Türkiye’de aydın genel olarak korkaktır. İstisnalar bu kuralı bozmuyorlar. Tam aksine kuralı doğruluyorlar.
Türkiye’de aydın devlete bağımlıdır. Bu sadece devletten maaş alanları kapsamıyor. Bu sadece onun devletten maaş aldığı anlamına da gelmez. Bu bağlılık devletten maaş aldıkları için işverenine/patronuna İş Kanunu ve diğer tüzel düzenlememler gereği bir bağımlılık da değildir.
Devlete hal ve gidiş, tavır alışları, bırakın tavır alışları öyle şey olur mu canım, yatıp kalkmalarıyla, elleri ve kolları bağlı, bağımlıdırlar. Neredeyse herşeylerini devletten/yukarıdan gelen emirler çerçevesinde ifa ederler. Yerine getirirler.
Bağımsız, yani bir okumuş yazmışa gerçekten aydın sıfatını kazandıran birincil önemdeki özelliklerden birine sahip değildir bu tür aydın.
Bu tür aydın tutarsızdır. Aslında hiç tutmaz demek daha yerinde olacaktır: Devletin tut dediğinin dışındakileri tutmaz!
Kravatla yatar, kravatla kalkar. Veya kalkmaz. Devlet nasıl isterrse öyle yapar.
Ciddiyeti somurtkanlıkla, somurtmakla karıştırır. Ağzına gözüne bulaştırır.
Tebessüm etmeyi bir şeker bayramında unutmuştur çünkü.
Evet kimi zaman devletin/yukarının denetim ve vesayeti altında kimi tavırlar takındığı oluyor ama bağımsız tavır takınmaktan fena halde korkuyor.
1960’lı yılların kendine özgü ve göreceli özgürlük koşullarında, kimi aydın, ilk kez ve daha geniş bir biçimde diyelim, işçi hareketi ve sosyalist mücadele ile ilişkiye/titreşime girdi. Sandı ki sosyalizm kısa süre içinde gelecek (Eh, Ekim 1965 milletvekili seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekili elde edince aritmetik hesaplar yapan çok bilmişler 1970’lerde iktidara geleceğimizi müjdelemekte bir sakınca görmediler!!) ve aydına mahsus ayrıcalıklı bir konum elde edecek. Bu hepsi için geçerli değildi elbette. Samimi olanların sayısı da azınsanamayacak kadardı. Ama genel eğilim fırsatcıydı. Yanlıydı. Kariyeristti.
Geleçeğin bürokratları kravatlarını içki sofrasında bile çıkarmayarak kendilerini ele veriyorlardı. Ama gecekondulara, fabrikalara, tarlalara gitmiyorlardı.
Müjdelenen ve beklenen zamanında gelmedi. 12 Mart 1971 askeri darbesi devrimcilerle birlikte belli sayıda aydının da tutuklanmasına, insanlık dışı akıl almaz işkencelere tabi tutulmalarına, hapsedilmelerine neden oldu.
Bu dramatik olaylar, aydınlarla devrimciler arasında ilişkilerin dönüm noktasıdır ve kopuşun başlangıcıdır.
Evet çünkü siyasi gelişmelerin izlediği seyirden fena halde korkan aydınlar, neredeyse bütün aydınlar, işçi hareketinden ve devrimci mücadeleden uzaklaştılar.
Devletten gelecek baskı ve zulmden korunmak için hazırlıklı değildiler. Kimseyi suçlamak istemem ama gerçek te buydu. (Bu arada herşeye rağmen sosyalist hareket içinde kavgalarını sürdürenleri ve 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra yurtdışına çıkmak zorunda kalanları da bu şemanın dışında değerlendirmek gerekiyor mutlaka.Bu daha sonraki yılların sorunudur.)
12 Mart 1971 askeri darbesini izleyen aylarda ve yıllarda, 1960’ların radikalizminden, hatta kimileri için kraldan fazla kralcı radikalizminden renksizliğe ve teslimiyete ve nihayet yozlaşmaya, unufak olmaya doğru inişe geçti aydın(lar).
Oysa aynı aylarda, aynı yılarda, aynı günlerde, darbeninin birinci derecede hedeflediği isimlerden biri olan Yılmaz Güney gittikçe daha radikal, gittikçe daha devrimci tavırlar takındı.
İşte aydın(lar) ile Yılmaz Güney arasındaki en önemli fark buradadır. Ve bu fark Yılmaz Güney ile öbürleri arasındaki boşanmanın ve uzaklaşmanın da tutanağıdır.
