordu.

Sebahat, yukardaki sözleri sarfetmekle ne yaptın? Bıyıklı ve göbekli Apo, İmralı’da ”şişerken” bu  sözleri niye sarfettin?

Ama iyi ettin. Bozuk saat misali,  arada bir doğruları gösterdin.

İlerisi için, siyasi ”karyerin” ne olur, bu da senin sorunundur.

İkaz: Bıyıklı ve göbeklilere karşı hareket başlatırsan, seni yutarlar.

İmralı şişkini, ”Recep Tayyip Erdoğan’ı ”cezaevine” girmekten ben kurtardım” diyor!

Böylesi bir güç, seni ve senin gibileri yok ederler. Bunu da düşün.

Amma illa da, Bu ülkede, şimdiye kadar, bıyıklılar ve göbekliler siyaset yaptı. Buna dur diyoruz.” da israr ediyorsan, evvelden  içten başla… evden ve bahçeden başla. Temizliği burada yap, diyorum. Sebahat, sarfettiğin sözlerinin arkasında dur; cezaevlerinde; ”bir deri – bir kemik” yığını olan binlerce Kürt tutsağı adına, lütfen, bunu yap!

Lütfen, ”bıyıklı” ve ”göbeklilere” dur de!

Ama sonuç ne olur, diye soruyorsan?


Cevabını sana bırakıyorum.
   

30 Ocak 2014 Perşembe

“Türk” Yargı Sistemi ve Kararları...



Mustafa Elveren*

 Türkiye Cumhuriyeti Devleti rejimi kurulurken zaten çarkı bozuktu. Yani sonradan bozulmuş değil. Bu sistemde erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı sadece kâğıt üzerinde vardır. Evrensel anlamda adından başka Cumhuriyet’in hiçbir özelliğini taşımamaktadır. Dolayısıyla halkların zihninde demokrasi hep hayal olarak kaldı.

Bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yapısında yeni bir düzenleme yapmak için TBMM’ye kanun teklifi vermiş bulunmaktadır. Bu düzenleme ile bazı maddelerini Türk Ceza Yasası’na aktardıktan sonra “Terörle Mücadele Kanunu”nu yürürlükten kaldırılacağı anlaşılmaktadır.

Çıkarılan birçok “yargı paketleri”ne rağmen Türk Ceza Yasası’nda “terör” ile “bölücülük” konusunda çok sayıda madde ve fıkra zaten mevcuttur. Bu ülkede yasaların başında “Türk” ve yargıçların da “Türk Milleti Adına” karar vermesi yargının tarafsız ve bağımsız olmadığı zaten gözler önüne sermektedir.

“Türk” yargı sistemini daha iyi anlamak için mahkemelerin “Türk Milleti Adına” verdiği iki kararı burada sizlerle paylaşmak istiyorum.

1.Karar:
Yerel Bolu Expres gazetesi yazarlarından Işın Erşen, 7 Ekim 2007 tarihinde dönemin DTP yöneticilerini hedef gösteren bir yazı kaleme aldı. DTP milletvekillerinin MYK üyelerinin ve belediye başkanlarının isimleri tek tek sıralanarak, özetle, “Kahpece pusu kuran dağdaki teröristin peşinde koşmaktansa üç-beş mikrobu temizleyip bundan sonra bir bizden, beş sizden, tamam mı, devam mı? demek gerekir. Artık kangren olmuş uzuv veya uzuvların kesilip atılma zamanı gelip geçmiştir”

Söz konusu yazı üzerine o dönemde DTP Grup Başkanvekili görevini sürdüren Selahattin Demirtaş, avukatı Faruk Duran aracılığıyla Bolu Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Bolu Savcılığı da “Söz konusu yazının basın ve ifade özgürlüğü kapsamında” bulunduğu gerekçesiyle takipsizlik kararı verdi. Verilen takipsizlik kararını da Düzce Ağır Ceza Mahkemesi onayladı. (1)

2.Karar:
Yerel Tunceli Emek Gazetesi yazarlarından Mustafa Elveren, 22/11/2010 tarihli nüshasında yayınlanan 'Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç' başlıklı yazısında; "... Pirim Seyit Rıza'ya ve ilkokul arkadaşım sevgili Mazlum Doğan'a layık olmaya...' yine aynı gazetenin 03/01/2011 tarihli nüshasında yayınlanan 'Ferhat Tunç'u ve Ahmet Kaya'yı Övmek Suç Sayıldı' başlıklı makalesinde de açılan önceki soruşturmaya yönelik yaptığı değerlendirmelerin ardından '... İnadına Pirim Seyit Rıza... İnadına Mahir, Ulaş, Cevahir..., İnadına İbo..., İnadına Mazlum Doğan...' şeklinde devam eden yazısında atılı suçu işlediği iddiasıyla sanığın eylemine uyan TCK.nın 215/1, 43/1, 53 maddeleri gereğince cezalandırılması istemiyle kamu davası açılmıştır. (İddianameden alıntıdır)

Tunceli Asliye Ceza Mahkemesi’nin “Türk Milleti Adına” Mustafa Elveren hakkında verdiği hüküm özetle şöyledir;

"... her ne kadar sanık bu sözlerinin ve yazılarının ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu savunmuş ise de; masum insanların ölümüne sebep olan ve bir terör örgütü kurucusu olan kişinin yaptığı illegal mücadelesinden dolayı övülmesinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği, ...

a- Sanık Mustafa Elveren hakkında suçu ve suçluyu övmek suçundan açılan kamu davasının yapılan yargılamasında sanığın üzerine atılı suçu işlediği sabit görüldüğünden TCK 61 maddesi uyarınca suçun işleniş biçimi, suçun işlenmesinde kullanılmasında gereken araçlar, meydana gelen tehlikenin ağırlığı sanığın suç işleme kastı ve amacı dikkate alınarak eylemine uyan TCK 215/1 maddesi uyarınca takdiren ve teşdiden 4 AY HAPİS CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA,

b- Sanığın bir suç işleme kararı icrası kapsamında aynı suçu değişik zamanlarda birden fazla işlediği anlaşıldığından TCK.nın 43.maddesi uyarınca takdiren 1/2 oranında arttırım yapılarak 6 AY GÜN HAPİS CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA, .. “ (2)

Yukarıdaki iki kararın değerlendirilmesini okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Mustafa Elveren kararın düzeltilmesi için Yargıtay’a başvurmuş ve “Yüksek Mahkeme” tarafından jet hızıyla bilmem kaçıncı yargı paketi gerekçe gösterilerek “Bir daha aynı suçu tekrarlamamak şartı”yla ceza ertelenmiştir.

Ayrıca; Hrant Dink, Prof. Baskın Oran, Temel Demirer, Ferhat Tunç, Pınar Aydınlar (Sağ) ve şu anda adını hatırlayamadığım yüzlerce aydın ve yazar hakkında “Türk Milleti Adına”  “Türk” yargıçlarının çoğu aynı yolu izlediler.

TCK’da mevcut bunca antidemokratik maddeler varken, bir de Terörle Mücadele Yasası’ndan bazı maddeleri eklenecekmiş.

Öyle anlaşılıyor ki, cemaat-iktidar kavgasında ortamı yumuşatmak için bir kez daha halkların gözü boyanmak isteniyor. Filler Tepişirken çimenler ezilmeye devam ediyor.

Yargıtay eski başsavcılarından Vural Savaş’ın ve Sabih Kanadoğlu’nun, eski bakanlardan H.Sami Türk’ün, Saadettin Tantan’ın, Ufuk Söylemez’in, Yaşar Okyan’ın, Agah Oktay Güner’in ve eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “yeni” CHP’yle dayanışma içinde olduklarını ibretle izlemekteyiz. Yine Yılmaz Güney’e, Deniz Gezmiş’e ve arkadaşlarına, devrimci ve sosyalistlere hakaret yağdıran bir kişinin CHP listesinde Ankara Büyük Şehir Belediye başkan adayı yapıldığını göz önüne alındığında bu cenahtan demokrasi bekleyenler için en hafif deyimle saflıktır.

Yamalı bohça AKParti yerine yamalı bohça CHP yönetime getirilmek istendiği açıktır. Belli ki; resmi ideoloji yeniden renk değiştirip, takunya yerine bu defa postal giymeye ihtiyaç duymaktadır.

Türkiye’de hiç bir zaman “TÜRK” yargısına güvenim olmadı. Halkların eşit ve özgürce birlikte yaşayabileceklerine inanıyorum. Bu güne kadar olduğu gibi bundan sonra da evrensel hukukun ve gerçek demokrasinin ülkemizde tesis edilinceye kadar mücadeleye devam edeceğim.
29.01.2014

------------
*Emekli öğretmen

NOTLAR:

2- T.C. Tunceli Asliye Ceza Mahkemesi; DOSYA NO: 2011/43 - KARAR NO: 2011/100 ve C.SAVCILIĞ ESAS NO: 2011/20 sayılı Karar

29 Ocak 2014 Çarşamba

Kültürel yabancılaşma ve insan…


Faiz Cebiroğlu

Kapitalizm ve emperyalizmde, kültür sözkonusu olunca, kültürden değil, yabancılaşan ve insanlardan uzaklaşan ”kültürden” söz etmek gerekiyor. Zira, kapitalist / emperyalist sistem, insan oğlunun topyekûn yabancılaştığı bir sistem oluyor.  Bu düzende kurban olan insan, kültürden, yani yarattığı tüm değerlenden uzaklaşıyor. İnsanoğlu, çalıştığı, işlediği ve yarattığı tüm norm ve değerler, kendisi için ”yabancı” oluyor.  Kültürel uzaklaşmayı doğuran nedenler vardır. En temeli, metadır; özel mülk sahipleri için üretilen metadır.

Kapitalist / emperyalist sistemde meta,  insanların  esir alınması demektir.  Pazarlarda satılmak için üretilen meta, her şeyimizi, en başta,  kültürümüzü esir alıyor, satıyor. Kültür, bu sistemde, bir meta halini alıyor. Bu sistemde insan, ”meta – para” ilişkisi çerçevesinde,  bir insanın, bir başka insan tarafından “kurban” edilmesi,  demek oluyor. Kültürel uzaklaşma, budur. Bunun ipuçlarını veriyorum.

Kültürel uzaklaşma, insan yaşamının tüm cephelerinde kendini gösteriyor. Büyük bir sabırla ve beceri ile yaratılan tüm norm ve değerler, kapitalist / emperyalist ”meta üretimi” ve ”sermaye ihracı” düzeninde yok ediliyor. Yok edilen hem üretim, hem de insan psikolojisidir. Bu düzende, üreten insan için karmaşıklık, kuşku, yaşamın anlamsızlığı gibi acılı duygular hep içte duruyor. Sistemin de istediği budur. Sistemin istediği, kültürüne yabancılaşan ve uzak duran insan tipidir. Yani, sürü olmaktır. Kültürel yabancılaşma, insanın sürüye dönüşmesi, böylesi sistemlerde var oluyor.

Doğrudur; kültürel yabancılaşma,  böylesi düzenlerde vardır ve var oluyor. Ama böylesi düzenlerde, kültürel uzaklaşmaya başkaldıran insan da vardır. İnsan mücadele eden bir varlık olarak, böylesi sistemlere karşı hep mücadele etmiştir. Kültürel yabancılaşmaya hep baş kaldırmıştır. İnsan evrim tarihi budur. Bu tarihte, insan mücadelesi hiç durmamıştır. Durmaz.

Mücadele,  durmaz. Toplum, durmaz. İnsan, mücadele etmekten hiç durmaz. Durmuyor. İnsanların esir alındığı sisteme karşı, niteliksel sıçramalar yapan, devrimci insan hep vardır. Olmuştur.  Olacaktır.  Devrimci insan, dün sömürgeciliğe karşı mücadele etti ve ediyor; bugün de, sosyalist meta üretimin bilinciyle hareket eden mücadeleci insane,  ortakça bir düzen istiyor. Bu mu, şudur:

Bir: Birbirimizi sömürerek, yaratılan değerlere el koymak yoktur.
İki: Hem birey olarak, hem de toplumsal olarak  metamız ortaktır.
Üç: Metamız planlı,  tüm toplum içindir.
Dört: Ortakça üretimin sonucu olan kültürümüz, yaratmak, yaratmak ve yaratmaktır.

Evet….Kültürel yabancılaşma, böylesi bir felsefe ile, bu felsefenin yarattığı insan ile yok edilebilir, edilecektir. Umudumuz budur.  

Umudumuz, insandadır. İnsanoğlu, en zor koşullarda ve umulmadık zamanlarda, niteliksel sıçramalar göstermiştir.

Umudumuz, mücadele bayrağını elinde dik tutan insandadır. Böylesi insanlar vardır. Bugün, kültürel yabancılaşmaya mücadele eden insanlar vardır. Her ülkede vardır. ”meta-para” ilişkisinin yarattığı, kültüründen ve kimliğinden uzaklaştırdığı insan, ”ortakça” bir düzen kurmanın mücadelesini veriyor. Verecektir.

Mücadele durmaz. Toplum durmaz. İnsan da, mücadele etmekten de durmaz.

Ne mutlu kültürel yabancılaşmaya karşı mücadele edene.

Ne mutlu tarihine ve değerlerine sahip çıkana.

Ne mutlu, ortakça düzeni kuracak  insana.

26 Ocak 2014 Pazar

MİHRAC URAL YANITLADI…




Bülent Tekin


Cenevre 2
öncesi Türkiye’de iki önemli olay oldu: Birincisi, Suriye’de rejime ve Kürtlere karşı savaşan gruplara Türkiye’den MİT vasıtasıyla yollanan silah ve mühimmat dolu TIR’larda aramalar yapıldı. Cemaatin ihbar ettiği bu aramalarda, Cenevre 2 öncesi Türkiye’nin teröristlere yardım ettiği gerçeğini bilerek ortaya çıkarılmak istenmişti. Başbakan ve AKP hükümeti savcılar tarafından yapılmak istenen aramaları engellediği gibi operasyonda adı geçen savcıların tayinini yaptı, kolluk kuvveti olarak görev yapan Jandarma generali hakkında da soruşturma başlattı. Türkiye’nin içlerinde El Nursa, IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) gibi faşist ve insanlık dışı örgütlere yıllardır yaptığı yardım bütün dünyaya açıklanmış oldu ama dünyadan “tık” çıkmadı. Diğer önemli olay da, Suriye Baas rejiminin işkence yaparak katlettiği elli beş bin fotoğrafın Türk medyasında yayınlanmasıydı. Rejim yanlısı bir fotoğrafçı askerin çektiği iddia edilen ve Türkiye’ye getirilen fotoğraflar! Bu her iki olay Cenevre 2 öncesi Türkiye ve Suriye’yi zorda bırakacak niteliklerdeydi.

Suriye Esad rejimin işkenceyle katlettiği 55.000 insanın fotoğraflarının doğruluğunu THKP-C (Acilciler) eski lideri, Hatay Kurtuluş Örgütü lideri ve şimdilerde bizzat muhalefete karşı ön saflarda savaşan Mukaveme-i Suriye lideri Mihrac Ural’a (bir sosyal medya aracı üzerinden) sordum. Mihrac Ural Suriye’de rejim taraftarı insanlarca kahraman olarak tanınmaktadır. Yanıtını aynen yayınlıyorum:

 “Değerli Bülent Tekin, bu iddianın aslı astarı yoktur. Olayın içinde görgü tanığı olan ben, Suriye’nin birçok köşesinde anti-emperyalist vatan savunması savaşına aktif olarak katılıyorum. Ele geçen esirlerin, yaralıların ve tutsakların durumlarını çok iyi biliyorum. Sizi temin ederim ki, geçen Ramazan ayı içindeki çatışmalarda esir düşenlere kendi yemeğimizi paylaştık. Ben de oruçtum, onlarla birlikte yedim. Devletin elinde olan hiç bir tutsak, hiç bir esir ifadesi bittiği andan itibaren tek bir tokat dahi yemeden mahkemeye hazırlanır ve cezası varsa cezasını alır, öyle yatar. Bu kanlı süreçte devletin eline geçen eli kanlı kişilerin falaka yemediğini ise iddia etmem, kaba dayak dahil sorguda bu tür işlemlerin olduğunu inkar etmek mümkün değildir. Çatışma anında iki tarafın beyaz silahla birbirine saldırdığı kesitlerde acımasız vuruşmaların olması ise asla devletin tutukladığı kişilere yapılanla karşılaştırılamaz. Savaş cephesinde olmak ve yüz yüze vuruşmakla, devletin eline tutsak düşmek aynı şey değildir. Bunu anlamak için Suriye’yi kana bulayan bu süreçlerin içinde olmak gerek. Buna rağmen, işkence’de ölü sayısının tüm Suriye çapında iki elin parmak sayısını aştığını ispat edenin anlını karışlarım. Kaygı yaratan tek şey, terör öbekleri arasında bilgi alış verişini kesmek için tutuklananların nerede olduğunu, kimse bilmez, bu bilgi uzun süre verilmez. Bunun için ‘kayboldu’, ‘öldü’ sanılır, ama asla öyle değil. Bu olumsuz gibi gelse de bir vatan savunmasında çok doğal bir duruştur. Vatanı yakan hainlerin dış güçlerin uzantısı olarak yaptıklarına karşı bilgi sızmasını engelleme hakkı çok doğaldır. Savaş halidir bu. Savaşın negatif yanları budur.Саид Беяз arkadaşın da dediğini tekrar teyit edeyim, Evet ben de 4 kez zindan yattım (burada Mihrac Ural kendisinin de Baas tarafından tutuklanıp zindana atıldığından bahsediyor) sonuncusu tam bir yıl hücrede gün yüzü görmeden tamamlandı (1999-2000 yılı). Yaklaşık 150 tutuklu vardı, aralarında çok ağır suçlular vardı. Birinci hafta kaba dayak, falaka yapılır sorgulanırdı tutuklular ama ötesine hiç geçilmezdi, kısa süre sonra biter, cezasını çekmek için mahkemeye hazırlanırdı. Hepsi bu. Ben size Paris’te tutukluluğumu anlatayım, çektiğim ağır psikolojik işkencelerin nasıl iz bıraktığını anlatayım, Zindanda bile yalıtılmış insanlık dışı zorbalığı anlatayım da işkence nedir bunu anlayın… Üstelik bu dünyanın en çok hukukuyla öğünen ülkesinde yani Fransa’da… Suriye devleti her şeye rağmen, Nusracıların, IŞİD’çilerin, ÖSO’cuların (Özgür Suriye Ordusu) yargısız infazlarına, kelle, kol, bacak kesmelerine, fidye taleplerine, hukuksuzluklarına, ne idüğü belirsiz karar mercilerinin ölüm kararlarına bakınca, devletin rahmetine methiye dizmek hiç te garip olmaz… Ve bu övgüyü eski teröristler sıklıkla yapıyorlar. Bu ise savaş hallerinde olan tüm devletler için geçerli bir durumdur. Bu duruşu sergileyen bir devletin laik ve göreli demokratlığından söz etmek abartılı değildir. Bunu kendi gözlem ve bilgilerimle belirtiyorum…”

