21 Ağustos 2015 Cuma

DENİZDEN IŞIKLANMAK...




Müslüm Kabadayı


          Çam ve zakkum kokularını ciğerlerime doldurarak sahile vardığımda, “Bu sabah dubaya kadar yüzeceğim.” dedim içimden. 12 Eylül işkencecilerinin kollarımda ve ciğerlerimde yaptıkları tahribatı yenmeye kararlıydım artık.
          Deniz çarşaf gibiydi, hava serin olmasına karşın su ılıktı. Canlı olarak milyonlarca yıl önce çıktığım yere, ölüm kaygısı duymadan girmeyi ne çok isterdim; oysa soluğumun suya yetmeyeceği korkusunu taşıdım hep. Solmadan her ortamda soluklanmayı türümün becerememiş olmasına tepkilendim bir an. Kıyıdaki küçük taşlara, çakıllara vuran suyun, sabah güneşini kırarak gözüme yansıtmasına daha fazla dayanamayıp girdim denize.
                      Kıyıdan yirmi metre kadar ilerlerken dizime gelen suyun dibinde beni büyüleyen bir ışık manzarası oluşmuştu. Dipteki her şey cam gibi görünüyordu. Üç beş santim genişliğinde kıyıya paralel uzanan kum dalgalarına vuran baklava dilimi biçimindeki ışık yansımaları, suyun hafif dalgaları eşliğinde âdeta dans ediyordu. Bir karış uzunluğundaki kefallerin bu ışık huzmesinde dolanmaları da bu manzaraya bir başka renk katıyordu. Kum dalgalarının üzerine yapışan küçük yosunları hareketlendiren kefalleri ürkütmemek için âdeta milimetrik ilerliyordum. Bu manzaraya kendimi çok kaptırmış olmalıyım ki benden sonra suya girenlerin ileride kulaç atmaya başladıklarını fark ettim. Büyük dalgalar peydahlanmadan, su uykusundayken dubaya kadar gidip gelmeyi hedeflemiştim oysa. “Ateş yakar, su boğarmış.” sözü geldi aklıma. Ardından annemin “Suyla oynanmaz!” uyarısı. Hemen derine ilerledim ve deniz çarşafının üzerine uzanıp suyun içinden ellerimle seri kulaçlar çekerek yüzmeye başladım.
                      Küçük kırmızı bir dubaydı gideceğim yer. İleride üçer beşerli insanlar yüzüyor ve aralarında sohbet ediyorlardı. Oldum olası yüzenlerin sohbetleri ilgimi çekerdi. Sanki karada unuttuklarını, suda daha derinden anımsıyorlardı. Suyun kaldırma kuvvetinden insanların derin bellekleri etkileniyordu belki de. O anda, “Yüzerken yaratıcılığımız da dipten yüzeye yükseliyor mu?” sorusu geldi aklıma. Bu konuyu hiç deneyimlememiştim ya da üzerine hiç düşünmemiştim. Düşünmemiş olduğuma hayıflanırken önümdeki orta yaşlı iki erkek yüzere yaklaşmıştım. Etine dolgun, iri başlı ve dişleri bembeyaz görüneni, siperi uzun şapka giyen arkadaşına, “Ben hep ileri giderim arkadaş. Bak, dubaya yakın yüzenleri geçmezsem rahat edemem.” diyordu. Siperi uzun şapka giyen kır saçlı ve ince bıyıklıydı. Bana doğru dönerek yüzüyordu. “Hayrola, neden dönüyorsunuz?” dedim. “Benden buraya kadar. Su, daha önce bana haddimi bildirmişti.” yanıtını verince, “anlıyorum” dercesine baş işareti yaptım ama haddimi bilmemekte ısrar ederek dipten kulaç atmaya devam ettim. “Hepilerici”den benim neyim geriydi ki…
                      Göğsüm sıkışmadan, kollarım kesilmeden ilerliyordum suda. Deniz dostluğunu sunuyordu âdeta bana. Sağ ilerimde üç yaşlı yüzerin konuşmaları kulağıma geliyordu bu kez. Konuşmalarından üçünün de Kömür İşletmeleri’nden emekli mühendis oldukları anlaşılıyordu. Şivesinden Kürt olduğu anlaşılan yüzer, arkadaşlarına ekonomiyle ilgili değerlendirmesini şöyle bitiriyordu: “Her gün komşusundan ödünç yumurta alan biri gerektiğinde ona kafa tutamaz arkadaş! Bakın sizlerle 38 yıl birlikte çalıştık. Bir gün benim kimseden borç aldığımı gördünüz mü?” Onun bu sözlerine “Haklısın!” diyen arkadaşlarının susmaları üzerine düşündüm. “Borç yiğidin kamçısıdır, diyenler, ‘jöleli yiğitler’ olabilir herhalde.” cümlemi kurdum içimden. “İlk insan topluluklarında olduğu gibi ekonomisiz yaşamı, denizle dost olmayı bilerek kurmak…” dedim ama orada durdum.
                      Düşünmede durdum ama suyun kaldırma ve dalganın itme kuvvetine orantılı su içinden kulaçlarım hızlandı. Bu kez sol yanımdaki bir grup kadının sohbetleri kulağıma çalınmaya başladı. Üçü yaşlı, ikisi gençti kadınların. Saçı örgülü ve esmer tenli olan genç kadın, arada bir elini sudan dışarı çıkarıp heyecanlı konuşmasına işaretlerle katkıda bulunuyordu. “Teyze ya, senin çalıştığın dönemdekinden çok farklı şimdi fabrikanın durumu. Bak senin çalıştığın dönemde sendika varmış, tüketim kooperatifi çalışıyormuş. Şimdi çalışanların yaş ortalaması kaç biliyor musun? Yirmi altı buçuk! Ekiplerin başında hep genç mühendisler. Birbirleriyle performans yarışması yapıyorlar, patron için yağlı börek tabi ki!” Yirmi yıl önce performans uygulamasının emekçilerin kazanılmış haklarını tasfiye edeceğini, çalışanlar arasındaki dayanışmayı moral açıdan da parçalayacağını, buna cepheden karşı mücadele yürütmek gerektiğini dile getirdiğimizde kimi sendikacıların, işgüzar yöneticilerin nasıl kıvırdıklarını anımsadım. “Ağacı çürüten içindeki kurttur, içimizdeki çürükleri eleyerek yol almalıyız!” dediğimizde de kurtların, elmaların çoğunu ısırdığını anlamakta geç kalmıştık.
Hayatta zamanlamanın ya da koşulları kendi iç dinamikleriyle ustaca değerlendirmenin yaşamsallığını böyle deneyimlerimden de biliyordum. Kapsayıcı olanınsa büyük tarihi iyi okumaktan geçtiğini, olgu ve durumlara bütünsel, felsefi bilinçle bakmak gerektiğini diyalog kurduğum herkese hissettirmeye çalışıyordum. Bu fabrika işçisi genç kadının anlattığı durum, çubuğu zamanında ve doğru yöne bükmekte ustalaşmayı derinden duyumsattı bana. Duyumsadım; Paris Komünarlarının yeterince hazırlık yapmadan, örgütsel donanıma kavuşmadan isyanı başlatmalarının yol açtığı yıkımı… Duyumsadım; Ekim Devrimini ateşlememiş olsalardı, Sovyetlerin intihar edeceğini… Şimdiyi düşündüm; isyanla oynayanların savaş baronlarının ekmeğine nasıl yağ sürdüklerini… ve suda çırpındım, acılı yurdumun yaralı insanlarını denizin sağaltıcı zengin sularında nasıl tedavi edeceğimizi daldım.
                      Kadınlar sohbetlerine ara verip sırtüstü yüzerek geri dönerken, dubaya çok yaklaşmıştım. Su durgundu, bense biraz yorgundum. Göğsüm daralmadan, kollarım kesilmeden hedefime varacağıma aklım kesmişti. Tabi hepilerici orta yaşlıdan geri kalır yanımın olmadığını da kendi korkuma göstermiştim. Suyun hallerini tanımadan, bu hallere göre yeteneklerimi geliştirme deneyimine girişmeden korkmamın sanal olduğunu fark etmiştim.
                      Kırmızı dubaya elimi vurduğumda, güneş ışınları tenimi hafiften yakmaya başlamıştı. Bu gidişin bir de dönüşü vardı ama zor olanı başarmanın rahatlığıyla dubaya çıkıp önce açık denize baktım. Tavşan Adası’na doğru balıkçı teknelerini gördüm. Sanki ip gibi hizalanmıştı tekneler. Bugünlerde çapariyle avlanma serbestliği başlamıştı. O anda “Denizden ne çıkmaz ki!” diye düşündüm. “Hücre orada oluştuğuna göre her şey çıkabilir.” diye aklımdan geçirdiğimde kıyıya bakıyordum artık. Önce simitçinin elindeki tepsiyle müşterilere yürüdüğünü gördüm. Sonra mini traktörle kıyıda ilerleyen bir genç işçinin, tırmıkla topladığı deniz atıklarını römorka dolduruşu dikkatimi çekti. Düşündüm. Her sabah kıyıda dalga boyutunda ve bir şerit halinde çöp oluyordu. Demek geceleyin deniz, safra atıyordu kıyıya.
Düşündüm. “Ekonomisiz yaşam” cümlemi şöyle tamamladım: “Deniz gibi çöplerimizi zamanında kıyıya atarak, yaşamı çürüten kurtları anında ayıklayarak…”
                      

20 Ağustos 2015 Perşembe

EKİN VAN İÇİN YAZDIKLARIMA TEPKİLER...



EKİN VAN İÇİN YAZDIKLARIMA TEPKİLER VE TEHDİTLER HAKKINDA…

adil okay

Ekin Van için yazdığım “Ölü bedenimizi çırılçıplak sokağa atanlar”  başlıklı yazıma çok fazla tepki geldi. Yaşananların dolaylı - dolaysız tanıkları hatırlattığım için teşekkür ettiler. Yandaş medyanın ve resmi tarihin şartlandırdığı bazı insanlar ise “yalandır” derken, bazıları ise iyi niyetle “acaba” dediler. Bazıları da “iyi ama şehit polis ve askerler de var” diye “acı yarışına” kalkıştılar. Üç beş yaratık da beni tehdit etme gafletinde bulundu. Polemikle uğraşacak zamanım olmadığı için hepsine toplu yanıt verme ihtiyacı duydum. (Söz konusu yazıyı okumayanlar internetten ulaşabilir)

Öncelikle belirteyim: Yazımda alıntı yaptığım “tecavüz” bölümü iki gazetecinin Rojin Canan Akın ile Funda Danışman’ın  “Bildiğin gibi değil” adlı kitabında geçiyor. Kitapta canlı tanıklardan söyleşiler var. Okumanızı öneriyorum. Ayrıca bu konuda yazılmış yüzlerce rapor - kitap - belgesel bulunuyor.

Yani siz “yoktur”, “olmamıştır”, “iftiradır”, “acaba” derken Türkiye devleti bu yaşananları kabul etmiş ve suçlu güvenlik güçlerinin birkaçını göstermelik olarak yargılamıştır. Mağdurların bazılarına da tazminat ödemiştir. Ve halen ödemeye devam etmektedir. Tabi tecavüzcülerin – işkencecilerin büyük çoğunluğunu ise ödüllendirmiştir. AİHM’nde yeni yeni davalar açılmaktadır. Kısa bir süre önce Tayyip Erdoğan’ın onayıyla Genel Kurmay’da terfi ettirilen Musa Çitil de hem cinayetten hem tecavüzden yargılanmıştı. Bunları ben söylemiyorum. T.C. mahkeme tutanakları söylüyor. Ama ruhunu şeytana satan, her dönem hükümet yanlısı basın bunları bildiği halde yazmıyor, TV ekranlarında göstermiyor. Ve insanlarımızın büyük çoğunluğu da bu paçavraları okuyor, izliyor.

Biz gerçeği sol muhalif basından, mahkeme tutanaklarından, insan hakları örgütlerinin raporlarından ve canlı tanıklardan öğreniyoruz.

Yazdıklarınız beni ikna etmedi daha fazla belge isteriz diyenlere yanıtım şu: Gidip araştırmak da size düşer. Klavye başında geçirdiğiniz zamanın çok azıyla arşivlere ulaşabilirsiniz. Yine de yol göstereyim. Özel harekatçı Ayhan Çarkın’ın itiraflarından, AİHM kararlarına, Susurluk raporlarına, tecavüzden mahkum edilen güvenlik güçleri -asker, polis, subay, korucu, MİT, JİTEM elemanları dâhil- listesine, devletin on yıllardır gözaltında katletme, yargısız infaz, işkence ve tecavüzden kaç kez yargılanıp tazminat ödemeye mahkum olduğuna ve kaç dosyayı hasır altı ettiğine kadar hepsine ulaşabilirsiniz. Tabi bir de ulaşamayacağınız savcı-hakim-polis-doktor işbirliği ile aklanan o kadar çok cani, tecavüzcü devlet görevlisi var ki. Bizim yazdığımız, devletin inkâr edemediği vakalardır. Siz bunun bin katının yaşandığını düşünün. Ve bunlar yaşanırken hâlâ “neden isyan ediyor bu insanlar” deyin. Olacak iş değil.

Ekin Van hakkındaki yazıma yanıt olarak, savaşta öldürülen polis ve askerleri hatırlatanlara gelince: Öncelikle acıların yarıştırılmasının doğru olmadığını söyleyeyim. Sorumlu mu arıyorsunuz. Birincisi: Savaşı başlatan, savaşı yaratan sistemi sorgulayın derim önce. Bir halkın en küçük demokratik hak talebini kanla bastırırsanız onların da dağa çıkmaktan başka çaresi kalmaz. Bu kadar açık. Savaş başladı mı arada asker de, polis de, gerilla da, siviller de ölür. Kin ve nefret insanların başını döndürür. Bunlar sonuçtur. Ama önce nedenleri tespit etmek gerekir. Neden de başta söylediğim gibi devletin ırkçı-milliyetçi politikasıdır. Bu savaş üreten politika dün sermaye sınıfının çıkarlarına endeksli “Türk – İslam sentezi”ydi. Bu gün de yine sermaye destekli “İslam – Türk sentezi”dir.

İkincisi: Siz hiç kaçırılan asker ve polislere işkence yapıldığını, tecavüz edildiğini, kulaklarının kesilip maskot yapıldığını, cesetlerinin çırılçıplak soyulup sokaklarda sürüklendiğini duydunuz mu. Yok. Duyamazsınız. Onlara nasıl davranıldığını serbest bırakılan asker ve polisler anlattı, okumadınız mı? Ve ayrıca ölen güvenlik güçlerinin ailelerinin trajedisini zaten basın yeteri kadar veriyor. Ben verilmeyenleri, yok sayılanları yazıyorum. İsterseniz gelin yeni kurulan “Barış Bloku”nun etkinliklerine katılıp hep beraber “ne asker, ne polis, ne gerilla kimse ölmesin” diye bağıralım.

Merak edenlere de söyleyeyim. Kürt değilim. Türküm. Bir ucum da Arap. Ana dilim Türkçe. Ama doğup büyüdüğüm coğrafyada (Antakya - Hatay) Araplardan, Türklerden önce Doğu Romalılar vardı. Sonra Memluklular. Keza Anadolu’ya Türkler geldiğinde orada Kürtler, Ermeniler, Süryaniler ve diğer halklar vardı. Yani bu halklar en az Türkler kadar bu toprakların asıl sahipleridir. Ol bu nedenle ben “önce insan” diyenlerdenim. Ve tekrar hatırlatayım ki her konuda aynı görüşte olmamız gerekmiyor. İlk adım birbirimizi anlamak olmalıdır. Bu anlamda yazımda hata – açık aramak yerine içeriğe bakınız.

Bu ülkede uzun dönem “Kürt yoktur” denilerek yürütülen kirli savaşı başlatanlara, dünya genelinde savaşları yaratan ekonomik eşitsizliğe, bu sistemin literatürde adı olan kapitalizme karşı mücadelede yerimi aldım. Büyük çoğunluğun sustuğu en zor dönemde konuşan, yazan, bedel ödeyen insanlardan biri olarak ezilenlerin yanında saf tuttum. Bundan sonra da tutacağımdan emin olabilirsiniz. Ben Türk olarak sahip olduğum tüm hakların Kürt kardeşimde de, Arap, Çerkez kardeşlerimde de olmasını istiyorum. Ana dilde eğitim hakkı başta olmak üzere. Aksini düşünenlerle zaten karşı cephelerde yer alıyoruz demektir. Türk Nazileriyle aynı düşüncede – safta olmam mümkün değil. Aynı şekilde Sünni Müslümanların haklarının Alevilerde ve diğer inanç gruplarında da olmasını savunuyorum. Ya vergilerimizden nemalanan diyanet işleri bakanlığını kapatacaksınız. Ya da diğer inançlara da eşit dağıtacaksınız. Ben ilk şıkkı tercih ederim. Ama ikincisi de bir ileri adım olur.

Bir diğer konu da yazımla ilgili bana yöneltilen tehditler.
Bu ilk değil. Devlet de, sivil faşistler de beni defalarca tehdit ettiler. Ben de hepsine “kuru veya yaş gürültüye, sanal veya reel tehdide pabuç bırakmam” demiştim. Aynen tekrarlıyorum.

Destek mesajlarına da teşekkür ediyorum.

Dün bir avuçtuk. Babam merhum Süleyman Okay, Antakya’nın parmakla gösterilen 10 sosyalistinden biriydi. Şimdi parmakla gösterilemeyecek kadar çoğuz. Daha da çoğalacağız.

Sonsöz:
Tartışmalara neden olan konu: Ekin Van adlı kadın gerillanın çırılçıplak bedeninin devletin güvenlik güçleri tarafından sokakta teşhir edilmesiydi. Bırakınız solcu – sosyalist - yurtsever olmayı, insan olanı öfkelendirecek, isyan ettirecek bir manzaraydı bu. İşte yukarıda yazdığım nedenlerle ceberut devlete karşı doğru bildiği bir kavgada yerini alan Ekin Van’ı saygıyla ve hüzünle anıyorum. Katlinde, işkence görmesinde, çırılçıplak teşhir edilmesinde ceberut devlet ve kalemşorları yanı sıra gerçekleri bildikleri halde on yıllardır susanların (ya da çok geç konuşmaya – yazmaya başlayanların) da payı olduğunun altını çiziyorum.

Yazımda belirttiğim gibi:
“Kısa çöp, uzun çöpten hakkını alacak.”
Saraylar saltanatlar yıkılacak.

18.08.2015

Fotoğraf: Adil Okay “Bildiğin Gibi değil” kitabının yazarları Rojin Canan Akın ile Funda Danışman ile beraber tanıtım toplantısında görülüyor.

Not: Devletin sistematik işkence politikasına başka bir örnek: Bu gün itibariyle Türkiye hapishanelerinde siyasi tutsaklara ne eziyetler yapıldığını öğrenmek için bir grup arkadaşla beraber kurdumuz www.gorulmustur.org adlı sitemize bakabilirsiniz.

ÖLÜ BEDENİMİZİ ÇIRILÇIPLAK SOKAĞA ATANLAR...



“Göğüs ucum koptu. Çıktıktan sonra tek dikiş attırdık. Göğsümün bu tarafından süt gelmiyor. Bende sadece iki gözenek var. O da kenarda kaldı. Üzerimde sigara yaktılar. Hala izi var. Ben bir erkeğin bu kadar çirkinleşebileceğini orada gördüm. Bunlar devletin milliyetçileri, devlete sahip çıkanlar, koruyanlardı… Bakire olduğumuz için önden bir şey yapamıyorlar. Habire arkadan. Arkamdan habire kan akıyordu.”

Adil Okay


Varto'da Polisi, özel harekâtçısı, korucusu, askeri, MİT’i, iti yani AKP devleti, Ekin Van adlı kadını işkence ederek öldürdü,
Sonra çırılçıplak cesedini sokağa bıraktı.
14 yaşındaki kız çocuğuna tecavüzden yargılanan subay Musa Çitil’i genelkurmayda terfi ettiren Erdoğan, bunu yapanlara da madalya verir.
İşte size 90'lı yıllar.
İşte size kulak koleksiyonu yapan tecavüzcü çetenin mirasçıları.
İşte size "olağanüstü hal",
işte size "güvenlikçi politika"…
Çocuk katili Kenan Evren ve tetikçilerinden, Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar çetesinden brifing almış Tayyip Erdoğan "en büyük başkan benim" diyor.
"Yaparım - yaptırırım" diyor.

Bellek tazelemesi yapalım mı? 90’lı yıllarda devlet politikası haline gelen uygulamaların canlı tanıklarından dinleyelim. Yüreğimiz dayanırsa:
“Daha önce bizi doktora götürdükleri için bakire raporumuz var. Bakire olduğumuz için önden bir şey yapamıyorlar. Habire arkadan. Şişe vardı, bilmem ne vardı. Şişeyi içinde patlatalım mı, yok getir kıralım falan. Bilmem hangi ülkede öyle yapıyorlarmış. Kırıyorlarmış. Şişe oyunu oynayalım vesaire ama samimi olarak söylüyorum. Arkam parçalandı desem yeridir. Göğüs ucum koptu. Çıktıktan sonra tek dikiş attırdık. Göğsümün bu tarafından süt gelmiyor. Bende sadece iki gözenek var. O da kenarda kaldı. Üzerimde sigara yaktılar. Hala izi var. Ben bir erkeğin bu kadar çirkinleşebileceğini orada gördüm. Daha hiçbir erkekle tanışmadan erkeklerin ne kadar çirkin olabileceğini orada gördüm… Bunlar devletin milliyetçileri, devlete sahip çıkanlar, koruyanlardı. Arkamdan habire kan akıyordu.

Karşıdan bir çığlık kopuyor ki dehşet. Küçük bir kız. Çığlığı korkunç. Anlamıyoruz. Dokuz veya on yaşlarındaydı. Bize göre çok çocuktu. Göğüsleri daha gelişmemişti. Hazal nasıl zevk alıyor musun, falan diyorlar. Ama kız ölüyor. Bir adam sürekli bağırıyor. Gözlerimiz kapalı. Anlamıyoruz. Arkamdan kan akıyor. Göğüs uçlarım ağrıyor, dayanacak güçte değilim. Vücudum alev alev yanıyor. Artık dayak yemek istemiyordum. Arkamın acısı beni zorluyor. Yanımdaki beni dürttü. Gözlerini aç, dedi. Açamam, dedim. Dayanacak gücüm yok, dedim. Kürtçe, aç gözlerini, dedi. Kararlı sesi beni korkuttu. Göğüsleri daha belirgin olmayan bir kız çocuğu, saçları dağılmış. Kızın bacaklarının arasından kan akıyor. Ne oldu anlamadık. Tokat atıyorum yok. Kızın gözleri fal taşı gibi açılmış. Kız defalarca tecavüze uğramış. Kızdan habire kan boşalıyordu. Ne yapsam kendine gelmiyor. Sanki gözleri yırtılıyor. Kürtçe konuşuyorum yok. Türkçe konuşuyorum yok. Hiç tepki yok. Kaskatı olmuş. Ped koyalım bi şey yapalım diyorum ama taş gibi kaskatı. Ped tutacak gibi değil. Ben ses etmiyorum ama yanımdaki bastı küfürü. Artık ağzına geleni sayıyor. Biri gelip diyor ki, dokuz kişi ona… Biraz daha konuşursanız yirmi kişi gelip sizi… Biri diyor ki babası daha konuşmadı mı? Babasını konuşturmak için küçücük kıza gözünün önünde tecavüz etmişler…”[i]

Korkunç sözcüğü anlatabilir mi bu yaşanmışlığı betimlemeye.
Peki bu “güvenlikçi politikalar” daha açık ifadeyle “katliam, tecavüz, zindan, işkence, kaybetme politikası” sonuç verdi mi?
Bir avuç denilen “bölücüler, teröristler, devrimciler, yurtseverler” bitti mi?
Kökleri kazındı mı?

Tabi ki hayır. Her sloganın karşılığı yoktur. Bazı sloganlar doğru bile olsa “erken” doğar ve etki yapmaz. Devrimcilerin “bir ölür bin doğarız” sloganını ise hayat doğruladı. Dün bir avuçtuk belki zulme başkaldıran ve kırılan. Bu gün ise sayılmakla – kırılmakla bitmeyecek kadar çoğuz.

Ekin Van'ın çırılçıplak cesedinin fotoğrafı sosyal paylaşım ağlarında dolaşıyor. o fotoğrafı paylaşarak yazdıklarımızın etkisi belki artabilir daha çabuk empati yapar insanlar ama... Ama Ekin Van'a saygıdan, kadına, insana saygıdan paylaşamadım. Zaten zulmün karesi, işkencenin, barbarlığın karesi olan bu fotoğraf yeteri kadar paylaşıldı. Ve ne yazık ki Ekin Van ilk değil. Basına yansıyan yansımayan ne tecavüzler - işkencede ölümler - gözaltlarında kaybetmeler yaşandı bu ülkede, "vatan savunması" adı altında…

Şimdi de AKP devleti devam ediyor aynı argümanlarla barbarlığa. Sarayları savunmaya.

Gün olur devran döner.
Saraylar saltanatlar yıkılır...

16/08/2015

Not: Desenler Politik Tutsak Aynur Epli tarafından çizilmiştir. www.gorulmustur.org arşivinden.




[i] Bildiğin Gibi Değil/ 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak
Rojin Canan Akın – Funda Danışman, Röportaj
Metis/Siyahbeyaz, Haziran 2011