1974’te Genel Af Kanunu’ndan yararlanarak çıktıktan sonra Yılmaz Güney siyasi tavrını hemen koyar : O günlerde İstanbul’da düzenlenen Özgürlük ve Demokrasi Gecesi’nde aynen şunları dile getiriyor :
„Bizim safımız halkımızın safıdır. Düşmanımız emperyalizm ve oligarşidir. Bu mücadelemizde üstüme düşeni yapmaya hazırım.“
Son iki yılını geçirdiği hapishanede, çevresinde birçok devrimci grubun toparlanması için çalışan Güney, bunu yasal düzeyde en iyi biçimde gerçekleştirebileceğini umuyordu. Bu günler Güney’in hem kendisiyle hem de aydınlarla hesaplaştığı günlerdir.
O günlerde CHP Güney’e milletvekililliği adaylığı önerdi. Güney redetti. Çünkü onun gönlü solda büyük bir cephe kurmaktan yanaydı. Ama bunu gerçekleştiremedi. Zaten özgürlük günleri de çok kısa sürdü. Ve bu işin istediği sonuca ulaştırılamamasında çevresinde yetkin ve yeterli sayıda aydın olmamasından hep dert yandı. Ekim 1981’den sonra gitmek zorunda kaldığı yurtdışında da ortak cephe kurmak için ugraştı ama bu kez de binbir engelle karşılaştı. Ve zamanı yetmedi. Toplam üç yıldan az bir süre yaşadığı yurtdışında bütün tasarılarını gerçekleştiremedi...
Şunu da vurgulamak lazım elbette : Türkiye’de ve yurtdışında Yılmaz Güney’in aydın tanımına uyan birçok arkadaşı, yoldaşı, yol arkadaşı oldu.
Burada maalesef hepsini sayma olanağımız yok. Öte yandan unutulanların eleştirisini de almak istemem. Ama son yıllarda arkadaşlığından onur duyduğu Tarık Akan, Şerif Gören ve Zeki Ökten’i saymamak da olmaz.
Güney, Ekim 1981 sonrasında, Paris’te de çok aydın tanıdı. Kimiyle “kafayı çekti”, dostça söyleşti. Kimiyle siyasi tavırların takınılması, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yapılanların teşhiri için eylemlerin düzenlenmesi, yayınların yapılması konusunda konuştu. Tartıştı. Onların listesi de çok uzun.
Türkiye’den Paris’e gelen aydın ve sanatçı yakınlarına, dostlarına, ustalarına ve arkadaşlarına Duvar’ı daha montajı tamamen bitmemişken, göstermekten kıvanç duydu.
Yılmaz Güney hiçbir arkadaşını, yoldaşını, “yol arkadaşını”, “kabadayılarını”, yakınlarını hiç bir zaman ve hiç bir yerde unutmadı. Onları asla yalnız bırakmadı, ihtiyacı olana yardım etmekten asla kaçınmadı.
En hoşlandığı şeylerden biri konuk gelen bir dostunu mükellef bir akşam yemeğinden sonra, Paris’te dolaştırmaktı. Paris, Işık-Kent, Seyir-Kent, Gösteri-Kent, başkent geniş bulvarları, cadde ve sokakları ve sinemalarıyla pırıl pırıl. Adana’nın çocukluk anılarının, İstanbul’un salaş meyhanelerinin, “Güzel Marmara” günlerinin Paris’lere taşınmasıdır bu.
Yılmaz dinlemeye doymuyordu. Ali Özgentürk anlatsın. Atıf Yılmaz anlattı. Başkaları da var: Anlatmalarını bekliyoruz.
Yılmaz hiç kimseyi unutmadı. Kadirbilirdi. Arkadaşlarını severdi.
Arkadaşlarını ve sembolleri.
Güney’in aydınları oldu evet.
Bir de hiç sevmediği, hiç beğenmediği “aydınlar” vardı. Yılmaz Güney bu sonuncularla değişik biçimlerde hesaplaştı. Ve bu tür aydınlarla hesaplaşmasını film ve yapıtlarında sürdürdü/sürdürüyor.
Mücadelesinde ve eylemlerinde etrafında yeterince aydın bulamamaktan yakındığı da biliniyor.
