24 Temmuz 2014 Perşembe

Pedagojik metodlardan yoksun olmak!




Faiz Cebiroğlu
Türkiye solu, bir türlü, pratikte vücut bulamadı. Bulamıyor. Kütlelerle buluşmayan Türkiye solu, parçalara bölünüyor. Sürekli bölünüyor. Örnek olsun, daha yeni, adını TKP alan (Türkiye Komünist Partisi) parti, ikiye bölündü: ”Atlımcılar” ve ”12.Kongreciler!” Türkiye solu böyledir. Türkiye solu hep bölünür ve hakkını da vermek gerekiyor: Türkiye solu, dünyada, bölünmede en zengin soldur! Türkiye sol tarihine bir bakın, gerçekten bir bölünme ve likidasyon tarihidir. Bu, bir tesadüf değildir. Bölünmelerin kaynağında ”fikirsel ayrılıklar” yatsa da, en önemli ve belirleyici neden, politik mücadeleyi, pedagojik metodlardan yoksun olarak sürdürmektir. Pedagojik metodlardan yoksun olmak: Bölünmek ve daha çok bölünmek oluyor.

Türkiye solunun, bir varlık göstermeden küçük parçalara bölünmesi, pratiye, eyleme geçirilecek olan teorinin pedagojik metodlardan yoksun olmasıyla ilgilidir. Türkiye solunun teorisi var ama teorinin eyleme geçirilmesinde kullanılacak pedagojik metodları yoktur. Tüm bölünmelerin kaynağında, pedagojik metod yoksunluğu yatıyor.

Politikada pedagojik metodlar nedir? Hızlı ve tezler bazında fikirlerimi yazmak istiyorum.

Proleter sınıf mücadelesinde, politik / pedagojik metodların amacı, ortakça düzen için öne sürülen kısa erimli ya da uzun erimli tüm hedeflerdir. Pedagojik metodlar, bu hedeflere - ”yakın” ya da uzak hedeflere - varmak için kullanılır.

Parti proğramında formüle edilen yakın hedefler / uzak hedefler, önce parti içinde ve aktif bir katılımla tartışılır. Tartışmalardan ortaya çıkan, güncel olan, gündemde olan hedeflere, yakın hedeflere öncelik verilerek, bu hedeflere ulaşmanın pedagojik yöntemleri seçilir. Burada, hedeflere varmak için kullandığımız metodlar, değişmez bir ”kalıp” ya da ”şablon” değildir. Yer ve zamana göre değişiklik gösteren bu pedagojik yöntemler, önümüze koyduğumuz politik hedeflere varmanın ve bu hedefleri nüfüz ettirmenin politik felsefesi de oluyor. Pedagojik metodun felsefi planlamadır.

Politikada, pedagojik metod: Planlamadır.

Proleter sınıf mücadelesinde, plan yapılmadan, hiç bir politik hedefe ulaşılmaz. Birinci noktadır.

İki: Politika bir sanattır ama politika, aynı zamanda bir planlama sanatıdır.

Üç: Planlama sanatı olan politika, dinamiksel bir süreçtir ve birbirine bağlı evreleri vardır.

Politika, planlama sanatı ve bu sanatın aşamaları açıktır:

1) Seçilen hedeflere dair karar verme aşaması: Politik hedef olarak, ne istiyoruz ve ne için?

2) Hedeflere yönelik tasarı aşaması: Önümüze koyduğumuz politik hedefler, pratiye nasıl geçirilecektir? Ne zaman? Nerede? Kimlerle?

3) Hedefleri, kütlelere iletme aşaması: Öne sürdüğümüz politik hedefleri nasıl ve hangi aktiviteler ile kütlelere ulaştırabiliriz? Bu hedeflerin ulaşması için, hangi projeler yapılabilir?

4) Sonuç aşaması: Planladığımız hedefler ve kullandığımız yöntemler nasıl geçti? Sonuç nedir? Sonucun olumlu ve olumsuz noktaları nedir? Seçtiyimiz bu politik hedefleri pratiye yansıtırken neler öğrendik? İlerisi için hangi dersleri çıkardık?.. Kısacası, kullandığımız pedagojik metodun perspektifi nedir?..
Evet...Türkiye solunda, böylesi pedagojik yöntemle çalışan hiç bir politik kuruluş olmamıştır.

Parentez açıyorum: 13 Şubat 1961'de kurulan, Türkiye İşçi Partisi, örneği var. Kadroları ve partik çalışmaları, o dönemde, politikada pedagojik yöntemleri kullanan bir parti oluyor. 1965'te, 15 milletvekili çıkararak, Türkiye sosyalist hareketini canlandırıyor. Ne yazık ki, 1968'de, Sovyetler Birliği ve Çekoslovakya sorunu, partide ”kriz” yaratıyor. M.Ali Aybar: Çekoslovakya. Behice Boran: Sovyetlerden yana tavır alınca, parti, bölünüyor. Kadrolarda zaman içerisinde ”kayboluyor.” Parti, bitiyor.

Bir başka parentez açıyorum: Kürd solu. Kürd solundan, PKK (Partiya Karkeren Kurdistan) yani ”Kürdistan İşçi Partisi” var. Türkiye İşçi Partisi'nden etkilenerek, parti ismini Kürdçeye çeviriyor ve Kürdistan İşçi Partisi oluyor. 12 Eylül 1980 ve sonrasında muazzam direnişler göstererek, Kürd partisi olarak, Orta-doğunun ortasında yerini alıyor. Kısa sürelerde ve ağır koşullarda başlatılan pedagojik çalışma ve metodlar partinin büyümesine ve Kürdistan halkıyla bütünleşmesine yol veriyor.

15 Şubat 1999'da Abdullah Öcalan'ın esir alınması ve bugünki süreç oluştu. Bu süreç, büyük ”kırılmalara” yol açtı. Ayrı bir tartışma konusudur. Ama tüm bunlara karşın, PKK – ister beğenin, ister beğenmeyin, Kürd halkı nezdinde, taht kuran tek Kürd partisi oluyor. Parti devam ediyor.

Ben de yazıma devam ediyorum.

Türkiye sol tarihinde yaşanan bölünmeler ve likidasyon, ne yazık ki, politik / pedagojik metodlardan yoksun olmasından kaynaklanıyor.

Metodsuz, plansız  örgütler, durağanlaşan örgütlerdir. Bu, bölünme ve sonradan çürüme oluyor.
Türkiye solu, bundan böyle, başarı sağlayacaksa, politikaya, pedagojik metodlara ihtiyaç olduğunu, artık bilmesi ve öğrenmesi gerekiyor.

Politika, metodtur.

Metod, planlama sanatıdır.

Proleter sınıf mücadelesinde, plan yapılmadan, hiç bir politik hedefe ulaşılmaz.

Evet...Pedagojik metodlardan yoksun olmak, bölünmek daha fazla bölünmek oluyor.

Artık bunu da öğrenmek gerekiyor ve  öğrenmeliyiz! 

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Kürt sorunu değil, yönetici sorunu çözülüyor...



Hasan Bildirici

Türk devleti, Kürdistan sorununu değil, kendi sistemine ortak edeceği yönetici sorununu çözüyor. Sorunun çözümü ile, yönetici sorunun çözümü arasında dağlar kadar fark bulunuyor. Osmanlı’dan alınan bu alışkanlık baş edilemeyen “eşikıyayı dağdan indirip paşa yapmak,” olarak adlandırılıyordu.

Şimdi yaptıkları bu. Bir kaç yüz Kürde mevki ve makam dağıtarak, Kürt sorununda açılım yaptıklarına toplumu inandırmaya çalışıyorlar. Bu yolda başarısız sayılmazlar. Cumhurbaşkanlığına dahi adaylık konduğuna göre, çözümün bu biçimine inanan oldukça geniş bir çevre var. Esasında bu durum, Türklerin ve Kürtlerin devleti ve çözümü nasıl gördüğünü anlatmaya yetiyor. Bu durum aynı zamanda Kürtlerin ve Türklerin demokrasiden ne anladığını da anlatıyor. Demokrasi, herkese eşitlik, özgürlük ve adalet anlamına geliyor değil mi? Kürtlerde ve Türklerde demokrasi kendi elemanları için daha çok mevki ve makam anlamına geliyor.

Bu anlayışın sıradan Kürt yurttaşın hayatına kattığı ciddi bir değişiklik yok. Son yıllarda Kürdistan halkının hayatını kolaylaştıran bir yasa ve kanun maddesi çıktı mı? Eskiden beri var olan sömürge yasalarından kaçı insanlarımızın hayatından geri çekildi?

Sanal bir rahatlama ve iyileşme propogandası yapıyorlar. Kürtlere uygun görülen, Bulgar veya Çeçen göçmenlerin sisteme kabul edilmesi gibi bir şey... Pençesini kafatasımıza atmış olan devlet, hangi yöne doğru meyledeceğimizi kendisi kararlaştırıyor. Bu konuda öylesine cimri ve temkinli ki, sıradan bir heyet dahi devlet kontrolünde seçiliyor.

Batıda artık meslek olmaktan çıkmış siyasetçilik, tıpkı din adamlığı gibi, sıradan insanın stresini attığı bir alan haline getirilmiş. Her seçimde oradan oraya yalpalayıp duruyor, aldığımız oy miktarına göre neşelenip veya üzülüyoruz.

Siyaset, vatandaşlık hakkının çeyreği bile değil. Arapça at terbiyeciliği, seyislikten isim olarak alınan siyaset, mevcut yasalar doğrultusunda ülkeyi ve insanı yönetmektir. Olabilir ya, milyonlarca insan siyasetle ilgilenmeyebilir, Batılı ülkelerde olduğu gibi, sandığa da gitmeyebilir. Türk veya Kürt, yapılan siyasetin biçimi bana çok itici geliyor. Konuşulanlar, yapılan açıklamalar ilgi de çekmiyor. Ayrıca çekmek zorunda değil. Herkes nasıl Hıristiyan veya Müslüman olmak zorunda değilse, yeni çağın dini olan siyasete herkes ilgi duymak zorunda değil.

Ancak vatandaşlık haklarının doğru kullanılması veya devletin vatandaşlar üzerindeki sömürgeci ve faşist tahakkümüne son vermek önemli.

Türk devleti vatandaşlık haklarıyla çok ilgili değil. Osmanlı’daki teba anlayışı, 20. Yüzyıl Türk yönetim sahteliğiyle yıkanarak sahte bir vatandaşlık tanımı üretildi. Dili yasak, inancı yasak, kültürü yasak, özgürlüğü yasak vatandaşlar... Hatta bu vatandaşlık yasası, Osmanlı teba kültüründen de geri. Osmanlı’da kendi isminde Ermeni ve Rum mebuslar vardı. Osmanlı'da Türklük aşağılık bir unsur olarak görülüyor, vezirler ve padişah kadınları genellikle yabancılardan seçiliyordu. Türkiye cumhuriyeti devletinde ise herkes Türk ve Sünni olmak zorunda... Yasalarda ve kanunlar da Türk ve Sünni olma zorunluluğu devam ediyor mu etmiyor mu? Dünyada doğrudan ırk kelimesinin geçtiği(Kahraman ırkıma gül ne bu şiddet bu celal) Türk milli marşı Kürtlere zorla okutuluyor mu okutulmuyor mu? Kürtler zorla askere götürülüyor mu götürül müyor mu? 20 milyon Kürdün sorunu ile hali hazırda MİT iligileniyor mu ilgilen miyor mu? Parlamentoya seçilen Kürtler namus ve şeref üzerine Türk olduklarına dair yemin içiyorlar mı içmiyorlar mı?

Türk devleti Kürt halkının vatandaşlık sorununu değil, kendisiyle birlikte hareket etmesini istediği Kürt yönetici sınıfının sorunlarını çözüyor. Daha doğrusu iktidarından azıcık bir pay ayırıyor.

Bu da Kürt sorunun vatandaşça çözümü değil, yönetici sınıfların sorunlarının çözümü anlamına geliyor. Türkler Kürtleri bin senedir zaten böyle idare ediyor.

Kaynak: Rojeva Kürdistan


Şeytani saldırılar...




Faiz Cebiroğlu

Şeytan, hem Arapça, hem de İbranicedir: Düşman oluyor. Düşmanlarımız, bizlere, sitelerimize saldırıyor. Ölümle tehdit ediyorlar.

Şeytan, şeytandır: beyinsiz olmak demektir.

Beyinsizler, bizlere saldırıyor.

Beyinsizler, Rojeva Kurdistan Portalı'na saldırı yapmışlar. Bugün yapmışlar. Yapanlar, ”devşirme” müslüman, hem Kosovalı, hem de Arnavutlu, şeytanlarmış.

Şaşırmadım. Kendi kendilerinin ”şeytanı” olmak budur.

Rojeva Kurdistan Portalı'nda : KWG” yazılıyor. Yani bizler, ”Kosova Savaşçı Grupu” oluyor, sitenizi, ”hackledik” yazılıyor. Bunlar da Arnavut Kosuvalıları adına yapılıyormuş. Sanırım, Enver Hoca, mezarında bizlere gülüyor!

Bir de, İngilizce olarak, şu da var: ”Bizleri ancak ALLAH durdurur!

Kosova, 17 Şubat 2008'de bağımsızlığını ilan ediyor. Kosova bağımsızlığını ilk kutlayan ”Rojeva Kurdistan” oluyor.

Ama, siteye saldırılar, KWG ( Kosova Savaşçı Grubu) tarafından gerçekleştiriliyor!

Bunlara inanmak istemiyoruz.

Hele hele, ”Allah adına bunu yaptık, siteyi Hackledik” demeçleri tam bir manipülasyondur.

Siteyi, ”hackledenin” Ip numarası'da olur. Vardır. Kosova olabilir ama Kosovalı değildir.

Rojeva Kürdistan Portalı'nı hackleyenler Arnavut'tan olabilir, ama Arnavut değildir.

Rojeva Kürdistan Portalı'nı hackleyenler Türkiye Milli İstihbaratı'na çalışan zavallılardır.

Şeytan, şeytandır.

İç şeytan vardır. Dış şeytan vardır.

Ama şeytan, şeytandır.

Rojeva Kürdistan, tüm şeytanlara karşı bir sitedir.

Rojeva Kürdistan'ı destekliyor. Geçmiş olsun diyoruz.


19 Temmuz 2014 Cumartesi

BONZAİ: ÖLDÜREN SERMAYE...




Müslüm Kabadayı

Sonda vurgulayacağımız gerçeği, bir cümleyle başta ifade etmek gerekirse, Dünya’da sermayenin en önemli kaynaklarından biri de uyuşturucudur.

Kapitalizmin Dünya sistemi haline geldiği yaklaşık 100-150 yıllık dönemde yaşanan savaşların, katliamların, ekonomik krizlerin, finansal çöküş ve yükselişlerin merkezinde yer alan birkaç büyük uluslararası şirketin ve bunların sahipleri Dünya patronu ailelerin yer aldığı biliniyor. Dünya’daki para trafiğini yöneten bankacılık sistemine egemen olan bu şirketlerin, uluslararası uyuşturucu trafiğini de nasıl yönlendirdiğini, biraz uzun ama yoğun anlatımla Doç.Dr. Sait Yılmaz’ın “Ak para & kara para; dünyayı kim yönetiyor? Paramız nasıl çalınıyor?” başlıklı yazısından aktarmak istiyorum.

“Uluslararası uyuşturucu ticareti yukarıdan aşağıya dünya siyasi yapılanması içinde en iyi organize olmuş, İngiltere’nin koruması altında ve ABD’nin büyük görünmez gelirler elde ettiği bir iş alanı olmaya devam etmektedir. Uyuşturucu geliri Amerikan ve dünya ekonomisinin ayrılmaz bir parçasıdır. ABD’nin yıllık 700 milyar dolarlık illegal uyuşturucu geliri büyük ölçüde Wall Street’deki finans kurumları tarafından yutulur. Halkının büyük çoğunluğunun fakir olduğu ve 56 milyon kişinin yiyecek kuponu ile beslendiği ABD’de sosyal çalkantıların önüne geçmek için ‘din’ dışında iki şeyin ucu açılmıştır; seks ve uyuşturucu. ABD, hem uyuşturucudan para kazanmakta hem de ülkeye giren uyuşturucuyu kontrol altına almaktadır. ABD’ye yıllık 400 ton uyuşturucu girmesine müsaade edilmektedir. ABD’nin uluslararası uyuşturucu trafiğini kontrol sistemi Meksika’dan Kolombiya ve pek çok ülkeye Pentagon, CIA ve ülke liderlerinin yer aldığı bir sistemle yürütülmektedir. Latin Amerika’da uyuşturucu trafiğini kontrol etmek; ABD’ye aynı zamanda siyasi baskı ağı sağlamakta, bu alış verişte ABD şirketleri mağdur ülkelerin kamu teşebbüslerini skandal denecek ucuz fiyatlara satın almakta ve pazarlarına girmektedirler. Bu sistemin bir aracı olan Panama diktatörü Noriega, izin verilenden fazla uyuşturucu satınca, demokrasi adına bir askeri harekâtı müteakip ABD’ye getirildi, yargılandı ve hapse konuldu. ABD dünya genelinde uyuşturucu (narkotik) ile mücadele görüntüsü altında silahlı kuvvetleri ve istihbarat örgütleri ile birlikte operasyonlar yaparak, bu trafiği kontrolü altında tutmaya ve para kazanmaya devam etmektedir.

ABD tarafından işgalini müteakip ABD-NATO kontrolü altındaki Afganistan’da eroin üretimi ve satışı patlama yaptı. Azerbaycan, en stratejik eroin geçiş merkezi oldu. ABD hava üslerinin olduğu Kırgızistan, Azerbaycan ve Türkiye bu geçiş güzergâhının üzerindeki ülkelerdir. Bu güzergâh Türkiye’den sonra Bulgaristan, Kosova, Bosna istikametini izlemektedir. Deniz güzergâhı ise Korsika adasına uğramaktadır. Afganistan harekâtı başladığından beri 10 yılda Akdeniz’de bir gram bile uyuşturucu yakalanmadı. Afganistan’da Batılılar bir yandan uyuşturucu üretimi, ulaşımı ve dağıtımını kontrol altına aldı. Petrol ve enerji hatlarının jeopolitik ve askeri kontrolü kadar uyuşturucu rotalarının da kontrolü stratejik bakımdan önemlidir. İstihbarat servisleri, iş dünyasının güçlü merkezleri, uyuşturucu ticareti yapanlar ve organize suç örgütleri bu rotaların stratejik kontrolü için rekabet halindedir. Amerikan uyuşturucu trafiği ve ilgili suç faaliyetleri için Bahama önemli bir merkezdir. Küresel uyuşturucu ticareti, istihbarat servisleri tarafından yönetilir ve bu işe İngiliz istihbaratı liderlik eder. Mİ 6’nin edindiği uyuşturucu parası Bank of England, Barclays Bank ve diğer bağlı bankalara aktarılır. Bu para orijini kaybolana kadar büyük bir işlem trafiği içinde hesaptan hesaba aktarılır. Para ne kadar temizlense de tamamen temizlenemez. Bu para ile illegal değerli taş trafiğini yöneten Oppenheimers gibi iş dünyası ailelerinden elmas satın alınır. Elmaslar uyuşturucu parası temizlenene kadar satılır. ABD bir yandan ülkeleri uyuşturucu ile mücadelede yetersiz kalmakla suçlarken, CIA elemanları dünya genelinde uyuşturucu gelirlerinden yolsuzluk cennetleri yaratır. Uyuşturucular, petrol ve silahtan sonra dünyanın en değerli üçüncü ticari metasıdır.”

Evet, sermayenin üçüncü ticari metası olan uyuşturucu trafiğinde Türkiye’nin “köprü” olduğu görülmektedir. Güney Asya ülkelerinden başlayıp Balkan, Kuzey Karadeniz ve Doğu Akdeniz rotalarından Avrupa ve ABD’ye uzanan uyuşturucu trafiğinin, uluslararası sermayenin finanse edip yönlendirdiği istihbarat örgütleri, kıyı bankaları aracılığıyla gerçekleştirildiği malumun ilanından başka bir anlama gelmiyor. Yine Soner Yalçın’ın yerinde saptamasıyla Türkiye’de “karapara” olarak uyuşturucu trafiğinin 1990’lı yıllarda Türkiye sermayesinin ihtiyaçlarına tahvil etmek için dönemin Adalet ve İçişleri Bakanlığı yapan Mehmet Ağar ve ekibi tarafından merkezileştirildiği ortadadır. Bugün bu trafiğin Dubai üzerinden Türkiye’nin “karapara cenneti” haline getirildiği, araştırmacılar tarafından ortaya konmaktadır. Gerçek, her dem devrimcidir ve uyuşturucu baronlarının ülkemizi son yıllarda “bonzai cehennemi”ne dönüştürebilme alçaklığını ortaya çıkarmak bakımından da kendini göstermektedir.  

Liseli gençliğimizin bu trafiğin kurbanı haline getirildiğini öğrendiğimizden beri bu konuda bilinçlendirme ve aynı zamanda hedef seçilen gençlerimizi uyandırma mücadelemizi yükseltiyorduk. Bu trafiğini yönlendiren aracı maşalardan devletin ilgili kurumlarının haberdar olduğunu birçok örnek olaydan da biliyorduk. Artık gerçek devrimciliğini ortaya koymaya başlayınca, CHP Kocaeli Milletvekili Mehmet Hilal Kaplan’ın Meclis’te düzenlediği basın toplantısıyla “bonzai cehennemi” Türkiye’nin gündemine oturdu. Kaplan’ın açıklamasında üzerinde durulması gereken nokta şudur: “Böyle giderse 2015, 2016’da çok ciddi bir tehlike var. Bu yaygınlıkla Türkiye’de gelecek 2-3 yılda toplum ölümler meydan gelir; böbrek yetmezliği ve kalp rahatsızlıkları patlama gösterir. Bir kereden çok şey oluyor. Bir kere kullanıldığında bile bağımlılık yapıyor, hatta bir dozda ölenler var.

AMATEM’den uzman arkadaşım, ‘Bu esrar gibi morfin gibi değil. Onları 2 ayda tedavi ediyorum, ama ben bonzaiyi tedavi edemiyorum, içinde ne olduğunu bilmiyorum’ diyor.”  Emniyet verilerinin işlendiği haritada, “sentetik kannabinoid” pazarlayan sokak satıcılarının 2011’de 13 ilde bulunduğu görülüyor. Bonzai yakalanan illerin sayısı 2012’de 32’ye ulaşırken, 2013’te yakalanmayan iller azınlıkta kalıyor. 2013’te sadece 22 ilde bonzai görülmüyor. Kaplan, resmi veriye göre 3 yıldaki artışın yüzde 800 olduğunu belirtti. Bu madde, Bakanlar Kurulu’nca 2010’da uyuşturucu kapsamına alınmıştı.” (Hürriyet, 17.7.2014)

Konuyla ilgili “öldüren sermaye”nin hedefi olmaktan kurtardığımız bir öğrencimizin “bonzai cehennemi”yle ilgili değerlendirmesini paylaşmak istiyorum: “Çin Halk Cumhuriyeti’nde üretilir. Türkiye’ye gelene kadar birçok gümrükten geçer ve yakalanmaz. Bu da uyuşturucunun ülkemize girmesine izin veriliyor demektir. Bir halkı gençliğinden vurarak zayıflatırsınız. Bu maddeyi kullananlar, bir süre sonra sağlıklı kararlar veremezler, hatalar yaparlar. Bundan 20 yıl sonrasını düşünün, bugünün gençliği yönetecek.”

Fazla söze gerek yok, uyuşturucu sermayesinin bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflediği ortadadır. Bir yandan uluslararası sermaye önemli bir kaynak sağlarken, diğer yandan da gençlik başta olmak üzere emekçi halkı uyuşturarak “öldüren sermaye”ye karşı direnişini kırmaktadır. Hedef, gerçek bu kadar çıplak olduğuna göre, “öldüren sermaye”yi akıttığı beyaz kanda boğmanın hak ve zorunluluk olduğu da insani bir gerçekliktir.

18 Temmuz 2014 Cuma

İSRAİL YİNE KARA HAREKATINA BAŞLADI. YANİ…



Adil Okay

17 temmuz 2014: “İsrail 8 bin askerle, Gazze’ye saldırdı. Gazze gece boyu karadan, havadan ve denizden ağır bombardıman altındaydı. Şu ana kadar biri 5 aylık bebek, biri çocuk 12 kişi öldü, çok sayıda yaralı var.” (basından)

İsrail’in, yarım yüzyıldır sürdürdüğü katliamlar devam ediyor. Batının ve ABD’nin hayasız – iki yüzlü açıklamaları hep aynı. Kendi kamuoyularını sakinleştirmek için yapılan sözde kınamalar, ateş kes çağrıları!..Peki neden bu ülkeler, İsrail’e karşı yaptırım uygulayamıyor ve BM kararları kâğıt üzerinde kalıyor. Zira; birincisi; bu ülkelerin tarihlerinde İsrail politikaları gibi kara sayfalar, katliamlar, soykırımlar çoktur.

İkincisi, bu gün itibariyle, halen, İsrail ile bu ülkeler dolaylı veya dolaysız aynı suç örgütü içinde yer alıyorlar. Bu suç örgütüne ister “Kapitalist kamp” deyin, isterseniz “emperyalist cephe” deyin. Ve bu gün “one minute” diye şov yapan Erdoğan’nın politikası da çok farklı değil. AKP’den önce  de , Türkiyenin politikası çok farklı değildi. Elbette bu gün devlet, AKP devleti olduğu için AKP’ye baskı uygulamak durumundayız. 3 Gün önce yazmış; “Gazze’de direnen Filistinli örgütler neden İsrail’e roket atıyor sorusu” baştan yanlış ve ön yargılıdır demiştim. Eviniz işgal altındaysa, her an, her dakika siz zaten saldırıya uğruyorsunuz demektir. Ve yaptığınız her karşı saldırı meşrudur. Bu saldırılarda kazayla ölen İsraiili sivillerin de sorumlusu yine aynı işgalci güç yani İsrail devletidir.

Diğer yandan “Hamas olmasaydı, Hamas roket atmasaydı” gibi yaklaşımlar da bilimsel gerçeği yansıtmamaktadır. Hamas yokken de, İsrail işgali sürdürüyor ve katliamlara devam ediyordu.

“Ne yapabiliriz”, sorusuna yanıt aramaya çalışayım.

“Filistin için, İsrail’e Boykot Girişimi”ni takip edebiliriz. Destek olabiliriz. Bilim insanlarını, İsrail üniversiteleri ile kurdukları akademik ilişkiyi kesmeye zorlayabiliriz. YÖK’ün ilişkisini teşhir etmeliyiz. Devletin,  İsrail ile olan dolaylı ilişkilerini kesmesi için kamuoyu oluşturabiliriz. İsrail ile Ticari ilişki kuran kapitalistleri teşhir etmeliyiz. Ve bu liste uzatılabilir…

Bu konuda, 2 yıl önce,  Fikret Başkaya,  benzer açıklamalar yapmış ve sorunun kaynağına dikkat çekmişti. Başkaya’nın “Gazze: Direnme hakkının terör sayıldığı bir dünya!” başlıklı yazısından bir bölüm aktararak, İsrail devletini, Siyonist politikasını, katiller sürüsünü öfkeyle – nefretle kınıyorum. Ve bu vesileyle sularını içtiğim, tuz ve ekmeklerini yediğim Filistin halkının yanında olduğumu bir kez daha beyan ediyorum.

“Siyonist İsrail belirli aralıklarla [ 3-5 yıl] Filistin’e saldırıyor. Her yaştan savunmasız insanları katlediyor, sınırlı alt-yapıyı tahrip ediyor, geliştirdiği yeni silahları deniyor… Ardından sözde bir ateşkes ilân ediliyor. Güya herkes; “derin bir nefes alıyor”. Lâkin kimse Filistin‘e ve Siyonist devlete dair gerçeği söylemeye yanaşmıyor… İşte “önce kim saldırdı”, “ Obama, İsrail’in kendini savunma hakkı vardır, dedi”, “Ateşkeste kim etkili oldu, vb.”

Orada söz konusu olan kolonyalist bir işgal değil mi? Eğer kolonyalist bir işgal söz konusuysa, İsrail’in kendini savunma hakkı diye bir şey olur mu? Şu dünyanın haline bir bakın… Aslında dünyanın nasıl bir yalan, kinizm ve ikiyüzlülük üzerinde durduğunu görmek için Filistin’e bakmak yeter… Artık işgalcinin kendini savunma hakkından bile bahsedile bildiğine göre…”

Filistinlilerin her cenaze töreninde attıkları sloganla bitiriyorum:

“SAVRA,  HATTA NASIR” (Devrim, Zafere kadar!)
18.07.2014. 
----------
Not 1:  Retoriğe zaman yok dedim. ve bu yazıyı bir solukta öfkeyle yazdım, düzeltmeden paylaşıyorum.

Not  2:  Slogan, “Zafere kadar devrim”. Veya “Kurtuluşa kadar savaş” olarak tercüme edilebilir.

17 Temmuz 2014 Perşembe

KOBANE- ROJAVA SINIRINDAN İLK İZLENİMLERİM...



Adil Okay

Önce Birecik'e, İŞID'ın saldırılarını yoğunlaştırdığı Kobane sınırına, daha sonra da Akçakale sınırına gittik. Bizi karşılayan desteklerimize teşekkür edip bizi kucaklayan insanlarla sohbet ettik, sofralarına oturduk.

Gazetecilerle sohbet ettik. Yazar arkadaşım Esra Çiftçi ve gazeteci arkadaşım Ahmet Bakır'la orada karşılaşmak günün güzelliklerinden biriydi. 30 Yıl tutsaklıktan sonra özgürlüğüne kavuşan ve yolculukta bize eşlik eden Hasan Gülbahar mahpus arkadaşları ile buluştu. Fotoğraf sanatçısı dostum Ali Osman Abalı bu paylaştığım fotoğrafları çekti. 68'liler dernek başkanı Hasan Kapıkıran konuşma yaptı. Grubumuzdan gazeteci Aliseydi Demir söyleşiler yaptı.

Diğer taraftan Alevi örgütlerinin basın açıklaması ve destek mesajları etkiliydi. "Dayanışma, ibadettir. İŞID'a karşı Kürt halkının yanındayız bu uğurda Zülfikar'ı kuşanmaya hazırız" diyerek önemli bir eşik aştılar.

Yanımdaki 3 kitabımı ziyaret çadırı emekçilerine armağan ettim... 

Akşam üstü Akçakale sınırnda bir hareketlenme oldu. Karşı yakada uzaktan gördüğümüz YPG'liler,



bizleri selamlamak için sınıra-bize doğru yürüyüşe geçtiler. 500 metre kadar yakına geldiler. Arada dikenli tel ve jandarma var. Yani yapay sınırlar...Ve aynı dili konuşan, akraba olan, aynı tarihi, coğrafyayı paylaşan iki grubun kucaklaşamaması, sadece uzaktan sloganlarla selamlaşması başlı başına bir yazı konusuydu. Biz de onlara yaklaşınca jandarma havaya ateş açtı. Ama halk -ne sınırın bu tarafından, ne de diğer tarafından- kaçışmadı bile. Tersine öfkeyle, sihaların üzerine yürüyenler oldu. Görevliler araya girdi. Daha önce de yazdığım gibi korku duvarını çoktan aşmışlar.

İŞID çetelerinin sınırı rahatlıkla geçmesine göz yuman güvenlik güçlerinin, sivil halkın kucaklaşmasını engelleme girişiminin nedeni biliniyor. Bu bir AKP polikası. Velhasıl iki gün önce yazdığım makalede altını çizdiğim gibi: ”Bu gün insanlık özellikle Rojava ve Filistin meselesinde imtihandan geçmektedir. Sadece Filistin'den söz edilerek bölge gerçekleri anlatılamaz. Birini yok sayarak demokrat olunamaz.

Bu gün, Rojava'dan Filistin'e, Filistin'den Rojava'ya yaşasın halkların özgürlük mücadelesi diye haykırmak ve İşıd ile İsrail'e karşı direnen halkların yanında olmak zamanıdır."
17.07.2014



16 Temmuz 2014 Çarşamba

Günay Aslan ve ben...




Hasan Bildirici

Günay'la biz Van Gölü çocuğuyuz. Karşı kıyılarda doğmuşuz. “Akdeniz Kültürü” gibi, ayrı bir “Van Gölü Kültürü” var. İnsan yaşadığı coğrafyaya benzermiş, biz Günay’la Van Gölü’ne benzeriz. Bitlisli Cahit Cahit Mervan’da bu kültüre dahildir. Gölden biraz uzak olduğu için, Bitlis kişiliği farkılıklar arz eder. Ben, Cahit ve Günay yan yana geldiğimizde aramızdaki sohbet, coğrafyamızdan aldığımız kişilik özellikleri üzeri sürer gider. Her şeyi konuşuruz, bu konuşmanın birimiz tarafından kullanılmayacağını üçümüz de iyi biliriz.

Günay’ın ülkeye döneceği gün, facebook sayfamda onun için şöyle bir not paylaştım:

Mücadele arkadaşım ve meslaktaşım Günay Aslan, 14 Temmuz günü sürgün yaşamına son verip, ülkeye dönüyor. İyi yapıyor. Sürgün en çok Kürt aydınlarını ve yazarlarını hırpaladı. Dilerim bir kaç ay içinde Van Gölü kıyısında görüşürüz. Kendisine yol açıklığı diliyorum.”

Günay döndü, ülkeye girişte yaptığı ilk açıklamada ismimi vererek benim de döneceğimi söyledi.

Ahmet Kaya’nın bir şarkısı var: “Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz.”

Siz bizim neler çektiğimizi nereden bileceksiniz, diyeyim ben de.

Birlikte çekilmiş fotoğrafın altına bazı arkadaşlar not düşmüş:

“İki yürekli insan, sizi severek okuyorum,” diye.

Arkadaşların bu ilgi ve övgüsüne teşekkür ediyorum. Bir çok arkadaşın bizi severek okuduklarını biliyorum. Bizi cesur bulan arkadaş sayısı da fazla. Buna cesaret mi yoksa vicdanlı olma hali ve eleştirel dostluğu ilke edinme mi demek gerekir bilmiyorum. Ben ve Günay, gelişmenin ve gerçek dostluğun eleştiriden geçtiğini biliyoruz. Buna ne kadar uyduk veya gereklerini yerine getirdik? Bu da ayrı bir soru. Ancak hep aynı şarkı akla geliyor:

Siz bizim neler çektiğimizi nereden bileceksiniz.

İkimizin de, çalıştığımız dönemlerde Kürdistan ulusal mücadelesine yön veren kişilerle doğrudan kontaklarımız oldu. Onların beklentileriyle aydın ve yazar kişiliği bir çok kez çatıştı. Burada en çok da bizler kırıldık. Bazen küstük, uzaklaştık, sıcak bir merhabayla geri döndük. Günay’ın işi benimkinden zordu. O doğrudan basın-yayın çalışmalarının içindeydi. Yazılar yazıp programlar yapıyordu. Bazen küsüp kapıylara karışıyordu. Ben de yerelde sorunlar yaşıyordum.

Siz bizim neler çektiğimizi nereden bileceksiniz, demek istiyorum yine.

Sizden hem yüksek bir yazarlık ve aydın duyarlılığı beklenir, ama yanı zamanda sıradan bir taraftar gibi olmanız istenir. Siyasetin aldığı her karara gözü kapalı uyulurken, sizin bir cümleniz göze batar. Hatta gittiğiniz gecelerde ve festivallerde aşırı duyarlı bir okur tarafından terslenir, hatta hakarete uğrarsınız...

Siz bizim neler çektiğimizi nereden bileceksiniz, demek istiyorum yine de.

Çünkü tüccarlıkla aydınlığı ve yazarlığı karıştırmamak zorundasınız. Hayatı karın tokluğunu götürürken, kendiniz dışında herkesin hassasiyetlerine dikkat etmeniz gerekir. Bir kaç yılda bir çıkan kitabınızdan bir kaç adedi okurla buluşturduğunuzda buna bir ad takılır. Küskünlüğü bırakıp geri dönen Günay Aslan karın tokluğuna iki program yapar, buna bir sıfat bulurlar. Kürt dünyasının benzetmeleri ve sıfatları da kendi statüsüzlüğüne uygundur.

Onun için biz çok çektik. Günay’la bazen bunları konuşurduk. Yazar olmak yerine, bir bakkal dükkanı çalıştırmayı istediğim çok oldu. İnsanız, hislerden, etten ve kemikten yapılmayız. Taş değiliz.

Bazı kongre, toplantı ve çalışmalar içinde Günay’la karşı karşıya geldiğimiz zamanlar oldu. Ama ben Günay’ı hep sevdim, o da beni sevdi, kırmamaya özen gösterdi.

En neşeli halinde bile kederle gülen Günay Aslan, sonunda sürgün hayatına son verdi. Çok kolay bir şey değil bu. Ben de başvurumu yaptım, cevap bekliyorum.

Avrupa’da hiç bir şeyimiz yoktu. Karın tokluğuna onurumuzla yaşadık, yazdık, ürettik, Kürt kurtuluşu üzerine ümitli şeyler söyledik. Ülkemize döndüğümüzde cebimizde sadece damgası vurulmuş bir uçak bileti olacak.

Olsun, hiç kompkelse kapılmadan söylemek gerekir, Puşkin’in dediği gibi, bu acımasız çada biz özgürlüğün şarkısını söyledik.

----------
Kaynak: Rojeva Kürdistan


15 Temmuz 2014 Salı

”Kürd kimliği üzerine üç tez...”





Faiz Cebiroğlu

Bugün tesadüfen, eski bir not defterime baktım. ”Kürd kimliği üzerine üç tez” diye bir not var. 2001'de yazılmış bu tezler. Tekar okudum. Önemli tezlermiş. Bunları paylaşmak istedim. Ama önce bir giriş:

Türkiye gibi, birden fazla ulus ve azınlıkların olduğu bir ülkede, ne yazık ki, ezilen ulus ve azınlıklar hep unutulmuş; ”ulusların kendi kaderlerini tayin etme, ayrı devlet kurma hakkı” hep tali plana itilmiştir. Türkiye'nin iç-sömürgesi Kürdler, kendi mücadelelerini başlatıncaya kadar, bu böyle sürüp gitmiştir. Utançtır.

Oysa ki, sosyalizm, yani ortakça düzen için mücadele eden partilerin ve değişik örgütlerin ”ulusal sorun” konusunda daha ”titiz” olmaları gerekiyordu. Olmadı. Utanç, budur!

Türk devrimcileri, Kürd ulusal sorunu ve azınlıklar konusunda, tarihsel olarak ta ”başarılı bir sınav” veremediler. Bu da başka bir gerçekliktir.

Gerçeğin gerçeği şudur: Kürdler, büyük mücadeleler sonucu ve büyük bedeller ödeyerek ”varlıklarını” Türklere ve Orta-doğu halklarına kabûl ettirdiler. Yok edilen ve inkâr edilen kimlik, Ağrı dağında, ”kardelen” gibi, Ağrı'da ve tüm Kürdistan dağlarında kimlik oldu. Bu kimlik: Kürd kimliğidir!

Bu girişten sonra, Kürd kimliği üzerine ”tezlere” sıra geliyor.

Birinci tez: Kürdlerin kavgası, kimlik kavgasıdır. Kimlik kavgası, ben kimim, neyim, kime aitim, ulusum nerede, adı ne? Sorularını sormak ve bunun cevabını bulmak kavgasıdır.

İkinci tez: Kürd dili, Kürd toprağı, Kürd tarihi, Kürd kültürü, Kürd psikolojisi...Kürd kimliği oluyor: Ulustur. Kürd ulusudur. Kürd kimlik kavgası, Kürdistan Ulusal Devleti Kurma kavgasıdır.

Üçüncü tez: Kürdistan toplumunda şekillenecek kimlikler vardır. İkisini yazmak istiyorum:

Bireysel, benlik kimliği ve sosyal kimliktir. Birbirlerini tamamlıyorlar. Biri olmadan, diğeri de olmuyor.

Bireysel kimlik: Bir kürd insanı olarak, öznel olarak; deneyimlerim, kazanımlarım nedir, ne düzeydedir?

Bir Kürd yurttaşı olarak; konuşma stilim, ses tonum, ruh halim, dış görünüş, vücut dilim nasıl?...Hepsi, bireysel kimliğe geçiyor.

Sosyal kimlik: Toplumda, bilinçli bir şekilde, birlikte yaşama ve yer alma yeteneği. Bu sosyal kimlik, tüm toplumu kucaklayan bir toplumsal yetenek oluyor. Ortakça düzen ve dayanışma bu kimlikte, sosyal kimlikte kendini ifade ediyor...

2001, Not defterimdeki notlar ya da ”tezler” bu oluyor. İlginçtir, pedagojiyi bir yıl önce bitirmiş ve bu notları yazmıştım. Bunlara o zaman ”tez” demiştim. Tez de diyebiliriz. Tez, fikirdir. Notum, pedagojik fikir ya da iddia olmuştur. Bu üç tezimi paylaştım. Unutulmasın...

Bu üç tez, kimlik kavgasıdır.

Bu üç tez: Kimliğin de tanımıdır.

Yukardaki üç tezden sapan bir insan, bence kimliksiz ve kişiliksizdir!

Kimliksiz olarak, Türkiyelileşmek diye bir ”isim” yoktur!

Kimliksiz olarak, ezilenlerin yanındayız diye bir ”kavga” da yoktur!

Kimliksiz olmak, kimlikli olanlara yem olmaktır.

Kürd halkı, yem olmayacaktır. Kürd halkı, Kürd kimliği ve ulusu ile Orta-doğu'da yerini bulacaktır.

Kimlik kavgamız, bunun içindir!

14 Temmuz 2014 Pazartesi

FİLİSTİN: “MODERN” DÜNYANIN ORTAK AYIBI...



Adil Okay


BASINA VE KAMUOYUNA!
FİLİSTİN: “MODERN” DÜNYANIN ORTAK AYIBI
Ve İsrail’e karşı savaş sürecinde hayatını kaybeden Türkiyeli devrimciler...

21. Yüzyılın en büyük ayıplarından biri Filistin sorunu. Sözüm ona ‘uygar’ batı ve ABD kendi yasalarını bile çiğniyor. 1967′den beri alınan BM kararları yok sayılıyor. 1948’den bu yana toprakları parça parça işgal edilen ve 1982′de İsrail’in Lübnan’ı bütünüyle işgalinden bu güne kadar Filistinliler ‘uygar dünyanın’ gözleri önünde birçok katliama uğradı. BM’in aldığı kararlar hiçe sayıldı. Irak’a sözüm ona demokrasi götüren ABD, İsrail’in insanlık suçlarını yok saydı. Ve en son Gazze işgalinden sonra bir buçuk milyon Filistinli bir utanç kuşatması altında yaşıyor. Dolayısıyla savaşı başlatan Filistinliler olmadı. Bu anlamda toprakları işgal altında olan bir halka “neden İsrail’e roket atıyorsunuz” sorusu baştan yanlıştır.

Filistinlilerin attığı roketler sonucu kazayla ölen İsrail’li sivillerin de, kaçırılan İsrailli gençlerin katledilmesinin de, İsrail’in devasa gücüyle bombaladığı Gazze’de ölen sivillerin de sorumlusu da İsrail’dir.

1948’den bu güne kadar milyonlarca Filistinliyi anavatanlarından süren, genç, yaşlı, kadın, çocuk on binlerce Filistinliyi katleden aynı işgalci güçtür yani Siyonist İsrail devletidir.
Bir zamanlar ben de Filistin kimliği taşıyordum. 12 Eylül darbesinden sağ kurtulup Lübnan’a Filistin kamplarına geçmeyi başaran bir avuç mülteciydik. Tabii giderek sayımız arttı. Ve o zamanki ruh halimizle, bizi hemen her gün top ateşine tutan, uçakla bombalayan İsrail’e karşı daha da bilenmiştik. Uzaktan duyduğumuz trajedinin bir parçası olmuştuk. Ve ilk kez Arap ülkelerinin ihanetlerini daha yakından sorgulamaya başlamıştık. Filistin kamplarında İsrail’e karşı savaşan dünya devrimcileri vardı. Solun parametrelerinden biri de, ‘mazlum halkların yanında yer almaktır’ şiarını hayata geçiren bu sosyalistlerden birçoğu İsrail saldırıları sonucu öldürüldü. İsrail saldırısında yaralı yakalanan ve Siyonistlerin zindanlarında 8 yıl yatan yazar Faik Bulut, “Biz İsrail’e karşı savaşırken, bugün şov yapan Erdoğan ve çevresi ortada yoktu” diyor. Gerçekten 68 ve 78 kuşağından Türkiyeli devrimciler sadece oturdukları yerden ‘one minute’ diye şov yapmadılar. Bizzat savaşın içinde Filistinlilerle aynı cephede yer aldılar.

İsrail’in saldırılarına karşı Türkiye’nin birçok yerinde eylemler yapılıyor. Bunlardan “Filistin İçin İsrail'e Karşı Boykot Girişimi”nin adına (İstanbul’da birçok grupla ortak düzenledikleri eylemde) konuşan Ayşe Düzkan, İsrail'in havadan saldırılarından sonra kara harekatına başladığını belirtti. "Filistinliler ise tüm bu saldırganlığa karşı tek vücut direniyor. Dablu'dan El Halil'e, Cenin'den, Nasıra'ya, Hayfa'dan Gazze'ye, Kudüs'ten diasporadaki mülteci kamplarına kadar Filistin halkı ayaklandı, direnişini sürdürüyor" diyen Ayşe Düzkan, "İsrail Filistinlilere ve insanlığa karşı işlediği hiçbir suçtan dolayı kendisinden hesap sorulmadığı suç işlemeye devam ediyor" dedi. Filistin halkının yalnız olmadığını belirten Düzkan, dünyanın beş kıtasında tüm halkların Filistin için ayakta olduğunu söyledi. Düzkan şöyle konuştu:

"Filistin halkına karşı saldırganlığın durması, Gazze ablukasının kaldırılması için İsrail ırkçılığını durdurmak için, Filistinli mültecilerin yurtlarına geri dönmesi için, Batı Şeria ve Gazze'nin işgaline son vermek için, İsrail vatandaşı Filistinlilere uygulanan ırk ayrımcılığına son vermek için, Filistin ulusunun kendi kaderini tayini için, İsrail ile tüm askeri, ticari, diplomatik, akademik, kültürel ilişkilere son verilsin!"[i]

’12 Eylül ve Filistin Günlüğü’[ii] adlı kitabımda, 1972′den bu güne kadar Filistinlerin safında savaşırken hayatını kaybeden Türkiyeli devrimcilerin tümünün ismini bulup (belki birkaç eksikle ilk defa toplu halde) yayınlama onuruna sahip oldum. Benim eksikliklerimi 22 Haziran 2014’te kaybettiğimiz Hasan Mantıcı “Filistin Güncesi”[iii] adlı kitabında tamamladı. Bu yazı vesilesiyle Hasan Mantıcı ile birlikte hazırladığımız o listeyi bir kez daha veriyorum. Ve yeniden ikinci vatanım olan, Sularını içtiğimi tuz ekmeklerini yediğim Filistin halkının meşru mücadelesini desteklediğimi duyuruyor, onların en sevdiğim sloganlarıyla yazımı bitiriyorum: “Savra Hatta Nasır”. Yani “Zafere Kadar Devrim.”


İsrail’e karşı savaş sürecinde hayatını kaybeden Türkiyeli devrimciler:

1972 yılından bugüne kadar, İsrail’e karşı savaş sürecinde hayatını kaybeden, Türkiyeli (Türk-Kürt, Arap ve diğer etnik kökenden) devrimcilerden ulaşabildiklerimizin isimleri ve ölüm tarihleri:

AHMET ÇELİK 1969
ALİ KİRAZ 1972
BORA GÖZEN 1973
AHMET ÖZDEMİR 1973
CAFER TOPÇU 1973
GÜROL İLBAN 1973
KERİM ÖZTÜRK 1973
ŞÜKRÜ ÖKTÜ 1973
YÜCEL ÖZBEK 1973
HÜSEYİN GÖKDEMİR 1981
KEMAL ERGİN 1981
MUSTAFA KESKİN 1982
AHMET ÇOLAK 1982
İMAM ATEŞ 1982
MUSTAFA ÇETİNER 1982
VELİ ÇAKMAK 1982
MEHMET ATMACA 1982
İSMET ÖZKAN 1982
KEMAL ÇELİK 1982
ABDULLAH KUMRAL 1982
SÜLEYMAN TUĞCU 1982
EMİN YAŞAR 1982
ŞERİ ARAS 1982
MUSTAFA MARANGOZ 1982
ŞAHABETTİN KURT 1982
İRFAN AY 1982
SEMİH ÖZBAY 1983
SÜLEYMAN KILIÇ 1983
HANNA MAPTUNOĞLU 1984
VEDAT ERDAL 1984
SELAHATTİN KAYA 1984
KUVVETTİN KÜLEKÇİ 1984
CEVAT SAİM ÇELEN 1986
ALİ SABAN 1987
CEVDET KILIÇ 1987
SEMİH ÖZAL (FAİK) 1995
–-------------
Not: Ekte Atlas Tarih dergisinde yayınlanan fotoğrafta ayakta görülen: Cevat Saim Çelen. Oturanlar soldan sağa: Ahmet Çolak, Adil Okay, Mehmet Kırbaç, Zekeriya Mem, Ahmet Yiğenler.
1981. Lübnan Sur kenti Filistin kamplarında çekilen bu fotoğrafta görülen 6 kişiden sadece Adil Okay ve Zekeriya Mem ve fotoğrafı çeken Ahmet Rende sağ kalmıştır. Sağ aşağıda FKÖ’nün kimlik kartıda Deniz Gezmiş’e aittir.


[ii] Adil Okay, 12 Eylül ve Filistin Günlüğü, Ütopya yayınevi, Ankara 2009.

[iii] Hasan Mantıcı, Filistin Güncesi, Ozan yayıncılık, İstanbul 2014.

10 Temmuz 2014 Perşembe

SANAL ALEM...




SANAL ALEMDE PAYLAŞIM TACİZ VE TATMİN Veya ÖZDEŞLEŞME ARZUSU VE MEDYATİK KİTLE KÜLTÜRÜ...

Adil Okay


100 Bin yıl kadar önce, Homo Sapiens ayakları üzerinde doğrulup düşünmeye başladıktan sonra sözel kültür oluşmaya başladı. Sözel kültürden yazılı kültüre geçişi de 6 bin yıl önce yazının icadıyla başlatabiliriz. Elbette yazılı kültür, sözel kültürü tamamıyla yok edemedi. Bu gün aşıklar, dengbej’ler gibi hâlâ sözel kültürün sürdürücüleri var. Ancak özellikle son iki yüzyılda hayatın her alanına nüfuz eden başat kültürün, yazılı kültür olduğunu söyleyebiliriz.

Peki internetin icadından sonra yazılı kültür başkalaşım geçirdi mi? Bu soruya “göreceli olarak evet” yanıtını verebiliriz. Zira sözlü ve yazılı kültür halen yaşamakla birlikte yeni bir kültür ortaya çıktı: “Görsel kültür”. Belki “yeni” demek doğru değil. Sanat tarihçileri “görsel kültürü” internetin yaygınlaşmasından önceye götürebilir. Özellikle fotoğrafın icadından ve fotoğrafın medya ile kurduğu güçlü ilişkiden sonra “görsel kültür” önem kazandı. Ve internet üzerinden “Sosyal paylaşım ağları” ile iyice günlük yaşantımıza girdi.

Dr. Özgür Uçkan kendisiyle yapılan bir söyleşide bu gelişmeyi şöyle özetliyor: “İnternet halka açılalı beri, askerin elinden çıkıp, sivil dünyaya geçtikten sonra çok hızlı bir şekilde gelişti. (…) Şu anda dünya nüfusunun yarısı internet kullanıyor.(…) İnternet aslında başından beri sadece sosyalleşme aracı değil. Bir muhalefet aracı, örgütlenme aracı. Bunun ilk örneklerini biz, Dünya Ticaret Örgütü’nün 1998’de Seattle’daki toplantısında, küreselleşme karşıtı hareketlerin patlama yaptığı dönemde gördük. Göstericiler sadece telefon ve internet üzerinden organize oldular. Filipinlerde devlet başkanı gitsin diye bir milyon SMS gönderildi. Bu eylem dünyanın en büyük elektronik eylemi olarak tarihe geçti. Zapatistalar bunu çok yerinde kullandılar. Milislerin yaptığı köylü katliamlarını internet üzerinden haber yaptıkları için, birkaç saat içinde Meksika hükümeti özür dileyip milisleri yakalamak zorunda kaldı.”

Sosyal paylaşım ağlarının marifetleri

Özgür Uçkan’ın belirttiği gibi İnternetin yararları yok sayılamaz. Teknolojik gelişmeye arkaik düşünce silsilesiyle karşı duracak değilim. En başta iletişim sorunu olan insanlar internet sayesinde dış dünyaya açıldı. “Gerçekler” tekel olmaktan çıktığı gibi sorgulanmaya başlandı. Derken sokak muhalefeti, eylem çağrıları ve örgütlenme bu ağlar sayesinde kolaylaştı. Tabi arada ego tatmincileri, yalancı peygamberler, sahtekâr “hoca”lar da bu ağlardan yararlandıysa da, “yararı” zararından fazla demek durumundayız. Ol bu nedenle Türkiye’de başbakan, iki de bir “yasaklansın” diye feryat ediyor. Ve dönem dönem de yasaklanıyor. Örneğin bu gün Türkiye’de 100 binden fazla Tweet yasaklanmış durumdadır. Yine 8 Temmuz 2014 tarihli Radikal’de yer alan bir habere göre, Alternatif Bilişim Derneği ve Türk Kütüphaneciler Derneği'nin de aralarında bulunduğu 10 kurum bir açıklama yaparak Türk Telekom'un haberleşme özgürlüğünü engellediğini öne sürdü. Türk Telekom'un Whatsapp ve Skype yazışmaları gibi pek çok işlemi analiz edeceği, yavaşlatacağı, gerekirse sansürleyeceği açıklandı.

Sosyal paylaşım ağlarının yararlarının altını çizdim ama bir de insanları atıl hale getirmesinden söz etmem gerekiyor. Bir haberi-yazıyı-fotoğrafı ‘beğen’erek, ‘tweet’ atarak rahatlayan, “görevimi yaptım” duygusuna kapılarak sokaklara çıkmayan insanların sayısı az değil. Yürüyüş korteji geçerken balkondan el sallanmasına, zafer işareti yapılmasına benzetiyorum ben bu tavrı. Kimi zaman da yürüyüşe gelip korteje girmeyen -görevli olmadığı halde- kenarda dolananlar var. Bu da ayrı bir vakıa. (Tabi “beğen”ilmek bir yazar için moral olabiliyor. Okunduğumuzu bilmek, suya yazmadığımızı anlamak da önemli, kesinlikle küçümsemiyorum.)

Sen beni neden “like” etmedin

Bir de ‘beğenisine beğen’i ve ‘retweetlemesine retweet’ bekleyenler yaygın. Ne diyeyim, “beni yani yazımı beğendiyseniz, karşılıksız beğenin kardeşim” demekten başka çarem yok. Zira bu mübarek Facebook’ta veya Twitter'da sayfalar hızla akıyor. Açtığımız anda ana sayfada gördüklerimiz arasından okuyup beğendiklerimiz oluyor. Ama dediğim gibi tüm paylaşımları görme-okuma zaman ve olanağım(ız) yok. Kimi zaman bu yazı okunmalı diye düşünüp kenara ayırdıklarımı bile okuyacak mecalim kalmayabiliyor. Ayrıca “özel mesajla” ya da “etiketleme” ile karşıma çıkan yazılar-şiirler v.d. de var. Doğal olarak hepsini okuyamıyorum. Bu anlamda okumadıklarım-görmediklerim “beğenilmedi” sanılmasın…

Konu açılmışken, “Facebook, Twitter’in yanında avam kalıyor. Twitter daha elitlerin yeri” değerlendirmelerine de gülüp geçtiğimi belireyim. Ben bu yazıda son düzeltmeleri yaptığım saatlerde İsrail, Gazze’yi bombalıyor ve Almanya Brezilya da maçı devam ediyordu. Her iki haberi de sosyal paylaşım ağlarından aldım. Brezilya’nın 5 gol yediği söylenirken ölen Filistinlilerin sayısı 14’e ulaşmıştı. Ve ne yazık ki “maç haberleri” çok daha fazlaydı. Twitter’de de öyle.

Sanal aşklar ve taciz

Mor Çatı’dan Salma Toluay, “Dijital şiddet aslında yeni kuşak bir şiddet olarak tanımlanıyor. Teknoloji hayatımızı o kadar çok işgal etti ki, erkekler de bu fırsatı kaçırmadı. Günümüzde teknolojinin sunduğu imkânlarla 7/24 kesintisiz bir şiddet uygulanabiliyor” diyor. Dijital şiddet’in ne olduğunu da şöyle yanıtlıyor: “Israrlı takip, SMS göndermek ve kadından da göndermesini beklemek. Bazı GSM operatörleri kişilerin nerede olduğunu da belirleyebiliyor. Mesela kadın dışarıda, söylediğinin doğruluğunu kontrol etmek için erkeğin ‘neredesin, konum yolla’ gibi baskıları… Çıplak fotoğraf çekmek veya çekmekle tehdit etmek, bu görüntüyü internet üzerinden yaymak/yaymakla tehdit etmek, sevişirken rızayla çekilen bir görüntünün herhangi bir sorun yaşandığında tehdit unsuruna dönüşmesi… (…) kimi beğendin, kimi beğenmedin, kiminle arkadaşlık kuruyorsun, onu arkadaşlıktan çıkar gibi baskılar…”

Özdeşleşme arzusu ve medyatik kitle kültürü

Sanal alemde dostluklar-arkadaşlıklar kuruluyor, ‘aşklar’ yaşanıyor belki ama bir de Çiçek Tahaoğlu’nun “Dijital şiddet” adlı yazısından yukarıda aktardığım sorunlar da doğuyor. İnternetle tanıştığı adamla sanal veya gerçek aşk yaşayan kadın, ilişkiyi bitirmek istediğinde şantajla karşı karşıya kalabiliyor. Genellikle bu alçaklar erkekler arasından çıkıyor. Tersi yani kadınların bu yola başvurması münferit. Tabi isteyen istediğiyle gönüllülük temelinde sanal veya reel aşk yaşar, seks yapar bu üçüncü şahısları ilgilendirmez diyeceğim ama bizim toplum bu tür haberlere - skandallara bayılıyor. İnternete düşen ünlülerin seks kasetlerinin paylaşım rekoru kırmasının bir nedeni de bu değil midir? Medyatik kitle kültürü, “özdeşleşme arzusu”nu kullanmaktadır. “Biri bizi gözetliyor”u “özdeşleşerek” nasıl gözlemişti milyonlar anımsayın. Benzer programlar Avrupa’da da var. İnsanların içinde var olabilen “röntgencilik-teşhircilik” gibi eğilimleri besleyip büyüten kapitalistlerin amacı paradır. Bu tür programlar reyting rekoru kırınca aradaki reklamların getirisi artmaktadır. Bu durum devletin de işine gelmekte, insanlar bu tür programlar sayesinde eve kapanmaktadır.

Velhasıl internetle “ne seninle, ne sensiz” durumu yaşanmaktadır. Ama “Gezi direnişi”, diğer deyişle “Haziran ayaklanması” tüm bu hesapları alt üst etmiştir. Milyonlarca genç, “hem ‘beğen’irim, hem ‘tweet’ atarım, hem de sokağa çıkarım” demiştir. Bu durum da devletin dengesini bozmuştur.

09.07.2014



5 Temmuz 2014 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı kaldırılmalıdır!




Faiz Cebiroğlu

Türkiye'de 10 Ağustos 2014'te cumhurbaşkanlığı seçimi yapılıyor. Seçimlere katılmayalım. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini, boykot edelim. Unutmayalım ki, Türkiye'de, Cumhurbaşkanlığı, bizlere, tek parti diktatörlüğünden, Kemalizmden kalan bir mirastır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmak bir yana, Cumhurbaşkanlığının kaldırılması için, mücadele vermek gerekiyor.

Tarihimizi hatırlayalım. TC'nin politik kuruluş tarihini unutmayalım: Türkiye'de cumhurbaşkanlığı nedir, nasıl oluştu? Bu tarihsel soruları sormayıp, cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmak ve alet olmak, gerçekten, büyük bir gaflettir. Bu gaflet içerisinde, devrimcilerin, sosyalist / Komünist partilerin, hele hele Kürdlerin bulunmaları, gerçekten, acıdır. T.C'nin kuruluş tarihini unutmak ya da TC'nin kuruluş tarihinden ”habersiz” olmak, gafletin kendisi oluyor. Gaflet ve acı burada iç-içe geçiyor, gafletin sonu, acı oluyor.

Cumhurbaşkanlığı ya da onun temsili olan ”Cumhuriyet” özünde, Kemalizmin, ”tek parti diktatörlüğün bir simgesidir. Mustafa Kemal'in Türklere ”armağan” ettiği, ”Cumhuriyet”, ”cumhurbaşkanlığı” özünde, tek parti diktatörlüğüdür: Faşizmdir! Kemalist faşizmi simgeleyen, cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmak, buna alet olmak, Kemalizmin katliamlarına da, bir bakıma ”evet” demek oluyor. Burada, ilericilerin, devrimcilerin, sosyalistlerin hele hele Türkiye'nin iç-sömürgesi olan Kürdistan Kurdlerinin, temel görevleri, cumhurbaşkanlığı secimlerine katılmak değil, büyük sesle ve tüm medya araçlarıyla, kemalist faşizmi temsil eden ”cumhurbaşkalığı kurumun” ortadan kaldırılması yönünde olmalıdır. Bu, birinci noktadır.

İki: Türkiye'nin iç-sömürgesi olan Kurdlerin; ırkçı, ilhakçı faşizmi temsil eden Kemalizmin simgesi olan cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmaları ve aday göstermeleri, gerçekten, bir başka tarihsel gafletin ironisi oluyor. Acıdır. Gaflet, ironi ve acı, burada da iç-içe geçiyor.

Üç: 29 Ekim 1923 – 10 Kasım 1938, Atatürk'ün ölümüne kadar süren ”Cumhuriyet” ve Mustafa Kemal'in cumhurbaşkanlığı dönemi, Kömünistler, Kürdler ve Aleviler için bir ölüm ve açık bir soykırım dönemi olmuştur. 1921 Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının öldürülmesi, 1925 şeyh Sait, 1937 Dersim katliamı, hepsi bu dönemde, Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanlığı olduğu bir dönemde gerçekleşiyor. İşte, cumhurbaşkanlığı kurumu, böylesi ırkçı, sömürgeci kemalist faşizmin bir simgesi oluyor.

Dört: 10 Kasım 1938 Atatürk'ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım 1938'de İsmet İnönü, kendini, kemlist faşizmin devamcısı olarak ”cumhurbaşkanı” ilan ediyor. Katliam ve ilhakçılık devam ediyor. 1939'da Liva İskenderun ilhak ediliyor...

İşte, Türkiye'de, Cumhurbaşkanlığı, 1920'lerden 1950'ye kadar ”tek parti diktatörlüğü” ve sonrasının simgesidir:  Kemalist faşizm oluyor!

Türkiye'de, 1950'de başlayan ”çok partili dönem”; Cumhuriyet” ve ”cumhurbaşkanlığının temsil ettiği miras” üzerinde her hangi bir etkisi olmamıştır. Bilakis, askeri darbelerle ortadan kaldırılan ”çok partili rejim dönemleri” ve sonrası, tüm solcular, Kurdler ve Aleviler için zulüm olmuştur. Bu zulmün yine simgesi: Kemalist faşizmdir!

Devrimcilerin, sosyalistlerin, hele hele TC'nin iç-sömürgesi olan Kurdistan Kurdlerinin, cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmaları ve cumhurbaşkanlığı için aday göstermeleri, gerçekten ibret vericidir. Acı, gaflet, ironi ve ibret, burada da ne yazık ki iç-içe geçiyor. İnsan, kahroluyor!

Oysa ki, politik olarak, en doğru yol, kemalist faşizmi simgeleyen cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etmek, red-etmek ve Türkiye'de, cumhurbaşkanlığının kaldırılması yönünde faaliyet göstermektir.

Benim bu konudaki şiarım açıktır: Türkiye'de, ”Cumhurbaşkanlığı, derhal kaldırılmalıdır!