25 Mayıs 2015 Pazartesi

Hukukun Olmadığı Bir Ülkede Seçim Yarışı Olur mu?



Mustafa Elveren*

7 Haziran’da Milletvekili seçimi için Türkiye’de tüm siyasi partiler yüzde on seçim barajı ayıbıyla sanki bu ülkede demokrasi varmış gibi birbirleriyle yarışıyorlar.

İktidardaki AKParti başta olmak üzere, CHP ile MHP’nin Devletin kasasından milyonlarca Lira yardım aldıklarını, buna karşılık Mecliste grubu bulunduğu halde bir tek kuruş yardım verilmeyen HDP de bu yarışa katılmak zorunda kaldı. Bu kadar eşitsizlik, hukuksuzluk olur mu?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan bu güne kadar bir türlü hukuk devleti olamadı. “Önce vatan, sonra insan” mantığı hâkimdir. O nedenle yargıçlar genellikle hukuka göre değil, devletin çıkarlarını gözeterek karar veriyorlar. Hep kanun devleti oldu ve halen de devam etmektedir. 

Böyle bir sistemde demokrasi ve hukuk yerine ancak baskı, yalan ve talan zihniyetli bireyler ya da toplumlar yaratılır.

“Gazi Mustafa Kemal” ile “Hazreti Muhammed Mustafa”yı ve “Allah’ın Kelamı Kuran”ı referans gösterenlerin demokrat olması mümkün müdür?

Her şeyden önce yüzde on seçim barajı uygulamasıyla bu sistemin ürettiği iktidarlar demokrat olabilirler mi?

Bu sistemde toplumun da demokrat olması mümkün değildir. Çünkü Türkiye’nin mevcut eğitim sistemi insanlarımızı insan olarak değil, “önce vatan” mantığıyla yetiştirmektedir.

Türkiye’de tüm seçimler ve yargılamalar hep bu zihniyetin gölgesinde yapılmaktadır.

Bu zihniyeti kırmak mümkün mü?

Yıllar önce de yazmıştım;
·         Önce Türkiye sol partileri, gurupları, işçi sendikaları, dernekleri ve benzer örgütler arasında ilkeli ittifak oluşturmak.
·         Sonra, Aleviler başta olmak üzere sistem tarafından dışlanan diğer inanç grupları ile azınlıkları buluşturmak.
·         Daha sonra demokrat liberallerin ve aydınların desteğini sağlamak.
·         Öbür taraftan ise; Kürt Özgürlük Hareketi başta olmak üzere diğer tüm Kürd siyasi oluşumlar arasında stratejik işbirliğini sağlamak.
·         Ve en son olarak da; Kürdistan ve Türkiye demokratik oluşumları bir araya getirmek, sisteme karşı birlikte mücadele etmektir.


Çok zor bir iştir. Zaten önemli olan da zoru başarmak değil mi?
Çok zor olmasına rağmen HDP’nin bu yolda epey mesafe aldığını söyleyebiliriz. O nedenle hepimizin HDP’nin etrafında kenetlenmesi gerekir. HDP’nin yaptığı ilkeli büyük ittifaklarla zoru aşabiliriz!

HDP’nin Kürdler ile Türkiye solu ve sistem dışına itilmiş azınlıklar arasında ittifaklar yaratmasını çok önemsiyorum. Bu işbirliğinin çok değerli ve yerinde bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

Kürt siyasetiyle işbirliği yapmayan hiçbir siyasi partinin tek başına AKPartiye karşı iktidar olması mümkün değildir. O nedenle Kürt siyasetinden uzaklaşıp, seçim sonrasında uğrayacakları yenilgiyi hiçbir kişi ve parti HDP’yi sebep olarak artık gösteremez.

Her türlü baskıya, yalana ve talana rağmen HDP’nin bu seçim yarışına girmesi bence Türkiye’de demokrasi mücadelesini hızlandıracaktır.

Hukukun ve demokrasinin olmadığı bir ülkede seçim yarışı olur mu? Olmadığı bilinen bir gerçektir. Ancak sistemin çivisini gevşetmek için bu tür yöntemler de uygulanabilir.

İster göstermelik, ister baskı altında yapılsın. Tüm sosyalistlerin, devrimcilerin ve demokratların evrensel hukuku ve demokrasiyi inşa edinceye kadar bu tür siyasi alanlardan yararlanmaya ve mücadeleye devam etmesi gerekir.

Oylar HDP’ye, HDP meclise, Halklar iktidara!
24.05.2015

*Em. Öğrt.


Hukuk, Demokrasi, Sol, Aleviler Ve Seçim...



Mustafa Elveren*

Hukuk ve Demokrasi

Bugün ülkemizde antidemokratik Anayasa ve yasaların yürürlükte olduğu bilinen bir gerçektir. Bu yasalar ancak benim gibi garibanlara uygulanmaktadır.

Örneğin; TC Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın bu yasalara uymadığı açıkça görülmektedir. Anayasa’da görevleri açıkça belirtilmesine rağmen buna uymamakta direniyor.

Türkiye’de işlemeyen hukuk tamamen siyasallaşmıştır. Demokrasi ise, bu ülkeye hiç uğramadı. Antidemokratik seçim yasası çerçevesinde 4 yılda bir yapılan seçimler bize demokrasi olarak yutturulmaktadır. O nedenle demokrasi mücadelesini kesintisiz sürdürmemiz gerekir.

Bir dönem hakkımızda davalar ve soruşturmalar açan savcılar ile karar veren yargıçların bu gün “Paralel Yapı” taraftarı olduğu iddia edilmektedir. Hem de iktidar tarafından öne sürülmektedir.

Kamuoyunda çok iyi bilinen “Ergenekon”, “Balyoz” ve benzeri birçok davanın sanıklarına; “Size kumpas kuruldu. Pardon, biz de aldatıldık!” Yargının bağımsız olmadığı iktidar yetkilileri tarafından böylece itiraf edilmiştir. Dün taraf olan yargı, bugün de bağımsız değildir. Bu gün sadece farklı bir formatla yürütülmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki, yargı iktidarın istediği çerçevede kararlar vermektedir. Yani, geçmişte verilen kararları bu gün formatlayarak kendi görüşlerine göre yeniden düzenlenip, uyguladığını görmekteyiz.

Yüzlerce yazar-çizer ve aydın kişilere; 3 veya 5 yıl aynı konuda görüş belirtmemek, yazı yazmamak koşuluyla verilen cezalar ertelenmiştir. “Türk milleti adına” verilen bu kararlar demoklesin kılıcı gibi boynumuzda duruyor. Şöyle ki; “eğer aynı konuda yeniden yazı yazarsanız ertelenen cezanız tekrar uygulanacaktır…”  biçiminde karar veren yargıçlar bağımsızlar mıydı?

Benim gibi 3 K’li (Kürd-Kızılbaş-Komünist) hakkında verilen “siyasi karar”ların hala yürürlükte olması ülkemizde hukukun siyasallaştığının en önemli kanıtı değil midir?

Özellikle kendimden bir örnek vermek istiyorum. Çağdaş Kawa Mazlum Doğan ve Pirimiz Seyit Rıza için yazdığım yazılardan dolayı Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından açılan soruşturmalar nedeniyle dava aşamasına dönüştü.

Hakkımda açılan bu davalardan bir tanesi zaman aşımına uğradı. Diğer bir tanesi de; yasanın ilgili maddesinden yararlanmak için savunmamda belirtilen istem doğrultusunda bir daha aynı konuda yazı yazmamak şartıyla verilen hapis cezası ertelendi.

Yine aynı gerekçeyle yargılandığım başka bir davada ise; Tunceli Asliye Ceza Mahkemesince bulunduğum ilin Asliye Ceza Mahkemesi’nde talimatla ifademin alınması istenmiştir. Bu talimat üzerine ilgili Asliye Ceza Mahkemesi’ne ifade vermek üzere gittim. Önceden hazırlamış olduğum yazılı savunmamı Mahkeme kaleminde kayıttan geçirmek suretiyle Kâtip memura teslim ettim. Verdiğim yazılı savunmamda; yasanın ilgili maddesinden yararlanmak istemiş ve bu doğrultuda karar verilmesini arz ve talep etmiştim.

Duruşma sıram geldiğinde yetkili hâkimin karşısına çıktım ve yazılı savunmamı sözlü olarak okumak istedim. Duruşma hâkimi bana; “Önümdeki dosyada görüyorum ki sen Tunceli’sin. Günümüzde Kemal Burkay’ın, Şıwan Perwer’in Türkiye’de serbestçe gezdiği halde, senin CMK 231. maddesinden yararlanmasını doğru bulmuyorum. Sen gel yazılı ifadeni değiştir ve o maddeden yararlanmak yerine davanın temyiz edilmesini talep et…” dedi.

Ben de kendi kendime; “bu yargıç herhalde benim lehime karar çıkmasını istiyor” diye saf saf inandım.

Yargıcın bu açıklaması üzerine, ben de; “Efendim, ben hukukçu değilim. Avukat tutacak kadar da maddi durumum elvermiyor. O nedenle tüm savunmalarımı kendim hazırlamaktayım. Eğer sizin söylediğiniz bu gerekçe benim lehime olacaksa, öyle yapalım” şeklinde yanıtladım. Bu mutabakatımız üzerine yargıç kâtibe dönerek; “Beyefendinin yazılı savunmasının düzeltmesini yap ve yeniden imzalasın” biçiminde duruşma kâtibine talimat verdi.

Kâtiple birlikte Mahkeme kaleminde bilgisayarda kayıtlı olan savunmamın sonuç bölümünde “Mahkeme aksi kanaatte ise, CMK’nun 231.maddesinin uygulanmasını…” cümlesi değiştirilerek yerine “CMK’nun 231. maddesinin uygulanmasını kabul etmiyorum ve temyiz hakkımı kullanmak istiyorum” cümlesi eklenerek yeniden düzenlenip, tarafımdan imzalandı.

Birkaç ay sonra Tunceli Asliye Ceza Mahkemesince 3000 Tl para cezasına çaptırıldığımı açıklayan bir karar tarafıma tebliğ edildi.

Bu kararı temyiz etmek için kısa bir savunma hazırladım. Savunmamda kısaca; yazdıklarımın düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini belirttim. Ancak, Yargıtay’a göndereceğim bu savunmanın kurallara ve biçim olarak da uygunluğunu teyit etmek için ricada bulunmak üzere tanıdığım bir avukat arkadaşıma gittim.

Savunmayı inceleyen avukat arkadaş bana, neden yasanın erteleme maddesinden yararlanmadığımı sorunca, ben de yukarıda açıkladığım olayı aynen kendisine aktardım. Avukat; “Seni yönlendiren hâkimi tanıyorum. Bu hakim tarikat mensubudur ve karısı da türbanlıdır..” yanıtını verdi. Artık iş işten geçmişti. Yargıtay’a savunmayı gönderip sunucu beklemekten başka çarem kalmamıştı.

Yargıtay’dan bir süre sonra gelen tebligatta; “TBMM’nin çıkardığı demokrasi paketi (kaçıncı demokrasi paketi olduğunu hatırlamıyorum) çerçevesinde cezanın ertelendiğini, o nedenle dosyanın mahkemeye iade edilmesi…” şeklinde karar verilmişti.

Beni yönlendiren yargıç hala aynı mahkemede mi görev yapıyor? Yoksa başka yere mi atandı? Bilmiyorum. Ancak bu tür olayları ispatlamak çok zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendisi de suça ortak olmuş oluyor. Dolayısıyla o kâtibin, yargıcın yönlendirme yaptığını söylemesini beklemek saflık olur.

Peki, o gün hakkımızda verilen kararların bu gün geçerliliği var mı?

Ne yazık ki, Türkiye’de bu gün demokrasinin ve hukukun işlemediği bir sistemde yaşamaktayız.

Sol, Aleviler Ve Seçim
Cumhuriyeti, laikliği, demokrasiyi savunmak tüm halkların yararına olduğu bir gerçektir. Türkiye’de hukuk ve demokrasi kriteri; Cumhuriyet, laiklik, evrensel hukuk ve Kürt sorunu çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Birçok sol örgütün ve bazı Alevi kurumlarının “…Cumhuriyeti, laikliği, demokrasiyi savunmaktan…” dolayı durup dururken Mustafa Kemal’e karşı çıktıkları doğru değildir. Karşı çıkılan ve İtiraz edilen; Kemalizm’in devrimcilik ve solculuk olarak bizlere yutturulmasınadır. Başta dersim katliamı olmak üzere, M. Kemal’in temize çıkarılmasınadır. Adına cumhuriyet deyip tek tipçi anlayışın dayatılmasınadır. Dolayısıyla bu çerçevede kendini konumlandırmayan sol hareketler tarihte tasfiye olmaları kaçınılmazdır.