Güney yurtdışında tanındı, kıymeti bilindi, övüldü ve saygı gördü. Ama maalesef Türkiye’de, kendi ülkesinde, aydınlardan beklediği, umduğu gerekli ve yeterli ilgiyi göremedi. Yılmaz’ın aydını vardı. Bir de aydınları...
Arkadaş’taki Cemil tipi örneğin Yılmaz Güney’in tahammül edemeyeceği bir “aydın”dır.
Onun için bu tipi filmin başından sonuna eleştirir. Yerden yere vurur Cemil’i.
Yılmaz Güney sadece Arkadaş’ta değil, Umut’ta ve bütün yapıtlarında da bindirir bu tür aydınlara.
Burada, Paris’teki günlerinin yol arkadaşlarından Yılmaz Sağlıkçı’ya bırakıyorum sözü:
“Güney kimi aydınlarımızca yalnız bırakılmak istendi. O aydınlardan kopuktu... Ama etrafında her zaman insanlar toplandı. Aydınlar onu belki sevmedi, ama halk onu bağrına bastı.”
Güney’in halk adamı olması belki bundan.
Güney’le hapishane arkadaşı, sonra yoldaşı, günümüzün ressamı İsmail Yıldırım ise bu konuda şunları anlatıyor:
“Yılmaz Güney, Türk aydınının, piyasadaki Türk aydınının çizdiği formların çok dışında şeyler yaptı. Bir yerde entellektüel ortamda bazen ‘kapıları tekmeleyerek’ bazı yerlere girmiştir. İlk zamanlarında, hiç kimse Güney’i gereken ilgiyle izlemek zahmetini göstermemiştir. Ayrıca bu konu üzerinde iki satır yazı da yazılmamıştır. Oysa Güney bu vurdumduymazlığın filmini çekmek istiyordu. Siyasi ilişkilerinde, tavır alışlarında, Güney, Türkiye’deki alışılagelmiş o entellektüel formların dışında bir insandır. Belki bu yüzden Güney uzun süre aydınlarca kabul edilmek istenmedi. Bu onu üzdü.
Düşman filminin senaryosunda bulunan, ancak çekilmeyen bir bölüm vardır. Bu bölüm Güney’in Türk entellektüellerini nasıl değerlendirdiğini anlatan çok ilginç bir pasajdır. Ve çekilmemiş olması bence büyük bir kayıptır. Film, bildiğiniz gibi, kahraman İstanbul’a doğru otobüsle yol alırken bitiyor. Çekilmeyen bölüm ise şöyledir:
Kahraman İstanbul’a gelmiş, iş aramaktadır. O sırada eşi de İstanbul’dadır. Ve eşi üçüncü sınıf bir pavyonda şarkıcılık yaparak hayatını kazanmaktadır. Kahraman bir gün gazetede gördüğü bir ölüm haberinden eşinin öldüğünü öğrenir. Eşinin, alanı, yakını, sahibi olmadığı için ölüsü morgda kalmıştır. Kahraman, eşine acır ve gidip ‘ölüsünü morgdan alıp, defnedeyim’ der. Bu amaçla yola çıkar. Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde morgu ararken, önüne Türkiye’de belirgin entellektüel tipi anımsatan bir yüz çıkar. Ve ona ‘Morg nerede?’ diye sorar. Entellektüel tarif eder. Kahraman bu tarife göre gider. Vardığı yer Papirüs’tür. İçeri girer. Karşısına yine tipik bir entellektüel çıkar. Ona ‘Morg burası mı?’ diye sorar. Ve öbürü ‘Evet, morg burası, kimi arıyorsunuz?’ der.
Burada, Papirüs, yani o yılların aydınlarının ‘takıldığı’ yerlerden biri, sembolik olarak morgla eş tutuluyor.
Öte yandan, aynı filmde, evdeki kavga sahnelerinin birinde, duvara asılı kimi ünlünün resimlerini kahramanlarına yırttırması da boşuna değildir.
Güney’le aydınlar arasında bir anlaşmazlık vardı. Güney, Aydınların halktan kopuk ve halkı anlama yeteneğinden yoksun olduklarını söylüyordu.
Paris’teki yaşamı boyunca da, Paris’te eskiden beri yaşayan birtakım entellektüelin davranışları da acımasız ve tatsızdı. Kendi vardıkları yeri hazmedememiş kimi aydın, Güney’e ve filmlerine karşı züppe tavırlar takındılar.
Bir kısmı Duvar konusunda, önce ‘Ona şöyle akıl verdim, ama o yapmadı’ türünden gerçekle ilgisi olmayan şeyler ileri sürdüler. Bunlar aslında kendi egolarını tatmin ediyorlardı.
Hepimiz biliyoruz ki, bu konuda hiç biri Güney’e herhangi bir yardımda bulunmadı. Dahası Duvar’a ilişkin kimi eleştirilerde ‘filmin sertliği’ gibi şeyler yazılınca, ‘Bizimkiler’ de Parisliler gibi konuşmaya başladılar. Ama hiç biri ne ön ne de son eleştirilerini yazma cesaretini gösterdi.”
Bunların hepsi doğru : O kadar ki yıllardır Paris’te bir tür “Türk muhalefet merkezi” rolünü üstlenen eski ve yeni tüfekler Yılmaz Güney’in parlamasından feci biçimde kıskançlık duydular.
Yılmaz Güney’in dostları arasında Bilge Olgaç, Semra Özdamar ve Osman Şahin’i de saymalıyız.
İlyas Salman, kanımca, Yılmaz Güney’in aydın tanımına uyan ender sanatçılardan biridir. Dahası Yılmaz’ı en doğru biçimde anlayanlardan biri de odur. Özgür Gündem (Almanya baskısı) 7 Aralık 1992’de İlyas Salman’la yapılan bir söyleşiyi yayınladı. Sanatçımız, Güney için şunları söylüyor:
“Yılmaz Güney’in (sinemayı) seçimi çok bilinçli bir seçimdi. Türkiye’de sinema 50’li yıllardan sonra insanımıza ulaşmaya başladı. Yılmaz Güney 1959’da yazdığı Üç Bilinmeyenli Denklem adlı hikayesi yüzünden hapse girmiş adamdır. Sonradan sosyalist olmuş bir adam değil... Vurdulu kırdılı filmleri çektiği dönemde de Yılmaz Güney sosyalistti. Önce bu halka kendini kabul ettirmesi gerekiyordu. Başka türlü hareket etseydi, ilk anda baltalanır, ne Umut’u, ne Sürü’yü, ne Arkadaş’ı, ne de Yol’u yapabilirdi. Hiç birisini yapamazdı. Kendine böyle bir yol seçti ve bu yol doğruydu.”
Yılmaz Güney’in aydınları sağlamdır. Halkını anlar. Halkıyla çay-kahve içmelidir. Bulgur pilavı, çiğ köfte yiyebilmelidir. Eylemde onunla birarada ve birlikte olmalıdır. Nitekim bu çerçeve içinde Yılmaz Güney’in amacı mümkün olan engeniş kapsamda anlaşabilecek sayıda devrimci örgüt, parti ve kişiyi bir cephede toplamaktı.
Cephe kurulurken ve özellikle de kurulduktan sonra aydınlar da orada yerlerini almalıydı. Ama kendisi ülkesinin yarattığı en iyi aydınlardan biri olarak bu oluşuma katkıda bulunmak, katkı ne demek bu oluşumun gerekirse lokomotifliğini üstlenmek, için elinden geleni yaptı. Ama aydınlardan beklediğini bulamadı maalesef.
Yılmaz Güney bir yazısında aydınlar konusunda şunların altını çiziyor:
“İşçilerin, köylülerin devrim saflarına kazanılması daha kolaydır. Aydınların kazanılması daha zordur. Fakat bu zorluğun yenilmesi, aydınların gerçekten proleter devrimci saflara kazanılması devrimin hızında tayin edici bir yükselişe neden olur. Çünkü devrimin, gerçek anlamda proleter aydınlara ihtiyacı vardır.”
Siyasi liderler ve siyasi partilerle aydınlar arasında her zaman varolan anlaşmazlığın/anlaşamamazlığın ve kimi kez uçurumların aşılması bağlamında Yılmaz Güney’in söyledikleri ve yazdıkları işe yarayacak nitelikler taşıyorlar. Bu açıdan da yazdıklarının mutlaka okunması gerekiyor.
NOT:
M. ŞEHMUS GÜZEL YILMAZ GÜNEY’E İLİŞKİN ŞU ÜÇ KİTABIN YAZARIDIR:
İNSAN YILMAZ GÜNEY, KAYNAK YAYINLARI, İSTANBUL, 1994.
ÖZGÜR YILMAZ GÜNEY, GÜNEY DERGİSİ YAYINLARI, HAMBURG, 1996.
YILMAZ GÜNEY HAZİNESİ, PERİ YAYINLARI, İSTANBUL, 2006.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder