15 Mayıs 2008 Perşembe

İfade Özgürlüğü ve Yargı

















Sosyolog Dr. İsmail Beşikçi



”Köyler, evler yakıldı, yıkıldı. Yakılan-yıkılan köyler Kürt köyleriydi. Binilerce köy yakıldı, yıkıldı. Milyonlarca Kürt insanı yerini yurdunu terke zorlandı. Ormanlar yakıldı, temel geçim kaynakları tahrip edildi. Türkiye’nin batı yörelerinde ağaç diken, orman oluşturan devlet Kürt bölgelerinde orman yakmayı sistematik bir hale getirdi. Bu sayısız operasyonların bir kısmıyla ilgili davalar da oldu…”



İfade özgürlüğünün kurumlaşması, bir toplumda demokrasinin de bilim ve sanatın da temel koşuludur. Bu düşünceyi şu şekilde geliştirmek mümkündür:

İnsan hakları, genel olarak negatif haklar ve pozitif haklar diye iki ana gruba ayrılmaktadır. Negatif haklar kategorisi altında kişisel haklar ve siyasal haklar sıralanmaktadır. Pozitif haklar dizisinde de, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar yer almaktadır. Bu iki ana hak kategorisine, son yıllarda, üçüncü bir kategori olarak dayanışma hakları ilave edilmektedir. Düşün özgürlüğü veya ifade özgürlüğü bütün bu hak kategorilerinin temelinde yer almaktadır. Kişisel veya siyasal hakların da, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların da ve dayanışma haklarının da temelinde yer almaktadır. Düşün özgürlüğü veya ifade özgürlüğü demokratik rejimin temelinde yer alan bir yapıtaşıdır. Herhangi bir siyasal sistemi belirleyen, siyasal sisteme içeriğini veren temel unsur sistem içinde ifade özgürlüğünün var olup olmadığıdır, ifade özgürlüğünün kurumlaşıp kurumlaşmadığıdır. Bir siyasal sisteme demokratik diyebilmek için, o sistem içinde, ifade özgürlüğü kısıtlamasız bir şekilde yer almalıdır. O toplumda ifade özgürlüğü kurumlaşmalıdır. İfade özgürlüğü, toplumda geçerli olan genel kabul gören düşünceleri sarsabilecek düşünceleri ifade edebilmek için gerekir. Toplum tarafından genel olarak kabul gören, genel geçer düşüncelere aykırı düşünceleri açıklamak için gerekir.

İfade özgürlüğü, çağdaş uygarlığında ana göstergelerinden biridir. Geçmişte kendi halkına karşı ayıbı olmayan, kendi tarihiyle, geçmişiyle yüzleşebilen devletler ifade özgürlüğünü kısıtlamazlar, kısıtlama gereği duymazlar. Tarihsel geçmişiyle hesaplaşamayan, bunu gündemine alamayan bir devletin, hükümetin, ifade özgürlüğünü engelleme ihtiyacını duyması anlaşılır bir durumdur.

Siyaset, devlet içinde, siyasal iktidara ilişkin bir faaliyettir. Siyasal sistem, iktidara, otoriteye ilişkin insan ilişkileri örgüsüdür. Siyaset, bir toplumda, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkiyle yani, siyasal rejim sorunuyla da ilişkilidir. Demokratik rejimlerde, insanlar, toplumlar, siyasal iktidarı etkileyebilmek, isteklerini, beklentilerini siyasal iktidara duyurabilmek için çeşitli biçimlerde örgütler kurarlar. Toplumsal ve siyasal istemlerinin, beklentilerini, bu örgütler aracılığıyla dile getirirler. Bunun için ifade özgürlüğü yine önemlidir. İnsanlar, toplumlar, düşüncelerini, isteklerini, beklentilerini ancak, özgür düşün ortamında, ifade özgürlüğü ortamında dile getirebilirler.

Düşün özgürlüğü, özgür eleştiri, demokratik siyasal sistemin, demokratik siyasal rejimin temel koşulu, olmazsa olmaz koşulu olduğu gibi, düşün hayatının, bilim ve sanat hayatının da ana koşuludur. Kanımca ifade özgürlüğü ile, bilim özgürlüğü, sanat özgürlüğü birbirlerinden ayrı kavramlar değildir. Temel kavram elbette düşün özgürlüğü, ifade özgürlüğü kavramıdır. Bilim özgürlüğü ve sanat özgürlüğü de ifade özgürlüğüne bağlı bir kavramdır. İfade özgürlüğünün olmadığı, kısıtlandığı bir toplumda, bir siyasal sistemde bilim özgürlüğünün, sanat özgürlüğünün olması, yaşanması mümkün değildir. Bir siyasal sistemde, “düşün özgürlüğüne ilişkin bazı sınırlamalar vardır ama, bilim ve sanat özgürlüğü konusunda bir sınırlama yoktur” önermesi doğru bir önerme değildir. Bu önerme olgular tarafından her zaman çürütülebilir. Son yıllardaki bazı aktüel gelişmeleri hatırlayalım. Bazı üniversite profesörleri hakkında soruşturmalar, davalar açılmıştır. Prof. Dr. Baskın Oran, Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Prof. Dr. Atilla Yayla bunlardan bazılarıdır. Mahkumiyet hükümleri verilmiştir. Bu soruşturmalar, davalar ve mahkumiyetler bilim özgürlüğünün olmadığının çok açık bir göstergesidir.
1982 anayasasının 26. maddesi düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetin düzenlemektedir. 27. maddede de bilim ve sanat hürriyeti düzenlenmiştir. Bu hürriyetlerin ayrı ayrı düzenlenmesi şöyle bir izlenim yaratmaktadır. Düşünceye açıklama özgürlüğü kısıtlanabilir ama, bilim ve sanat hürriyeti kısıtlanamaz. Bu izlenim elbette bir yanılgıya dayanmaktadır. Düşün özgürlüğünün olmadığı, kurumlaşmadığı bir siyasal sistemde, bilimin ve sanatın özgürce gelişmesinden söz edilemez, bilim ve sanat hürriyetinden söz edilemez. Nitekim 1982 anayasasının Yüksek Öğretim kurumlarının düzenleyen 130 ve 131. maddelerinde, düşün yasakları açık bir şekilde sıralanmaktadır.

1961 anayasasında da durum böyleydi. 1961 anayasasında düşünce hürriyeti 20, bilim ve sanat hürriyeti 21, basın ve yayınla ilgili hükümler 22. maddede düzenlenmişti. 1961 anayasasında üniversiteler ise, 120. maddede düzenlenmişti.

Üniversite özerkliği deniyor. Özerklik kendi kendini yönetmek, kendinden erk sahibi olmak, . kendinden güç almak demektir. Üniversitenin kendi kendini yönetmesi, siyasal iktidarın direktifleriyle karşılaşmaması anlamına gelmektedir. Düşün özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün olmadığı, kurumlaşmadığı bir toplumda, üniversite özerkliği kavramının, bilimin özgürce gelişmesini sağlaması mümkün değildir. Böyle bir ortamda üniversitenin kendi kendini yönetmesi mümkün değildir. Üniversitenin temel sorunu düşün özgürlüğü, ifade özgürlüğü sorunudur. Diğer bütün sorunlar teknik sorunlardır. Rektörlerin, dekanların nasıl seçileceği, yetkileri, akademik kariyerde unvanların nasıl alınacağı öğrenci-yönetim ilişkileri, teknik sorunlardır. Düşün özgürlüğü de siyasal sistemin, Türk siyasal rejiminin, Türk siyasal hayatının ana sorunudur.