“Solun, Mustafa Suphilerin neden ve nasıl tasfiye edildiğini iyi anlamaları ve çözmeleri gerekir. Sol bunu çözmeden bir atılım yapamaz.” (A.Öcalan-Nisan / 2010-Görüşme Notlarından)

Bize demokrasi olarak yutturulmaya çalışılan 7 Haziran seçimlerinde halkların lehine sonuç almak için meşru yollardan tüm enerjimizi harcamalıyız. Bu durum aynı zamanda bizim bu güne kadar verdiğimiz demokrasi mücadelemize de katkı sunacaktır. Buradan hareketle, 7 Haziran’da yapılacak milletvekilliği seçiminde sol ve Alevilerin tavrı çok önemlidir.

Tüm kamuoyu araştırmaları bize şu gerçeği göstermektedir. Şöyle ki; HDP’nin %10 seçim barajını aşması durumunda AKParti iktidarını kaybedecektir. Yani CHP ve MHP oylarının birkaç puan yükselmesi iktidarı etkilemeyecektir. Fakat HDP’nin barajı aşması durumunda hem AKParti iktidarı ve hem de tek adam rejimi önlenmiş olacaktır.

Bu analiz çerçevesinde başta Aleviler olmak üzere; demokratik solun, sosyalistlerin, emekten yana olanların, sosyal demokratların hatta gerçek Kemalistlerin de önümüzdeki 7 Haziran seçimlerinde yukarıdaki analize göre oylarını kullanmaları tüm halkların yararına olacağını düşünüyor ve öneriyorum.

Yakın çevremde ve tanıdıklarımdan bazıları şöyle bir formül öneriyorlar. “biz bu güne kadar hep CHP’ye oy veriyoruz. CHP’den asla ayrı kalmayız. Fakat AKParti iktidarını ve tek adam rejimini önlemek için HDP’nin barajı açması gerekir. Bundan başka çaremiz yok. O nedenle oylarımızı CHP ve HDP arasında paylaşmamız lazım…”  Öyle sanıyorum ki, Türkiye’nin her yerinde CHP seçmeni bu formüle göre oylarını kullanacaktır.

Tarihte silinmek istemiyorsak hep birlikte fedakârlık yapmak zorundayız.
Seçimin yapılmasına bir aydan az süre kaldı. Hep birlikte başaracağımıza inanıyor ve diliyorum.
08.05.2015
*Em. Öğrt.


15 Mayıs 2015 Cuma

Açık savaş tezkeresi…





Faiz Cebiroğlu

Bir halk düşünün, tarihten silinmek istenmiştir. Bir halk düşünün, kimliği yok edilmiştir. Bir halk düşünün, dili yasaklanmıştır. Bir halk düşünün, Orta Asya'dan gelen Cengiz sürüleri tarafından işgal edilmiştir. Bir halk düşünün, Orta Asya'dan gelen Timur ve Moğul sürülerinin işgaline uğramıştır. Ve bir halk düşünün, hâlâ, modern(!) sürüler tarafından işgal ediliyor.

İşgal ve imha devam ediyor.

İşgale karşı direniş te devam ediyor.

17 Ekim'07'de Meclis'ten geçen ”Tezkere” açık ki, modern(!) Cengiz, Timur ve Moğul sürülerinin, Kürtlere karşı açık savaş ve topyekün bir işgal kararı oluyor. Kürtlerin, imhasını hedefliyor. Bu bağlamda tezkere, yalnızca PKK'ye ( Kürdistan İşçi Partisi) yönelik değil, PKK şahsında tüm Kürtlere yönelik bir topyekün savaş ve imha kararıdır.

 Tezkere, daha önce dillendirilen, Genelkurmay Başkanı, Yaşar Büyükanıt'ın, ”Ne Mutlu Türküm Diyene, demeyen ve buna karşı çıkan herkes Türk düşmanıdır.” sözlerinin tezkeresidir. 17 Ekim'de Meclis'ten geçen tezkere budur.

 Tezkere, budur. Tezkere, ne 13 askerin ölümü, ne de PKK'yle bir ilgisi vardır. Tezkere, ”Ne Mutlu Türküm Diyene” demeyenlere karşı açık bir savaş ilanıdır. Tezkere, budur.

 Peki böylesi bir ilkel açık savaş ve imha karşısında bir halk ne yapar?

 Böylesi bir ilkel ırkçılık karşsında diğer Orta Doğu halkları ne yapar?

 Patlar. İsyan eder.

Ben de insanım der ve bu esaretten kurtulmak için mücadele eder.

Bu, budur. İnsanın ”insan” olması da budur.

Kürt halkı da budur. Kürt halkı, elde silah, bu topyekün imhaya karşı duruyor. Ben de insanım diyor. Yükselmek için mücadele ediyor.

Doğrudur. Yerindedir. Haklıdır. Zira insan tarihsel olarak, böyle ”insan” olmuştur.

İnsan, mücadele ederek insan olmuştur.

İnsan, eylemde insan olmuştur.

Kürt halkı da mücadele ederek yükselmek istiyor. ”İnsan” olmak istiyor!

Bu bilinçle, Kürt halkı, Türk ordusu ve Meclisi'nin almış olduğu bu “açık savaş tezkeresini” bozguna uğratacaktır.

Unutulmaması gereken bir nokta var: Kürt eski Kürt değildir. Bunu da hesaba katmak gerekiyor.

Evet, işgal ve imha devam ediyor.

İşgal ve imhaya karşı direniş de devam ediyor.

Ne mutlu, mücadele edenlere.

Ne mutlu, insan olmak ve yükselmek için kahramanlık yaratanlara!

17 Ekim 2007



7 Mayıs 2015 Perşembe

UTANGAÇ KAPİTALİZM SAVUNUCULARI!



Adil Okay

Demirden yapılmış bir mehtabı çiğneyip yuttum
Onlar buna bir çivi diyorlar
Bu endüstriel lağım pisliğini, işsizlik istatistiklerini çiğneyip yuttum
Makinelerde kamburu çıkmış gençlik vaktinden önce ölüyor
İtişip kakışmayı ve mahrumiyeti çiğneyip yuttum
Yaya köprülerini, pasla kaplanmış hayatı çiğneyip yuttum
Daha fazlasını çiğneyip yutamaz hale geldim
Tüm çiğneyip yuttuklarım şimdi gırtlağımdan geri fışkırıyor
Atalarımın toprağında saçılıyor
Utanç verici bir şiire karışıyor”      Xu Linzi [i]

“Sosyalizm öldü, iyileştirilmiş kapitalizm verelim” diyorlar.
“Siz hâlâ sınıf – emek mi diyorsunuz. Modası geçti bunların kardeşim, vazgeçin, daha farklı alanlarda çalışın, hem destek de alırsınız” diyorlar.

Vazgeçmek. Emekten, sınıftan, Soma’dan, Ermenek’ten, Şişe Cam ve Metal işçilerinin “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanan grevlerinden, atanamayan öğretmenlerden, çocuk işçilerden, yokluktan, yoksulluktan vazgeçmek. Bu konularda yazmamak, konuşmamak!

Yazar Sibel özbudun da dayanamıyor bu ‘üstten’ konuşmalara: “Vazgeçiş” diyor, “’Büyük anlatılar’dan, her türlü ‘nesnellik’ savından, ‘bilimsellik’ iddialarından, ‘açıklama’ gayretinden, ‘dönüştürücülük’ niyetinden, ‘etkinlik’ isteğinden, 11. Tez’den…  Ve teslim oluş: ‘Tarihin sonu’, ‘İdeolojinin ölümü’, ‘Gerçekliğin yitimi’, ‘hiper gerçeklik’, ‘Her şey kopyanın kopyasının kopyası’ söylemlerine…” diye uyarıda bulunuyor. Ve ekliyor: “Bu ‘vazgeçiş’, bu ‘teslim oluş’ hiç kuşku yok ki neoliberal kapitalizmin hem kamusal olan her şeyi, hem de bios’u yok etme tehdidiyle yüklü “Pyrrhus zaferi”yle birebir ilişkili. ‘Piyasa’, yeryüzünün en ücra bucağını, (…) dev bir çöplüğe dönüşen toprakları ve denizleri, kısacası bu koca dünyadaki her şeyi, ama her şeyi kendine boyun eğdirmek üzere temellük ederken… bilim (ya da üniversiteler) bu saldırıdan ne kadar masum kalabilirdi ki?”[ii]
Kalamadı da. Özbudun haklı.

Bu konuda kısa bir süre önce “Fikret Başkaya ve Kadavra Akademisyenler” başlıklı bir makale yazmıştım.[iii]  Hatırlayınız 12 Eylül açık faşizm döneminde adlarının başında “Prof” unvanı olan “koca koca adam ve kadınlar” bilirkişilik mühürlerini zalimin talimatıyla mazlumun bağrına basıyorlardı. Hitler’in Dr. Mengele’leri bizde de mevcuttu. İşkence görene “görmemiştir” raporu veren doktor müsveddeleri mi dersiniz, yazılarımızda “suç unsuru” bulan, “tez zamanda kelleri vurula” diye rapor hazırlayan’ Ordinaryös’leri mi istersiniz.

Ord. Prof. Sulhi Dönmezer’i kim bilir benim gibi kaç kişi nefretle anıyordur.
Tabi 12 Eylül sadece bir gün, bir yıl değildi. On yıllara varan bir devlet terörü uygulamasıydı. Hrant Dink’in de infazını hazırlayan benzer bilirkişilerdi. Onun da yazılarında “suç” buldular. Mahkeme karşısına çıkardılar. Hedef gösterdiler.

Temel Demirer ve bir grup aydın da 301’den nasibini aldı. Üstelik “12 Eylül’ü yargıladık, demokratikleştik, çağ atladık” diyen AKP döneminde.
Yazılarımdan dolayı hakkımda açılan soruşturmalar da aynı döneme denk düşer.
Adını anmışken sürgündaşım Temel Demirer’e de kulak verelim: “(…) Adalet mülkün temelidir” diye kutsanan özel mülkiyet (burjuva) egemenliğinin; kapitalist ücretli köleliğin; emperyalist talanın yabancılaştıran, şeyleştiren meta fetişizminin dünyasında insan, Kafka’nın Gregor Samsa’sına dönüş(türül)mektedir...”[iv]

Çağdaş Fransız filozoflarından Alain Badiou’nun dediği gibi: “(…) Hâkim ve uygar kapitalizmin vatanı «Batı’daki» komplo senaryosu, kan döken terörizm imasıyla «İslamcılığın» karşısında. Bir tarafta belli belirsiz tanrılarını cesetlerle kutsamak için isyan bayrağı açmış silahlı katil çeteler; diğer tarafta da insan hakları ve demokrasi adına diğer tüm devletleri yerle bir eden vahşet dolu uluslararası askeri müdahaleler. Öyle ki, bu askeri müdahaleler hâlihazırda büyük şirketlerin üzerinde semirdiği petrol arazilerini, madenleri, gıda kaynaklarını ve kuşatılmış bölgeleri güvence altına almak adına belirsiz, kırılgan olan bir barış ihtimalini de en azılı haydutlarla pazarlık konusu etmekten öteye geçemiyor…”[v]
Alain Badiou’ya katılıyorum.

Peki, neden “batı”da bu kapitalist barbarlığa muhalefet zayıf? Zira doğuda kadının yüzünü kapatan örtü, batılıların da gözlerini kapatıyor.
(Tabi burada bir dipnot düşmeliyim. Kimlik mücadelesini hiçbir sosyalist küçümsemez. “Ya sınıf ya etnisite” dayatması yapmaz. Bu satırların yazarı da “kimlik, anadilde eğitim, kadın sorunu ve çevre” konularında defalarca yazmıştır.)

Bir zamanlar ‘Tarihin sonu’, ‘Medeniyetler çatışması’ tartışmaları çok gözdeydi. Kapitalizmin artık kader olduğunu, en iyi sistem olduğunu bize yutturmak isteyen uyduruk filozofların bu teorileri tartışılıyordu. ‘Tarihin ve ideolojilerin sonu’ tezinin mucidi Fukuyama, Irak işgalinden sonra ‘yanılmışım’ deyip özeleştiri verdi. “Zamanında Vietnam savaşı propaganda grubunun şefliğini de yapmış olan Huntington’un ‘Medeniyetler çatışması’ tezi, İslam-Hıristiyan dünyasının çatışması olarak algılandı. Aslında Hungtington, kapitalist dünyadaki kaosun, asimilasyon veya çokkültürcülük politikalarıyla değil, daha zalim uygulamalarla, hatta bir tarafın yok edilmesiyle son bulabileceğini açıklamaya çalışıyordu.”

Türkiye’de liberaller bu teorileri “sosyalizm öldü, demokrasi verelim” babında yorumladı. Ben buradaki “demokrasi” sözcüğünü kazıyınca altından neoliberal kapitalizmin çıktığını ayan beyan görebiliyorum. Elbette demokrasiye ama “Temsili” değil, “Doğrudan Demokrasiye” ihtiyacımız var.

Bir kez daha hatırlatmakta yarar var: Kol emeği, liberallerin iddiasının aksine, tarihe karışmadı. Kapitalizm iyileşmedi. Hatta “yeni ortaçağ”a dönüşten bile söz edilebilir. Sonuç itibariyle ülkemizin de parçası olduğu kapitalizm,  dur durak bilmeyen, denizi, dağları, ormanları ve insanları kirleten bir suç makinesidir. Bu makineyi çalıştıran büyük patronlar da (dili – dini – cinsiyeti - etnik kimliği ne olursa olsun) ve onların seçtirdiği vekiller de Proudhon’un altını çizdiği gibi hırsızdır.

Ya hırsızdan yanasınızdır ya değil. Hayata ak ve kara olarak bakmam. Grileri ve diğer renkleri de görür ve anlamaya çalışırım. Ama bu cangıl içindeki gri de karanın kapsamındadır.
Kapitalizm “iyileştirilebilir” diyenlerin, “Utangaç kapitalizm savunucuları”nın şimdi neoliberalizmden şikâyet etme hakları var mıdır?
Ya da retorikle daha ne kadar göz boyayacaklar…





[i] “Xu Linzi(1990-2014), Çin’de kırsaldan yoksulluk içinde kente, fabrikalara çalışmaya gelen milyonlarca göçmen kadın işçiden biriydi. 3 yıl montaj hattında ölümüne çalıştığı Shenzen’deki Foxconn fabrikasında, şiir ve gazetecilik çalışmalarına daha fazla zaman ayırabilmek için büro işine geçmeyi umuyordu. Bu umudu gerçekleşmeyince başka şehirlere giderek, farklı işler aradı. ‘Uygun’ bir iş bulamayınca umutsuzluğa kapılarak, Ekim 2014’te intihar etti.” Aktaran Sennur Sezer. “Geçim zorlukları ve özcanına kıymak”. Evrensel gazetesi.
[ii] Sibel Özbudun, “Sosyal bilimler: Bir şey yapmalı!”, Mülkiye Dergisi, 2014 38 (2), Yaz 2014
[iii] Adil Okay, Fikret Başkaya ve Kadavra Akademisyenler, www.ozguruniversite.org
[iv] Temel Demirer- İsyan-16 Mart 2006, Ankara.
[v] Alain Badiou, Kızıl bayrak ve üç renkli bayrak, www.marksist.org

1 Mayıs 2015 Cuma

“HALK ÇAĞI”NIN ŞAİRİ ALİ YÜCE...





“HALK ÇAĞI”NIN ŞAİRİ  ALİ YÜCE ÖLDÜ…

Müslüm KABADAYI

1928’de Hatay Yayladağı’na bağlı Hisarcık (Asarcık) köyünde doğan Ali Yüce, 29 Nisan 2015’te yaşama gözlerini yumdu. Düziçi Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra köy öğretmenliği yapan şairin şiirleri 1950’li yıllardan itibaren dergilerde yayınlandı. Bağımsızlık, özgürlük ve sömürgenlerin zulmüne başkaldırı temalarına ağırlık veren Ali Yüce, boncuk şiir tekniğini ustaca uyguladı.

Antakya Ticaret Lisesi İngilizce Öğretmenliğinden emekli olduktan sonra Ankara’ya yerleşen şairin “Şeytanistan” romanı da önemlidir. Ruhi Su tarafından bestelenen “Abov” şiirinde Mürselekli kadınların tütüncülük, kökçülükle yaşamlarını kazanmalarını işledi. “Anamı Arıyorum” başta olmak üzere çocuklara yönelik şiir kitapları da yayınlanan Ali Yüce, İtalya’da Akdeniz şiir ödülünü aldı.
Cenazesi 30 Nisan Perşembe günü saat 16.45’te Ankara Karşıyaka mezarlığında

defnedilecektir.