29 Ocak 2008 Salı

Reel Atatürkçülük





Fikret Başkaya


”…reel Atatürkçülük nedir?.. Reel Atatürkçülük, Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur, Kore’ye, Somali’ye, Afganistana’a, vb. asker göndermektir, Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMFciliktir, ülkenin geleceğini çokulusulu denilen şirketlerin [emperyalizmin] insafına terketmektir, cuntacılıktır, militarizmdir…“postmodern darbe” yapmaktır, sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve düşmansız yaşayamamaktır, farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır.. Kürt varlığının inkârıdır, muvazaa partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır, Susurluktur, Şemdinlidir...”


Şeylerin, toplumsal olguların ve süreçlerin kimin tarafından adlandırıldığı önemlidir. Söylemin sahibi eskeri iktidarın da sahibidir. Başka türlü söylersek, söylemle iktidar arasında diyalektik bir ‘belirleyicilik’ ilişkisi vardır. Gerçeği gizleme aracı olan söylemin gücü, iktidarın da gücü ve varlık nedenidir. Zaten her türlü iktidarın varlık nedeni de söylemle gerçek durum arasındaki ‘boşluktan’ başkası değildir. “Dünya sarı öküzün boynuzları üzerinde duruyor” diyenin amacı tartışmasız bir egemenlik tesis etmektir ama bunun gerçekleşmesi için insanların gerçekten “dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğuna” inanmaları, bunun bir edinilmiş bilgi [idée reçue] haline gelmesi gerekir.

Söylemin sahibiyle muhatabı arasındaki ilişki, daha baştan hiyerarşik bir ilişkidir. “Sözün” kendisinden çok, “kimin sözü” olduğu önemlidir. Dolayısıyla, bize sunulanla gerçek dünya’da fiilen [reel olarak] var olan, ya da rivayet edilenle ‘reel durum’ arasındaki ‘uyumsuzluk’ veya ‘çakışmazlık’ şeyleri gizlemeye yarıyor. İşte gerçek bilimsel-entellektüel çabanın misyonu, bu uyumsuzluğu teşhir etmektir.

Türkiye’de 1921 tarihli Teşkilâtı Esasaye Kanunu’undan başlayarak, tüm anayasaların başlangıç bölümünde “hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” maddesi yer alıyor. Aradan geçen 85 yılda, bırakın halkın egemenliğin sahibi olmasını, egemenliğin yakınına bile yaklaşamadı, yaklaştırılmadı. Anayasalarda öyle yazıyor diye öyle olması gerekmiyordu. Bu dönem zarfında bu maddenin arkasında hep halktan başkaları vardı. Bu ifadenin bir anlam taşıyabilmesi için, söz konusu anayasaların halkın eseri olması, arkasında halkın iradesinin bulunması, oradaki sözün “halkın sözü” olması gerekirdi. Genel bir çerçevede 1924, 1961, 1982 anayasaları cunta anayasalarıydı ve asıl amaç kitleleri ‘oyunun dışında’ tutmaktı. 1982 tarihli cunta Anayasasının 2.inci maddesinde: “ Türkiye Cumhuriyeti... demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” deniyor. Oysa, gerçek dünyada bunların “reel” bir karşılığı yok. Nasıl gerçek dünyadaki ‘reel kapitalizm’ burjuva iktisat kitaplarında yazılandan farklıysa, nasıl ‘reel sosyalizm” de, yaygın sosyalizm anlayışından farklı idiyse, aynı şey Atatürkçülük denilen için de geçerlidir. Bu yazı, “Atatürkçülük” olarak sunulan hakim söylemi sorgulamayı, “reel Atatürkçülüğün” neden tevatür edilenden farklı olduğunu tartışmayı amaçlayan mütevazı bir denemedir. Atatürkçülük nedir? sorusuna verilen cevapları üç başlık altında toplamak mümkündür:

1. Atatürkçülük’ün ‘tam bağımsızlıkçı, anti-emperyalist dolayısıyla mazlum halklara kurtuluş ilham eden bir öğreti olduğu;

2. İkincisi, Atatürkçülük’ün bir modernite ve aydınlanma devrimi olduğu [Cumhuriyet aydınlanması safsatası], nihayet;

3. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 kongresinde kabul edilip 1937’de de anayasaya hükmü haline getirilen ünlü altı ok [Cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, devletçilik, halkçılık, ınkilapçılık].

Atatürkçülükten söz ederken herkes bu üç gruptan birine veya diğerine daha çok vurgu yapsa da, hepsinin bu üçünü kapsadığını, söylemek mümkündür. Daha baştan söylemek gerekir ki, ortada iç tutarlılığı ve bütünlüğü olan, bilinen anlamda bir “Atatürkizm” yok. Daha çok uygulamaları sonradan “teorileştirme’, “adlandırma” zorlaması söz konusu. Zaten Mustafa Kemal’in Söylev ve demeçleri dışında ideolojik-teorik bir bütünlük oluşturacak, iç tutarlılığı olan teorik değerlendirmeleri mevcut değil. Bu yüzden Atatürkçülükten çok Atatürkçülerden söz etmek daha uygundur. Gerçek dünya’da reel karşılığı olan bir Atatürkçülük yok ama her zaman kendilerine Atatürkçü diyenler var. Mustafa Kemal’in en önemli eseri olan “Büyük Nutuk” da esas itibariyle politik bir metindir. 1919-1927 arasında olup-bitenlerin kendi açısından bir değerlendirilmesidir. Bir siyasetçinin bir dönemi nasıl gördüğü, görmek istediğiyle ilgilidir. Rahatsız edici olan, bu metnin tarih yazıcıları tarafından hiçbir eleştiriye tâbi tutulmadan ‘mutlak hakikât’ sayılması, dönemin tarihinin bu metni esas alan bir anlayışın ürünü olması, maalesef geçerli resmi tarihe de kaynaklık etmesidir. Oysa Mustafa Kemal bu metni 1927 Ekim ayında başkanı olduğu CHP’nin Kurultayında okumuştur ve doğrudan siyasi amaçlar taşıyan [taşımak zorunda olan] bir söylevdir. Mustafa Kemal’in böyle bir çaba içine girmesinin başlıca üç nedeni vardı:

Birincisi “Milli Mücadele”nin tüm başarı ve kazanımlarını kendine mâl etmek;

İkincisi, bu amaçla o süreçte etkili olmuş karizmatik komutanların ve şahsiyetlerin rolünü küçümsemek;

Üçüncüsü, muhalefetin her türlüsünü neden ezdiğini “gerekçelendirmek”...

Bir dönemin tarihini bir tek şahsiyetin anlattıklarına dayandırmak, bilimsel-entellektüel tutarlılıkla bağdaşır değildir. Elbette söylediğimizi sayısız örneklerle desteklemek mümkündür ama sorun daha Nutuk’un ilk cümlesinde başlıyor: Mustafa Kemal’in ilk cümlesi şöyle: “ 1335 [1919] senesi Mayıs’ının 19’unda Samsun’a çıktım.” Mustafa Kemal’in söylediği tarihte Samsun’a çıktığı doğru ama gerçeğin tamamını yansıtmıyor. Cümleyi şöyle kurmak da mümkündü: “ 1335 [1919] senesi Mayıs’ının 19’unda bana çok geniş yetkiler veren bir Padişah buyruğuyla [Hatt-ı Hümayun] ve önemli miktarda ödenekle [100 bin Osmanlı Lirası] Anadolu’ya geçmek üzere Samsun’a ulaştım.” Bu iki ifade arasındaki fark önemsiz değildir. Mustafa Kemal sadece Nutuk’ta değil hiçbir yerde bu fermandan söz etmiyor. Mustafa Kemal, aynı cümlede Anadolu’daki direniş Hareketinin kendisi tarafından o tarihten itibaren başlatıldığını da imâ ediyor. Oysa, İttihatçılar direnişi 19 Mayıs’tan aylarca önce başlatmış bulunuyorlardı.

Mustafa Kemal 1934 de çıkarılan soyadı kanunuyla Atatürk soyadını almadan önce, Kemalizm ve Kemalistler kavramı kullanılıyordu. Atatürkçülük’ün kullanılması o tarihten sonradır ama ikisi arasında fark yoktur, zira ikisi de aynı kişinin adıdır.

Bu kısa girişten sonra “reel Atatürkçülükü” yukarda sözü edilen argümanlardan birincisi olan “Atütürkçülük tam bağımsızlıktır, anti emperyalisttir, mazlum halklara kurtuluş ilham etmiştir”le tartışmayı sürdürebiliriz. Her düzeyde kavramlardan ne anlaşıldığı, anlaşılması gerektiği önemlidir. Eğer bağımsızlık için bir bayrak, bir milli marş, uluslararası hukuk tarafından tanınmış belli sınırlar, bir devlet başkanı, vb. yeterli sayılırsa, böyle bir anlayış bağımsızlığı biçimsel bir “siyasal bağımsızlığa” indirgemek olur ki, bu kadarı gerçek anlamda bağımsızlık için yeterli değildir. Zira, bir ülkenin bağımlılığı veya bağımsızlığı, sadece siyasi kerteyi angaje eden birşey değildir. Bağımlılık, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel-ideolojik-entellektüel, etik veçheleri kapsayan bir “bütünlüktür”. Şimdilerde bu gerçekliği yok saymak için “karşılıklı bağımlılıktan” çok söz ediliyor ve bilinçli olarak “bağımlılık durumunun” tartışılması ve anlaşılması engellenmek isteniyor. Eşitsiz ilişki, hakimiyet ve sömürü ilişkisi geçerliyse, “karşılıklı bağımlılık” bir mistifikasyondur. Kapitalistle işçi arasındaki ilişki bir hakimiyet ve sömürü ilişkisidir, zira oradaki asıl bağımlılık “karşılıklı bağımlılık” değil, işçinin doğrudan kapitalist patrona bağımlılığıdır. Türkiye ile ABD arasındaki ilişki “karşılıklı bağımlılık” ilişkisi değil, tâbiyet ilişkisidir. Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için bağımsızlıktan içe kapanma, dünya ile bağı kesme, kendi kendine yetme anlamındaki “otarşi” anlaşılmamalıdır. Buradaki kriter şu olabilir. Eğer bir devletin dış ilişkileri [ekonomik, sosyal, politik, vb.] içerinin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmişse, orada gerçekten “karşılıklı bağımlılıktan” söz etmek mümkündür. Bunun tersi geçerli olduğu durumdaysa, birinin diğerine bağımlılığından, eşitsiz ilişkiden söz edilecektir.

Soruna yukarıda ifade ettiğimiz çerçeve içinde bakıldığında, Türkiye’de ‘tam bağımsızlık’ söyleminin gerçek dünya’da “reel” bir karşılığı olmadığı görülecektir. Lozan Barış Antlaşmasıyla Türkiye, Osmanlı döneminin borçlarını ödemeyi kabullendi ve 1951’e kadar da ödedi. Yıkıldığı söylenen “Eski Rejimin” borçlarının “yepyeni” olduğu söylenen bir rejim tarafından üstlenilmesi, sadece bağımlılığın devam ettiğinin değil, “Eski Rejimden’ gerçek anlamda bir kopuş olmadığının, “yeninin” “eskinin” devamı olduğunun da bir göstergesidir. İkincisi, söz konusu antlaşmaya göre Türkiye Cumhuriyeti’nin 1928 yılına kadar gümrük vergilerine dokunması engellendi. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti donanmasının boğazlara girmesi yasaklanmıştı ve bu durum 1936 yılına kadar devam etti. İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla [1947, 1948] Türkiye bir Amerikan uydusu olma yoluna girdi, Amerika’ya üsler verildi.... Başkomutanı Amerikalı bir general olan bir emperyalist askerî pakt olan NATO’ya girdi, emperyalist çıkarlar için Kore’ye asker gönderdi. Şimdilerde emperyalist hakimiyetin hizmetindeki ‘uluslararası barış gücü’ denilen emperyalist misyonlarda yer almaya devam etmektedir. Artık ekonominin yönetimi bütünüyle emperyalist kuruluşlara [IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb.] bırakılmış durumdadır. “Faiz dışı fazla” uygulamasıyla bir tür Duyun-u Umumiye’nin “modern versiyonu” söz konusu, yabancı yatırımcıdan [spekülatörler demek daha uygun] alınan verginin sıfırlanması da kapitülasyonların geri gelmesi gibi birşeydir. Dış borçlar Osmanlı İmparatorluğunun son dönemindeki gibi rejimi rehin almış durumdadır... Ülkenin dış siyaseti de genel olarak ABD’nin başını çektiği ‘kollektif emperyalizm’le uyumlandırılmış bulunuyor. Başka türlü söylersek, ortada külliyen kompradorlaşmış bir rejim var. Kompradorlaşmış rejim demek, o rejimin orada yaşayan insanlardan çok, ‘dışarının’ ve dışarının ülkedeki uzantısı olan kompradorlaşmış yerli unsurların ihtiyaçlarına hizmet etmesi demektir. Velhasıl Türkiye’de Atatürkçü olduğu söylenen rejim artık bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara ve onların sorunlarına yabancılaşmış durumdadır. Egemen [Resmî] ideoloji bu durumu “ulusal çıkarların’ bir gereği sayıyor. Elbette neyin “ulusal çıkar” olduğuna da kendileri karar vermek koşuluyla...

Atatürkçülük’ün ‘anti- emperyalistliği’ sonradan uydurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu Birinci emperyalistler arası savaşta [1914-1918] taraftı. İki emperyalist kamptan birinde yer almıştı. Savaşta yenik düştü ve İmparatorluk çöktü. Savaşın bitiminden 1923’deki Lozan antlaşmasına kadarki dönem, esas itibariyle diplomatik bir süreç ve İngilizlerin teşvikiyle Batı Anadolu’ya çıkan Yunan ordusuna karşı sınırlı bir savaştı. Bu zaman zarfında hiçbir zaman ne anti-emperyalist bir ideolojik karşı duruş, ne de tutarlı bir anti-emperyalıst mücadele söz konusu olmadı. Zaten böyle bir şey teorik olarak da mümkün değildi. Asıl amaçları imparatorluğu büyütmek, bu mümkün değilse [ki, artık değildi] bir kısımını kurtarmak olanlar için anti-emperyalizm diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira, anti-kapitalist içeriği olmayan hiçbir hareketin gerçekten anti-emperyalist olması mümkün değildir. Durum böyleydi ama imparatorluğun kalıntıları üzerinde güdük bir devlete razı olmuşluk durumu büyük bir başarı olarak sunuldu. Zira, asıl amaç, devletin sahipleri olan yönetici bürokrasinin ve Rum ve Ermenilerden boşalan komprador işlevi devralan “Türk-Müslüman” sermaye sınıfının, taşranın kadim egemenleri olan derebeylerin, büyük-küçük toprak ağalarının çıkarlarını gerçekleştirmekti. Anadolu Rumlarının ve Anadolu Ermenilerin tasfiye edilmesi, onların işlevini de Müslüman-Türk unsurların devralmasından öte bir “yenilik” söz konusu değildi. Aktör değişebilir ama oynadığı rol aynı kaldıkça gerçek anlamda bir değişiklik söz konusu olamazdı. Türkiye’de gerçekten anti-emperyalist bir duruşun geçerli olduğu dönem, 1960’lı yılların ikinci yarısından 1980’e kadarki dönemdir. Kaldı ki, bu dönemdeki anti-emperyalizm de güdük bir anti-emperyalizmdi, zira kapitalizmle emperyalizm ilişkisi yeterince bilince çıkarılabilmiş değildi. Oysa, kapitalizm emperyalizmdir. İşte 1971 ve 1980 Amerikancı askeri cuntaları o dönemdeki anti-emperyalist hareketi ezmek üzere peydahlanmıştı... Bazıları emperyalizmin 1919 sonrasında kovulduğu ama 1950’den sonra geri geldiğini sanıyor. Geri gelmesi için kovulması gerekirdi ve öyle bir şey söz konusu olmadı. Böyle bir yanılsamaya yol açan bir şey de vardı elbette. 1914-1945 arası döneme iki faktör damgasını vurmuştu, bunlar: kapitalizmin ‘yapısal krizi’ ve emperyalistler arası çatışmaların derinleşmesi ve emperyalistler arası savaşlar. Böyle dönemlerde, iç ekonomik-sosyal-politik nedenlerden ötürü, emperyalist sömürü ve şartlandırma ilişkileri ‘gevşer’, [zayıflar]. Aslında bu dönemde [1923–1945] olayların zoruyla Türkiye’deki rejimle emperyalizm arasındaki ilişkisi zayıflamıştı. Kapitalist dünya sisteminin krizi atlatıp, yeniden genişleme döneme girmesiyle [1945 sanrası] taşlar yerli yerine oturacaktı ve oturdu...

Herhalde bu dünya’da bir devlet ideolojisi olan Atatürkçülük’ün ezilen halklara kurtuluş yolunu gösterdiği, sömürge hakların kurtuluş davasına ilham kaynağı olduğu söyleminden daha büyük yalan yoktur. Türkiye’deki rejim hiçbir zaman “büyük devlet” kompleksinden kurtulamadı. Hiçbir dönemde sömürgeci-emperyalist devletlere karşı sömürge halklarının özgürlük mücadelesini desteklemedi. Ama, bunun tersini yaptığına dair çok sayıda örnek var. Türkiye Cumhuriyeti 1945’e kadar emperyalistlerle bu yönde bir çatışmaya girmedi. Zaten 1950 sonrasında da emperyalizmin [ABD] bir uydusu durumuna geldi. Hem dönemin hegemonik gücü ABD başta olmak üzere ‘kollektif emperyalizmin’ bir uydusu olup, hem de açıkça ezilen halkların davasını desteklemek mümkün değildir. Türkiye 1948 yılında emperyalizmin bölgedeki uzantısı olan Siyonist İsrail’i ilk tanıyan ülkeydi ve 58 yıldır da siyonist sömürgeciliğin ve yayılmanın, Filistin halkına yönelik katliamların suç ortağıdır ve halen Siyonist rejimin en yakın müttefikidir. Türkiye 1955’de yeni bağımsızlığa kavuşan ve o dönemde bağımsızlıkları için savaşan Üçüncü Dünya halklarının tarih sahnesine çıkışının simgesi olan Bandung Konferansı’nı sabote etmek için büyük çaba harcadı. Konferansta emperyalizmin sözcülüğünü üstlendi. 1956’da Mısır’ın karizmatik lideri Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesiyle çıkan çatışmada açıkça İngilizlerin ve Fransızların safında yer aldı. 1962’de BM’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda Fransa lehine oy kullandı. Körfez Savaşında Irak’a karşı koalisyonda yer aldı, v.b. Söylenmiş bazı sözlerle gerçek dünyada varolan “reel durum” arasındaki uyumsuzluğun bilincinde olmak önemlidir... Dolayısıyla, reel Atatürkçülük’ün, Tam bağımsızlıkçılık, anti-emperyalistlik ve mazlum halklara kurtuluş ilham ettiği, onların bu yöndeki mücadelesinin destekçisi olduğuna dair söylem, kavramın gerçek anlamında bir “söylemdir”, “aldatmaya memur edilmiş” aldatılmışların bir kuruntusudur...

“Cumhuriyet aydınlanması” söylemi de bir yakıştırmadır.

Birincisi, tevatür edildiğinin aksine, Türkiye’de “gelenekten kopuş” anlamında bir modernite devrimi hiçbir zaman yaşanmadı. Tanzimat döneminden Cumhuriyete varan süreçte yapılan ‘yeniliklerin’, ‘reformaların’, ‘ınkılapların’ amacı, “Eski Rejimi” tasfiye etmek değil, onu yaşatmak, ihya etmekti. Bütün bu dönemde herkesin sorduğu birtek soru vardı: Bu devlet nasıl kurtulur. Muhalif çevrelerin [Genç Osmanlılar, Jön Türkler] amacı da rejimi dönüştürmek, yeni bir rejim kurmak, farklı bir şey yapmak değil, “eskiyi yaşatmaktı”. Velhasıl, yapılan ‘yenilikler’ ve ‘inkılaplar’, yeninin değil, Eski’nin hizmetindeydi. Avrupa’da gelişen kapitalizmin baskısıyla temelleri aşınan İmparatorluğu eski haşmetli günlerine yeniden kavuşturmayı amaçlayan “tanzimatların” veya “yeniliklerin" modernite sayılması mümkün değildir. İmparatorluğun adamlarının ‘kaynağa dönme’ ‘başlardaki gücü ve ihtişamı ihya etme’ girişimi demek olan yeniliklikçilik ve reformculuğun, “Eski Rejimle” hesaplaşma perspektifi yoktu. Oysa, gerçek anlamda modernite, eski rejiminin kalıpları dışına çıkmayı, geleneksel ideolojiden kopmayı, siyasetin önünü açmayı gerektirir. Böyle bir kopuşun imparatorluğun egemen bürokrasisi tarafından gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Osmanlı imparatorluğunda moderniteyi dayatacak yeni sınıf [güçlü bir burjuvazi] oluşamadı.

1908 Jön Türk [İttihatçı] darbesinden başlayarak burjuvazi devlet tarafından yaratılmaya çalışıldı ama artık vakit geçti ve yarattıkları burjuva sınıfı ancak komprador bir sınıf olabilirdi. Modernite, ‘bu rejim nasıl yıkılır’ sorusuyla ilgilidir, oysa Osmanlı muhalefetinin [ki, her zaman rejim içi muhalefetti] yegane sorusu hep ‘bu devlet nasıl kurtulurla’ ilgiliydi. Eski Rejimi ihya etmek dışında hiçbir perspektife sahip olmayanların bir modernite devrimi gerçekleştirmeleri mümkün değildi ama modernitenin ve aydınlanmanın önünü kapatmaları mümkündü ve öyle oldu. 1923 de bir anayasal monarşi olan rejimin bir darbeyle ortadan kaldırılması ve devletin adının da cumhuriyet olarak değiştirilmesi sanıldığından çok daha az önemliydi. Zira, hiçbir temel sorunla ilgili bir ‘yenilik’ söz konusu değildi. 1923’le başlayan süreç yönetici kliğin iktidarını pekiştirme işlevi görecekti, dolayısıyla taşlar yerinden oynamış değildi. Yönetenler yine aynıydı ve toprak sahiplerinin konumu Cumhuriyetle birlikte daha da pekişti... Geleneksel güçler sadece oldukları yerde durmuyor, cumhuriyetle birlikte pozisyonları daha da güçleniyordu. Hükmedenlerin durumunu takviye etmek amacıyla yapılan ınkilapların ‘eşi görülmemiş’ reformlar sayılması, ideolojik bir zorlamadan ibaretti. Reel olarak söz konusu olan, her türlü muhalefeti yasaklayan, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kırıntısına bile izin vermeyen, vicdan özgürlüğü sorununu önemsemeyen, toplumun temeline dokunmayan, dokunamayan bir otokrasi, bağnaz bir Bonapartist diktatörlüktü. Eğer bir moderleşmeden söz edilecekse bu, toplumun değil otokrasinin, [diktatörlüğün] modernleşmesiydi”. Yaptıklarının ne anlama geldiğine kendileri karar verdikleri sürece, yapılan inkilapların önemini abartmaları kolaylaşmıştı. Dolayısıyla, diktatörlüğün ‘modernleşmesi’ [baskı aygıtının güçlenmesi densin] bir modernite devrimi ve aydınlanma olarak sunuldu... Elbette bu alanda kafa karışıklığı yaratan bir şey de vardı, modern kapitalist teknolojinin ürünlerine sahip olmak, Avrupa’dan yasa, kurum, kural, giyim-kuşam ithal etmek, modernite sayılıyordu. Oysa, bu tür bir ithalat, sistemin temelini angaje etmez, gerçek durumu gizleyen bir tür ‘yama’ veya ‘örtü’ işlevi görürdü. Eğer Türkiye toplumu gerçek bir modernite devrimi yaşamış, bir aydınlanma sürecinden geçmiş olsaydı, Mustafa Kemal’in kişiliği etrafında bir kişi kültü yaratılmaz, putlaştırılmaz, Mustafa Kemal Atatürk ebedi şef, İsmet İnönü de milli şef ilan edilmezdi... Zira, ‘insanlar tarihlerini yapar’, insanlar tarihlerinden sorumludur’ anlamındaki modernite, kişi kültünü, kişiye tapınmayı dışlamak durumundadır.

Atatürkçülük’ün üçüncü grup dayanaklarını ‘altı ok’ veya ‘Atatürk ınkılapları’ denilenler oluşturuyor. CHP’nin ilkeleri olan bu okların sayısı 1927’de dörtü. [cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, halkçılık]. 1931’de devletçilik ve inkilapçılık eklenerek ilke sayısı altıya çıkarıldı. 1937’de de bu ‘ilkeler’ anayasa hükmü haline getirilerek CHP’nin ilkeleri devletin ilkeleri sayıldı. Aslında söz konusu olan ilkelerden çok yapılanları ilke ilan etmekti. Bir tür “yaptım oldu” anlayışı geçerliydi. Bu durumda birşeyin ilke sayılması için uygulayıcıların [iktidar sahiplerinin densin] ona karar vermesi yeterliydi. Dolayısıyla, teoriyle pratik arasındaki ilişki ters-yüz edilmişti. Teorinin pratiğe önceliği olması gerekirken, pratikte yapılanlar teori [ilke] sayılıyordu. Söz konusu “ilke ve inkilapları” kısaca ele almadan önce, önemli gördüğümüz bir hatırlatma uygun olur.

1923’de Cumhuriyetin ilanından sonra yapılan ve ilke ve inkilaplar denilen şeylerin hemen hepsi, 1908 Jön Türk [İttihatçı] darbesinden sonraki on yılda dillendirilen, yapılan veya yapılmak istenen şeylerdi. Birincisi bunlar ileri sürüldüğü gibi Cumhuriyet döneminin özgün düzenlemeleri, yepyeni şeyler değildi;

İkincisi, yapılan bu düzenlemeler veya değişiklikler [inkilaplar] toplumdan çok devleti angaje eden şeylerdi. Devleti tahkim etmek, iktidarı sağlam temellere dayandırmak, başta Osmanlı İmparatorluğu kalıntısı asker-sivil yönetici bürokratik elit olmak üzere, toprak ağaları ve komprador burjuvaziden oluşan egmen sınıf ittifakının sömürü ve yağma olanaklarını güvence altına almaktı. Elbette gerçek niyet öyle olsa da söylem farklıydı. İnkilaplardan çok söz ediliyordu ama toprak ağalarının toprağı temellük etme durumunu inkilaba uğratmak asla akla gelmiyordu. Dolayısıyla, yapılanlar esas itibariyle toplumun temelini angaje eden şeyler değildi. Gerektiğinde değişiklikler yapmak [inkilap= değişme, bir halden başka bir hale dönme] eşyanın tabiati gereğidir ve bunu bir ilke saymak abestir. Dolayısıyla ilkelerden biri olan “inkilapçılık” bütün devletler ve iktidarlar için her zaman ve her yerde az-çok geçerlidir. Bunlar, iddia edildiği gibi Atatürkçülük’e özgü bir şey, onun bir ‘orijinalliği’ değildir.

Aslında uygulamanın teorileştirilmesi ve ilke mertebesine yükseltilmesi, Molière’in ünlü oyunu Kibarlık Budalası’daki Monsieur Jourdain’in durumunu hatırlatıyor. Monsieur Jourdain’in söylediklerinin nesir olduğunun farkına varması gibi, yönetici klik de sanki 1920’li ve 1930’lu yıllarda yaptıklarının inkilap olduğunu fark etmişti... Bu durum, şeyleri adlandırma konusunda kendilerini ne kadar ‘özgür’ hissettiklerinin de bir göstergesidir. Devletçilik ilkesini ele alalım. 1931’e kadar böyle bir ilke yoktu. Devletçilik henüz oklardan biri değildi. Eğer böyle bir ilke söz konusu olsaydı, daha baştan ilan edilmiş olması gerekirdi. Başlarda [1923-1930] özel teşebbüsçülük esastı, 1929 dünya ekonomik krizinin ekonomide yarattığı büyük sarsıntı, başka birçok yerde de olduğu gibi, devlet müdahalesinin dozunu artırmayı gerektiriyordu. Eğer devlet ekonomiye kapsamlı bir müdahalede bulunmazsa, egemen sınıf iktifakı tehlikeye girebilirdi. Devletçilik denilen uygulama aslında olayların zoruyla gündeme gelmişti. Dolasıyla, devletçiliği bir ilke saymak, zorunluluğu erdeme dönüştürmektir. Özel bir durum karşısında alınan bir önlemin ilke sayılması, yönetici bürokratik kliğin bir buluşuydu. Oysa, söz konusu olan belirli bir konjonktürde alınan önlemler, uygulanan ekonomik politikalardı. Nitekim, kapitalist dünya sisteminin ‘yapısal krizi’ atlatıp, yeniden genişleme dönemine girmesiyle, artık bir ilke olarak devletçiliğin esâmesi okunmuyordu. Şimdilerde Atatürkçü olduğunu söyleyenler ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında emperyalist sermeyeye ve yerli uzantılarına peşkeş çekmeye devam ederken, hâla devletçilikten söz etmek, devletçiliği altı oktan biri saymaya devam etmek ne anlama geliyor? Elbette devletçilikten ne anlaşıldığı da önemlidir. Hiçbir zaman iç tutarlılığı olan bir ‘devletçilik’ tanımı ve uygulaması olmadı ama devlet eliyle özel şahısları zengin etme uygulamasının sürekliliği söz konusuydu. Eğer bir kapitalist zarar ederse, devlet zarar eden işletmeyi yüksek fiyattan satın alır, işletme kârlı hale gelince de özelleştirilir. Üstelik bu durum, ‘ekonominin’ ‘iktisat biliminin’ ve ‘ülke çıkarlarının’ bir gereği sayılır... Reel durum ortadayken devletçilik ilkesinin şöyle ifade edilmesi daha uygun olurdu: Devlet eliyle özel şahısları zengin etme ilkesi... Devleti kullanarak hazineyi ve bütçeyi yağmalama ilkesi...

Kafa karışıklığı yaratan ilkelerden biri de laikliktir. Modernite devrimi yaşamamış bir toplumun gerçek anlamda [radikal] laik olması mümkün değildir. Zira, laiklik modernitenin sadece bir gereği değil, olmazsa olmazıdır. Radikal bir laiklik söz konusu olmasa da, Cumhuriyet dönemi laikliği de Jön Türkler’in, onlardan önce de Tanzimat sürecinin mirasıdır. Nitekim, Jön Türklerin [İttihatçıların] programında hukuk, eğitim ve adalet alanlarında önemli dönüşümler amaçlanmaktaydı. İttihatçılar Şer’i mahkelelerin Adliye Nezareti’ne, evkaf mekteplerinin de Maarif Nezaretine devrini gündeme getirerek laiklik alanında önemli bir hamle yapmışlardı. Cumhuriyet dönemi laikliği gerçek anlamda bir laiklikten çok, iktidarın ihtiyacı doğrultusunda dini araçlaştırmaktan ibaretti. Nitekim bir kurum olarark din, aynı Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi, devlet aygıtının bir bileşeni olmaya devam etti. Dolayısıyla dinle siyaset hiçbir zaman birbirinden ayrılmadı. Zaten rejimin niteliği ortadayken ayrılması mümkün de değildi. Zira, bir darbeyle Cumhuriyet ilan eden bürokratik klik, kitlelerin bilincine nüfuz edip, yanılsama yaratma gücüne sahip rasyonalist bir egemen ideoloji üretmekten acizdi. Böyle bir şey mümkün değildi çünkü ‘yeni rejim’ emekçi kitlelere kayda değer bir şey teklif etmiyordu. Dolayısıyla, sadece kendi resmi ideolojisine dayanarak hükmedemezdi, gerektiğinde geleneksel ideoloji olan dini yardıma çağırmak, kullanmak, manipüle etmek durumundaydı... Nitekim öyle de oldu. Netice itibariyle ve retoriğe rağmen, din-devlet ilişkisi bakımından Cumhuriyet dönemindeki durum, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğundaki sistemin bir devamıydı. Şeyh’ül İslamlığın fetva verme, meşrulaştırma-kabullendirme işlevi, Cumhuriyet döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından devralındı. Şimdilerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 80 binden fazla personeli, altı bakanlıktan daha büyük bütçesi var... Böyle bir rejimin hâla laik olduğuna inananların varlığı rahatsız edici değil mi? Velhasıl, reel durum tevatür edildiği gibi değil...

Halkçılık da İttihatçıların dillendirdiği birşeydi, Atatürkçü rejimin bir buluşu değildi. Fakat, asıl önemli olan Attatürkçü halkçılığın halktan çok devleti, egemenler katını angaje eden bir söylem oluşudur. [Halkçılıkla ilgili bir eleştiri için Paradigmanın İflası adlı kitabımın onuncu bölümüne bakılabilir].
Atatürkçü halkçılık, sınıfların varlığını inkâr eden bir ‘halkçılık’ anlayışıydı. Söylem kabaca şöyleydi: “bizde bugüne kadar Batı’da olduğu gibi sınıflar teşekkül etmemiştir, halkçılık uygulamasıyla bundan sonra da oluşmasına izin verilmemelidir”... Söylem böyleydi ama yapılanlar hızla mevcut sınıfsal ayrışmayı derinleştirecek istikamette yol alıyordu. Osmanlı kalıntısı egemen bürokratik klik bir burjuva sınıfı yaratmak üzere yoğun bir çaba içine girmişti ve bal tutan parmağını yalıyordu... Aslında 1930’lu yıllarda rejimle halk yığınları arasındaki uçurum daha da derinleşmişti. Atütürkçü halkçılık söylemi, rejime halk katından ‘yandaşlar’ edinme girişimiydi. Velhasıl yönetici kliğin bir kuruntusuydu, gerçek dünya’da karşılığı olan bir şey söz konusu değildi. Zira, emekçi halkla rejim arasındaki ilişkinin yönü, halktan rejime doğru değil, rejimden halka doğruydu. Tam bir ilişki tersliği söz konusuydu, “hükümet halk için değil, halk hükümet içindi... “Böyle bir rejimin ‘halkçılık söyleminin’ bir kıymet-i harbiyesi olabilir miydi?

Eğer, Mustafa Kemal’in şahsiyeti, etrafında yaratılan efsane ve onun yaptıklarının kutsanması bir yana bırakılırsa, gerçek dünyadaki durum, reel durum ne idi? Yukarda da söylediğimiz gibi, 1923 sonrasında ülkenin kaderini elinde tutan yönetici klik, Mustafa Kemal’i putlaştırmadan, yapılanları [inkilapları] yüceltip-kutsamadan ve olup bitenlerin tartışılmasını yasaklayıp-engellemeden iktidar olamayacağını biliyordu. Eski şarabı yeni şişeye koyarak servis yapmak, nasıl şarabın niteliğini değiştirmezse, yapılan inkilapların kitlelerin yaşamında bir inkilap yaratması da mümkün değildi. Bu yüzden bağnaz bir resmi ideoloji üretmeye mahkûmdular ama o kadarı dahî yetmeyecekti. Rejimin [resmi] ideolojisi olan Atatürtkçülüğü bir tür devlet dini, rejimin ‘laik’ dini haline de getirmek zorundaydılar ve getirdiler. Bu yüzden ‘modernliğin timsali sayılan Cumhuriyet iki dinli bir Cumhuriyettir. Hem rejimin adını Cumhuriyet koyup hem de cumhuru [halkı] dışlayan, onu işe karıştırmayan bir rejimin ideolojik akrobasiye baş vurması kaçınılmazdı. Sömürü ve yağmanın meşrulaştırılıp-dayatılabilmesi, Mustafa Kemal’in putlaştırılmasından ve yaptıklarının kutsanmasından geçiyordu. Eğer bir şahsiyet yedi düveli yeniyorsa, bir halkı kurtarıyorsa, o halka bir vatan bağışlıyorsa, ona bir Cumhuriyet hediye ediyorsa, ortalığı inkilaplarla donatıyorsa... o sıradan bir fânî olabilir miydi?... Rejimi ve Mustafa Kemal’i kutsamaya memur edilmiş devlet şairlerinden biri olan Hakkı Sunat’ın aşağıdaki şiiri, putlaştırma hakkında fikir veriyor: “Bir zamanlar başımızda/ Bir duygusuz sultan vardı/ Memlekete hiç bakmazdı/ Ne fabrika ne yolumuz/Ne de böyle okulumuz/Yurtta bir şeyimiz yoktu/ Bu yüzden derdimiz çoktu/ Yetişti imdada Ata/ Şükür kavuştuk hayata/ Önce düşmanları boğdu/ Sonra sultanları kovdu/ Verdi bize hürriyeti/ Bu güzel cumhuriyeti...” Mustafa Kemal’i kutsayıp, tabulaştırmak, onun kişiliği etrafında bir kült yaratmak, sömürü ve yağmanın sürdürülmesi, kitlelerin oyunun dışında tutulması, bu amaçla tartışmanın yasaklanması için gerekli olsa da, çelişik durumlar ve tutarsızlıklar da kaçınılmazdı. Ölümünden sonra [1951] Atatürk’ü koruma kanununun [ünlü 5816 sayılı kanun] çıkarılması, kutsamanın, yüceltmenin, tabulaştırmanın bir başına yeterli olmadığının itirafıdır. İnsan üstü, kutsal bir gücün fânî insanların korumasına ihtiyacı olur muydu?

Öyleyse reel Atatürkçülük nedir? Kim güçlüyse, aracın direksiyonunda kim varsa Atatürkçü odur ve onun yorumu “gerçek Atatürkçülüktür”. Reel Atatürkçülük, Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur, Kore’ye, Somali’ye, Afganistana’a, vb. asker göndermektir, Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMFciliktir, ülkenin geleceğini çokulusulu denilen şirketlerin [emperyalizmin] insafına terketmektir, cuntacılıktır, militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşını Suudi Rabıta örgütüne ödetmektir, aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı altında “postmodern darbe” yapmaktır, sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve düşmansız yaşayamamaktır, farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır, toplumun spekülatörler ve rantiyeler tarafından rehin alınmasıdır, ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır, Kürt varlığının inkârıdır, muvazaa partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır, Susurluktur, Şemdinlidir...

28 Ocak 2008 Pazartesi

Allaha Ismarladık El Hekim


Adil Okay


‘Dilsiz kalabalıklarda büyür yalnızlığım / Postal sesleri boğar türkülerimizi / Bir gecede büyüyen Filistinli çocuklar / İntifada biçer mayın tarlalarında / Kutsal topraklar utanır / Ben utanırım çaresizliğimden / Sınırları zorlarım / Taş doldurup ceplerime’

Corc Habaş namı diğer El Hekim öldü. Filistin yasta. Ben yastayım. Yaşayan idollerimden-yoldaşlarımdan biri daha hayatını kaybetti. Bilge doktorumuz Corc Habaş dün hayata veda etti. Bize veda etti. Onunla ilk ve son görüşmemiz Beyrut’ta FHKC merkezinde olmuştu. 1981 yılında onunla karşılaştığımda ben 24 yaşında bir delikanlıydım o ise bir tarih, bir efsaneydi. Kısa bir süre sohbet etmiştik. Türkiye, 12 Eylül cuntası, idamlar ve FHKC kamplarında kalan bizim sorunlarımız üzerine konuşmuştuk. Doğaçlama, kendiliğinden bir karşılaşmaydı. Heyecanlanmış ve sevinmiştim onu görünce. Ayrılırken beni öpmüş ve ‘Allaha ısmarladık’ demişti. O gün bu gündür çok severim vedalaşırken söylenen bu değimi. Tanrılara ya da doğaya, başka bir hayatta, başka bir boyutta yeniden görüşebilme umudu ısmarlamak. Dilek tutmak.
Bir daha da görüşememiştik. Beni etkileyen iki Filistin liderinden biriydi Corc Habaş. Diğer lider de aynı siyasi görüşte olmadığım halde takdir ettiğim ve ölümü üzerine ‘güle güle Ebu Ammar’ başlıklı bir yazı yazarak selamladığım Yaser Arafat’tı. O yazımda şöyle demiştim:
“Yıl 1990. Corc Habaş Paris’e tedaviye gelir. Arafat, Habaş’a, ’Hırıstiyan ve kendisine muhalif bir Filistinli’ olduğu halde destek olur. İsrail’in Fransa’yı Habaş konusunda, ’Bir teröristi topraklarınızda barındırıyor, tedavi ediyorsunuz’ notalarıyla sıkıştırdığı bir dönemde, başta Yaser Arafat olmak üzere tüm Filistinliler, Corc Habaş’ın arkasında kenetlenirler. Asıl terörist olan İsrail Devleti’dir. Corc Habaş İsrail siyonizmine karşı savaşan bir kahramandır.“
Daha bir hafta önce arkadaşlara, yeni bitirdiğim ‘12 Eylül ve Filistin güncesi’ başlıklı 350 sayfayı bulan kitap çalışmama Corc Habaş’ın bir önsöz yazmasının ne kadar iyi olacağını söylemiştim. Sonra onun hasta ve ulaşamayacağım bir yerde olduğunu düşünüp yine Beyrut’ta tanıştığım Leyla Halid üzerinde durmuştum. Corc Habaş’a önsöz yazdıramadım, kitabım da henüz yayınlanmadı. Şimdi içim kan ağlayarak ekler bölümünde yer alan Filistin kronolojisini değiştirmek, El Hekim’in ölüm haberini vermek zorundayım.

‘Son cephelerden sonra nereye gideceğiz
son gökyüzünden sonra nereye uçmalı ki kuşlar
nerede uyur ki bitkiler son nefes havadan sonra
kızıl buhar ile yazacağız adımızı
kanımızla bitireceğimiz şarkıdan çekeceğiz ellerimizi
burada öleceğiz bu son geçitte
burada, tam burada can verecek zeytin ağacına kanımız’

El Hekim öldü. Filistin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas’ın yardımcılarından Nabil Abu Rdaniye “tarihsel bir önderdi” diye nitelediği Habaş için üç günlük yas ilan edildiğini duyurdu.
Hamas’ın önde gelen sözcülerinden Muhammed Nazal da Şam’da Habaş’ın ölümünün Filistin davası için “büyük bir kayıp” olduğunu söyledi. "Dr. Habaş yalnızca bir Filistinli grubun kurucusu değil, Filistin’in ulusal liderlerinden biriydi.”
Corc Habaş FHKC'yi Aralık 1967'de, İsrail'in Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak birleşik güçlerini ezici bir yenilgiye uğratmasının ardından kurmuştu. Habaş 1969'da verdiği bir mülakatta bu yenilginin kendisini Vietnam'daki Marksist gerillalarınkine benzer bir strateji benimsemeleri gerektiğine ikna ettiğini söylemişti. “1967'den sonra şu inkar edilemez gerçeğin farkına vardık ki, Filistin'in kurtuluşu için Çin ve Vietnam örneklerini, izlememiz gerekiyordu." "Cephe'nin mücadelesi" diyordu Habaş, "yalnızca Filistin'i Siyonistlerden kurtarmak değil, Arap dünyasını da Batılı sömürge yönetiminin artıklarından kurtarmak içindir." Habaş, "Bütün Arap devrimcileri Marksist olmalı" düşüncesindeydi, "çünkü Marksizm işçi sınıfının özlemlerinin ifadesidir."
El Hekim öldü.
Ama Küçük Generaller büyüyor.
‘’Onlar 12-13 yaşındaki çelimsiz gövdeleriyle tankların karşısına dikilen, Filistin yurdunun geleceği…. Onlar kendi topraklarına yabancı ve sürgün, işgal çocukları.
Oyunla ölümü, doktor mühendis olma idealiyle savaşı, geleceksizleştirilmeyle geleceği kurma kararlılığını birbirine karmış, kırılgan dengeli topraklarında oynanan haysiyetsiz kumara, bedenleriyle direnen ‘küçük generaller’…
İsrail oğullarının ‘David ve Goliath’ söylencesini tersyüz eden adsız intifada kahramanları. Siyonist İsrail tanklarının karşısına kocaman yüreği ve küçücük elleriyle kavradığı taşla dikilen 14 yaşındaki Farish Qudeh gibileri….
Evet ‘küçük generaller kazanacak’’

Kaynakça:BİA Haber Merkezi – Amman. 27 Ocak 2008, Pazar.

adilokay@hotmail.fr

---------------------------------------------------------------

1 Adil Okay
2 Mahmut Derviş
3 Rivayet odur ki, binlerce yıl önce Kudüs’e girmek isteyen İsrail oğulları’nın içinden 12 yaşındaki Davut isimli bir çocuk, pagan Filistinlilerin insan azmanı Golyat’ın tam alnına nişan alıp, sapanla attığı taşla onu yere yıkmış ve kazanmıştı…ve şimdi rivayetsiz yaşanan İsrail askerlerinin elinde modern silahlar, Filistinli bebelerin ellerinde de taşlar ve sapanlar var .
4 İsyanın Adı Filistin - Yücel Demirer, Sibel Özbudun

ESTETİK GELİŞİM


Faiz Cebiroğlu

Pedagojinin biricik hedefi, insanı bütün yönleri ile geliştirmektir. Bütünlüklü gelişim, çok yönlü bir gelişimdir. Bireyin, entellektüel, duyusal, sosyal, fiziksel ve estetik gelişimi oluyor. Bu yazı, ”estetik gelişim” üzerinedir. Ama önce bir soru: Estetik nedir?

Tarifim kısadır. Şudur: Estetik, sözcük olarak, Grekçe’den, “aisthetikos” ya da ”aisthesis” ten gelmektedir. İnsanın, his, duygu ve duyu organları ile, ”gerçeklikteki” güzelliği algılamak, kavramak ve değerlendirmek oluyor. Estetik, duyusal yollardan elde edilen bilgi toplamıdır. Estetik, duyusal yetkinliktir.

Pedagojide, insanının ”topyekûn gelişiminde” , estetik, öğrenim ve gelişim sürecinde, ”olmazsa – olmaz” branşlardan birisi oluyor. Önemlidir. Zira insan, duygularını estetik aktiviteler sayesinde, ifade ediyor; ve bu faaliyetlerle hem kendini, hem de başkalarını anlamaya çalışıyor. Bu yüzden, estetik, harmonik / uyumlu bir kişiliğin oluşmasında en önemli araçlardan birisidir, diyoruz. Önemlidir, çünkü insan, bu araçla, içinde bulunduğu ortamı, yaşadığı ülkenin kültürünü, çevresini, kısacası, dünyasını anlamaya çalışıyor, kavrıyor. Bu anlamda estetik, eğitim, öğrenim ve kültürel alanlarda çok önemli bir değerdir.

Estetik faaliyetleri belli başlı gruplara ayırmak mümkün:

1- Vücutsal faaliyetler: Hareket, spor, oyun, kurallı oyunlar

2- Doğa: Doğayı kullanma. Doğada, açık havada yapılan oyun ve aktiviteler.

3- Müzik, şarkı, drama ve anlatım: Bununla ilgili yapılan faaliyetler

4- Yaratıcı aktiviteler: Resim, boya, renklerin anlamı, keramik, dikiş...

Evet, insan yaratıcılığını, estetik faaliyet alanlarında gösteriyor ve geliştiriyor. Güzellik duygusu ve bunun gelişimi, işte böylesi alanlarda ortaya çıkıyor. Birinci noktadır.

İkincisi, estetiğin değişik alanları vardır. Hepsi gereklidir. Ama bu araçlardan en önemlisi, edebiyat ve sanattır. Sanat, duyusal ve duygusal bilginin bilimidir. Bu anlamda sanat, kişide gelişmiş estetik duygular yaratır / yaratıyor. Bu anlamda sanat, güzelliği tam anlama, kavrama ve sözkonusu güzellikten bir nevi ”tad almanın” tarifi oluyor.

Üçüncü ve son nokta şu: Çocuğun estetik gelişimi, çocuktan çocuğa farklılık gösterir. Bu da doğaldır. Zira her çocuğun kendine özgü bir temposu, öğrenme tarzı ve yeteneği vardır. Budur. Fakat bu, böyle olmasına karşılık, çocuğun estetik öğrenim ve gelişiminde belirleyici olan faktör, ”öz-güven” dir. Biz eğitimciler, çocuğa / çocuklara bu öz-güveni vermek için uğraşıyor; onların sahip oldukları yeteneklerine değer verme, yeteneklerini kabûl etme; ve onların yeteneklerine ”pozitif” yaklaşarak, sözkonusu, ”öz-güveni” ve ”öğrenme” isteğini aşılamaya çalışıyoruz. Burada ilişki karşılıklıdır. Her öğrenim, bir inter-aksiyondur!


Bu karşılıklı gelişim sürecinde, erişilmesi gereken hedefler vardır. Bu hedefler arasında, çocuğun, duyularını kullanması; duyularını, müzikle, resimle ya da diğer vücutsal faaliyetlerle ifade edebilmesi; renk ve boyayı tanıması ve bunların kullanılış tarzlarına ilişkin bilgi sahibi olması gibi.
Bu karşılıklı estetik gelişim sürecinde, biz, eğitimciler, çocuklara, işte böylesi alanlarda ”destek” olmaya çalışıyoruz. Bunlara ek olarak şunları da eklemek mümkün:

Bir: Ele alınan sanatın yapım işi. Teknik. Eserle ilgili fantazi. Hayal edilen resim; ön-taslak.

İki: Yaratılan eserin duyusal durumu.

Üç: Yaratılan eseri sergileme ve geniş kitlelere ulaştırma…

Bu ve benzeri bir süreçte; çocuğa gelen, gelecek olan eleştiriler konusunda yardımcı olma; var olan güzelin daha da güzelini yaratma yolunda dersler elde etme ve yol gösterme.

Estetik gelişim, adı üzerinde, gelişimdir. Süreçtir. Doğrudur. Ama en başta, böylesi alanlarda yetkinleşmek için, belirli bir ”zamana, mekana ve imkana” sahip olmayı gerektiriyor. Türkiye’de böylesi alanlar, ne yazık ki, hâlâ, kısıtlıdır. Nedenleri çoktur ve değişiktir. Burada, bu yazımda, bunun üzerine durmak istemiyorum. Fakat şu tartışılmaz bir gerçek ki, ” yer, zaman, mekan ve imkan” , insanın yetkinleşmesinde ”fundament” yani ”temel” bir vasıf oluyor. Açıktır, böylesi bir ortama sahip olmayanlar, yetkinleşmek için, gerekli derinliye inmeleri beklenemez. Böylesi bir imkansızlıkta , „optimal bir estetik gelişimden” bahsetmek, biraz zordur.

Kısaca, estetik öğrenim ve gelişim süreci önemli bir araçtır. Şudur:

- Estetik faaliyetlerle, „sessiz“ bilgiyi ifade etme ve bu yolla „refleks“ ve „iletişim“ kanallarını açma.

- Kültürel kimlik elde etme

- Duygusal yeteneği geliştirme

- Empatiyi geliştirme

- Fantazi ve yaratıcılığı geliştirme.


Bitiriyorum, ama bitirmeden önce, bir önemli noktaya daha işaret etmem gerekiyor: Estetik, yalnızca göze görünen bir güzellik değildir. Estetik, bütün duyu organlarımıza (görme, hissetme, işitme, tadma) tesir eden / tesir etmesi gereken; dışla için kenetlendiği, tekleştiği bir sanattır.

Estetik, dışsal güzelliğin, içsel güzellikle bütünleştiği; insan ve çevresi / dünyası arasında bir kalitedir.

Çocuklarımızı, estetik yönden geliştirelim.

Geleceğin kuruyucuları olacak çocuklarımızı, topyekûn geliştirelim.

Bu branşta şiarımız açıktır: Estetik eğitime evet; ama yalnızca, biçime önem veren, ”estetlik”e hayır!

ANADİLİ ÜZERİNE


Faiz Cebiroğlu


Dil tartışmaları sürüyor. Dil tartışmaları, anadilin yasaklandığı ülkelerde, Türkiye’de sürüyor. Diller mozaiği Türkiye’de bu tartışmlar; beraberinde, insanlık tarihi için, utanç verici örnekler de bırakıyor: Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş’ın görevden alınması bunun bir örneğidir.

Sayın Abdullah Demirbaş ne yapmıştır?

Abdullah Demirbaş, Türkiye’deki “resmi dil” söylemleri dışında görüş beyan etmiştir: çok dillik ve anadilde eğitim hakkını, savunduğu için, “suç(!)” işlemiş ve görevinden alımıştır.

Sayın Demirbaş, her insanın hakkı olan anadilde eğitim hakkını savunduğu için, “suç” işlemiştir!

İşte böyle, ne yazık ki, Türkiye gibi ülkelerde, bu konuda şaka dahi edilemez. Bunun suçu büyüktür: Vatan hainliği ve vatan bölücülüğüdür!

21. yüzyılda, Türkiye’de, böylesi ilkellikler devam ederken; dünyanın büyük bir coğrafyasını oluşturan halklar, iki, üç veya daha fazla dil konuşmakta; bu dillerle insanlığın geleceği için büyük zenginlikler yaratmaktadırlar. 7 bine kadar dilin konuşulduğu dünyamızda, insanlar dil öğrenmek ve dillerini yaşatmak için, büyük bir uğraş vermektedirler. Dil öğrenme yanında, tek tek ülkelerde kullanılan lehçeleri korumak için, büyük çabalar da gösterilmektedir.

Türkiye’deki “resmi dil, resmi ideoloji” söylemlerin aksine halklar, dünyayı, dille, kelimelerle fethedeceklerine inanmaktadırlar. Dil ve farklı dillerin varlığı, kendileri için büyük bir zenginlik olduğunu bilmektedirler.

Bir düşünün, Nijerya’da 400 dil, yeni Guinea’da ise 700 dil günlük yaşamda kullanılmaktadır. Keza, dünyanın bir çok ülkesinde, hem resmi dile, hem de anadile eşit oranda önem verilmekte; dünyanın bir çok ülkesinde, birden fazla resmi dil de kullanılmaktadır. Bunlar üzerinde, daha önceleri yazdım. Bunlar üzerine değişik gazete ve dergilerde görüşlerimi belirttim. Bunları ”tekrar” hatırlatmakta yarar görüyorum.

Hem dillerin, hem de beyinlerin ezilmek istendiği bir Türkiye’de, bu konular üzerinde sürekli durmak ve bunları bıkmadan ”tekrarlamak” en ahlaki ve dik bir duruştur.

Anadilde eğitim hakkını engellemenin bir insanlık ayıbı olduğunu ”tekrar” ve ”tekrar” söylemek, en insani bir duruştur. Bu bağlamda, daha önceleri yazdıklarımı tekrarlamak zorundayım:

Bir: Belçika’da, Fransızca, Almanca ve Flamanca olmak üzere üç resmi dil kullanılmaktadır.

İki: İsviçre’nin üç resmi dili vardır: Almanca, Fransızca ve İtalyanca’dır.

Üç: Finlandiya’nın, iki resmi dili vardır: Fince ve İsveççe.

Dört: Büyük Britanya ya da Birleşik Krallık ( İngiltere, İskoçya, Galler ve İrlanda) ’da resmi dil diye bir şey yoktur. Herkes kendi dilini kullanıyor.

Beş: Danimarka’da yaşayan 50 bin kadar Alman azınlığı, Almanca eğitim almakta; keza Almanya’da yaşayan Danimarka azınlığı hem Danca hem de Almanca dili ile eğitim almaktadırlar.

Altı: Danimarka’ya bağlı Faroe adaları. Burada yaşayan 46 bin kişiye hem resmi Faroe dili ile hem de Danca dili ile eğitim verilmektedir.

Biliniyor, dil ve dillerin varlığı ülke için, insanlık için bir zenginliktir. Buradaki zenginlik, toplumsal yaşamın bir çok yönünü kapsar: siyaseti, kültürü, sanatı, ideoloji gibi yönleri içerir. Unutmamak gerekiyor; üst yapı gibi alanlarda yaratılan tüm bu değerler, hep dil çeşitliliği ve zenginliği ile oluştu / oluşuyor.

Bunun farkında olan dilbilimcileri, “dilleri yaşatmak ve ölümden kurtarmak” için, yeterli olmasa dahi, bazı girişimlerde bulunmaktadırlar. Örnek olsun, Kanada, Kızılderili ve Eskimo dillerini korumak için çalışmalar yapılmaktadır. Böylesi girişimler, sevinçtir. Onur vericidir. Böylesi çalışmalar, insan diline ve kimliğine verilen büyük saygı ve değerin ifadeleridir.

Dünyanın bir çok ülkesinde, böylesi anlamlı ve önemli çalışmalar yapılırken; dünyanın bir çok yerinde, “dilleri yaşatmak ve ölümden kurtarmak” için faaliyetler yürütülürken; ne acıdır ki, Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş, “çok dilli bir Belediye” anlayışına sahip olduğunu beyan ettiği için, hem görevden alınıyor, hem de “vatan hainliği” ve “vatan bölücülüğü” ile suçlanıyor!

Peki yaşadığımız bu 21.yüzyılda bundan daha büyük bir ilkellik olur mu?

Dünyanın değişik ülkelerinde, insanlar dillerle, kelimelerle dünyayı fethederken, çok dilli Anadolu’da bu hakkı istemek nasıl suç olabiliyor?

Burada asıl suç ve ayıp olan, insan dilinin, aynı anlama gelmek üzere insan kimliğinin kaybolmasına seyirci kalmaktır. Burada suçlu olan, insanları böylesi bir zulümle karşı karşıya bırakmaktır. Bu bağlamda soru şu:

Türkiye’de, dilbilimcileri varsa, anadilde konuşma, yazma ve kendini ifade etme özgürlükleri elinden alınmış insanlara neden sahip çıkmıyorlar?

Türkiye’de, dilbilimcileri varsa, ne yapıyorlar? Neyle uğraşıyorlar?

Anadilinden yoksunluk ve bu dille kendini ifade etmemenin insanlarda yarattığı olumsuz psikolojik özelliklerde var. Onun için aynı soruları, Türkiye’deki psikologlara da sormak gerekiyor. Onlarda biliyor veya bilmesi gerekiyor, insanlar, anadili aracılığı ile çevresini anlar ve duygularını ifade eder. İnsanlar, anadili ile düşünür, bu dille rüya görür. Bu dille kendini, kimliğini ifade eder. Bu dilden yoksun olan insan, ne yazık ki, kendini de öğrenemez. Zira, insanın kendini tanıması ve bilmesi anadili aracılığı ile oluyor. Çünkü dil, insanın kimliğidir.






Dil, insanın kimliğidir.

Kimlik, ben kimim? Ben neyim? Kime aitim? Sorularına verilen cevaptır. Dilin bir yanı kimlik, diğer yanı da kültür oluyor.

Kültür, norm ve gelenekler çocuğa anadili aracı ile verilir. Anadili ile çocuk, kendi kimliğini ve kültürünü geliştirir, anlar; bu dille çocuk, “güvenlikli” bir kimlik elde eder.

Ama ne acıdır ki, bu böyle olmasına rağmen, Türkiye’de, bu gerçekliğe gözlerini kapatan, bazı eğitimci, dilbilimcisi ve psikologlar da bulunmaktadır. Anadilin kaybulmasına ses çıkarmayan bu sözümona eğitimci ve psikologların, aslında büyük bir “insanlık suçu” ve “insanlık ayıbı” işlediklerini, onlara iletmek ve bildirmek gerekiyor. Onları “kınamak” ve sürekli “uyarmak” gerekiyor!

Yıllardır, “resmi dil – resmi ideolojiye” ses çıkarmamanın toplumda, insanlar arasında, Anadolu halkları arasında yarattığı, “ilkel ırkçılık” ve “inkârcılık” durumu vardır. Bunu da belirtmekte yarar var. Anadilleri Türkçe olmayanlar bu durumu çok iyi biliyor. Genelleme yapmıyorum. Ama Kürtlere, ”dağ Türkü” , Araplara da, hâlâ, ”Arap fellahı” dendiği bir ülkede yaşadık, yaşıyoruz. Bütün bunlara karşılık, ne etnik kökenimiz, ne de etnik anadilimiz kabûl gördü. Ama etnik köken üzerinde başka halkları aşağılamak, ve hor görmek hiç durmadı. Durmuyor. Bir yandan ”Herkes Türktür!” demek, diğer yandan, etnik kökenleri yüzünden halkları aşağılamak! Ne yazık ki, ”resmi dil – resmi ideolojinin” bir sonucu da bu olmuştur. İnsan soramadan edemiyor:

Türk + Kürd, nasıl Türk oluyor?

Türk + Arap, nasıl Türk oluyor?

Kürd + Arap, nasıl Arap oluyor?..

Bu sorular, dil için de geçerlidir. Bu bağlamda:

Türkçe + Kürtçe, nasıl Türkçe oluyor?

Türkçe + Arapça, nasıl Türkçe oluyor?..

Evet, bir yandan ”herkesi Türkleştirmek”, diğer yandan, insanları, halkları etnik kökeni vesilesiyle aşağılamak, hor görmek!

Örnekler çoktur. Kendimden bir örnek vereyim:

Anadilim arapçadır. Hatay, Antakya’lıyım. 6 yaşımda Türkçeyi öğrenmeye başladım. Doğal olarak, Türkçeyi ”Arapça aksanıyla” konuşuyorum. Hiç unutmam, yıllar önce, ilk kez, İstanbul’a Üniversite Giriş İmtihanlarına katılmak için gitmiştim. Bu iki günlük, ilk İstanbul gidişimde, ”Arapça aksanımdan” dolayı bana söylenenler karşısında ”şoke” olduğumu, hayrete düştüğümü, yıllar sonra, şimdi itiraf ediyorum. Bir düşünün, ”Arapça aksanımdan” dolayı, belki on kez, ”Arap fellahı” diye sözlü tacizle karşı-karşıya kalmıştım. Sürekli soruyor ve tartışmalara giriyordum: ”Arap fellahı” olmak niye ayıp olsun, diye. Kimse yanıt vermiyordu. ”Fellah” sözcüğünün anlamını dahi bilmiyorlardı. Ama Arapça aksanımdan dolayı, beni aşağılamak ve hor görmek için, ”Arap fellahı” diye sözle taciz ediliyordum. Oysaki, ”fellah” sözcüğü arapçadır, ”toprağı süren, işleyen çiftçi” demek. Peki, Arap fellahı olmak, ”ayıp” oluyorda, Türk fellahı olmak, neden ”ayıp” olmasın?..

Örnekleri çoğaltmak istemiyorum. Buradaki amacım, insan yaşamından ”bazı paradokslara” dikkat çekmek içindir. Böylesi durumları yaratan, hiçkuşkusuz, ”resmi dil, resmi ideoloji” politikasıdır. Böylesi anlamsız ve gereksiz insan bakışını yaratan, hiç şüphesiz, renkli, çok dilli Anadaolu halklarını görmezden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, bu red ve inkâr, insanları tersyüz etmiş, bizlere görmemeyi ve düşünmemeyi öğretmiştir. Bu, budur...

Evet, sizlerde biliyorsunuz; böylesi konular üzerine sürekli duruyorum; dilin pedagojik, sosyolojik ve psikolojik yönlerine işaret ediyorum. Yazdıklarım kimilerine göre ”ağır” gelebilir; bunun da fakındayım. Ama bunu yapmamın haklı nedenleri vardır. Zira yıllardır, ”resmi dil, resmi ideoloji” bakış açısıyla alınan ”siyasi tedbirler” bizleri kaynaştırnaya değil, ayrıştırmaya yaramıştır… Bu yüzden, bu konular üzerinde duruyorum; bu yüzden, Türkiye’de ”dil, anadili ve birden fazla dilli” olmanın anlam ve önemi kavranmalı; bu alanda yaratılan ”insanlık ayıbını” hiç gecikmeden ortadan kaldırmalıyız, diyorum. Bu yüzden, Anadolu’da değişik etnik kökene sahip olan herkes, kendi anadilinde duygularını ifade etmeli, eğitim ve öğretimini yapabilmeli ve kimliğini yükseltmelidir, diyorum!

Kardeşliğin ve birbirine güvenmenin ilk adımı buradan geçiyor.

Dilimize ve kimliğimize sahip çıkalım.

Anadilde eğitim ve öğretim hakkını, destekleyelim!

--------------------------------------------
foto: hüseyin elci, kaynak: peyamaazadi.org
--------------------------------------------

TEHDİT POLİTİKASI


İsmail Beşikçi

1998 Ekim’inde, Suriye üzerinde yoğun bir tehdit geliştirildi. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını amaçlayan bu politika, devlet ve hükümet yöneticileri tarafından sistematik bir şekilde uygulandı. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı, Suriye’ye karşı sık sık demeç verir oldular. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’de çıkarılmasını, aksi halde Şam’ın işgal edileceğini dile getirdiler. 7-8 Ekim günlerinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş, Suriye sınırında, Suriye yönetimini bir defa daha tehdit etti. Bu tehditlerden sonra, 9 Ekim’de, Suriye, Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkardı. Abdullah Öcalan için, Yunanistan, Rusya Federasyonu, İtalya,… süreci böyle başladı. Tehditler amacına ulaşmıştı.

2006-2007 yıllarında, Irak sınırına asker yığılması, sınır ötesi operasyon beklentilerinin, bu konuyla ilgili haberlerin, yorumların gittikçe yoğunlaşması, Ekim 1998’deki, Suriye’nin durumunu, sınırda yapılan tehditleri hatırlatıyor. Yalnız iki durum arasında önemli bir fark da vardır. 1998 de Suriye tehdit edilirken sınıra asker yığılmamıştı. Suriye’nin, Şam’ın işgalinden söz ediliyordu ama Suriye sınırına gerek asker olarak, gerek tank, top, zırhlılar gibi silah araç ve gereçleri olarak yığınak yapılmamıştı. 200 km. lik Irak sınırında 2 yıldır çok yoğun bir yığınak var. Türk basını bazan, 100 bin- yüz ellibin, bazan 250 bin askerin sınırda yığıldığını. Tank, top, zırhlılar gibi savaş araç ve gereçlerinin askeri yığınağa destek olduğunu belirtiyor. Bu tehdit elbette Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne, Mesut Barzani ve Celal Talabani gibi Kürt liderlerine karşıdır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin yani Kürt Federe Devleti’nin gittikçe ete kemiğe bürünmesi, Türkiye’yi rahatsız edici bulunuyor. Sınırdaki askeri tehditle bu gelişmenin durdurulması amaçlanıyor. Kerkük referandumunun iptal edilmesi, bağımsız bir Kürt Devleti’nin düşünülmemesi, peşmergelerin PKK güçlerine karşı bizzat çarpışmaları, yine devletin istekleri arasında yer alıyor. 2007 Eylül ve Ekim ayı başlarında bu tehdit doruk noktasına ulaştı. PKK bahane edilerek Bölgesel Kürt Yönetimi tehdit ediliyor.

29 Eylül 2007’de, Beytüşşebap’ın Hemkan Köyü’nde, köylerine su getirmeye çalışan köylülere bir saldırı oldu. Minübüsle kanal inşaatından evlerine dönen köylüler, yolda saldırıya uğradı. Bu köylülerden yedisi köy koruyucusuydu. Minübüsdeki 13 kişiden 12’si minibüsün içinde öldü. Biri yaralı olarak kurtuldu, kaçmayı başardı. Şırnak Valisi, basına, kamuoyuna, bu saldırının PKK tarafından gerçekleştirildiğini, olayın baştan aşağı PKK’yi işaret ettiğini duyurdu. Hemen ertesi günü, basın, medya, PKK’yi suçlayıcı haberler, yorumlar yayımlamaya başladı. Bir-iki gün sonra, PKK bu saldırıyla hiçbir ilişkilerinin olmadığını, saldırının, JİTEM’in gözetiminde, hasım aşiretin korucuları tarafından gerçekleştirildiğini açıkladı. Ama medya, PKK’nin bu açıklamasını görmezlikten geldi, PKK’yi suçlamaya devam etti. Saldırıdan yaralı olarak kurtulan gencin konuşmasından, ve özgürce konuşmasının korucu ve JİTEM unsurları tarafından engellenmesinden, köylülerin anlatımından, tutumundan, TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun çalışmalarından, İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nin köyde yaptığı çalışmalardan, olayın JİTEM unsurları tarafından gerçekleştirildiği, fakat, PKK’nin üzerine atıldığı anlaşılmaktadır.

Bu olaydan bir hafta kadar sonra, yani Ekim ayının ilk haftasında, Gabar Dağı’nda, güvenlik güçleriyle gerillalar arasında çatışma çıktı. 13 askerin yaşamını yitirdiği bildirildi. PKK kaynakları bu sayının daha fazla olduğunu açıkladı. Bu haberler üzerine medyada, PKK’ye karşı, PKK’ye yataklık yaptığı iddia edilen Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne, Kürt liderlere karşı yoğun bir saldırı başlatıldı, saldırılar tırmandırıldı. Mesut Barzani’nin, Celal Talabani’nin “terör”e destek verdiği, yataklık yaptığı daha fazla konuşulur oldu. Şehit cenazeleriyle, devlet güçleri tarafından yaratılan provokatif eylemlerle, bayrak ritüelleriyle, bu saldırılar yoğunlaştırıldı. Tehditlerle Kürt liderlerin teslim alınması isteniyordu. 1998’deki gibi bir başarı kazanılması umuluyordu. Kürtlerin, Kürt liderlerin makul ve kararlı direnişi, düşünülen politikanın yaşama geçmesine engel oldu, beklentiler gerçekleşmedi. 1998 de, Hafız Esat’ın, bir gerilla liderini ülkesinde saklanması savunulabilir bir durum değildi. Mesut Barzani ve Celal Talabani gibi Kürt liderler ise, Bölgesel Kürt Yönetimi’yse, Kürtlerin meşru haklarını savunuyor. Bu değerlere karşı tehdit politikasının ciddi bir işlevi yoktur.

21 Ekim 2007 de Hakkari, Oramar’da, Dağlıca kışlasına karşı bir PKK saldırısı gerçekleşti. Bu saldırıda 12 askerin yaşamını yitirdiği açıklandı. PKK kaynakları bu sayının daha yüksek olduğunu duyurdu. Bu arada çatışmalar sırasında, sekiz asker de kaçırılmıştı. Bu olay üzerine, Kürtlere karşı, Güney’deki Kürt liderleri Mesut Barzani’ye ve Celal Talabani’ye karşı, sözlü ve yazılı saldırılar iyice arttı. Demokratik Toplum Partisi’ne karşı saldırılar tırmandırıldı. Bursa, Mersin, Elazığ, Aydın, Antalya, Samsun gibi illerde, ve bazı ilçe merkezlerinde, Demokratik Toplum Partisi’nin büroları tahrip edildi, eşyaları parçalandı, yırtıldı, yakıldı. Bürolarda, cam-çerçeve, kapı hiçbir şey kalmadı. Güvenlik güçleri, DTP’ye yapılan saldırılara karşı sessiz kaldı, saldırıları seyretti. Bu saldırı sırasında, DTP’liler tarafından yakalanan ve polise teslim edilen bazı saldırganlar kısa zamanda serbest bırakıldı. Devlet, saldırıya uğrayan DTP için, DTP’liler için hiç bir şey yapmadı. Saldırganlara karşı koruyucu önlemler almadı. Ama DTP’lileri durmadan suçladı. “PKK’yi terör örgütü ilan edin” şeklindeki baskılarının artırdı.

21 Ekim’deki, Dağlıca Kışlası saldırısında, alandaki bir düğün konvoyuna da saldırı yapıldığı, bu saldırının da PKK tarafından gerçekleştirildiği duyuruldu. Saldırıda bazı yaralanmalar olmuştu. Bu olay üzerine, medya, “PKK terörü” kınayan, suçlayan açıklamalar yaptı. Bir gün sonra PKK, bu olayla da ilgisinin olmadığını, düğün konvoyuna saldırının, askerler tarafından gerçekleştirildiğini açıkladı. Medya bu açıklamayı da dikkate almadı. Bu açıklamaları görmezlikten, duymazlıktan geldi. Fakat, PKK’yi ağır bir şekilde suçlamaya da devam etti. Medya, “terör”e karşı olduğunu sık sık vurguluyor, ama, özel timlerin, JİTEM’in, PKK kılığında gerçekleştirdikleri teröre, devlet terörüne de bir şey demiyor, bunu çok doğal karşılıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, 17 Ekim 2007 de, TBMM’den sınır ötesi operasyon için teskere aldı. Medya, bu teskerenin kullanılmasını, yani sınır ötesi operasyonla Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin egemen olduğu alanların işgalini gerçekleştirmesi için hükümeti kışkırtmaya başladı. Basın, kamuoyu sekiz askerin iadesi konusunda gerçekleşen süreci onur kırıcı buldu. İade sürecine katılan DTP eleştirildi.

2007 yılı, Eylül, Ekim, Kasın aylarında Türk devlet ve hükümet yöneticileri, her gün her saat PKK’yi, “terör örgütü”nü, Mesut Barzani’yi, Celal Talabani’yi, yani “terör”e yardım ve yataklık yaptıklarını iddia ettikleri Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni ve liderlerini konuştu. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı, İçişleri Bakanı vs. hep bunları konuştu. Televizyonlar, radyolar, gazeteler, bu konuları hep birinci haber yaptı. Gazetelerin manşet haberleri hep bu konularla ilgiliydi. Gazetelerdeki köşe yazarları hep bu konularla ilgili analizler yapıyordu. Eğer gazetede sekiz adet köşe yazısı varsa en az altısı bu konularla ilgiliydi. Televizyonlardaki, radyolardaki paneller açıkoturumlar vs. yine bu konularla ilgiliydi. Bütün bunlara rağmen, Türk devlet ve hükümet yetkilileri, “Biz terör örgütüyle konuşmayız, terör örgütünü tanımayız” söylemini sürdürüyor. Demokratik Toplum Partisi için, “Önce DTP; PKK terör örgütüdür, desin ondan sonra belki onlarla konuşuruz…” diyor. Mesut Barzani için, Celal Talabani için, “önce PKK’nin terör örgütü olduğunu kabul etsinler, onunla mücadeleye girişsinler…” söylemi devam ediyor. Hemen her gün her saat bu konuları konuşacaksın, 24 saat bu konuları konuşacaksın, hem de ben onları tanımıyorum, diyeceksin. Devlet ve hükümet yöneticilerinin, medyanın, siyasal partilerin, her gün bu konuları konuşmaları, yazmaları, her saat bu konuları konuşmaları, yazmaları, ne anlama geliyor, acaba?

Bunlar, devletin Kürtlere karşı geliştirdiği politikanın kibire ve gurura dayalı bir politika olduğunun gösteriyor. Böyle kibir yüklü, karşısındaki güçleri, istemleri aşağılayan politikalarla toplumsal ve siyasal sorunların çözülemeyeceği açıktır. 1 Kasım 2007 tarihli Radikal Gazetesindeki haber bunun açık bir örneğidir. Gazete, Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in, isim vermeden Kürt lider Mesut Barzani’yi hedef aldığını yazıyor. Ama aynı haberde, Mesut Barzani’yle ilgili bir soruya cevap verirken de, “eğer bu konuda konuşursam muhatap almış olurum” diyerek konuşmaktan kaçınıyor. (PKK’ya yardım eden de hedefte, başlıklı haber, s.7) İsim vermeden konuştuğu zaman ise muhatap almamış oluyor. Kibir, gurur böyle bir şey…

Kibire ve gurura dayalı bir tehdit politikasının geleceği yoktur.

------------------------------------------------------
Kaynak: Esmer Dergisi, sayı 36, Ocak 2008
------------------------------------------------------

SENİ UNUTMAYACAĞIZ..!

Filistin Kurtuluş Cephesini ( FHKC) Genel Sekreteri

Filistin halkının gelmiş geçmiş en büyük devrimci lideri



Dr. George Habbaş Aramızdan Ayrıldı
(Filistin, lid 1925 - 2008 Amman, Ürdün)


Mihrac Ural

26 Ocak 2008


Filistin halkının tarihi; bir hak arama, bir devrim tarihidir. Engebeli sarp ve dolambaçlı bir tarih… Bu tarih, zor koşullarına uygun liderlerin de tarihidir. Zorluklara boyun eğemeyen efsanevi bir halkın yoğun desteğiyle beslenen örgütlerin, direnişlerin intifadaların da tarihidir. En güç koşullarda bir kez daha kendini küllerinden yaratmanın, kıstırıldığı, ölüme terk edildiği sanıldığı bir anda, birkaç gün önce Gazze halkının yaratıcı ayaklanmasıyla sınır çitlerini, duvarlarını, kulübelerini yıkarak yaşama pencere açmanın tarihidir. Bu tarih yeryüzünün tüm tasallut ve ceberut güçlerinin hışmına, haksızlığına, zorbalığı ve askeri aparatlarla kustuğu ölümlerine karşı var olma tarihidir; dünya kamuoyu gözleri önünde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Meclisi’nin adil olmayan yaklaşımının karanlık izleri altında, en doğal yaşam hakkı gasp edilirken yazılmaktadır.

Bu tarih, insanlık bilincine katılan “hak arayışı uğruna kararlı mücadele”nin de tarihidir. İntifada kavramını, insanlık entelektüel siyasal jargonuna katan bu halkın dinamikleri içinde büyüyen bir yıldız da Dr. George Habbaş olmuştur. Filistin devriminin gelişim aşamalarının tüm önemli dönemeçlerinde Habbaş’ın etkin izleri, yönlendirici konumu, kararlılık simgesi olarak yükselişine tanıklık yapılmıştır.

II. Dünya Savaşı sonrası yükselen ulusal kurtuluş hareketlerinin günümüze kadar uzanan direnme süreçlerinde bir başyapıt olarak Dr. George Habbaş, lider olarak sadece Filistin halkı açısından değil dünya devrimci hareketi açısından da haklı bir yer kazanmıştır. Marksist-Leninist’tir. Bu medresenin derin entelektüel birikimleriyle Arap ulusunun yetiştirdiği en büyük liderlerden biridir. Etkisi ve geniş yelpazede oynadığı rollerle, yazdıklarıyla, tezleriyle geliştirdiği siyasal duruşuyla dostlarının olduğu kadar düşmanlarının da dikkate aldığı büyük bir efsanevi liderdi. Bölgemize musallat olan emperyalistlerin ve onların maşası Siyonist İsrail’in yayılmacılığına karşı kararlı bir direniş önderiydi. Onlarca kez büyük komplolarla suikastlara uğramış; ama o bir halk lideri olarak, halkı tarafından kucaklar içinde korunmuştur. 1992’ de tedavi amacıyla gittiği Paris’te tutuklanması üzerine, yalnızca Filistin halkının değil, tüm duyarlı halkların ve devrimci güçlerin gösterdiği tepki karşısında da serbest bırakılmak zorunda kalınmıştır. Kısa zamanda özgürlükle sonuçlanan bu olay, Dr. George Habbaş’ın bir lider olarak dünyadaki konumu için önemli bir göstergeydi.

Dr. George Habbaş Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) genel sekreteriydi, lideriydi. 1967’deki kuruluşunda, 2000 yılına kadar genel sekreterliğini yaptığı bu en kararlı Filistin örgütünde, kalplerde ölümsüz lider olarak kendi kararıyla genç kuşaklara yer açmak üzere görevini devretmiştir. Son dönemlerde temel ilgi konusu, Arap kurtuluş mücadelesi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi mücadele tarihi ve kendisinin mücadele süreci üzerinde teorik çalışmaları üzerinde yoğunlaşmaydı.

Bu süreçte, Filistin halkı kurtuluş mücadelesini yozlaştırmak isteyenlerin, İsrail’le “uyumlaşma” gibi teslimiyetçiliğe götürmek isteyen yaklaşımlara karşı, amansız bir mücadele yükselterek, dik duruşuyla on milyonlarca Arap devrimci gençliğinin sembolü olmuştur. Halkı tarafından “Hekim” lakabıyla ödüllendirilmiş ender liderlerdendir. Uzman doktordur; ama o, halkının hekimiydi. Hekim Arapçada doktor olduğu kadar filozof anlamına da gelen, insanlıkla ilgili tüm sorunlara çözüm bulan yüce, saygın ve derin bilgili kişilere verilen bir sıfattı. Habbaş, halkının kurtuluşu için gösterdiği kararlı mücadelede bu unvanı fazlasıyla hak etmiştir.

Bu satırların yazarı, Hekim’i Beyrut’ta Filistin Halk Kurtuluş Cephesi bürosunda tanımıştır. İzniyle Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (Acilciler) örgütünün, eğitim imkanlarından yararlanmasını istemiş, onayını almıştır. Örgütümüzün tarihi içinde FHKC ile ilişkilerimiz, Yeşilköy hava alanında, İsrail hava yollarına ve oradaki Siyonist casuslara karşı giriştikleri eylemden dolayı (11 Ağustos 1976), tutuklu bulunan militanları Muhammed Reşid ve Mehdi Muhammed’in Sağmalcılar Cezaevi’nden özgürlüğe kavuşturulması ve sağ salim örgütüne ulaştırılmasıyla başlayan çok eski ve derin bir bağ vardır. Bu bağ; zorba, solcu geçinen faşist sürüsünün katlettiği Nebil Rahoma yoldaşımızın, iki kez İsrail Siyonistlerine karşı Filistin Halk Kurtuluş Cephesi saflarında, işgal altındaki Filistin topraklarında başarıyla giriştiği eylemlerde yer almaktadır. O dönem dış ilişkiler bürosunun başında olan FHKC temsilcisi Hani yoldaşın deyimiyle: “Sizi ve örgütünüzü Nebil yoldaşınızın kahramanlık dolu yiğitlikleriyle tanıdık, kardeş ve yoldaş örgüt olduk. Nebil çok riskli bir eylemi başarıyla yerine getirmekle yetinmedi, yaralı yoldaşını esir olmaktan kurtarmak üzerede sırtında taşıyıp güvenli bir alana kadar getirdi.” Aynı bilgiyi, örgütümüzün Lübnan sorumlusu Levent sultan yoldaşa, FHKC Merkez komitesi üyesi Fuat Remzi tarafından da, aktarılarak, iki örgüt arasındaki derin bağ vurgulanmıştır. Bu dostluk on yıllar süreci içinde büyük dayanışmalarla sürdü. Örgütümüz, 1982 Beyrut Kuşatması’nda İsrail işgaline karşı aynı barikatlarda, Hekim’in fiili liderliği altındaki FHKC saflarında direndi. Bu satırların yazarı, İsrail ajanlarının FHKC bürosunun altında bulanan ve militanların yoğun bulunduğu kafeteryaya konulan büyük bir bombanın patlamasından, inanılmaz bir şekilde kurtulmuştur. Filistin halkının haklı davası uğruna verdiğimiz şehitlerle kanlarımız birbirine karışmıştır. Bizi Filistin davasına bağlayan doğrularımız yanı sıra, en önemli figürlerin başında Hekim George Habbaş ve onun liderliği altındaki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olmuştur.

Bizden önce, Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının da dayanışma odağı olan George Habbaş liderliğindeki FHKC, ülkemizde devrimci siyasetin nasıl bir miras tutarlılığı ile sürdürülüşüne önemli bir alan olmuştur

Bugün Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, çok emin ellerde, Hekim’in manevi liderliği, geride bıraktığı büyük devrimci miras ve siyasal literatürüyle mücadelesine devam etmektedir. Bu gün aynı tutarlılıkla örgütümüz de, Filistin halkının haklı davasıyla doğrularımızın belirlediği yönde, şehitlerimizin anısı ve halklarımızın ortak çıkarları etrafında oluşan dayanışmamız yükselerek devam etmektedir.

Filistin Halkının haklı davasının efsanevi lideri Dr. George Habbaş, seni unutmayacağız.

“Zehirli” kelimeler, kavramlar ve söylemler üzerine...


Fikret Başkaya


Sömürü, yağma, talan, toplumsal eşitsizlik ve hiyerarşi velhasıl egemenlik, ideolojik kölelikle, ideolojik kölelik de insanların bilincinin zehirlenmesiyle mümkün oluyor. Bu amaçla zehirli kelimeler, kavramlar ve söylemler devreye sokuluyor. Lâkin insanların zihnini zehirleyen kelimeler, kavramlar ve söylemler sıradan insanların işi değil. Bunun için “konunun uzmanlarının” devreye girmesi gerekiyor. İşte isminin önüne çok sayıda ünvan eklenmiş üniversite üyeleri, gazete köşelerine çöreklenmiş, herşeyi bilen köşe yazarları, ünlü şair ve yazarlar, siyasetin duayeni sayılan burjuva politikacıları, Uluslararası denilen kurumların yöneticileri, televizyon yorumcuları, çok ünlü sanatçılar, yüksek yargının yükseğindekiler, vb. bu amaç için seferber ediliyor. Konunun uzmanı iktisat profesörleri kapitalizmi hiç ağızlarına almadan saatlerce ekonomiyi “tartışıyor” ve insanlar saatlerce onları “seyrediyor”...

Kapitalizmi telaffuz etmeden herhangi ekonomik bir sorun tartışılabilir mi? “Konunun uzmanları” öyle münasip görüyorsa neden olmasın! Aslında kimin kimi seyrettiğini bilmek önemli, zira ilişkinin ters olduğunu anlamak için “iletişim uzmanı” olmak gerekmiyor... Aslında televizyon seyircisi izleyen değil, izlenendir. Velhasıl siz televizyonu seyretmiyorsunuz, televizyon sizi seyrediyor... Bu önemli sorunu başka bir yazıda tartışmak üzere, burada oldukça sık kullanılan ve kolayca kabul görüp, itiraz edilmeyen bazı “zehirli” kelimeler, kavramlar ve söylemler üzerinde kısaca duracağım. Fakat daha önce iki hatırlatma yapmam gerekiyor:

Birincisi, kelimelerin ve kavramların önüne eklenen niteleme sıfatlarıyla ilgili. Eğer bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilmişse, biliniz ki orada mutlaka netâmeli bir şeyler, bir tuzak vardır... Mesela sürdürülebilir kalkınma gibi. Durup dururken ‘kalkınma’ kavramının önüne sürdürülebilir sıfatını eklemenin ne âlemi var? Böyle bir ek yapılıyor zira gerçek dünyada kalkınma diye bir şey yok ve kapitalizm koşullarında asla mümkün de değildir. Bu, ölüyü giydirip, süsleyip bir koltuğa oturtmak gibi gibi bir şey. Kapitalizm asla kalkınma üretmez, orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Eğer siz ideolojik bir manipülasyon yapıp, ekonomik büyümeyi kalkınmayla özdeş sayarsanız, o zaman insanları kalkınma diye birşeyin mümkün olduğuna da ikna edebilirsiniz. Aslında sürdürülebilir kalkınma, kalkınma diye birşeyin olmadığının itirafıdır. Kapitalizm koşullarında -ve sistemin mantığının bir gereği olarak-, ekolojik ve insânî hasarlara neden olmadan sermaye birikimi veya aynı anlama gelmek üzere sermayenin büyümesi mümkün değildir. Böyle bir saçmalığa inanmak için sermaye için iyi olan herkes için iyidir deyişini içselleştirmiş olmak gerekir.

İkincisi, Kadim Grekçe’deki oxymore kelimesiyle ilgili. Oxymore, birbiriyle çelişen, eski tabirle biri diğerini naks eden, dolayısıyla yan yana gelmesi caiz olmayan, antinomik iki kelimeyi yan yana getirmek demeye geliyor. Berrak karanlık gibi... Eğer kapitalizm koşullarında kalkınma diye birşey mümkün değilse, o zaman sürdürülebilir kalkınma da tam bir oxymoredur. Aşağıda kafaları bulandırmak üzere önlerine niteleme sıfatı getirilen bazı zehirli kelimeler ve kavramlardan söz edeceğim ama hızlıca geçmek kaydıyla... Aksi halde yazının boyutunu çok fazla genişletmek gerekir ki, buradaki amaca uygun değildir...




Uydur uydur söyle...

Günlük dilde çok kullanılan zehirli kelime ve kavramlardan bazıları: sürdürülebilir kalkınma, insânî kalkınma, insânî yardım, insânî müdahale, sosyal kalkınma dayanışmacı ekonomi, pozitif ayrımcılık, pozitif milliyetçilik, Kürt sorununa barışçı çözüm, negatif barış, tek yanlı ateşkes, çalışma barışı, işveren, milli yarar [ulusal çıkar- milli menfaat], sağlıkta dönüşüm, kentsel dönüşüm, toplu görüşme, temiz savaş, insan yüzlü küreselleşme, halka açılma, halka arz, sermayeyi tabana yayma, kitlesel basın açıklaması, sivil anayasa, çalışma barışı, nitelikli dolandırıcılık, birlik ve beraberlik, konsensüs, medeniyetler çatışması, medeniyetler diyaloğu...

Şimdilerde sınırlı sosyal güvenlik sistemini de, tasfiye etmek, insan sağlığını ilgilendiren ne varsa metalaştırarak, paralılaştırmak, özelleştirmek, herhangi bir mal gibi alınır-satılır hale getirmek, velhasıl bir kâr aracına dönüştürmek için yoğun bir saldırı söz konusu. Neoliberalizmin talebi doğrultusunda yürütülen bu saldırıya sağlıkta dönüşüm diyorlar. Elbette size baldıran zehiri içiriyoruz demeyeceklerdir, kızılcık şurubu içiriyoruz diyeceklerdir... Eğer söz konusu dönüşüm gerçekleşirse, bir kere koruyucu ve tedavi edici tüm sağlık hizmetleri paralı hale gelecektir. Parası olan ve ödediği prim kadar sağlık hizmeti alabilecektir, devletin/ kamunun hiçbir etkinliği kalmayacaktır ve insan sağlığını ilgilendiren herşey yüksek kârlar vaad eden bir alan haline gelecektir. Tabii sağlık hizmetlerinin kalitesinin de düşmesi işin doğası gereğidir.... Zira kâr’ın söz konusu olduğu yerden kalitenin kovulması kaçınılmazdır ama söylem tam da bunun tersidir... Eğer mutlaka sağlık hizmetlerinin kalitesinin yükselmesinden söz edilecekse, bu ancak toplumun zenginliğine el koyan ‘büyük hırsızlar’ için geçerlidir… Onlar gerçekten kaliteli hizmet alabilirler… Daha şimdiden hasta olmayanlara da ilaç satmak için yoğun bir çaba gözleniyor. Daha fazla ilaç satmak için yeni yeni hastalıklar ‘keşfediliyor’... O kadar ki, önce bir ilaç üretiliyor sonra ona uygun hastalık ‘keşfediliyor...’ Bunun son örneği yakın tarihlerde gazetelere de yansıdı. Pfizer ilaç firması gerçek dünyada olmayan bir hastalık için, üstelik müthiş yan etkileri de olan Lyrica adlı bir ilaç üretti ve daha şimdiden milyonlarca dolar kazandı... Sağlıkta dönüşüm elbette sadece sağlık alanını angaje etmiyor. Emekliliği de problemli hale getiriyor. Yazık ki, bu saldırı karşısında toplum çoğunluğu tepkisiz. Oysa sahip olduğunu koruyamayanın yeni şeyler kazanmasının zorlaşacağı bilinen bir şeydir... Benzer bir durum kentsel dönüşüm söylemi için de geçerli... Bu, kentlerin yüksek rant vadeden semtlerinin yağmalanması için uydurulmuş bir söylem. Kimse orada yaşayan insanlara ne istiyorsunuz diye sormuyor... Yıkıp, yüksek rant için yeniden inşa etmenin, büyük hırsızlara zenginlik transferinin adı kentsel dönüşüm...

Son dönemde çok kullanılan söylemlerden biri pozitif ayrımcılık. Eğer şeyleri adıyla çağırmaya niyetli değilseniz, ideolojik manipülasyona başvurmanız gerekecektir. Ayrımcılığın, daha doğrusu eşitsizliğin üstünü örtüp, mevcut durumu kabullendirmek, sürdürmek, için bu tür icatlar gerekiyor. Böylece sorun çözülüyor, çözülecek, çözüm yoluna girmekte, o işle ilgileniliyor izlenimi yaratılıyor. Yazık ki, radikal kavramı da hiçbir zaman yerinde kullanılmıyor. Radikal demek, sorunu kökeninden ele almak, kavramak, sonuçlarla değil sebeplerle ilgilenmek demektir. Oysa günlük dilde radikal, ekseri aşırı [ekstrem] anlamında kullanılıyor. Bir kere bir aklıevvel çıkıp zehirli bir kelime veya kavram üretince, artık yol açılıyor... İşte pozitif milliyetçilik, vb. Milliyetçiliğin pozitifi, negatifi, acılısı, az acılısı, orta şekerlisi olur mu? Eğer milliyetçiliğin bir içeriği var ise onu eğip-bükmenin ne âlemi var? Tek yanlı ateşkes olmaz. Ateşkes savaşan taraflar arasında bir anlaşmayı, bir mütarekeyi varsayar. Ancak anlaşma gereği iki taraf da çatışmayı durdurursa, bir ateşkesden söz edilebilir. Taraflardan biri ben ateşi kesiyorum diyebilir ama karşı taraf ateş etmeye devam ettikçe, sizin söylediğinizin bir değeri olmaz... Kürt sorununa barışçıl çözümündeki ‘barışçıl’ gereksizdir. Zira, önemli olan sorunun çözülmesidir. Kürt sorunu çözülsün, çözülmelidir demek yeterlidir. Lâfı uzatmak beyhudedir ve ideolojik manipülasyon kategorisine girer... O zaman birileri de çıkar barışçıl’dan ne anlaşılması gerektiğine dair gereksiz bir tartışma başlatır...

Önüne insânî sıfatı eklenen bir dizi söylem için de aynı şey söz konusu. Neden insânî yardım deniyor? Veya insânî olmayan bir yardım olabilir mi? Emperyalistlerin yardım dediklerinin yardımla bir ilgisi yok ve hiçbir zaman da olmadı. Onların yardım dedikleri, sömürüyü, yağmayı, talanı, eşitsiz ilişkiler bütününü, velhasıl bağımlılık ilişkilerini sürdürmenin bir aracı... Bu bilindiğine göre, insânî sıfatı gerçekte olanın üstünü örtüp yanılsama yaratma amacıyla kullanılıyor. ABD’nin insânî müdahale yapması mümkün mü? Asla mümkün değildir ama öyle bir söyleme başvuruluyor. Oysa doğrusu, emperyalist müdahale veya emperyalist saldırı olabilir... İnsânî kalkınma için de aynı şey söz konusu. Eğer kalkınma diye birşey olsaydı, önüne insânî sıfatını eklemeye gerek kalır mıydı?. Gayri insânî kalkınma mı var da siz insânî kalkınmadan söz ediyorsunuz? İnsan yüzlü küreselleşme olmaz, olması için kapitalizmin/emperyalizmin olmaması gerekir. Öyleyse gerçek dünyada olan nedir? Sermayenin yayılması, küreselleşmesidir... Her yılın Ağustos-Eylül aylarında Memur sendikalarıyla hükümet arasında toplu görüşmeler yapılıyor. Belli ki, toplu görüşme uydurulmuş bir söylem ve hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bir kere görüştüğü söylenen taraflardan birinin içi boş, görüşme yeteneği yok, çünkü sendika değil... Sendika olmayana önce sendika deniyor, sonra da toplu görüşme yaptığı sanılıyor. Grev ve toplu sözleşme hakkı olmayan bir örgüt ancak dernek olabilir. Fakat orada da sorun var zira, aidatları devlet ödüyor... Memur maaşlarına yapılacak zam IMF ve Dünya Bankası’nın önerisi doğrultusunda maliye bürokratları tarafından önceden belirleniyor. Sonra da seyirciyi oyalamak için ‘toplu görüşmeler’ oyunu sahneye konuyor... Oyunun inandırıcılığını artırmak için de görüşmeler uyuşmazlıkla sonuçlanınca ‘uzlaştırma kuruluna’ gönderiliyor ve son sözü bakanlar kurulu söylüyor. Peki bu kadar zahmet niye? Bu kadar zahmet içi boş midye kabuğu olan memur sendikalarının içini doluymuş gibi göstermek ve seyirciyi oyalamak için...

Kapitalist patron denmesi gerekene işveren denince, durum bütünüyle değişiyor. Artık kapitalist patron, veren biri olarak alacaklı durumundadır. Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu [TİSK] işvermekten dolayı sanki işçi sınıfından alacaklı duruma getirilmiş oluyor. Bilindiği gibi, veren alacaklıdır... Kitlesel basın açıklaması da son dönemin ideolojik zorlamalarından biri. Basın açıklamasının önüne kitsesel sıfatı getirilince basın açıklamasının mahiyeti değişir mi? Medeniyetler diyaloğu, medeniyetler çatışması, medeniyetler ittifakı, medeniyetler buluşması da emperyalist saldırıyı gizlemek üzere uyduruldu. Birazcık düşünme yeteneğine sahip biri, medeniyetler çatışması diye birşeyin olamayacağını bilir. Medeniyet denilen irade sahibi bir öznemidir ki, kavga etsin, çatışsın, savaşsın! Gerçek dünyada ve tarihte söz konusu olan sadece medeniyetlerin birbirlerinden iktibas yapmasıdır. Bu da birinin gelişmesi, diğerlerinin gelişmesinin koşuludur demektir. Öyleyse çatışan iktidarlar, sınıfsal çıkarlar, emperyalist çıkarlardır. Emperyalist saldırıya emperyalist saldırı dememek için bu tür söylemler uyduruluyor. Rahatsız edici olan insanların bu tür safsataları ciddiye almalarıdır... Halka açılma, halka arz, sermayeyi tabana yayma’ya gelince: herhalde bundan saçma birşey olamaz. Orada söz konusu olan halkı sermaye sahibi yapmak, zenginlerin zenginliğine ortak etmek mi? Böyle birşey eşyanın tabiatına aykırı olmak bir yana, kapitalizm koşullarında tam tersi geçerlidir. Gerçek dünyada geçerli olan halkı sermayeye ortak etmek değil, mülksüzleştirmektir. Aslında birazcık parası olanların elindekini almanın adı sermayeyi tabana yaymaktır... Nerdeyse çalışma yaşındaki her beş kişiden birinin işsiz olduğu, çalışanların çoğunun tam bir sefalet ücreti olan asgari ücretle çalıştığı, açlık ve yoksullukla cebelleşenlerin sayısının her geçen arttığı bir toplumda sermayeyi tabana yaymak, insanlarla alay etmek değil midir?. Ulusal çıkar’a [milli yarar] gelince, böylesine sınıfsal, etnik, cinsiyetçi, kültürel, vb. bölünmelere maruz bir toplumda, ulusal çıkar, ‘milli menfaat’ diye birşey mümkün değildir. Durum öyledir ama politikacılar, hükümet çevreleri, rejimin akıl hocaları, vb. milli yarar [milli menfaat] söylemini dillerinden düşürmezler... Oradaki ideolojik manipülasyon, egemenlerin çıkarını herkesin çıkarıymış gibi göstermekle ilgilidir...

Kalkınma diye bir şey yok, dolayısıyla sürdürülebilir de değildir...

Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu sürdürmek için kuruldu. Birinci emperyalistler arası savaş sonrasında kurulan Milletler Cemiyeti’nin [Cemiyet-i Akvâm] yerini aldı. Kurulduğu günden beri çevresindeki Bretton-Woods kurumlarıyla [IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb.] birlikte emperyalist statükoyu meşrulaştırdı ve dayattı. Elbette bunu her zaman hümanist-iyilikçi bir söylemin gerisine gizlenerek yapacaktı. Aslında halkların değil devletlerin, esasen devletlerin de değil, emperyalist savaşın galibi devletlerin örgütüydü. Sömürgeciliğin ‘klasik versiyonunun’ tasfiyesiyle ortaya çıkan ‘yeni devletler’, özellikle 1955 Bandung Konferansı sonrasında emperyalist statükoyu sarsıcı girişimlerde bulunsalar da, emperyalist merkezlerle çevresi arasındaki sömürü ve bağımlılık ilişkileri ciddi bir değişikliğe uğramadı. Zaten söz konusu rejimler 1970’li yılların sonundan itibaren yeniden kompradorlaşıp neoliberal söyleme ‘uyum’ sağladılar.

İngiliz The Guardian’da Birleşmiş Milletler Örgütü’nün en büyük 50 çokuluslu şirketin oluşturduğu Global Impact’ta katılıp inisiyatif almasıyla ilgili olarak: “Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] batılı şirketlerin hesap vermelerinin yegane aracı olan düzenlemelerini çiğneyip, yeni pazarlara girmelerini sağlayan bir jandarma haline geliyor. İktidar odaklarıyla barış yapan Birleşmiş Milletler Örgütü iktidarsızlara savaş ilan ediyor[1]” deniyordu. Gazetenin yorumu yerinde ama nüanse edilmesi gerekiyor. BMÖ son dönemde emperyalist sermayenin jandarmalığını yapmıyor, kurulduğu günden beri yaptığı aynı. Lâkin artık son dönemlerde daha pişkin davranıp yaptıklarını gizleme gereği duymuyor…

Kalkınma kavramı, İkinci emperyalist savaşın hemen ertesinde ‘keşfedildi’. Aslında sömürgeciliğin ‘yeni’ versiyonunu dayatmak- kabullendirmek üzere araçlaştırılmış bir kavramdı, dolayısıyla gerçek dünyada bir karşılığı yoktu... Fakat, kalkınma diye bir şeyin mümkün olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Kalkınmadan çok söz edildiği yıllarda emperyalist merkezlerle kalkınmakta olduğu söylenen bağımlı ülkeler arasındaki ‘zenginlik’ uçurumu derinleşti ve ‘yakalamanın’ imkânsızlığı anlaşılınca, kavramı kullanmak artık kolay değildi. 1970’li yılların başında ekonomik büyümenin [sermayenin büyümesi] ekolojik sınırı zorladığının ortaya çıkmasıyla, artık yeni bir yalan üretme zamanı gelmişti. 1987’de Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Programı [UNEP] tarafından görevlendirilen, başında eski Norveç başbakanlarından Brundtland’ın bulunduğu komisyon imdada yetişti:

Komisyonun hazırladığı ve hızla ünlenen raporun adı: ‘Ortak Geleceğimiz’ di... Artık bundan sonra kalkınma değil sürdürülebilir kalkınmadan söz edilecekti... Söylem 1992 Rio Zirvesinde BM Çevre ve Kalkınma Programı genel sekreteri Maurice Strong tarafından küresel bir slogana dönüştürüldü... O tarihten sonra artık herkesin dilinde. Nerdeyse önüne sürdürülebilir eklenmeyen kelime yok gibi... İşte sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir endüstriyel üretim, sürdürülebilir büyüme... Bu zorlama o kadar ileri götürülmüş durumda ki, sürdürülebilir sermaye bile deniyor. İşte oxymore denilen tam da bu... Zaten ‘sürdürülebilirlikten’ herkes canının istediğini anlama eğiliminde. Brundtland raporunda bile altı farklı sürdürülebilirlikten söz ediliyor. Raporun yayınlanmasından iki yıl sonra [1989] Dünya Bankası’ndan John Pessey 37, aynı dönemde François Hatem de 60 farklı sürdürülebilir kalkınma [sustainable development] tanımı tespit etmişti...

Sürdürülebilir kalkınma esas itibariyle iki şey içeriyor:

Birincisi, ekonomik büyüme doğanın kendini yenilemesini engellemeyecek tarzda sürdürülmelidir; ikincisi, gelecek kuşakların varlığını tehlikeye atmamalıdır. Eğer söz konusu olan kapitalist büyümeyse, sermayenin büyümesiyse, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesiyse, bunun doğal çevre tahribatı yapmadan yol alması asla mümkün değildir. Zira, kapitalizm her seferinde daha fazla üretmeye, daha fazla yok etmeye, daha fazla kirletmeye mahkûmdur. Bu sistemin mantığında içkin temel bir eğilimdir. Nitekim, BM Stockholm Konferansından 36 yıl, Rio Zirvesinden 16 yıl, Johannesburg’dan 6 yıl sonra doğal çevre tahribatı hızlanarak yol almaktadır.

Gelecek kuşaklar ile ilgili kaygıya gelince, bu güne bak anlarsın denecektir. Şimdilerde dünya nüfusunun %20’si dünya kaynaklarının [zenginliğinin densin] %86’sına sahip... Yaşayanlar arasındaki bu skandalı sorun etmeyenlerin gelecek kuşaklar kaygısının bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Kapitalizmin mantığı bir alana ikincisi bedava mantığıdır. BM Çevre ve Kalkınma Programı [UNEP] genel sekreteri Maurice Strong, 4 Nisan 1992’de: “Doğal kaynakların tahribiyle sonuçlanan kalkınma modelimiz sürdürülebilir değildir. Onu değiştirmek zorundayız” demişti. Doğal çevre tahribatının birinci sorumlusu ABD’nin başkanı [baba] George Bush M. Strong’a cevaben: “Yaşam standardımız pazarlık konusu değildir” diyordu... Daha sonra Bill Clinton da Kyoto Protokolü vesilesiyle: “ekonomimize zarar verecek hiçbir şeyin altına imza atmam” diyecekti... Elbette Afganistan ve Irak fatihi İkinci Bush, babasından ve Clinton’dan geri kalacak değildi... Bir Amerikalı sanayici: “Hem ozon tabakasının hem de Amerikan sanayisinin birlikte varolmalarını isteriz” diyor... Sürdürülebilir kalkınma kavramı en çok ‘yardımsever’ ve ‘hümanist’ aydınları, bir de akademi taifesini büyüledi. Gerçek dünyada ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını bilmedikleri, bilmek için yeterli çaba da harcamadıkları bu kavramı şimdilik mevcut durumu sürdürmek için kullanmaya devam ediyorlar ama asıl söz konusu olan tam bir sürdürülemezlik tablosudur. O halde iki şey: Ya vakitlice kapitalist mantığın dışına çıkılacak, ya da sürdürülemezlik mukadder olacak. ‘Büyük İnsanlık’ böyle bir kadere razı olabilir mi? Eğer olmak istemiyorsa, öncelikle bilincini kirleten ‘zehirli kavramlardan’ ve söylemlerden yakayı kurtarması gerekiyor. Velhasıl sorun bilinci özgürleştirecek bir kültür devrimiyle, yeni bir paradigma oluşturmakla ilgili ve bu mümkün...

[1] Aktaran: Sadruddin Aga Khan: Le Développment duarible, une notion pervertie.