Mihrac Ural’ın yanıtının yorumunu size bırakıyorum.

Şahsım adına da şunları söyleyebilirim:

55.000 fotoğrafın Cenevre 2 öncesi sızdırılması bana bu olayların tam doğruluğunu sorgulatır hale getirdi. Ancak böylesi bir durum Suriye Baas rejimini işkence ve katliam yapan bir devlet olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Baas faşizmi ve Esad diktatörlüğü asla savunulamaz. Ama diğer yönden de Esad’a karşı savaşanlar da kelle kopartıcı, faşist ve zalim örgütlerdir. Öyle zalimdirler ki insanlara (ABD’ye bile!) Baas’a rahmet okutuyor.

Türkiye’de yolsuzluk operasyonlarının engellenmesi sonucunda gelişen olaylarla hak, hukuk, adalet gibi kurum ya da kavramlar kalmamıştır. Kürt karşıtlığı da Rojava’da Kürtlerin ilan ettiği özerkliği düşmanca görme temelinde devam etmekte ve terörist örgütlere yardımı ilanen yapmaya kadar götürmüştür. Baas faşizmi ve Esad diktatörlüğü tuhaftır ki on yıllardır işlediği cinayet ve işkencelere karşın savaşan muhalif örgütlere nazaran batılı ülkeler tarafından bile ehvenişer görülmektedir. İnsanlık kanamakta ve emperyalistler kazanmaktadır. Olan her durumda da ezilen halklara olmaktadır. Kompradorlar, burjuvalar, emperyalistler kandan şişmanlamakta, ezilen mazlum halklar, yoksullar, avukatsızlar, kimsesizler ise daha da ezilmektedirler.

-----------
Web: Bulenttekin.Net:


24 Ocak 2014 Cuma

Hasan Mantıcı, Filistin Güncesi...




Hasan Mantıcı: TEKİRDAĞ’DAN  İSRAİL ESİR KAMPLARINA YOLCULUK…

Adil Okay


12 Eylül 1980: Eza evleri, darağaçları ve yargısız infazlar. Dönüşü olmayan sürgün yıllarının başlangıcı. Aranmaya başlanan binlerce insan, bireysel ya da örgütlerinin kararıyla adı konulmamış ricat yollarında. Avrupa ile  Filistin kampları: Bu yolun iki ayrı durağı.

Neredeyse çeyrek yüzyıl geçti aradan. Sürgün deyince hep Avrupa konuşuldu. Avrupa’daki sürgünler hakkında kitaplar yapıldı. Filmler çekildi. Ama sürgünün Filistin durağı çok az yazıldı, anlatıldı. Bu gün, bu yazıyı yazma nedenim de 78 kuşağının Filistin durağının, belki de en önemli kitabının, 1982’de Beyrut’ta yolumun kesiştiği Hasan Mantıcı tarafından yazıldığını öğrenmemdir. “En önemli” diye altını çiziyorum zira aynı süreci yaşayan 78 kuşağından bazı arkadaşların yazdıklarının doğruluğunu, değerini, biz, “o dönemde orada olanlar” biliyorduk. Ancak sözünü ettiğim anı-roman türünde kitaplar, bilimsel çalışmalar için kaynakça oluşturmuyordu. Mantıcı bu arkadaşların yazdıklarını da belgelerle  -gerçek isimlerin tanıklıklarıyla tamamlamış- kanıtlamış oldu. Ayrıca benim “12 Eylül ve Filistin Günlüğü” adlı kitabımda yayınladığım, “İsrail’e karşı savaş sürecinde hayatını kaybeden Türkiyeli devrimciler” listesine önemli bir katkı sundu. Ulaşamadığım isimleri buldu. 12 Eylül faşizminin ve İsrail siyonizminin ortak cinayetleri sonucu katledilen yoldaşlarımız (İsrail’in dolaylı engelleme girişimlerine ve 12 Eylül devamcılarının unutturma gayretlerine rağmen) yasal bir kitapta daha anılmış oldu. Bu bilgiler, illegal örgüt broşürlerini, internet yazışmalarını aşıp dünya kütüphanelerine ulaştı. Sadece bu nedenle bile Mantıcı’ya “eline sağlık” demek gerekiyor.

Mantıcı, uzun sayılabilecek bir süre Lübnan’da Filistin kamplarında kalmış, İsrail saldırılarında yoldaşlarını kaybetmiş, 1982 Haziran - Eylül Beyrut işgalini yaşamış, İsrail kuşatmasından kurtulmuş, BM’in açtığı koridorlardan Filistinlilerle birlikte Yemen’e gitmiş ve oradan Türkiye’ye geri dönmüş. Bu arada Filistin kamplarında tuttuğu notlarını, günlük defterini arkada kalan dostlara bırakmış. İşte bu kitapta okuyacağınız, tarihe ışık tutan belgeler Beyrut’tan Şam’a, Şam’dan Avrupa’ya, oradan Türkiye’ye 30 yıllık bir yolculuk yapmış ve sahibini geçtiğimiz günlerde bulmuş.

Mantıcı’nın çeyrek asır sonra bulup benimle (kitap yayınlanmadan önce) paylaştığı günlüklerini okurken, belgeleri incelerken bunların kitaplaşması gerektiği konusunda ısrarcı olunması gerektiğini anladım. Zira tarih, resmi tarihin dışındaki gerçek tarih, ancak böyle yazılırdı. Benim de bu konuda yayınlanan kitabım, aynı amaca hizmet ediyordu. Bu bir ödevdi. Diğer yandan çoğu bu gün yaşamayan insanların sesleri, anıları, tanıklıkları, fotoğrafları neredeyse çeyrek yüzyıl sonra bu kitap aracılığıyla gün ışığına çıkacaktı. Bu ikinci ödevdi. Ve bu kitap sayesinde, ‘modern’ dünyanın en önemli ayıplarından biri, yani Filistin sorunu, yeniden gündeme gelecekti. Bu da üçüncü ödevdi.

Hasan Mantıcı kitabına, “Kavgamın kenti: Beyrut, Kavgamın ülkesi: Lübnan” adını vermek istemişti. Ama kitap karşımıza: “Filistin Güncesi – Türkiye Devrimcilerinin Enternasyonalist Mücadelesi” adıyla çıktı. Aslında Mantıcı’nın kavgası, doğup ilk gençliğini yaşadığı Tekirdağ’da başlamış. Çocukluk yıllarında emek – ekmek kavgasına girmiş, sonra devrimci mücadeleye atılmış. Ve o hep ezilenlerin safında yer almış. Emekçilerin, ötekilerin, mazlum halkların. Ülke dışına çıkınca da, Suriye’de görece daha güvenli bir ortamda kalmayı değil, Filistin kamplarında İsrale karşı savaşta kalmayı tercih etmiş. Bu seçimle sürgün yıllarına bir anlam ve amaç katmaya çalışmış. 

Hasan Mantıcı, sadece benim kitabımda “eksik” ibaresiyle yayınladığım “İsrail’e karşı savaş sürecinde katledilen devrimciler” listesini genişletmekle kalmamış aynı zamanda benim yapamadığım (Benim kaldığım bölgelerde ve grupta kadın savaşçı yoktu) bir işi başarmış: Filistin kamplarında kalan Türkiyeli devrimci kadın savaşçılara yer vermiş.
Mantıcı’nın kitabından birkaç alt başlık paylaşmak istiyorum:
“Filistinlilerle dayanışmada olan diğer halkların kampları.
Hristiyan köyler ve Komünist Filistinliler.
Ve büyük savaş başlıyor. (İsrail’in Lübnan’ın işgal başlangıcı. Haziran 1982).
İsrail tanklarıyla karşılaşma.
Sur kenti düşüyor.
İsrail helikopteri renk bombası atıyor.
İsrail askerleri ile sıcak temas.
İsrail esir kampında işkence.
Abu Raid yanımda ölüyor.
(İsrail’e esir düşen Mantıcı’nın yoldaşı) Zeynep’in günlüğü.
El Ansar esir kampı ve Kızılhaç aracılığıyla mektuplaşma.
Mazlum Doğan ve arkadaşları.
Adil Okay ile Beyrut’ta karşılaşma…”

Hasan Mantıcı’nın kitabında, ‘özgürlük ve eşitlik’ şiarlarıyla dünyayı güzelleştirmeye soyunan 20–25 yaşındaki delikanlıların duyguları, öfkeleri, inançları, hayal kırıklıkları okunuyor. Darbeden kaçıp bu kez sığındıkları ülkede, Lübnan’da, İsrail’in 12 Eylül Türkiye’sinden aşağı kalmayan barbarlığına karşı direnmeleri abartısız, yalın bir şekilde yer alıyor. Bu bir anı kitabı değil, kimi zaman hüzünle, kimi zaman neşeyle okunulan otantik bir belge. Bu kitap 12 Eylül Türkiyesinde ve 1981 – 1982 ve 1983 Lübnan’ında, Filistin kamplarında yaşananların fotoğrafı. Fotoğraflar yanısıra, belgeler, İsrail esir kamplarından yazılan mektuplar, uluslar arası örgütler aracılığıyla gönderilen “yaşıyorum” mesajları…

Velhasıl İsrail saldırılarından şans eseri sağ kurtulan Hasan Mantıcı sayesinde, Türkiye devrimci hareketlerinin tarihine ve Filistin sorununa ışık tutacak bir kitap daha kazanmış oluyoruz. 1980 sonrası bizimle birlikte Filistin kamplarında kalan arkadaşlar için müjde sayılabilecek bu kitap hâlâ yazmak isteyenlere de yol gösteriyor.

Sürgünün Filistin kolu külliyatı, bu kitapla önemli ölçüde tamamlanmış oluyor… Geç de olsa…
Artık bundan sonrası  tarihçilere, belgeselcilere ve sinemacılara kalıyor.

Künye: Hasan Mantıcı, Filistin Güncesi – Türkiye Devrimcilerinin Enternasyonalist Mücadelesi,  Ozan Yayıncılık, İstanbul, Ocak 2014.

18 Ocak 2014 Cumartesi

MİT'in cinayet açıklaması ve yağmalanan devlet...



Hasan Bildirici

Mili İstihbatar ve Cinayet Teşkilatı MİT, Paris cinayetiyle ilişkilerinin olmadığını ileri sürdü ve şöyle dedi:

"Söz konusu yayınların, Çözüm Süreci'nde aktif rol üstlenen teşkilatımızı yıpratmaya ve bu süreçte görev alan personeli deşifre ederek görevlerini yapamaz hâle getirmeye yönelik bir operasyon olduğu değerlendirilmektedir."

Demesine dedi, ama yine de kendi içlerinde soruşturma başlattıklarını eklemeyi ihmal etmedi. Çünkü suçlular, muhalif de olsa sivil üç Türkiye vatandaşı Kürt Paris'te öldürülmüş, bırakalım cinayetin faillerinin ortaya çıkarılmasını, üç Türkiye vatandaşı kadının öldürülmesinden dolayı şaibe altında olan teşkilatlarını temize çıkaracak bir açıklamaları da olmamıştı. Ortada Paris cinayetleri zanlısı Ömer Güney'le MİT mensubu olduklarını söyleyenlerin cinayet planı içeren ses kaydı ve MİT sorumlularının isimlerinin geçtiği ıslak imzalı bir cinayet belgesi var. Bunlar MİT'e ait mi değil mi? Herkes "Çözüm sürecinde aktif rol üstlenen ve süreçte görev alan personeli deşifre ederek görevini yapamaz hale getirilen" MİT'ten, tarafsız bir ekspert raporuyla bu delillerin sahte olduğunu açıklamasını bekliyor. Delillerin sahte olduğunu kanıtlasınlar, biz de vatandaşı olduğumuz ülkenin gizli istihbarat teşkilatının arınmaya çalıştığına ikna olalım.

Cinayet emrini veren ıslak imza sahibi MİT sorumluları mı süreci götürüyor yoksa? Eğer böyle değilse, delillerin sahte olduğunu kanıtlamak kolay.

Sadece Kemalist diktatörlere ve iktidardaki Türk muhafazakarlarına hizmet eden, bu yoldaki engelleri kanlı operasyonlarla artadan kaldırdan MİT'in kirli ve karanlık sicilini anlatmaya gerek yok.

Bundan önceki yazımda, Türk ve Kürt yurttaşların huzur ve güvenlik içinde yaşaması için MİT'in dağıtılması gerktiğini söylemiş, bazı okurlar bunun gerçekçi bir talep olmadığını öne sürmüşlerdi. Eğer bu gerçekçi bir talep değilse, demokrasi ve insanca yaşamak talebimiz de gerçekçi değil. Dünyanın alt üst olmuş bütün ülkelerinde, Kafkaslar, Balkanlar, Latin Amerika'da; Sovyetler Birliği, İran, Irak ve Tunus'ta, o güne kadar var olan istihbarat teşkilatları dağıtılmış, yerine yenileri kurulmuştu. Humeyini rejiminden önce İran Gizli Servisinin adı SAVAK'tı; devrimden sonra SAVAK görevlilerinden yakalananlar idam edildi, bir kısmı kaçtı, yeni oluşturulan gizli servise SAVAMA adı verildi. Sovyetler Birliği'nin gizli servisinin adı KGB idi; Rusya gizli servisinin şimdiki adı FSB ve SVR...

Böyle bir çok örnek var; bu ikisiyle yetinerek şunu söylemek istiyorum. Türk devlet görevlileri, kanlı bir bataklığı andıran kurum ve kuruluşlarının hiç birini feda etmeden, sorunları çözmeye çalışıyorlar. Ama olmuyor.

Öyle bir barış ve çözüm havası estirilmişti ki, PKK ve Öcalan'ı  kırmamak için, bir cinayet örgütü olan MİT'i eleştiremez hale gelmiştik. PKK ve Öcalan yine görüşedursun, ama bu kanlı cinayet teşkilatı bir kısım Kürtle görüşürken, bir kısım Kürdü ortadan kaldırıyor. Bizim sorun yaptığımız bu. İyi o zaman, bütün ülkelerin istihbarat örgütleri silahlarını kuşansın, hangi ülkeye bir vatandaşı iltica etmişse gidip kafasına sıksın gelsin. Dünya bir cinayet tarlasına dönsün böylece.

MAFYA diyeceğim, bunlarda MAFYA ahlakı da yok. Mafya'nın ayakçı takımının işlerine benziyor MİT'in işleri.

Kendini MİT'in çözümüne kaptırmış olan bazı yazarlar cinayetle ilgili ses kayıdı ve ıslak imzalı belgenin yayınlanma zamanına dikkat çekiyor ve "Cemaat sızdırdı," diyorlar.

Kimin sızdırdığı hiç önemli değil. Türkler arası kaset ve belge yayınından bıkmış bir ülkenin serseme dönmüş yurttaşları olarak devlet denen canavarın ceset ve pislik kusmasından iğrenir duruma geldik. Sızdırılan her belge ve her ses kaydı için beynimizi patlatmanın lüzumu yok. Çünkü bunun sonu yok. Ve bizim de bunları yorumlayacak hayal gücümüzden başka bir olanağımız yok. Hayal güçlerimiz ise farklı farklı.

Kurum ve kuruluşlarıyla Türk devleti çatırdıyor. Savcı operasyon emri veriyor, polis çıkmıyor. AKP ve Cemaat'e bağlı polis amirleri köşe kapmaca oynuyor. Her iktidar grubu savcı ve polisini yanında taşıyor. Cinayetleri ortaya dökülen MİT, sürecin arkasına gizleniyor...

Bir yurttaş olarak siyasetten çok, sadece Türk muhafazakarlarına ve onların çeşitli kimlik ve inançtan işbirlikçilerine hizmet sunan çeteleşmiş bu devlet ve onun cinayet şebekesine dönmüş istihbarat örgütünün çözülüşü beni ilgilendiriyor artık.

Soğumak ve soğutmak diyorum ben buna. Devletler de insanlar gibi canlı bir organizmadır. Doğar, büyür, yaşlanır ve ölür...

Gözü doymaz iktidar düşkünlerinin elinde yaşlanmış Türk devleti yağmalanıyor. Kürt siyasetçileri, yağmalanırken bile kendisine karşı cinayet işleyen devletin ortaya çıkmış hasarlı organlarına dört elle tutunarak, devleti hala demokratik terbiye sosuna batırıp çıkarmakla iyileştirebileceklerini sanıyorlar...

Türk devleti yeni dünyaya uymuyor, yukarıdakilerin uydurma çabaları ise tutmuyor...
---------- 



Resmi İdeolojinin Temel Özelliği…



İsmail Beşikci

Necmettin Büyükkaya, 24 Ocak 1984 günü, Diyarbakır Cezaevi'nde, demir çubuklarla, kalaslarla dövülerek katledildi. Bu cinayetden dolayı cezaevi yönetimi hakkında bir soruşturma açılmadı.

Ayten Öztürk, 28 Temmuz 1992 de, Elazığ'da, evinden işyerine giderken,, evinin önünden alınarak kaçırıldı. Cesedi 8 Ağustos günü, Elazığ'da, Kartalkaya mıntıkasında bulundu. Kulakları ve dudakları kesilmiş, gözleri oyumlu, kafa derisi yüzülmüş halde bulundu. Bu cinayeti gerçekleştirenler hakkında hiçbir soruşturma açılmadı.

Ayten Öztürk'ün, gerillaya katılan ablası Aysel Öztürk Çürükkaya karşılığında rehine olarak kaçırıldığı bilinmektedir.

12 Ocak 1996. Basan'da (Güçlkonak) 11 korucu, bindikleri araba içinde, yakılarak katledildi. Devlet, bu katliamı, PKK'nin yaptığını vurguladı. Ama, JİTEM'in, özel timlerin yaptığı kısa bir süre sonra açıkça görüldü. Bu cinayetden dolayı yakalanan, sorgulanan bir kişi yok.

24 Eylül 1996. Diyarbakır Cezaevi'nde, öğle vakti, on PKK li tutukluyu, gardiyanlar, özek timler, jandarma, demir çubuklarla, kalaslarla zincirlerle döverek öldürdü. Onu ağır olmak üzere 46 kişi yaralandı. Aralarında yaralıların da bulunduğu 14 tutuklu Gaziantep Özel Tip Cezaevi'ne sürgün edildi.

Bu cinayetin gerçekleştiğinde, Başbakan Necmettin Erbakan'dı. Adalet Bakanı Şevket Kazan'dı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, Genelkurmay Başkanı, Org. İsmail Hakkı Karadayı idi. Cinayete kurban gidenlerin yakınları davacı oldular. Şüphelileri ifadeye bile gitmediler. Mahkemenin çağrılarına uymadılar...Dava Avrupa insan hakları Mahkemesi'ne taşındı.

28 Eylül 2009'da, Lice'de, Ceylan Önkol adındaki 12 yaşındaki bir çocuk, koyunlarını otlatırken, üzerine düşün bir bombayla öldürüldü. Cesedi parçalandı. Anası, kızının ceset parçalarını elbisesinin eteğinde topladı.

Bunlar gibi binlerce cinayet. Vedat Aydın, Musa Anter, Mehmet Sincar, Hafız Akdemir, Ferhat tepe, Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Yusuf Ekinci, Şevket Epözdemir, babasıyla birlikte öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz... binlerce cinayet...Bu arada, 28 Aralık 2011 günü yaşanan Roboske katliamını da saymak gerekir.

Bu cinayetleri gerçekleştirenler, özel timlerdir, polislerdir, JİTEM'dir, jandarmadır vs. Bu cinayetleri işleyenler arasında, örneğin, yüzbaşılar, başçavuşlar, çavuşlar, sıradan erler, itirafçılar olabilir. Ama, bunlar hakkında herhangi bir soruşturma açılmadığı yakından bilinmektedir. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi'nin araştırmalarına göre 253 toplu mezar var. Bu toplu mezarlarda üçbin civarında kayıp var.

Türk hükümeti gerektiğinde, emekli Genelkurmay Başkanı'nı tutuklayıp cazaevine koyabiliyor. Emekli Kuvvet komutanlarını tutuklayıp cezaevine koyabiliyor. O emekli komutanlar hakkında ceza davaları görülebiliyor. Hatta, görev başındaki orgeneraller de tutuklanıp haklarında davalar açılabiliyor. Ama, Kürdlere karşı cinayetler işlemiş Kürdleri hunharca katletmiş özel timlere, JİTEM'lere, subaylara, çavuşlara, astsubaylara, polislere vs. bir soruşturma açamıyor, açmıyor. Bu durum Kürd/Kürdistan sorunuyla yakından ilgilidir.

Temel Sorun

Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923 de Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur. Sadece Kürdlerin değil, Rumların, Ermenilerin, Asurilerin, Süryanilerin, Yahudilerin, Ezidi Kürdlern, Rum-Pontusların, kendilerini Reya Heq olarak adlandıran , Alevileri n (Kızılbaşların) da yokluğu üzerine kurulmuştur.Bunun yolu da asimilasyondur. Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslamanlığa asimilasyonu. Asimalasyonu kabul etmeyenler imha edilecektir. Yukarıda sayılan altı olguda, imhanın nasıl gerçekleştirildiği belli olmaktadır. Örneğin çeşitli katliamlarda çok adı geçen "Yeşil" bir türlü yakalanıp yargı önüne çıkarılamamıştır.

Hristiyan olan Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin Rum-Pontusların vs. asimile edilmeleri mümkün değildir. Onların yokluğu da ancak, sayılarının azaltılması suretiyle sağlanabilir. Yirminci yüzyılın başlarında, sadece İstanbul ve çevresinde, 300 bin civarında Rum yaşıyordu. O zaman, bugünkü sınırlar içindeki topraklarda 10-12 milyon insan yaşıyordu. Bugün İstanbul'da yaşayan Rumların sayısı 1500 dür. ( Hayko Bağdat, Bese Hozat'a, Taraf, 11 Ocak 2014)

Hayko Bağdat, bugün Türkiye'de yaşayan Ermenilerin sayısının 60 bin, Yahudilerin sayısının 20 bin olduğunu belirtmektedir. Halbuki, yirminci yüzyılın başlarında bu topraklarda, yani, Batı Ermenistan'da, Kilikya'da, Kuzey Mezopotamya'da, İstanbul çevresinde, Ankara-Eskişehir çevresinde... 2 milyona yakın Ermeni yaşıyordu. Asuri-Süryanilerin sayısı ise ancak, yüzlerle ifade edilmektedir.

İktidarımızı engelliyorlar, darbe planları yapıyorlar, darbe teşebbüsü var diyerek generaller hakkında, soruşturmalar, davalar açılabiliyor, ama, Kürdleri öldüren, katleden çeteler hakkında böyle bir yola başvurulamıyor. Kürdler için de böyle bir yola başvurma, devletin kuruluş felsefesine aykırı olur.

Bu çeteler hakkında dava açılması, Kürdleri görünür kılabilir anlayışı egemendir. Görünürlüğün giderek görüntüsünü büyüteceği, hak-hukuk isteme yoluna kadar gidebileceği düşünülür. Bu bakımdan daha baştan, bu görüntüyü engellemek çok önemli bir devlet anlayışı olarak belirmektedir.

Burada, İttihat ve Terakki'nin politikasını, devlet ve toplum tasarımını hatırlatmakta yarar vardır. Rumların sürgün edileceği, Ermenilerin, Süryanilerini nüfusunun tehcirle çürütüleceği. Kürdlerin Türklüğe, Reya Heq'in , Alevilerin Müslümanlığa asimile edeleceği İtthiat ve Terakki'nin çok önemli bir tasarımıdır. 1910'larda oluşturulan bu projenin yaşama geçmesi için her türlü olanak kullanılmıştır. Cumhuriyet bu projeyi daha sistematik ve kararlı bir şekilde yaşama geçirmeye çalışmıştır.

1921 Anayasası Nasıl Değiştirildi?

1921 tarihli ve 85 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun en önemli özelliği ademi-i merkeziyet prensibini kabul etmiş olmasıdır. Bu, husus, yasanın 11. Maddesiyle vucut bulur.

11. madde, "Vilayet mahalli umurda, manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir" diye başlamaktadır. Muhtariyetin hangi sektörlerde geçerli olacağı dile getirilmektedir.

12. madde ise, vilayet şuralarını halk tarafından nasıl seçileceğini anlatmaktadır.

1921 Anayasası'nın, 1. 2. 4. Ve 10. Maddeleri ise şöyledir.

Md. 1. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulu, halkın mukadderatını (geleceğini) bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müsteniddir (dayalıdır)

Md.2. icra kudreti, yasama yetkisi, milletin yegane ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder (toplanır)

Md.4. Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca seçilen azalardan oluşur.

Md. 10. Türkiye, coğrafi vaziyet ve iktisadi ilişkiler noktasından vilayetlere, vilayetler kazalara,kazalar da nahiyelere ayrılır.

1921 Anayasası, 29 Ekim 1923 günü yani Cumhuriyet'in ilan edildiği gün, 29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı kanun ile değiştirilmiştir. Bu kanun, "Teşkilat-ı Esasiye Kanunun'nun Bazı Maddelerini Açıklayarak Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun" adını taşımaktadır.

Yeni kanunda, eski maddeleri değiştiren yeni maddeler şöyledir.

Md.1. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Türkiye Devleti'nin şekli hükümeti Cumhuriyettir.

Md.2. Türkiye Devleti'nin dini İslamdır. Resmi lisanı Türkçedir.

Md.4. Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur.

Md.10. Türkiye Reisicumhuru, Türkiye Büyük Millet Meclisi heyet-i umumiyesi tarafından ve kendi azasından bir devre için seçilir, Tekrar seçilmek caizdir.

Md.11. Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclise ve vekiller heyetine başkanlık eder.

Md. 12 Başvekil, Reisicumhur tarafında ve Meclis azası arasından seçilir. (Prof.Dr. Suna Kili Prof. Dr. A.Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Senedi İttifaktan Günümüze, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, 1985 Ankara, s. 91-93, s. 103)

Adem-i Merkeziyet prensibinin nasıl yürürlükten kaldırıldığı, 11.ve 12. Maddelerdeki değişiklikten açıkça görülmektedir. 29 Ekim 1923 günü sessizce yapılan bu değişiklik aslında hukuka karşı bir darbedir. Çünkü bu değişiklikle ilgili olarak Meclis'te hiçbir tartışma yapılmamıştır. Bu değişiklikle ilgili olarak hiçbir milletvekilinin de haberi yoktur. Sadece Mustafa Kemal'in ve birkaç arkadaşının bildiği bir konudur.

1 Nisan 1923 de Meclis yenilenmiştir. Yeni Meclis'e Mustafa Kemal'e muhalefet eden kişilerin alınmamasına yani ikinci gruptan kişilerin alınmamasına özen gösterilmiştir. Yeni Melis 1921 Anayasasını yapan meclis değildir. 1921 Anayasası 2 yıl 9 ay gibi bir süre yürürlükte kalmıştır. Adem-i Merkeziyeti yaşama geçirecek bir tasarrufu da olmamıştır.

Bu, değişiklik, ileride gelişecek asimilasyon, inkar ve imha süreci için elverişli bir ortam yaratmaktadır. O günlerden beri Türk hukuku resmi ideolojinin emrindedir. 1950leri, 60'ları, 70'leri 80leri hatırlayalım yargı organları Kürtdlerden, Kürdçe'den söz edenleri çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılıyordu. Bu yargı organlarının resmi ideoloji doğrultusunda karar vermesinden başka bir şey değildir. Yargı organları, Kürdler konusunda hala, resmi ideolojinin gereklerine göre çalışmaktadır. Bunun için Ergenekon soruşturmaları Fırat'ın öte yakasına geçememektedir.Buysa hukukun adalet anlayışının çürümesi anlamına gelmektedir.

Hukuk Fakültelerinin sayısı arttıkça, barolar gibi hukuk kurumlarının görkemli binalarda çalışmaları yoğunlaştıkça hukuk küçülmektedir. Adalet duygusu çürümektedir. Son 30 yıllık Kürd savaşı sürecinde bütün Kürd dinamikleri etkin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu dinamikler, 50'lerde, 60'larda bu kadar belirgin değildi. Bu dinamikleri resmi ideolojinin kurumlarıyla bastırmak artık mümkün değildir. Kürd dinamiğinin kendisinin, daha belirgin olmasını vurgulamak yeterli değildir. Kürd dinamiği, Ermeni, Rum, Süryani, Alevi, Laz, Çerkes ...dinamiklerinin de görünür hale gelmesini sağlamıştır.


Bu kaostan çıkışın tek yolu resmi ideolojinin yoğun bir şekilde eleştirisini gerekli kılmaktadır. Resmi ideoloji bilimin kavramlarıyla eleştirilmelidir. Bu eleştiri sürekli olmalıdır.

PAYANDA YA DA TAKLA...




Bülent Tekin


AKP-Cemaat çatışması olmasaydı evlerde kasalara sığmayan, oralardan taşan ve hatta ayakkabı kutularına konulan milyon dolar ve avrolardan haberimiz olmayacaktı. Hükümet üyelerine kadar giden bu yolsuzluk operasyonu hükümetin kanunları ve yönetmelikleri ihlal etmesiyle kadük duruma düştü. Operasyonu yapan savcı ve polisler görevden alındılar. İkinci dalga operasyonu, üçüncü dalga ve daha sonrakiler yapılamadı. İfadesi alınacakların içlerinde Bilal Erdoğan’ın da olduğu ikinci dalga operasyonu (soruşturma) yeni atanan yargı mensuplarınca iptal edildi. Bu ne kadar yasaldır ya da yürütmenin yargıyı emrine almasıyla oluşan yeni rejim ne zamana kadar bu davranışını sürdürebilecektir? Türkiye Cumhuriyeti devletinin dış ülkelerde sözleşme yapma yetkisi şu anda var mıdır, diğer bir deyişle bu devletin (daha doğrusu hükümetinin) uluslararası ilişkilerde bir itibarı kalmış mıdır, bilmiyorum?

Hükümet öyle bir şey yaptı ki, belki de dünyada bir ilk olmuştur: Yolsuzluk ve hırsızlık operasyonunu yapan savcı ve polislere misilleme bir operasyon yaptı. Operasyonları yapanlar görevden alındı, hükümetin emrinden çıkmayan ve kanunları ihlal edenlere görev verildi. Bu son olanlardan sonra artık bu devlette demokrasinin d’sinden bahsedilemez. Zaten yoktu ya? Gerisini siz düşünün.

Bu ülke artık “kanun devleti” de değildir. Çünkü hükümet devletin kanunlarına dahi riayet etmiyor. Devletin kanunlarına riayet edenleri cezalandırıyor, görevden alıyor. Devletin kanunlarına riayet etmeyen bir yargı ve bürokrasi oluşturuyor. Parti devleti ve rejimi oluşuyor. Hükümet bu çıkmazdan çıkmak için attığı her adımda suç işliyor, devleti kendi parti tüzüğüne indirgiyor. Yalnızlaşan hükümet kendine dost ve müttefik arıyor, bu konuda da en saf olarak ta Kürtleri görüyor. Abdullah Öcalan üzerinden Kürtleri bu oyunun içerisine sokuyor. Ama burada bir sıkıntı var: Çünkü artık insanların okuma yazması var ne yazık ki(?!) Kürtlere ve özellikle BDP’ye o kadar ihtiyaçları var ki, terörist başı dedikleri Abdullah Öcalan’a hükümet artık “Kürtlerin lideri” demeye başladı.
Ancak bir başka sıkıntı da ortaya çıktı: Yayınlanan kasetler ve belgeler. Hükümet bir taraftan Öcalan’la anlaşmaya çalışırken diğer taraftan da MİT vasıtasıyla PKK kadrolarını ortadan kaldırmayı planlamış. AKP-Cemaat çatışmasından ortaya sürülen belge ve kasetlerden bu olayı artık net bir şekilde bütün dünya görüyor. Yayınlanan MİT’in talimat belgesinden (Arz Notu) sonra eğer Öcalan yine AKP Hükümetini ve MİT’i kurtaracak sözler söylerse başka amaç aranacaktır. MİT’in yayınlanmış yazılı belgesindeki isim ve paraflar katliam belgesinin gerçekliğini vurgulamaktadır. Yayınlanan MİT Arz Notu belgesine göre Sakine Cansız’ın katledilmesi için talimatı veren MİT görevlisi Daire Başkanı Uğur Kaan Ayık’tır. MİT belgesinde adı geçen diğer MİT yöneticileri ise Şube Müdürü O. Yüret, Başkan Yardımcısı S. Asal, Başkan H. Özcan’dır. MİT Arz Belgesinden anlaşılacağı gibi Kaynak kod adlı katil Ömer Güney’e cinayetler için 6.000 Avro ödeme yapılmıştır. Yazıklar olsun! Öcalan da, MİT’i ve AKP Hükümetini kollamaya ve onlara payanda olmaya devam etsin bakalım…

MİT’in Paris katliamı ile ilgili açıklamasına bebekler bile kanmaz. İmzanız ve paraflarınızla ve 6000 Avro paranızla bu cinayetleri siz işlediniz efendiler. MİT Fransa gibi dış ülkelerde cinayetler işleyen ve katiller tutan bir örgüt niteliğine dönüşmüştür. AKP Hükümeti bu durumdan sorumludur. MİT belki de bu işleri vatan-millet aşkı için yapmıştır, kim bilir?
AKP ve MİT bu cinayetlerde yine Öcalan’a dayanmaya çalışacaklardır. Roboski katliamı istihbarat bilgisini MİT’in verdiğini açıklayan kaseti Cemaat zaten yayınlamıştı. Kasetler, belgeler-şimdilik!-MİT’in son günlerde açığa çıkan ikinci vukuatını belgelemektedir. Tüm bunlara rağmen Öcalan için onlara payanda olmayacaktır, demem zordur.

MİT İmralı’da Öcalan’a bir açıklama sunacaktır: MİT’in kötü grubu, derin devlet, gladyo, paralel devlet grubu gibi? Hiç kuşku yok ki, (tabii) Öcalan bu dediklerimin dışında enteresan bir açıklama yapacaktır. Ve yine de bana öyle geliyor ki Cemaat, Paris Cinayetleri filmini (belki kasetini?) yayınlayacak, hem de sahne sahne, anbean…

Bulenttekin.Net

11 Ocak 2014 Cumartesi

OY(UN)LAR…



Bülent Tekin

Yolsuzluk operasyonu sonrasında oluşan kaos ve kriz durumunun devam edeceğine benziyor. Hükümet ve Cemaat arasındaki operasyonel durumun da farklı alanlarda ve eleştiriler kümeleri yaratacağı bir süre daha bekleniyor. Bu durumun Türkiye’deki rejimin oligarşik cumhuriyetten henüz çıkamamış olduğunu göstermektedir. Daha iyisi henüz bulunmamış demokratik rejimin bu topraklarda mevcut uygulamasının böylesine istenmez ve kabul edilemez ölçülerde alt sınıflara yansıması nedense görülmek istenilmemektedir. Bir büyük çalkantı ve itirazlar karşısındayız.

Dolarlar, yargıçlar, yürütme ve iş adamları isimlerinin kurulmaya çalışılan tam demokratik bir rejim arifesinde güzel manzaralar çizmediğini söylemek istiyorum. Yakında bir yerel seçim var ve demokratik reformlar bugüne kadar beklenen, istenen düzeylerde olmamıştır. Kürt sorunu karşısında topluma ve bu arada Kürtlere yeteri kadar çözüm formülasyonu sunulamamıştır. Türkiye’de oldukça aşırı milliyetçilik pompalanırken, Kürt sorununu sahiplenen demokratik Kürt hareketinin seçim, seçilme ve temsiliyet dışında meselenin özüne ilişkin yaklaşımından bahsetmek te pek olası değildir. Tuhaftır ki Kürt meselesi için Öcalan’ın karizmasından ve teorisinden kaynaklı olarak legal politika yapan BDP’ye bu kez yine Öcalan’ın talimatlarıyla batı illerinde seçime girmek üzere bir başka parti kurdurulmuştur.

Kürt sorununa bu ülkedeki her grubun alışması ve çözüm konusunda olumlu katkı sunması ancak meselenin kendisinin kabul ettirilmesiyle olanaklıdır. Yine Kürt oylarıyla ayakta durabilecek, marjinal sosyalist gruplara Kürt oylarını kanalize edecek bir anlayış hatalı bir taktik olarak çözümde ikirciklik bir resim çıkarmıştır. Sıfır oylu Türk sosyalistlerini bazı grupların eşitlik ve özgürlük anlayışları makyajıyla Kürt insanının Türkiyelilik adına gösterilmeye çalışılması doğru olmamıştır. Türkler Kürtleri sevecekse onları sırf Kürt olduğunu bildiği için sevmelidir. Türkleşmiş bir Kürtlük anlayışının gösterilmeye çalışılması çok eleştirilen Kemalist anlayışıyla paralellik arz etmektedir.

Kürtler de Türkleri Türk oldukları için sevmelidir. Bunun başka sahte görüntüler yaratarak yapılmaya çalışılması sorunların esasını gizlemeye yönelik olur ve asla doğru, kesin çözüm ortaya çıkarmaz. Kürt meselesi konusunda toplumu kandırmaya ya da aldatmaya yönelik kompozisyonlara girmek hatalı davranışlardır. Yıllardır Kürt ve Kürtlük gerçeği üzerinden politika yapanların seçimci, adaycı, milletvekilci, belediye başkancı anlayışlarla yoksul ve kimsesiz Kürt insanının oyları üzerinden kendi ikballerini garantiye almaları ve diğer tüm politika yapanları suçlama tekelciliğini ellerinde tutmaları ayrıca tuhaf olan başka bir durumdur.

Başbakan ve Hükümet içinde yaşadığımız günlerde yasal düzenlemelere ihtiyaç duyduğu alanlarda Ergenekon, Balyoz gibi davalarda af niteliği şeklinde görülebilecek sonuçlara neden olmamaya dikkat etmelidir. Yargıtay’dan dahi cezası kesinleşenlere ayrıcalıklı bir şekilde yeniden yargılama yolunun bu dediğim şekilde sağlanması askeri vesayetin yeniden tahkimi sayılacaktır. Bu topraklara AB standartlarında ve eğer mümkünse de o standartları aşacak bir demokratik hukuk sisteminin inşası yapılabilmelidir.

Bu topraklarda 1920’lerin rejimlerinin günümüzdeki versiyonunu getirmek isteyenlerin Kurnaz Adam (buradaki adam sözcüğü kadınları da kapsamaktadır) anlayışlarından bir adım ilerde olmadıklarını söylemek istiyorum. Ruhani, askersel ya da ırksal gösterimli politikaların kişisel menfaatleri ön planda tuttuğu hep görülmüştür. Bugünden sonra da görülecektir. Bu topraklarda Türklerin ve Kürtlerin ve diğer insan gruplarının demokratik, eşit ve ileri bir yaşam düzeyinde yaşamaları ancak kurnaz adam politikalarının dışında mümkün olur.


6 Ocak 2014 Pazartesi

Sistem, Dersimli Aleviler ve PKK…




 Mustafa Elveren*
Kemalizm olarak Türkiye halkına yutturulan sistem çökmek üzeredir. Bu sistemin hiç bir zaman değişmediğini, sadece renk değiştirdiğini söylemekten dilimde tüy bitti. Yani yeşil cübbeliler ile siyah-kırmızı cübbelilerin diğer bir söylemle postalcılar ile takunyacıların rant kavgası olduğunu defalarca yazdım. Bunlar kapıştıkça ne yazık ki yoksullar ile emekçiler eziliyor.
Sistem bazen Ata-Türk, kimi zaman İslam-Türk, bazen de Derin-Türk olarak karşımıza çıkabiliyor. Bu gün İslam soslu Derin-Türk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu defa da "Yeni CHP"'yi devreye koyacağı anlaşılmaktadır. “İki ucu kirli bir değnek” gibidir. Başarılı olabilir mi? Eğer kendisini demokratikleştirebilirse belki! Aksi halde başarılı olacağını sanmıyorum.
Bu ülkede hiçbir zaman sistem demokratikleşmedi. Ülkedeki sermaye çevreleri ya Türkçü cuntacılara ya da dini dünya işlerine alet edenlere hep selam durdular. Dolayısıyla ezilen hep yoksul emekçiler oldu. Aynı şekilde Aleviler, Kürtler, gayrimüslimler ve aydınlar da bu sistemden rahatsız oldular.
 “Hem AKP’ye karşı, hem de onun yerine getirilmek istenene karşı demokratik güçlerin kendi alternatiflerini yaratmaları gerekiyor. Bu süreçte Kürtlerin tavrı son derece önemli.” (Fikret Başkaya / Özgürüniversite)
Alevi Kürtler, demokrat Sünni Kürtler, gayrimüslimler ve sosyalistler bu ceberut sistemden çok çektiler. O nedenle bu gruplar sisteme karşı mutlaka ortak hareket etmelidirler. Aksi durumda ezilmeye mahkûm olamaya devam edeceklerdir.
PKK kontrolündeki Kürt Özgürlük Hareketi sayesinde Demokrat Sünni Kürtlerin önemli mesafe kat ettiklerini söylemek mümkündür.  Aşağıda belirttiğim örnekler bize bu konuda epeyce ip uçları vermektedir.
Kürdistan illerinde çok az sayıda Alevi olmasına rağmen 10’dan fazla Alevi vekil meclise gönderildi. Yine Mardin’de sistem tarafından yok edildiği için çok az sayıda Süryani olmasına rağmen Erol Dora vekil seçilmiştir. En son olarak da Diyarbakır (Amed) Büyükşehir Belediye Başkan Adayı yurtsever Alevi olan Gültan Kışanak gösterildi.
Çok üzülerek itiraf etmeliyim ki, Dersim Alevileri bu konuda yeterli bilince sahip değildir. Dersim’de bir Şafii’yi belediye başkanı yapmak bir yana üst düzeyde bir belediye memuru olmasına bile “ilimizin özel koşulları” bahanesiyle tahammül gösterilmediğini biliyoruz. Dersim halkının bu yanlış algıyı en kısa zamanda kıracağına inanıyorum. Aksi halde kendi dar çerçevesinde hapsolmaktan kurtulamayacaktır.
Şırnak’ta hiç Alevi olmamasına rağmen iki tane yurtsever Alevi milletvekili seçildi. “…BDP her görüşe her dile inanca her kesime saygili ve kucaklayici bir otorite, bir yapisi var. başka hangi partinin böyle ahlaki ve insanci bir yapisi var?" (Sırrı Süreyya Önder / facebook paylaşımından)
Eğer PKK çizgisindeki Kürt özgürlük hareketi olmasaydı, Kürtlerin büyük çoğunluğu din etkisiyle Hizbullah gibi tarikat ve cemaatlerin güdümüne girmesi kaçınılamaz olurdu.
İyi ki PKK kontrolünde bir Kürt Özgürlük Hareketi var. Aksi halde Hizbullah veya İslamcı cemaatlerin kontrolünde olsaydı Aleviler, gayrimüslimler, sosyalistler ve dinsizlerin durumu bu gün ne olurdu? Düşünmek bile istemiyorum.
Bu gün Suriye’de yaşanan olaylar bu durumu net olarak ortaya koymaktadır. Suriye’de Alevilerin güvenliği için PYD-PKK’nin varlığı büyük önem taşımaktadır.
PKK çizgisindeki Kürt özgürlük hareketi sevabıyla-günahıyla tüm halklar için en sağlıklı bir oluşum olduğunu düşünüyorum.
05.01.2014
 *Emekli Öğretmen

4 Ocak 2014 Cumartesi

YÜZLEŞ-ME!




Bülent TEKİN  

2001’de gözaltına alındıktan sonra kaybedilen HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ve ilçe yöneticisi Ebubekir Deniz’e ait olduğu iddia edilen Şırnak’ın Silopi ilçesindeki mezarda kazı çalışması yapıldı. Battaniyeye sarılmış bir ceset bulundu. Tanış ailesi bu cesedin çocuklarına ait olduğundan emin. Deniz’in de cesedinin bulunmasını istediler. Yazımı yazdığım bu saatlerde (2 Ocak 2014, Perşembe) ikinci cesede henüz rastlanılmamıştı. DNA sonuçlarından sonra kimlikler tespit edilecek.

Zaten böylesi mezarlardan çok sayıda ceset (kemik) çıkarılmış durumdadır. Faili meçhul (aslında faili belli olan!) bu cinayetleri devlet bizzat kendisi JİTEM, Korucu, Jandarma, polis ve diğer unsurlar vasıtasıyla işledi. Ve bugüne kadar da bu cinayetlerle ilgili bir yüzleşme ve doğru dürüst yargılama yapılmadı. Denize atılan bir oltaya tesadüfen takılan bir balık misali bazı olaylar aydınlansa da failler dışarıda ve devlet tarafından korunarak yaşantılarına devam ediyorlar.
Şimdi de başka bir olaydan bahsetmek istiyorum: Şırnak’ta hayvan tüccarlığı yapan kapatılan DTP üyesi Ferhat Ediş ve Necman Ölmez, 26 Temmuz 2009 Beytüşşebap ilçesinde vurulup başları taşla ezilerek öldürülmüştü. Şırnak Cumhuriyet Savcılığı’nca 6’sı korucu 9 kişi hakkında ‘iştirak halinde tasarlayarak öldürme’ suçlamasıyla dava açıldı. Yargıtay, 9 sanığa mahkemece verilen müebbet hapis cezalarını onayladı.

Cinayetleri işleyenlerden Zeki Akdoğan’ın telefon konuşmaları kayıtlara düşünce itiraf etmek zorunda kalmıştı. Bakın olayı nasıl anlatıyor: Maktuller Ediş ve Ölmez Berxbir Festivali’nin olduğu günün sabahı Çeman Karakolu’ndaki bir rütbeli askerle tartışırlar. Komutan onlara festivale gitmemelerini söyler. En sonunda da “Giderseniz görürsünüz” şeklinde tehdit eder. Tabii burası Kürdistan ve hesap soran da olmadığı için hemencecik orada ölüm cezaları kesilir. Cinayetleri anlatıcı 15 kişilik bir ekiple gerçekleştirdiklerini anlatır. Önce cinayetin yapılacağı yere gittiklerini söyler.

Ediş ve Ölmez ticaretle uğraşan insanlardır. Fail festival sonrası onları oğlak satma bahanesiyle kandırmıştır. Arabalarını bir yere (Dûvê Botê’de) bırakarak oğlakları tarif ettiği yere gelmelerini söyler. Sözde onlara 100-145 oğlak satacaktır. Maktuller tarif edilen yere geldiklerinde tuzağa düşürüldüklerini fark ederler ama iş işten geçmiştir. Bakın katil ölüm anlarını nasıl anlatır: “Biri uzanmıştı ve diğeri de oturuyordu. Ben arkadaşıma göz işareti verdim. Arkadaşlarım aynı anda her birine birer mermi sıktı. Birinden ses çıkmadı, ama diğeri kalktı ve bizimle boğuştu. Bayağı iriyarıydı. Vallahi biz hepimiz bıçak ve dipçikler ile saldırdık kötü ettik. Yere düştü. Sadece bir hırıltı çıkarıyordu. Sonra çektik aşağıya ve her birimiz kafalarına bir taş vurduk. Biraz ot falan attık üzerilerine. Sonra dolmuşumuz geldi ve arkadaşlarımızın hepsi minibüse binip gittiler. “
Şimdi de Zeki Akdoğan’ı yakalatan (kimliği belirlenemeyen arkadaşı ile yaptığı telefon görüşmesi) konuşmanın tapelerini vermek istiyorum:

“Zeki Akdoğan: Yani ben bu olayı yaptım, ettim, kapattım. Kimsenin ruhu duymadı. Çünkü devlet bizimledir diğerlerinin haberi olmazdı zaten.

X: Sana bir soru soracağım ama yüreğine girmesin, bir şüphen olmasın ya da bir korkun. Benimki sadece bir merak. Bu iki adamın suçu neydi? Hain miydiler, yoksa para için miydi? Ya da başka suçları mı vardı?
Zeki Akdoğan: Yok yok para yok, iki yıldır dosyaları hazırlanmış ve ölüm emirleri verilmişti. Çünkü ikisi partiliydi. Abisi ROJ TV ile konuşmuştu ve Çeman Karakolunda bulunan bir rütbeli hakkında konuşmuştu. Tehdit falandan bahsetmişti. Bir de bu ikisi Berxbir gününün sabahı Berxbir’e giderken yine Çeman Karakolundaki komutanla tartışmışlar. Komutan onlara Berxbir’e gitmemelerini söylemiş. Onlar da gideceğiz demişler. Bundan dolayı da komutan onları ‘Giderseniz görürsünüz’ diye tehdit etmiş. Ve onlar gitmişler. Sonra haber geldi, bu olay yapılacak dendi.
X: Devletin haberi vardı yani?

Zeki Akdoğan: Evet evet devletin haberi olmaz olur mu?
X: Çünkü devlet isterse telefon dinlemesini yapar ve hemen olayı çözer diyorduk. Mutlaka devletin haberi var.
X: Peki senin arkadaşların nereye gittiler. Karakola mı?
Zeki Akdoğan: Onlar, Derê Avê’ye gidip diğer grupla buluşup gittiler.
X: Kontrol noktasına, karakola geçtiler. Yani devlet kimin hangi saati nerde geçirdiğini bilir. Arabalar noktadan geçerken kayıt altına alınıyorlar.
Zeki Akdoğan: Ya zaten devletin haberi var. Bizi görmezden gelir. Ayrıca bizim ekipte bir adam var. Kontrol noktalarında bir kâğıt gösteriyor ve hemen geçiyoruz. Kimse durduramıyor. Bizdeki adam böyle bir adamdır.
X: Peki parmak izin arabada kalmadı mı? Eldiven mi kullandınız?
Zeki Akdoğan: Yok valla hiçbir şey kullanmadım. Zaten kısa bir süre kullandım. Bilemiyorum.
X: Yani diyorsun devletin haberi var.
Zeki Akdoğan: Devletin haberi olmasa böylesi olaylar zor yapılır.”

Bu Cinayetler 2009 yılı olduğu için çözülmüştür. Abu olaydan ancak tetikçiler ceza almıştır. Askerler dışarıda ve korkusuz yaşamaktadırlar. Çünkü devlet kendi yetiştirdiği cellâtlarını koruyor. 1990 yıllarında devletin işlediği 17.500 cinayetin katilleri ise aramızda dolaşıyor.

-------------