Türk siyasal sistemine içeriğini veren ana kurum resmi ideolojidir. Resmi ideoloji herhangi bir ideoloji değildir. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla, korunan ve kollanan bir ideolojidir. Emredici bir ideolojidir. Düşün yasakları böyle bir ideolojiyi korumak ve kollamak için getirilmektedir. Bugün, başta anayasada olmak üzere, pek çok yasada düşün yasakları düzenlenmiştir. Türk Ceza Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Basın Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Dernekler Yasası, Siyasal Partiler Yasası, seçim yasaları, Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası, Yüksek Öğretim kurumları Yasası, Milli eğitimle ilgili yasalar…


Resmi ideolojinin siyasal sistemi belirlediği ve yönlendirdiği bir toplumda demokrasiden söz edilemez. Resmi görüş düşün hayatını ve bilimi de belirler. Böylece, eleştirilemeyen, tartışılamayan, doğruluğundan kuşku duyulamayan düşünceler yani tabular meydana gelir. Demokratik bir siyasal sistemde, böyle emredici görüşlere, ideolojilere yer yoktur.

Türkiye’de demokratik rejimin gereği olan bazı kurumlar çalışmaktadır. Önceden belirlenmiş aralıklarla genel seçimler yapılmaktadır. Yerel yönetim seçimleri yapılmaktadır. Anayasa vardır, parlamento vardır, kuvvetler ayrılığı vurgulanmaktadır. Siyasal partiler vardır, sendikalar çalışmaktadır. Basın vardır. Televizyon, gazete vs. Bütün bunlar Türk siyasal hayatının demokratik olmasına yetmemektedir. Çünkü ifade özürlüğü yoktur, kısıtlıdır, ifade özgürlüğü kurumlaşmamıştır. Türk siyasal hayatında resmi ideoloji çok önemli bir kurumdur. Siyasal hayatı belirleyen ve yönlendiren kurum resmi ideolojidir. İfade özgürlüğünün kurumlaştırmayan bir siyasal sisteme demokratik demek mümkün değildir.

Bilim Yöntemi ve İfade Özgürlüğü

Ankara Barosu, 8 Ocak-11 Ocak 2008 tarihleri arasında Bilişim ve Hukuk, Adaletin Işığında Hukuk, Ekonomi ve Hukuk konulu uluslar arası bir hukuk kurultayı düzenledi. 10 Ocak 2008 günü, Adaletin Işığında Hukuk bir toplantı düzenlenmişti. Bu toplantıda, düşün özgürlüğünün, özgürlükler arasında, birinci planda yer alması gereken bir özgürlük olmadığı dile getirilmişti. “Bazı dönemlerde ilk planda yer alabilir, ama bazı dönemlerde bu değerinden kaybedebilir” denmişti. Bu anlayış sağlıklı bir yaklaşıma işaret etmemektedir. Şöyle ki: Doğa, tarih ve toplum hakkında, insan hakkında sağlıklı ve kalıcı bilgiler elde etmenin en önemli yöntemi bilim yöntemidir. Bilim ise, ancak, sınırsız bir düşün özgürlüğü ortamında üretilir. Sınırsız bir ifade özgürlüğü olmadan bilim ortamı oluşamaz. Başkalarına hakaret, ayrımcılık, şüphesiz sınırsız özgürlük kategorisi içinde yer almaz.

Öte yandan, bilime kimin ihtiyacı varsa o üretir. Örneğin, bugün Ortadoğu’da 40 milyonu aşkın bir Kürt nüfus vardır. Kürt halkının, ülkesiyle birlikte, coğrafyasıyla birlikte nasıl bölündüğü, parçalandığı ve paylaşıldığı elbette bir merak konusudur. Dünyada, nüfusu bir milyonun altında pek çok devlet varken, bu kadar büyük nüfusa sahip olan Kürtlerin hiçbir statüye sahip olmaması, sömürge bile olmaması, hiçbir uluslar arası kurumda, örneğin Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Birliği’de, Avrupa konseyi’nde, İslam Kalkınma Örgütü’nde Arap Birliği’nde, Türki Cumhuriyetler Topluluğu’nda, adının bile olmaması, adının sadece “terör” “uluslar arası terör” çerçevesinde anılması elbette, meraka, incelenmeye değer bir konudur. Bu da ancak bilim yöntemiyle gerçekleştirilebilir. İfade özgürlüğü bilim yönteminin temel bir koşuludur.

“Düşün suçları” ve Yargı

İfade özgürlüğü ve yargı konusuna da değinelim. Burada temel sorun şudur: Resmi ideolojinin egemen olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir toplumda yargı sürecini yönlendiren de resmi ideoloji olmaktadır. Savcılar, yargıçlar resmi ideolojiye bağlıdır. Yazarak veya konuşarak düşüncelerini açıklayan kişi ise resmi ideolojiyi eleştirmiş olabilir. Örneğin Kürt dilinin, Kürt halk gerçekliğinin inkar edildiği bir dönemi düşünelim. Savcılar ve yargıçlar bu görüşlere bağlıdır. Siz de, bu inkar bilim dışıdır diyerek bu görüşü eleştiriyorsunuz. Yanı savcıyla ve yargıçla aynı düşüncede değilsiniz. Birbirine zıt bir düşüncedesiniz. İşte bu karşıtlıktan soruşturma çıkıyor, dava çıkıyor, mahkumiyet çıkıyor. Herhangi bir kişiyle görüşleriniz uyuşmuyorsa, tartışma olur. Belki düşünceleriniz, tutumunuz nedeniyle kınanırsınız. Ama düşünceleriniz, tutumunuz bir savcının düşünceleriyle, tutumuyla uyuşmuyorsa, bundan bir mahkumiyet çıkabilir. Bu özellikle Kürt sorununda böyledir. Bu, elbette adil bir durum değildir. “Düşün suçları”nın yargılanması sürecinden adil bir durum, adaletle bir durum çıkamaz. Bu süreçte hukuk ve adalet birbirleriyle çok zıt olan kavramlar olarak algılanabilir. Adalet, insanların, toplumların vicdanıyla, bilinciyle ilgili bir kavramdır. Hukuk ise, parlamentolarda, belirli bir çoğunluğa dayanarak, belirli bir görüşü korumak ve kollamak amacıyla üretilmektedir. “Türkiye’den Türk’ten başka bir halkın varlığını ileri sürmek, Türk dilinden başka bir dilin var olduğunu iddia etmek suçtur” şeklindeki hüküm bir hukuk oluşturabilir. Böyle bir hüküm parlamentoda çoğunluk kararıyla yasalaştırılabilir. Ama böyle bir sürecin adaleti sağlaması olası değildir.

1990’larda Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde birçok Cumhuriyet Savcısı vardı. Bu savcılardan bazıları, araştırmacı yazarları, yayıncıları, gözaltına aldırarak ifade alırlardı. Bu yazarları, yayıncıları her ifadeden sonra tutuklama talebiyle hakime gönderirlerdi. Bu savcılar yaş haddinden emekli olur olmaz, Milliyetçi Hareket Partisi’nden seçimlere katılırlardı. Böyle bir yargılama sürecinden adalet çıkar mı?

Yargının siyasallaştığı, resmi ideoloji doğrultusunda tavır ve davranışlar sergilediği, kararlar verdiği izlenebilen ve gözlenebilen bir durumdur. Yukarıda Prof. Baskın Oran’dan ve Prof. İbrahim Kaboğlu’ndan söz edilmişti. Bu profesörler, Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Danışma Kurulu’nda çalışıyorlardı. Bu çalışma çerçevesinde bir rapor hazırlamışlardı. Rapor, “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar” başlığını taşıyordu. Raporda, “vatandaşlık” kavramıyla ilgili bir öneri de vardı. “Türk” yerine “Türkiye” kavramının kullanılması öneriliyordu. Bu öneriden dolayı, bu iki profesör hakkında, “Türkiye’nin üniter yapısını bozuyor” iddiasıyla, TCK 216 ve 301 maddeleri gereğince soruşturma ve daha sonra da, Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Profesörler hakkında soruşturma açılması, dava açılması Yargının siyasallaştığının çok açık bir göstergesidir.

Bu yargılama beraatle sonuçlandı. Savcılığın beraat kararına itirazı üzerine dosya Yargıtay’a gitti. Yargıtay beraat kararını bozdu. Bozma kararında, “sözü edilen rapor, üniter devlet anlayışını bozucu bir nitelik taşıyor” deniyordu. Bozma kararı, yüksek mahkemenin resmi ideolojinin bir uygulayıcısı gibi, idari bir organ gibi hareket ettiğini gösteriyor. Bu dosyanın Yargıtay Ceza Kurulu’nda beraatle sonuçlandığını biliyoruz. Ama, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulun’da, görevleri gereği rapor hazırlayan profesörler hakkında bu eylemlerinden, daha doğrusu raporlarından dolayı, soruşturma açılması, dava açılması, beraatle sonuçlanan davanın Yargıtay’ca bozulması, Yargı’daki siyasallaşmanın yoğunluğuna işaret etmektedir.

Türkiye’nin demokratikleşmesi kanımca çok zordur. Avrupa istiyor diye yapılan düzenlemeler demokratikleşmeyi sağlayamamaktadır. Çünkü, demokratikleşmeye karşı, asker-üniversite ve yargı organları arasında çok yoğun, çok sıkı bir işbirliği vardır. Basın bu işbirliğini militanca desteklemektedir. Bu işbirliği demokratikleşmeye karşı şiddetli bir direnç göstermektedir. Üniversitede, basında, birtakım riskleri göze alarak çalışan öğretim üyeleri, gazeteciler şüphesiz vardır. Ama, üniversite büyük bir çoğunlukla ve kurum olarak demokratikleşmeye, düşün özgürlüğüne, ifade özgürlüğüne kaşıdır. Basın da öyle…

Bu arada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden de söz etmek gereği vardır. Bu konuda kısaca şunlar söylenebilir. Kürt bilgesi Musa Anter, Kürt olduğu için, Kürt sorunuyla ilgilendiği için, Kürtlere demokratik haklar talep ettiği için öldürüldü. Halkın Emek Partisi Diyarbakır il Başkanı, daha sonra, İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şube Başkanı Vedat Aydın, Kürt olduğu için Kürtlere demokratik haklar istediği için öldürüldü. Mardin Milletvekili Mehmet Sincar, Avukat Medet Serhat yine bu çerçevede öldürüldüler. Kürt oldukları için, Kürt milli haklarını talep ettikleri için öldürüldüler. İş adamları Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Kürt oldukları için öldürüldüler. Bu şekilde, öğretmenler, din hocaları meleler, iş adamları, esnaftan kişiler, köylüler, işçiler, öğrenciler…binlerce kişi, “faili meçhul” denen, ama failleri tastamam bilinen cinayetlerle katledildiler. Ferhat Tepe, Hüseyin Deniz… Kürtler için gazetecilik yaptıkları için Kürt oldukları için katledildiler.

Köyler, evler yakıldı, yıkıldı. Yakılan-yıkılan köyler Kürt köyleriydi. Binilerce köy yakıldı, yıkıldı. Milyonlarca Kürt insanı yerini yurdunu terke zorlandı. Ormanlar yakıldı, temel geçim kaynakları tahrip edildi. Türkiye’nin batı yörelerinde ağaç diken, orman oluşturan devlet Kürt bölgelerinde orman yakmayı sistematik bir hale getirdi. Bu sayısız, operasyonların bir kısmıyla ilgili davalar da oldu. Bu davalardan bazıları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de yansıtıldı. Davaların çok önemli bir kısmının Türkiye’nin mahkumiyetiyle sonuçlandığı biliniyor. Fakat, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hiçbir kararında, sözleşmenin 14. maddesine göre bir mahkumiyet vermedi. AİHM bu maddeyi kullanmamaya büyük bir özen gösterdi. Halbuki, yukarıda kısaca dile getirilen olaylar sadece Kürt bölgelerinde gerçekleşiyor. Operasyonlar Kürtlere karşı gerçekleşiyor. Türk bölgelerinde bu tür operasyonların, olayların olması, Türklere karşı bu tür operasyonların yapılması mümkün değildir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesi, dil, din ve cinsiyet ayrımcılığına karşıdır. Farklı bir milliyetten, azınlıktan olmanın, sözleşmede ileri sürülmüş hak ve özgürlüklerden yararlanmada engel olamayacağını dile getirmektedir. AİHM 14. maddeyi, kullansaydı, Kürtlerin milli varlığını kabul etmiş olurdu. 14. maddeyi kullanmaması, Türkiye’nin resmi görüşü doğrultusunda hareket ettiğin gösterir.

21 Kasım 2004’de, Mardin’in Kızıltepe ilçesinde, 12 yaşındaki Uğur kaymaz, babası Ahmet Kaymaz’la birlikte, polisler tarafından, evlerinin önünde öldürüldü. Kürt olduğu için öldürüldü. Türklere karşı böyle bir operasyonun yapılması mümkün değildir. 14 Eylül 2006’da, Diyarbakır’da, Koşuyolu Parkı’nda bırakılan bir bombanın patlaması sonucu, sekizi çocuk 12 kişi öldü. Bu olayı Türk İntikam Tugayı’nın üstlendiği biliniyor. Türk İntikam Tugayı’nın, devletin gizi örgütlerinden biri olduğu Ergenekon’a bağlı olduğu da biliniyor. 25 Kasım 2007’de İzmir’de, Baran Tursun isimli bir Kürt genci, otomobili içinde, yolda seyir helindeyken, polis kurşunuyla öldürüldü. Bütün benzer olaylara rağmen, AİHM’in, sözleşmenin 14. maddesini kullanmaması dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, AİHM’in yaptırım gücü olduğu, adaleti sağladığı söylenemez. 1990’larda, başbakanlığı döneminde, profesör Tansu Çiller şöyle söylüyordu: AİHM’in hükmettiği tazminatları öderiz, yapacağımızı da yaparız.

2008 Newroz günlerini, Van, Yüksekova, Siirt, Hakkari gibi yörelerdeki Newroz kutlamalarını hatırlayalım. Kutlamalara katılan 15 yaşlarında çocukların kolları kırılmıştı.



Çocuklara karşı bu operasyonlar, polisler tarafından, sistematik olarak yapılıyordu.

Koma Denge Zaroken Amede, 3-7 Ekim 2007 tarihleri arasında, ABD’ de, düzenlenen, Dünya Müzik Festivali’ne katıldı. Koma Denge Zaroken Amede, yaşları 12-17 arasında değişen bir müzik grubudur. Bu çocuk korosu, ABD’de bilirtilen tarihler arasında, San Francisco, San Diego ve Los Angelos’da konserler verdi. Koma Denge Zaroken Amede 9 dilde şarkılar seslendirdi. Kürtçe, Türkçe, Süryanice, Ermenice, Arapça, İngilizce, Almanca, İbranice, Rusça. Seslendirdiği parçalar arasında Kürt milli marşı Ey Raqip de vardı. Koma Denge Amede, Türkiye’ye, Diyarbakır’a döner dönmez, Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı bu çocuk korosu hakkında soruşturma açtı. Yaşları 12-17 arasında değişen 15 çocuk, ifade vermeleri için savcılığa çağrıldı. Çocuklar ifade verdiler. Daha sonra bu çocuklardan yaşları 16 civarında olan üçü hakkında, Ağır Ceza Mahkemesi’nde, Terörle Mücadele Yasası’na göre (Madde 7/2) dava açıldı. Böyle bir soruşturma ve dava baskısının, uluslarararası bir müzik festivalinde şarkı söyleyen çocuklar için, koro çocukları için dava açılması olayına Türk bölgelerinde rastlamak mümkün değildir. Türk çocuklarının bu tür operasyonlar karşısında kalmaları mümkün değildir. Bu çok açık gerçeklere rağmen, AİHM’in sözleşmenin 14. maddesini hiç düşünmemesi, kullanmaması dikkate değer. Buysa devlet terörüne destek vermek anmalına gelir. Bunun adaleti sağlayıcı bir tutum olmadığı açıktır. Tarih: 14 Mayıs 2008 Çarşamba

Kaynak: http://www.kurdistan-post.com/

Hiç yorum yok: