28 Nisan 2014 Pazartesi

İnternet, Tartışma Forumları, Gizlilik ve İstihbarat...




Mustafa Elveren*

Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte çok hızlı olarak ilerleyen internet artık ikinci adresimiz oldu. Bundan böyle sanal ortamda yaşamayı öğrenmek durumundayız.

İnternet teknolojisinin hızla yayılması nedeniyle Dünya’daki örgütlenme biçimleri de değişmektedir. Siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel alanlarda insanlar sanal olarak grup ya da gruplar biçiminde örgütlendikleri görülmektedir.

Hotmail, Yahoo, Gmail, Twitter, Facebook gibi sosyal paylaşım siteleri üzerinden oluşan formlar aracılığıyla yazılı, sesli ve görüntülü olarak internette her konuda iletişim ve paylaşım yapılmaktadır.

Facebook ve Twitter sosyal paylaşım sitelerinde örgütlenen milyonlarca gruba rastlamak mümkündür. Ayrıca Google, Microsoft, Yahoo, Mynet gibi firmalar tarafından internet hizmetine sunulan ve bu şirketlerden ücretsiz olarak sağlanan hesaplarla milyonlarca mail grupları oluşturulmuştur. Bu itibarla, internet ortamında insanlar birbirleriyle çok hararetli tartışmalar yapıyorlar.

Dünya’da insanların birbirleriyle hızlı iletişim kurmaları elbette çok yararlı ve sevindiricidir. Fakat işin bir de can sıkıcı yanları vardır. “Gülü seven dikene katlanır” derler ya, onun gibi bir şey.

150-200 dolar karşılığında her kes istediği zaman bir tartışma formunu (sesli ve görüntülü) satın alabilir. İşin teknik boyutunu ayrı bir yazı ile açıklamak gerekir. Şimdilik teknik kısmını bir tarafa bırakıyorum. 

Bu formlardaki yorumlara ve tartışmalara bazen katılmak durumunda kalıyoruz. Bu tür formlar üzerinde birçok garip kişiliklere de sıkça rastlamak mümkündür.

3-5 kişinin kendi aralarında tartıştıkları bazı formlarda sanki on binlerce kişi izliyormuş gibi hareket ediyorlar. Yine bu tür formlarda bazı kutsal değerleri kullanmak suretiyle yazılanlar ibret vericidir.

Bu garip ve acayip kişilikler, daha çok yakınındaki insanların dedikodusunu yapmaya başlarlar. Gevezelik yaparak eleştiri yaptığını sanırlar. Sizden yüz bulamayınca, bu defa saldırıya geçerler. Hayatında sizi hiç görmediği halde, hakkınızda ne duymuşsa sanal pencereden yalan söylemeye ve iftira atmaya başlarlar.

Bir kısım bilimsel tartışma formlarını ayrı tutarsak, genellikle arkadaş ve hemşeri çevresinin bir araya geldiği tartışma formlarında veya radyo sohbetlerinde kendilerine göre gündem belirleyip tartışmaya başlıyorlar. Tartışmalar ve sohbetler önce sakin ortamda devam eder. Bir süre sonra hakaret, küfür, tehdit ve saldırının öne çıktığı rezil bir ortama dönüşüyor. Böylesi çirkefleşen sanal platformlardan uzak durmak gerekir. Aksi durumda çok olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliriz.

Kod ismini kullanan bazı kişiler güvenlik nedeniyle gerçek adını internet üzerinden yazmamakla belki haklı olabilirler. Ancak, bu çabaları hiçbir işe yaramaz. Çünkü IP No.su ile Dünya’nın hangi şehrinde olduğunuzu tespit etmek çok kolaydır. Eğer gerekirse savcılık kararıyla kullandığınız servis sağlayıcısı tarafından kim olduğunuzu bilmek mümkündür.

İnternet üzerinde paylaştığımız her türlü veri (sesli ve yazılı dokümanlar) tamamen kayıt altındadır. Hiçbir biçimde gizlenmesi mümkün değildir. Google arama motoru ve benzeri programları üreten firmalar ABD ve diğer uluslararası istihbarat kuruluşlarıyla işbirliği içinde oldukları bilinen bir gerçektir. İnternet üzerinden faaliyet gösteren güvenlik amaçlı firmalar bilgileri robot programcıklar tarafından toplayarak depolanmaktadır. Siz sitelerde ve formlarda silseniz bile, o bilgiler birileri tarafından gizli olarak tutulmaktadır. Gerektiğinden büyük paralar karşılığında istihbarat kurumlarına verirler. Çünkü uluslararası istihbarat amaçlı şirketlerin hangisi olduğunu bilseniz bile ispatlamak mümkün değildir.

Ayrıca, gerek Türkiye üzerinden gerekse Dünya’nın diğer ülkelerindeki internet servis sağlayıcıları istedikleri takdirde sizin ağınıza çok rahat girebilir ve bilgilerinizi kontrol edebilirler.

Artık çağımızda istihbarat elemanlarını bar köşelerinde kestane satarak, sokak başlarında seyyar satıcılık yaparak, kahve veya pastane salonları önünde ayakkabı boyayarak, terminallerde yüzünü okuduğu gazete ile kapatarak istihbarat yapmalarına gerek duyulmamaktadır. Çünkü ayni görevi şimdi kameralar yapıyor. Cep telefonları, anahtarlıklar, kalemler, saatler gibi sürekli kullandığımız eşyalara ses ve görüntü kaydı çok kolaylıkla yapılabilmektedir. Hatta çok uzun mesafelerde bulunan noktalarda kayıtların yapılması bu günkü teknoloji ile mümkündür.

Yani neredeyse her arabada, binada, işyerinde ve her sokakta yerleştirilen kameralar ile uydu vasıtasıyla her şeyi masa başında izleyerek kontrol etmek mümkündür. Yukarıda da belirttiğim gibi; pavyon kapılarında, sokak başlarında çerez satan, ayakkabıcı boyacılığını yapan istihbarat elemanları gerekmez.

Günümüzde bu teknoloji sayesinde cami müezzinleri artık minareye çıkmadan yerinde ezan okumaktadırlar. Belki de bu minarelere bundan sonra gizli kameraları ve benzeri uydu araçlarını yerleştirebilirler.

O nedenle; partilerde, derneklerde, odalarda, örgütlerde insanların birbirlerini ajanlıkla suçlaması devri böylece tarihe karışmış olacaktır.

Konuyla ilgili olması nedeniyle bir anımı burada paylaşmak istiyorum;

Yaklaşık 7 yıl önceydi. Bir mitingin yapılması iznini almak için gerekli belgeleri ve dilekçeyi vermek üzere bağlı bulunulan ilin Emniyet Müdürlüğü Dernekler Şubesi’ne tertip komitesi üyesi sıfatıyla gitmiştim. Kendimi tanıtıp, evrakları ilgili polis memuruna verdiğim sırada bir görevlinin bana “Şube Müdürümüz T….. Bey sizinle görüşmek istiyor” dedi. Hemen birlikte şube müdürünün odasına gittik.

Müdürün elinde kalın bir kitap vardı. Hoş geldiniz! Hal-hatır safhasından sonra elindeki Abdullah Öcalan’ın “Tasfiyeciliğin Tasfiyesi” isimli kitabını göstererek

-Bak! Ben de APO’nun kitaplarını okuyorum…

Söyleyince, ben şu yanıtı verdim;

-Efendim, siz bir polis müdürü olarak mesleğiniz gereğince Öcalan’ın kitabını okumak durumundasınız. Sizin amacınız APO’nun fikirlerinden yararlanmak değil, onun örgütünün işleyişini ve yöntemini öğrenmek için okuyorsunuz. Ayrıca bu çizgiye yakın partileri de çok iyi takip ediyorsunuz.

-Hoca, biz tüm partilere eşit davranıyoruz. Sizin partiye karşı hiçbir ön yargımız yoktur. Ama siz bize karşı önyargılı olarak davranıyorsunuz!

Müdürün bu samimi ve rahat tavrını görünce hemen söze girdim;

-Müdür Bey, ben devletin birçok kurumunun değişik kademelerinde görev yaptım. Devleti çok iyi tanıyorum. Bu devlet her şeyi tek tip yetiştirdiği gibi memurunu da tek tip olarak yetiştirmektedir. Siz bizim her hareketimizi kontrol ediyorsunuz. Gelişen bu teknoloji ile en az 3 km. mesafede sesimizi kaydedebiliyorsunuz. Eğer içimizde bir yemciniz ya da görevliniz varsa onun vasıtasıyla görüntülerimizi çok rahatlıkla önünüzdeki bilgisayardan canlı olarak izleyebiliyorsunuz. Bu iş için bir anahtarlık, yüzük ya da bir cep telefonu yeterlidir. Cep telefonları bu işler için birebirdir. Yani bizim çayımızı hatta hangi marka sigara içtiğimizi bile çok kolayca tesit ediyorsunuz. Artık bu teknolojik gelişim hiçbir şeyi gizli bırakmıyor. İnternette yaptığımız her şeyi kayıt altına alabiliyorsunuz. Yani her an sizi ensemizde hissediyoruz!

Bu açıklamalarım üzerine, polis müdürünün o rahat tavrı gitti ve yüzü gittikçe asık duruma geldi. Birden bana dönerek;

-Sen yanlış biliyorsun. Nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri? Komplo teorilerini yürütüyorsun. Bu komplo teorilerini ben bile bu kadarını bilmiyorum. Sen akıllı birine benziyorsun. Senin gibi aklı başındaki insanların bu partilerde yer alması bizim için de çok iyi olur. Çünkü gençleriniz bizi düşman olarak görüyorlar. Biz de onları muhatap almak istemiyoruz…

Polis müdürünün bana karşı tavrı ve yaklaşımı “gözüme-kaşıma hayran olduğu” için değildi elbette, bir amacı olduğu belliydi.

Belli ki, bu polis müdürü beni çok iyi takip etmiş ve benim örgütle hiçbir ilişiğim olmadığını biliyordu.

Her konuda uzman olmaya olanak yoktur. Ancak başarmak için devletin işleyişi ve kurumları konusunda da bazı bilgilere ve tecrübeye sahip olmak gerekir.

Sakın Başbakan Sayın Recep Tayip Erdoğan bu sözlerimi duymasın! Yoksa beni de “Paralel Yapı” içine atarsa, ömür boyu içinden çıkamam!

1990’lı yıllarında Elazığ’da “Deli” Hastanesini ziyaret etmiş ve orada bulunan bir hastaya öğretmen olduğumu söylemiştim. “Deli” diye bildiğimiz hasta; “Herkes kendi mesleğinin öğretmenidir” yanıtını verince çok utanmış ve şaşırmıştım. Çünkü haklıydı ve söylediği söz gerçeği yansıtıyordu. 27/04/2014

------------

*Em. Öğrt.

6 Nisan 2014 Pazar

Dersim Katliamı....




Dersim Katliamında M.Kemal’in Rolü ve Seçimler Üzerine

Mustafa Elveren*



M.Kemal’in Dersim’de yaptığı katliamı hiç kimse inkâr edemez. Fakat resmi ideoloji savunucularıyla birlikte bazı dostlarımız, arkadaşlarımız ve bir kısım Dersimliler; katliam tarihinde M. Kemal’in hasta yatağında olduğu için emir vermediğini, ne yazık ki bize yutturmaya çalışıyorlar.

Hâlbuki Mustafa Kemal de her diktatör gibi hatalar yapmıştır. Çünkü o dönemler Dünya’da birçok ülke diktatörler tarafından yönetiliyordu. Avrupa da dâhil.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Dersim katliamıyla ilgili olarak eski dışişleri Bakanı İ.Sabri Çağlayangil ile yaptığı sesli röportaj birçok internet sitesinde mevcuttur. Merak edenler şu linkte izleyebilir. http://gomanweb.org/GOMANWEB2/2008_gomanweb/HABER_YORUM4/Kasim_2008/18Kasim/Ekhaberler/i.s.caglayangilin-ses-kaydi.htm

Bu ses kaydını dinlerken insanın kimyasının bozulmaması elde değildir. Dersimli direnişçilerini “mağaralarda fare gibi zehirledik” diyor, İ.Sabri Çağlayangil.
‘“Dersimlilerin ne kadar mazlum olduklarını, hiçbir şeyden anlayamıyorsanız, buradan anlayın artık. Peki, kim yaptı bu “Tertele” dedikleri katliamı? Celal Bayar tabii! Atatürk’ün İnönü’yle bozuşunca 1937’de göreve getirdiği başbakan. O kadar asker varken, bir garip sivil. Peki öncesi? İnönü? Mareşal? Öncesi falan yok; Tertele 37’de icat edildi! Stockholm Sendromu buna denmezse neye denir yahu?”’ (B.Oran / Gomanweb)
‘“Dêrsimliler’in büyük bölümü, Dêrsim Soykırımından Atatürk’ün haberinin olmadığını ileri sürecek kadar safdillilik yaparken; “Atatürk’ün manevi kızı”, “Türkler’in ilk kadın savaş pilotu” yani “amazonu” Sabiha Gökçen, Cunta yönetiminin ilk yıllarına rastlayan 1982’de, Türk Hava Kurumu’nca yayımlanan “Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti” adlı anılar kitabında, “babasının görevlendirmesiyle” Dêrsim’i nasıl vurduğunu fotoğraflarla övünerek anlatıyordu… “Kahraman / savaşçı Türk kızı” olarak sunulan bu “Türk Amazonu”nun, gerçekte Ermeni tehcir çocuklarından Hatun Sebilciyan olduğunu, ancak 2004 yılı başlarında Hürriyet gazetesinin inceleme-haberlerinden öğrenecektik…’” (M.Bayrak / Gomanweb)

Sevgili Baskın Oran Hoca’nın ve Mehmet Bayrak’ın tespitlerine katılmakla birlikte, artık asimilasyon uygulamalarını tek tek kırmaya başladık.

Ne mutlu ki, Pirim Seyit Rıza’nın Mazlum Doğan gibi torunları vardır. Hem Newroz alanlarında ve hem de seçim meydanlarında Mazlum Doğan’ın ismi hep anıldı.

"Seyit Rıza'nın isminin ağza alınmaktan korkulduğu günlerde siz buraya Seyit Rıza'nın heykelini diktiniz. Şimdi de İbrahim Kaypakkaya ve Mazlum Doğan'ı dikeceğiz. (S. Demirtaş / Dersim mitingi konuşması)

Pirimiz Seyit Rıza’nın direniş ruhuyla, Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ın devrimci geleneği; özelde Dersim, genelde Kürdistan ve Ortadoğu halklarının uyanışı gerçekleşmiştir.

İşte Rojava!
İşte Amed!
İşte Dersim!
İşte Karakoçan!

Bu seçimde Pirim Seyit Rıza ve Çağdaş Kawa Mazlum Doğan kazanmıştır.

Dersim direnişçilerinin lideri Pirim Seyit Rıza’nın ve Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ın ahı bunların burnundan fitil gibi çıkacaktır.

Dersimlilere uygulanan asimilasyon politikasını kırmak çok kolay olmuyor. Bunun için çok ağır bedeller ödendi ve ödenmeye de devam ediliyor.

Bu daha başlangıç, Mazlum’ların kazanımları devam edecektir.


NOT: Bazı sosyal paylaşım formları üzerinden ulusalcı Kürd bireyleri ve örgütleri APO’ya saldırmak için ince taktikler yapıyorlar.  APO’yu ayrı, PKK’yi ayrı ve Mazlum Doğan gibi Kürd değerlerini de farklı göstermeye çalışıyorlar. Bu konuda önümüzdeki zaman diliminde bir yazı hazırlayıp sizlerle paylaşacağım.
05.04.2014

*(Em. Öğrt.)


5 Nisan 2014 Cumartesi

Hapishane mektupları...






Adil Okay

İnsankızının-oğlunun iletişim araçları her çağda biraz daha gelişti. Tam tam’lardan, dumanla haberleşmeye, güvercin kanadından, telgrafın tellerine, posta arabalarından, cep telefonlarıyla yazışmaya, 140 karakterle sınırlı aşk mektuplarından, “kopyala-yapıştır” kiç mektupların yoğunlaştığı internete vardık. Peki, “mektup” bitti mi. Mektuplaşma tarihe mi karıştı? Hayır. Belki artık insanların büyük çoğunluğu elle yazmıyor. Klavye yerini aldı kalemin. Ama mektuplar, “e-mektuplar” gidip gelmeye devam ediyor. Türkülere - şarkılara konu oluyor. Pullar ve postahaneler ise ağırlıklı olarak resmi yazışmalar ya da reklam için kullanılıyor.

Ancak hapishanelerden halen el yazılı-pullu ve “görülmüştür” mühürlü mektuplar gelmeye ve gitmeye devam ediyor.

Hapishanelerde kaç bin mahpus ve yakını mektup yazıyor.

Bu gün itibariyle Türkiye hapishanelerinde 130 binden fazla tutuklu ve hükümlü var. Bunun çarpan etkisini düşünürsek yani her mahpusa yılda 10 ayrı kişi, yakını: eşi-çocuğu-yeğeni-anası-babası-arkadaşı, tek bir mektup yazarsa, toplamda yılda en az 1 milyon 300 bin mektup eder. (Sayı az değil. BM’ne üye bazı devletlerin sayısı 1 milyonun altındadır.) Bir örnek vereyim: Yeni yapılan Şakran cezaevinde 10 bine yakın tutuklu ve hükümlü kalmaktadır. PTT, Şakran cezaevi için özel şube açmak zorunda kalmıştır.

Demem o ki, pullu ve elle yazılan mektuplar henüz tarihe karışmamıştır.

Bir firarinin limon suyuyla yazdığı mektuplar

Eski bir mahpus ve cezaevi firarisi olarak hapishanelerde “illegal” haberleşme araçlarını çok kullandım. İçeriden dışarıya şifreli-kodlu mektuplar yolladım. 1980 yılında Adana cezaevinden firarımdan sonra, kaçak-sürgün hayatım boyunca da devam ettim bu illegal haberleşmeye. O zamanlar deşifre olma korkusuyla açıklayamadığımız “limon suyuyla”, yani görünmeyen yazıyla mektuplar yazardık. Hapisten firar ettikten sonra yıllarca sürdü bu “limonlu” mektuplar. Dolmakalem haznesine limonun suyunu çekiyor ve normal kalemle yazılmış mektuplarımızda satır aralarındaki boşluğa meramımızı yazıyorduk. Mektubu alan arkadaşımız da kâğıdı ısıtınca görünmeyen yazılar ortaya çıkıyordu. Daha sonra aynı işlemin başka ülkelerde sütle yapıldığını öğrendim. Ve aradan çeyrek asır geçince bu sırrın artık ifşa olduğunu öğrendim. Bu nedenle şimdi yazabiliyorum.

Ve güncel hapishane mektupları

Ve o gün bu gündür, mahpuslarla dayanışma amacıyla (ama bu kez legal) mektuplaşmalarım devam ediyor. Hapishaneden aldığım çok sarsıcı mektuplar oluyor. Elle hazırlanmış zarflar. Ellerinde bulunan sınırlı boyalı kalemlerle süslenmiş mektuplar. Gazetelerden kestikleri çiçekleri kâğıdın kenarına yapıştıran sevgi dolu insanlar. Kendilerini, çocuklarını, özlemlerini dolaylı anlatan, çoğu zaman da hapishanelerdeki yönetimin keyfi uygulamalarını, tecrit içinde tecridi, yasakları - cezaları betimleyen mektuplar.

Bu mektupların hemen hepsini www.gorulmustur.org web sitesinde yayınlıyoruz. Bu sitenin kuruluş amacını açıklarken şöyle demiştik: “Bir tutsak için en önemli moral kaynağı: ziyaretçi ve mektuplardır, diyorlar. Hele de bu tutsak, bir de toplumsal fayda için bedel ödüyorsa ve hapishanede de türlü baskılara maruz kalıyorsa biz 'dışarı'dakilere düşen de en azından bu tutsaklarla dayanışmaktır. Bu asgari zorunluluk, bizi “Görülmüştür” isimli çalışmayı yapmaya itti. Politik tutsakların, görüş yasağına, mektup yasağına, kimi cezaevlerinde renkli kalem, fazla kitap v.b bulundurma yasağına rağmen, ayakta kalma ve üretme mücadelesi içinde olduğunu biliyoruz. Öte yandan, politik tutsakların “dışarıdan” yeterince mektup alamadıklarından -dolaylı olarak- şikayetçi olduklarını da görüyoruz.”

Sonsöz:

Bitirirken yine bir politik mahpusun mektubundan alıntı yapmak istiyorum. Bu gün yaşamayan, kanser hastası olduğu halde tahliye edilmeyip hapishanede hayatını kaybeden İsmet Ablak’ın ölmeden birkaç gün önce yazdığı mektup, hâlâ devam eden karanlık bir dönemin “devlet politikasını” özetliyor:

İsmet Ablak. Doğum: 1969.  Ölüm tarihi: 18 Temmuz 2009

 “Ben İsmet Ablak. Bu mektup elinize geçtiğinde, ben sonsuzluk âlemindeki yeni yaşamıma, yeni başlamış olacağım. Doğrusunu isterseniz nereden başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü dünyadayken bir doğduğumu, bir de cezaevindeyken yaşadıklarımı biliyorum. Tüm hayatım, anlamlı mahkûmiyet yıllarındaki sessizlikler içinde geçti. Ses olduğum tüm zamanlarda bile, sessizliğe itildim. Yatılı okulu okurken de Türkçeyi pek bilmezdim ve bilmemek de suçtu.

Konuşamadığımız için hep dayak yerdik. En çok dayak yiyenlerden biri de bendim. Sessizdim. Sessizliğim başıma bela olmuştu; tavır olarak bilinirdi.(…) Ve büyüdüm bir gün içeri alındım. 20 gün boyunca Aliye bekânın sevgili kara kollarında, kara günlere, kâbuslara budandım. Ben yine sessizdim; bağırmadığım, konuşmadığım için, anamdan emdiğim ak sütü fitil fitil burnumdan getirdiler.(…)

Cezaevi yıllarım zordu. Karartma gecelerini izleyenler, ‘Bu insanın çığlıklarını unutmayın’ diyenlerin hayatını bilenler, beni iyi anlarlar. Biz ‘insanlık onuru’ dedik. Ve bunun cefasına göğüs gerdik; sürgünler oldu. Dirhem dirhem eriyenler ve alev alev yananlar oldu. Ama biz bu soğuk demir ve duvar ortasında yaşamın sessiz çığlıkları olmaya devam ettik.(…)

Derken bir gece vakti aniden titremeye başladım, gözlerimi hastanede açtım. Ameliyata yattım. Ameliyat olurken de kanser olduğumu söylemediler. Hani bilmiş olsaydım, belki sevdiklerimi hazırlardım. Böyle ani olmazdı gidişim. İtiraf etmeliyim ki hastanede kaldığım o izbe yerde, bedenim çok zorlandı. Havasız ve ışıksızdı, hemen her gün ameliyata alınıyordum ve bedenim paralanıyordu. Dışarıdaki dostlar kan vermek için kilometrelerce yol gelip, sıra alıyorlardı. Yoksulluk hepsinin belini bükmüştü. Gözlerinin feri kaçmıştı. Damarlarındaki kan miktarı, hayata tutunmalarına ancak yetiyordu. Onun da yarısını bedenimi diri tutmak için veriyorlardı. Mahkûm arkadaşlarım kanlarını paylaşmak için başvurmuşlardı. Ama bürokrasinin soğuk çarkları donmuştu.(…)

Ben, sessizce yaşadım. Sessizce direndim ve bu dünyayı sessizce terk ettim. Gücümü sizlerden ve daha önce inançları uğruna gidenlerden aldım. Sizin şahsınızda tüm dostlarıma ve insanlığa veda ediyorum. Sevgiyle kalın.  İsmet ABLAK”

Not: Yazı 4 Nisan 2014 tarihli Özgür Gündem gazetesinde yayınlanmıştır.

kaynakça: Adil Okay, Ben Çıkana Kadar Büyüme  e mi…, Nota Bene yayınları, Ankara.

4 Nisan 2014 Cuma

Seçimler ve Hainler!..



Serra Güneyli
30 Mart 2014  Yerel seçimleri, hainleri bir kez daha açığa çıkardı: Erdoğan’nın koltuk değnekleri, meğer, BDP ve HDP’dir. BDP ve Tayyip’in fazladan kurdurtmuş olduğu HDP, yani ”Türkiyelileşmek Partisi”, 30 Mart seçimlerin Kürt hainleri tarafı oluyor. Utançtır!

Utancın kaynağı, elbette, İmralı’da mukim, APO’dur. APO, Recep ile anlaşarak; ”seni Urfa’da bile, birinci yapacağım!” demiştir. Bu da olmuştur. Diğer Kürd illeri de, Receb’e hediye(!) verilmiştir. Birinci nottur.

İki: APO, ”Receb’e ne dersem yapıyor”demiş. Doğrudur. Ne APO’nun, ne de Receb’in başka alanları kalmadı. Kalan; ”kaldır beni, kaldırayım seni”, misalidir. Olan da budur.

Üç:  BDP varken, APO; ” İmralı’dan, HDP’yi kurun emri verdi.  Niye ki?

A)    ”Türkiyelileşmek(!) adı altında, oylar AKP’ye gitsin!
B)     ”Türkiyelileşmek” adı altında, oylar HDP’ye, aynı,  AKP’ye gitsin!
C)    ”Türkiyelileşmek” adı altında, oylar RECEB’e, yani, İmralı postacılarım da eksik olmasın, demiştir. Bu da olmuştur.

Dört: Sırrı Süreyya’dan ses yok. Niye olsun ki? Oyunun 2. figuranı da  kendisidir. Recep ile gizli bir sözleşmesi var mı, bu da açığa çıkar. Tarih, tüm bilimlerin anasıdır…

Seçimler ve hainler burada, Kurdistan sahasında toplandı. Tek amaçları, özgür bir Kürdistan devleti ve Ulusu’nu engellemektir!

Tepkimiz, bunun içindir.

Tepkimiz, yeter artık, hiç kimsenin koltuk değneği değiliz, demek ve haykırmak içindir.

Evet;  30 Mart Yerel seçimlerinde ortaya çıkan bu talihsiz taployu hep birlikte boşa çıkaralım.

30 Mart Yerel seçimlerinde oluşan hainlerin bu ”hilkat garibesini” dağıtalım.

Böylesi bir girişim olmadan, Bağımsız ve Özgür bir Kürdistan kurulamaz!

Yerel seçimlerden sonra, bu düşüncelerimi  hızlıca,  yazmak istedim.