8 Ocak 2012 Pazar

ADİL OKAY İLE SÖYLEŞİ...



ADİL OKAY İLE SÖYLEŞİ - EYLÜL KÜLTÜR EDEBİYAT DERGİSİ



1- Eylül: 1980 öncesi politik nedenlerle Adana ve Ankara cezaevlerinde yatmışsınız. O dönemin hapishane koşullarını bugünün koşullarıyla olumlu-olumsuz kıyaslayabilir misiniz?

Adil Okay: Apayrı iki dünya diyebilirim. 1980 öncesi biz 50-100-150 kişilik koğuşlarda kalıyorduk. Koğuşlar arası ilişkimizde serbestti. Dolayısıyla psikolojik olarak rahattık. Örneğin ilk yakalanma sonrası sorgu -gözaltı- işkence bitip de cezaevine girince rahatlıyorduk. Kolektif çalışma, üretim ve dayanışma vardı. Ortak yemek yapar, seminerler verir, türkü söylerdik. İçimizden birine yönelik hücre cezası durumunda hep beraber –yüzlerce insan- karşı çıkardık. Elbette o dönemde de esaret esaretti. Ben F tipi cezaevleriyle ilgili yazdığım bir yazıda: F tipi denilen hücreleri, ölüm odalarına benzetmiştim de bana öncelikle oralarda yatan, yazıştığım arkadaşlar karşı çıkmışlardı. “Biz demişlerdi (İbrahim şahin ile 27 yıldır tutsak olan hasan Gülbahar) F tiplerinde de düşmana inat yaşıyor ve üretiyoruz.” Ben de bu söylemimi düzeltmiştim. Ama elbette F tipleri ile eski koğuş sistemi arasında büyük fark vardı. Biz nispeten daha rahattık. Ayrıca F tiplerinde hak ihlalleri inanılmaz boyutlarda. Bir cezaevinde serbest olan renkli kalem diğerinde yasak. Adalet bakanını suçladığımız balonlar mevzuu da bu hak ihlalllerine önemli bir örnekti. Kızım Öykü’nün yolladığı balonlar bir cezaevinde tutsaklara verilirken diğerinde sakıncalı ve tehlikeli sayılmış, verilmemişti. Biz de bunun üzerine basın toplantısı yapmıştık. Konu mecliste de tartışılmış ve dönemin Adalet bakanı Sadullah Ergin, “çocuk Öykü’nün balonları hukuku gevşetir, veremeyiz” diye bize yanıt vermişti. Bizim dönemimizde kitap, renkli kalem, balon v.s sınırı - sorunu yoktu. Bu gün hasta tutsakların sorunları apayrı bir hak ihlali. 3’lü protokol keza öyle. Bunlar bizim dönemimizde yoktu. Ama demokratikleştiği söylenilen 2011 Türkiyesinde var. Tabi şunun da altını çizmekte yarar var. 12 Eylül faşist darbesinden sonra Türkiye zindanları Hitler’in toplama kamplarını aratmayacak hale gelmişti. Özellikle Diyarbakır cezaevi. Bu gün bunlar konuşuluyor. Yazılıyor.

2- Eylül: Hapishane edebiyatı kavramından söz etmesek de, hapishanelerde üretilen ürünlerin edebiyatımızda ayrı bir yeri olmuştur. Sebahattin Ali’den, Nazım’a, Enver Gökçe’den Ahmed Arif’e kadar yüzlerce yazarımız mahpushanenin rahle-i tedrisatından geçmiştir. Mahpusluk sürecinin yazma ediminde ne gibi olumlu olumsuz etkileri bulunuyor. Örneğin sizi nasıl etkiledi.

Adil Okay: Ernest Hemingway, “yazmak için yaşayın ve yaşadıklarınızı yazın” demiştir. Doğal olarak hatıra biriktirmek önemlidir. Aynı zamanda gözlemlemek. Mahpus damında yatmayanlar, mahpusu yeterince betimleyemezler. Belki söyleşi yaparak, okuyarak, dinleyerek kurgu yaparlar ama yatan-yaşayan kadar yazamazlar. Örneğin ben F tiplerini yaşamadım- görmedim. Yatanlar kadar iyi betimleyemem. Sami Özbil’in ve Mircan Karaali’nin içeride yazdıkları romanları okuyunca ve gelen mektuplardan sonra bir fikir edinebildim. Belki ben de yazacağım bir öykü ya da romanda F tipi cezaevlerini betimleyebilirim. Ama elbette bu da kolay olmadı. F tiplerinden gelen yüzden fazla tutsağın, bine yakın mektubunu okudum. Başa dönersem benim hapishane edebiyatı kapsamında çok fazla eserim yok. Birkaç öykü ile birkaç şiir. Zira ben Adana ve Ankara cezaevlerinde kısa bir süre yattım. Toplam bir buçuk yıl. Benim çalışmalarımda daha çok sürgünün izleri var. Filistin’den Avrupa’ya uzanan 20 yıllık sürgün hayatım oldu. Bu gün biz geçmişimizi anlatırken mizaha başvuruyor, kendimizi ti’ye alıyoruz. Çoğu zaman anlatsak bile inandıramayız diyoruz. Neyse, ne diyordum evet belki bunları yaşamasaydık o zaman belki başarılı birer akademisyen falan olurduk. Örneğin ben üniversite de iken dersini geçemeyen arkadaşlara yüksek matematik, istatistik dersleri verirdim. Ama eğer başkaldırıp bu yola çıkmasaydık bu kadar çok hatıra biriktiremez, yazar olamayabilirdik. O zor yıllarda belki üretemedik ama biriktirdik. Hatıra biriktirdik. Birçok yazarın sahip olamayacağı malzemeye sahibiz- sahipsiniz. Bu bir avantaj. Ama olumlu mu olumsuz mu? Nelere mal oldu. Kaç yılımız feda oldu. Bu da yoruma açık. Adanmış hayatlar diyorum ben buna. Dışarıdaki insanlar daha iyi bir dünyada yaşasın diye adanmış hayatlardı sizinki- bizimki.

3- Eylül: 12 Mart edebiyatı ile 12 Eylül edebiyatı deyince ne aklınıza geliyor.

Adil Okay: Bu sorudan hareketle hapishane edebiyatının başka bir yanına dikkat çekmek istiyorum. Birçok yazar yatarken değil, çıktıktan sonra yazmıştır hapishaneyi. 1940 toplumcu edebiyat kuşağından zindan görmeyen yoktur. 12 Mart ve 12 Eylül darbesinden sonra içeri girenlerin çoğu da çıktıktan sonra yazmışlardır. Birkaç hafta önce hayatını kaybeden yazar Jorge Semprun’u bilirsiniz. II. Dünya savaşında direnişe katılmış, yakalanmış, Nazi toplama kamplarında kalmış ve sağ kurtulmuş, İspanyolca ve Fransızca yazan komünist bir yazardı. Daha sonra FKP’den ayrılmış ve İspanya kültür bakanı olmuştu. Ona, toplama kamplarından sağ kurtulduktan sonra neden on yıl boyunca yazmadığı sorulmuştu. Verdiği yanıt çarpıcıydı. “Çünkü” demişti, “o onyıl boyunca gaz odalarının kokusu ve çığlıklar peşimi bırakmamıştı”. 12 mart edebiyatı darbeden çok zaman geçmeden sonra yapıldı. Ama 12 Eylül edebiyatı – külliyatı aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra oluşmaya başladı. Zira 12 Eylül bu ülkenin en karanlık günlerinin başlangıcıydı. Bu darbeden zarar görenlerin çoğu, yazacak olanlar Jorge Semprun’un ifade ettiği gibi uzun süren bir travma yaşadılar. Çeyrek asır kendilerine gelemediler. Dışarıda kalan yani darbeden doğrudan zarar görmeyen usta kalemlerin neden bu toplumsal altüst oluş – bu trajedi hakkında yazmadığı sorusu sorulabilir. Ben de soruyorum. Bu da onların ayıbı diyorum.

4- Eylül: Örnek verebilir miyiz? Sizin eserlerinizi de 12 Eylül edebiyatı çerçevesinde değerlendirebilir miyiz?

Adil Okay: Evet. Bazılarını. Yolcu adlı öykü kitabımda da, 25. Saat adlı şiir kitabımda da, 12 Eylül ve Filistin Günlüğü adlı anı-belgesel çalışmam da bu dönemi betimler. En son yazdığım ve Türkiye’nin dört bir yanında – 40 kentte- sahneye konulan “karanlığın içinde Aydınlık yüzler- ölülerimiz Konuşuyor” adlı tiyatro oyunum da öyle. Gecikmeli de olsa 12 Eylül romanına olumlu örnekler var: Kaan Arslanoğlu, Hüseyin Şimşek, Hacay Yılmaz, Halil Genç, Nejat Elibol, Yücel Sarpdere, Öner Yağcı, A. Kadir konuk, Osman Akınhay, Şöhret Baltaş, Sevkuthan Karataş, Süheyla Acar, Ayşegül Devecioğlu, Hayri Argav, Pamuk Yıldız. 12 Eylül’ü o dönem cezaevlerini sorgulayan, betimleyen romanlar yazmıştır. Örnek vereyim: Pamuk Yıldız’ın “O hep aklımda” ile Osman Akınhay’ın “Gün ağarmasa” adlı romanları 1980-1990 Mamak gerçeğinden hareketle 12 Eylülü anlatır. Yıldız romanında, Yazması gerekenlerin neden yazmadığından, tanıklık yapmadıklarından, “içeride kahramanca direnenlerin bile” dışarı çıkınca neden bir unutma çabasına daldıklarını anlamaya, anlatmaya çalışır. (Bkz. S.356) Osman Akınhay, ‘Gün ağarmasa’da, roman kahramanına benzer sorgulamaları yaptırır. (S. 183.) Süheyla Acar, ‘Yağmurun yedi yüzü’ adlı romanında, içeriden çıkanların ya da sürgünden dönenlerin çocuklarıyla kurdukları travmatik ilişkiyi çok ustaca sorgular. (Bkz. S. 294-295.). Keza üzerinden atlanılmayacak bir yazar Şöhret Batlaş, ‘Koşarken Yavaşlar gibi’ adlı romanında bu kuşağın çocuklarını hem sakınıp hem devrimci yapmaya uğraştıklarından, çelişki yaşadıklarından söz eder. (Bkz. S. 131.)

5- Eylül: Her toplumsal sürecin sanat-edebiyat anlayışı ve özneleri oluşuyor. 80 öncesi toplumsal gerçekçi edebiyat ön plandayken bu gün ise arka planda. Bunun nedenlerini nasıl değerlendiriyorsunuz.

Adil Okay: Toplumsal gerçekçilik ya da bir diğer adıyla sosyalist gerçekçilik dünya edebiyatında bir dönemde iz bırakmıştır. Bu edebiyatı bilinçli - bilinçsiz slogan edebiyatla karıştıranlar olmuştur. Oysa her akımın devleri vardır. Ve akımlar o devlerle birlikte değerlendirilmelidir. Sosyalist gerçekçi edebiyat - sanat da, İlya Ehrenbourg’la, Mayakovski ile, Vertov ile, Nazım Hikmet, Ahmed Arif ile, Atilla İlhan ile, Vedat Türkali ile anılmalıdır. Toplumcu edebiyat, slogan edebiyat değildir. Bu bir karalama kampanyasının ucuz argümanıdır. Ben her akımın dünya kültür hazinesine katkısı olduğunu savunuyorum. Ayrıca toplumcu edebiyatın koşulları hala var. Geri planda görünmesinin nedeni eklektik olan post-modernizmin sanatı ve sanatçıyı meta olarak değerlendiren neo-liberalizmin saldırısıdır. Kapitalizm belki maske değişitirdi ama onun insanlığa ve doğaya saldırısı ve tahribatı hala sürüyor. Savaşlar, işgaller, sömürü, daha çok kâr için doğanın katledilmesi sürüyor. Umut ve ütopya sorunu başladı. İnsanlarda “başka bir dünya mümkün” diyecek umut ve ütopya kalmadı. Bu umudu ve ütopyayı besleyenler de azınlığa düştü. O nedenle şimdilerde, “hâlâ mı toplumcu edebiyat” diye burun kıvıran “eleştirmenler” çoğaldı. “Sanat, politika dışı - tarafsız olmalıdır”, diye vaaz verenler çoğaldı. Oysa bizzat onlar politika yapıyor. Kapitalizmi, var olan sistemi savunarak politika yapıyorlar. Ya da “sosyalizm öldü” diyerek politika yapıyorlar. Biz ise sınıfsız, sınırsız bir dünya ülküsünden bahsedince burun kıvırıyorlar. Her baskı döneminde egemenlerin kalemşorları olan yazar ve sanatçılar olmuştur. Hatta dönenler. Bu dönem biraz çoğalmış görünüyorlar hepsi o kadar.

6- Eylül: Son yıllarda hapishanelerde üretilenlere yönelik, edebiyat çevrelerinde ve yayınevlerinde küçümseme algısı seziliyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz.


Adil Okay: Halen cezaevinde yatan arkadaşların bazı eserlerini okudum. Ama değerlendirme yapmam zor. Mircan Karaali’nin, ‘Gorki’nin Gitarı’ ile Sami Özbil’in ‘Soluk Soluğa’ adlı romanlarında, 1990 sonrası Türkiye manzarası ve F tipleri ustaca betimleniyordu. Daha iyi yazılamaz mıydı? Elbette. Ama ben sıkılmadan okudum. Hem bilgilendim. Hem roman tadı aldım. Keza Enver Özkartal’ın, Hasan Şahingöz’ün, Deniz Faruk Zeren’in şiirlerinde estetik bir düzey gözlemledim. Mehmet Boğatekin, Ahmet Bilge ve Aynur Epli’nin de çizimleri usta işiydi. Ayrıca daha saymakla bitiremeyeceğim yetenek var içeride. Yoktan var eden yetenekler. Kızım Öykü’ye yollanan el işleri hediyeler bile insanı şaşırtmaya yetiyor. ‘Görülmüştür- Mahpus Resimleri Sergisi’ni açtığımızda bunların hepsi çok dikkat çekti. Ressam diyebileceğimiz insanlar tarafından bile beğeni topladı. Ayrıca Erdal Süsem’in, Ayhan Kavak’ın, Kasım Karataş’ın, Ozan Veli’nin, Turan Demir’in, Erol Zavar’ın, Barış Açıkel’in, …. … …ve kitabı olmayan birçok arkadaşın çalışmaları da dışarıdaki birçok kitaplı yazardan daha düzeyli diyebilirim. Örneğin Hasan Gülbahar bana sürgüne gidişini betimleyen bir mektup yollamıştı, betimlemelerine hayran olmamak elde değildi. Tabi henüz yazın dili olgunlaşmamış arkadaşlar da var. Nasıl dışarıda olan ve yazı ile uğraşan bazı arkadaşların çalışmaları henüz yayınlanacak düzeyde değilse, içeride olan bazı arkadaşların çalışmaları da öyle. Çalışmak gerekiyor. Ve çok okumak. Yazmak. Yeniden yazmak. Diğer yandan ne yazık ki bizim diyebileceğimiz küçük yayınevleri krizde. Kitap yayınlamak kolay değil. İçerideki arkadaşların da bunu bilmesinde yarar var. En iyisi dergilerden başlamak. İşte Eylül gibi birkaç dergi de bu nedenle var ve yaşamalılar.

7- Eylül: Yazarla aidiyet duygusu yani yazarla politik çevre arasındaki ilişki konusunda ne düşünüyorsunuz. Kimileri yazarın eğer politik bir yapı ile organik bağı olursa özgür olamayacağını söylüyor.


Adil Okay: Şimdi ister bir örgüt-parti ile organik bağı olsun, ister olmasın sanatçı üretmeye devam eder. Bir sanatçı aşkına şiir yazarken, beste yaparken veya toplumsal bir konuda (savaş, sömürü, haksızlık v.s) etkilenip eser üretirken şanı, şöhreti, kariyeri, parayı düşünmez. Öncelikle kendi için, sonra da toplum için üretir. Satış, sonraki aşamada gündeme gelir. Kimi zaman örgütlü olmak o sanatçının eserlerinin daha geniş kitleye ulaşması için bir avantaj bile sayılabilir. Kimi zaman da ‘falanca örgütün adamı’ diye sansüre uğramasına da yol açabilir. Her iki durumda da başarılı eserler veren toplumcu yazarlar- şairler var. Gramsci’nin organik aydın tanımını biliyoruz. Ama bu gün bir siyasi yapıyla doğrudan organik ilişkisi olmayan sosyalist aydınlar da var. Yazar, şair ve sanatçılar da var. Koşullar farklı. Belki devrim aşaması- iç savaş aşaması olsaydı o zaman farklı değerlendirebilirdik. 2. Dünya savaşı döneminde sürrealist yazarlar bile komünistlerin safında direnişe katılmışlardır. Toplumcu gerçekçi eserler vermişlerdir. Bu gün Vedat Türkali, Sezai Sarıoğlu, Şükrü Erbaş gibi toplumcu şair ve yazarların, Fikret başkaya, Sibel Özbudun, İsmail Beşikçi ve Haluk Gerger gibi aydınların bildiğim kadarıyla bir politik parti ve - veya örgütle organik bağları yok. Yok diye üretmiyorlar mı? Çalışmalarından biz hepimiz yararlanmıyor muyuz? Ama bağı olup üretenler de var. Sonuç itibariyle bağ-aidiyet kavramını yeniden sorgulamakta yarar var. Maksim Gorki ile Jdanov’un 1930’da Moskova yazarlar kongresinde temellerini attığı sosyalist gerçekçilik manifestosundan bu yana çok zaman geçti. Kapitalizm ve anti-kapitalist mücadele biçimleri bu süreçte değişti. Yarı-feodal ülkeler bu gün çarpık markık ama kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu ülkeler konumuna geldi. Beğenelim beğenmeyelim (Sovyetler- Çin – Arnavutluk kutupları) bir sosyalist sistem vardı. Yıkıldı. Bu gün neo-liberalizmden ve onun sanatta ve felsefedeki uzantısı post-modernizmden söz ediyoruz. Yeni mücadele biçimlerinden söz ediyoruz. Eskiden doğanın tahribatı bu boyutlarda değildi. Şimdi çevrecilikten ve çevreci örgütlerle diyalogdan, ittifaktan söz ediyoruz. Örneğin ben tarafsız değilim. Tarafım. Anti-kapitalist mücadelenin içindeyim. Devrim ve Sosyalim mücadelesinin yanı sıra nükleer santrallere karşı mücadele içinde de yerimi alıyorum. Kadın sorunu, kimlik sorunu, ana dilde eğitim sorunu için de kelam ediyorum. Bağım olan demokratik kitle örgütleri, ilişkide olduğum, yazdığım yayın organları da var. Yukarıda adlarını saydığım, “bağımsız” sayılan-görünen insanların da birlikte çalıştıkları kurumlar var. Ne organik bağı olanları, ne de olmayanları suçlamamak- küçümsememek gerekiyor. Üretime – işe bakmak daha doğru gibi geliyor bana. Ama bu yazarların mutlaka “bağımsız” olması gerektiğini savunduğum anlamına gelmiyor. Yazar - şair ve aydınların her dönem haksızlığa - adaletsizliğe karşı muhalif ve müdahil olması gerektiğine inanıyorum. Aslolan budur bence.

8- Eylül: Sanatın endüstrileştirildiği, sanatın metalaştırıldığı bu dönemde hapishanelerde üretilenlerin yayınlanması ve kitlelerle buluşmasının çok sınırlı araçları bulunuyor. Bunu aşmak için ne yapmak gerekiyor sizce. Ayrıca hapishanelere olan duyarlılığı yeterli görüyor musunuz?


Adil Okay: İnanır mısınız aynı sorunu biz, dışarıda olan muhalif yazar ve şairler de yaşıyoruz. Toplumcu ressamlar sergi salonu bulamıyor, şair ve yazarlar yayın evi bulamıyor. Bulsak da reklam yapamadığımız hatta reklama karşı olduğumuz için kitaplarımız satmıyor. Ben iman gücüyle dağıtıyoruz kitaplarımızı diyorum. Tekelci medya bize sayfa ayırmıyor, TV’lerde ana haberlerde geçmiyoruz. Bilbordlarda da reklamımız yapılmıyor. Çoğu zaman damgalanıp festivallere v.s de çağrılmıyoruz. Kendi aramızda dayanışmaya çalışıyoruz. Bu nedenle iman gücüyle diyorum. Ne yapılabilir. Hapishanelerde bulunan şair, yazar ve sanatçılar için. Sol dergiler ve gazeteler bu arkadaşların ürünlerine daha çok yer verebilir. Dışarıda olan yazar ve şairler bu arkadaşlarla daha çok dayanışma içinde olabilirler. Elbette ki yeterli görmüyorum. Elimde 100 adet kartpostal ve zarf günlerce dolaştığım zamanlar daha çok görüyordum bu yetersizliği. Yani duyarsızlığı. Ya da hasta tutsaklarla ilgili bir basın açıklamasında, etkinlikte 100 kişiyi bulamayınca fark ediyordum duyarsızlığı.

9- Eylül: Bildiğimiz kadarıyla İHD çalışanısınız. Mahpuslarla ilgili etkinliklerde önemli katkılarınız oldu. Neler yapıldı. İstediğiniz sonuçlar elde edildi mi?


Adil Okay: Evet. Başta İHD’nin ve diğer demokratik kitle örgütlerinin politik tutsaklarla dayanışma anlamında yararlı çalışmaları var. Ben de İHD çatısı altında ‘Görülmüştür- mahpus resimleri Sergisi’nin örgütlenmesinde görev aldım. Çoğunluğu kızım Öykü’ye gelen resim ve desenleri, mektup, görülmüştür mühürlü zarf ve mahpus fotoğraflarıyla birlikte sergilememiz çok ilgi çekti. Sergiyi Yurt dışına da taşıdım. Sergi boyunca yüzlerce tutsağın adlarının ve adreslerinin olduğu sepetten insanların birer adres alması ve cezaevi arkadaşı seçmesi için çaba harcadık. Az da olsa yararımız oldu diye düşünüyorum. En azından hasta tutsakların varlığından haberdar oldu insanlar. İçeride de üreten insanların varlığından haberdar oldular. Resim ve desenler bir yana, sergiyi izleyenler mahpus mektuplarını okuyunca, cezaevinde yatanların da üreten, üzülen, sevinen bizler gibi insanlar olduklarını, daha iyi bir dünya için mücadele sürecinde tutsak düştüklerini görmüş oldular. Çevremde hayatında ilk defa cezaevlerine mektup yollayan insanlar olduğunu görmek, gözlemlemek elbette beni umutlandırdı. Yeterli mi? Hayır?

10- Eylül: Eylül okurlarına söyleyeceğiniz son söz…


Adil Okay: Eylül gibi dergileri okuyalım. Tanıtalım. Yaşatalım derim.

Kaynakça: Eylül Kültür Edebiyat Dergisi. Yıl 1. Sayı 5. Kasım Aralık 2011

Hiç yorum yok: