30 Ocak 2010 Cumartesi

Hapishane Mektupları...


1- Hasta bir tutsaktan mektup var :

Öldüren ve çürüten sessizliğe
Taylan Cintay

Aldığım siyasi ahlak gereği sağlığım hakkında kimselere minnet etmem. Çocuk yaşta insanların bile ölümü ağır başlılıkla karşıladığı bir siyasi geleneğin mirasçıları olmaya çalışıyorsak onurumuzu korumalıyız. Ancak bu konu hakkında duygu ve düşüncelerim merak edildiği için bu kısa mektubu yazıyorum. Malum cezaevlerinde ölümü bekleyen insanların haberini okuyoruz. Bedenleri hastalıklardan dolayı eriyen, ömürleri aylarla ölçülen insanlar bunlar. Kalabalık bir seyirci topluluğu önünde “sistem” dediğimiz katil, onları karanlık kuyulara itiyor. Kimileri son nefeslerini tutsak haldeyken verdi. Kimleri son nefeslerine yaklaşıyor…

Ama nasıl oluyorsa, kanı eti kemiği tükenen bu insanlar kimselerin uykusunu kaçırtmıyor. Kimseler neredeyse naklen seyrettiği ölümlerin sorumluluğunu üstlenmiyor. Belki de bu ölümler artık katili kadar seyircisine de haz verir hale geldi. O seyirciler ki; ölümün soğuk nefesinin uzağında “sağlıklı” ve “dışarıda” lar. İçeridekiler kadar şanssız, içerdekiler kadar yalnız değiller.

Öyle mi gerçekten?

Aslında yanılıyorlar. Bu tutsak-hasta insanların kimselerin acımasına ve merhametine ihtiyacı yok. Onlar şerefleriyle yaşamayı bildikleri gibi şerefleriyle ölmeyi de bilirler. Sorun arkada kalanların ne olduğu ya da olacağıdır. Sözde çok değer verdikleri insanlar ölümün eşiğinden tek tek geçerken bu suskun seyirciler çürüyerek yaşayacak, yaşarken çürüyeceklerdir. Ağızlarına aldıkları her kıymetli söz, dokundukları her sevgi nesnesi, karanlık vicdanlarına çarpıp çürümüş bir geleceğe dönüşecektir. Çünkü bu ölümlerin seyircileri katillerin ortaklarıdırlar, en az katiller kadar suçludurlar.

Sen; kalabalıklaşan sessizlik: bırak içerdeki insan ölsün. Emin ol, o ışıltılı an geldiğinde son nefeslerini anılarıyla birlikte sevdiklerine emanet edip çekip gideceklerdir.

Ya sen!

Ayakta, dışarıda ve yaşıyorken; birileriyle konuşuyor ya da önündeki yemeği kaşıklıyorken, hiç mi ağzında “ölü eti” hissetmeyeceksin?

http://adilokay.com/haber_detay.asp?haberID=196


---------------

2- İsmet Ayaz Mektubu:

Sevgili Mirze Mehmet

Merhaba

Bende seni-sizleri yürek dolusu sevgiyle selamlıyorum. İyi ve moralli olmanızı diliyorum. Duyarlılığın ve ilgin için teşekkür ediyorum. Renkler arasında her mevsim kendine özgü renkte,yaşamın derinliklerinden akıp gelen derin,serin,sarnıç suları misali doğanın senfonik tınısını hissetmek istiyoruz. Her zamandan daha fazlasını. Hissetmek anlamakmış: bilge çocuktan öğrenilecek kadar taze hayatı. Metruk duvarlar arasında da olsak duyumsuyoruz her soluk alışını. Daha bir hissetmek için alıç dikenlerinin arasında unutulmuş çocuğu: evrenin bu varoşunda, cıvıl cıvıl kuş ötüşlerini,gün doğumlarını özlemimizce özlem büyütüyoruz. Bağrında hazan mevsimini taşısa da gün batımlarını ve kızıldan gecenin gümüşi rengine evrilen vakitleri sonrası zifiri karanlık: karanın karası, işte o vakit gecenin en sessiz anlarında dayanılmaz özlem vakti. Çünkü görkemli gün doğumunadır özlem. Göremezsek de yüreğimize çarpar: Kara kızıldan yana. Bir kelebeğin kanat çırpışı, bir serçenin yürek atışı, durmadan sahillere çarpan dalgalar misali. Her serçenin yürek atışıyla gözlerinde bir damla yaş akarmış. Akan o son damlasıdır yürek atışlarının.Yeni bir hayata göçüdür. Erken göçlerden yani. Tanrıların kentinde yazmak bana kasvetli gelse de gürül gürül akan hayatı paylaştığınız için daha iyi hissediyoruz, sen-sizleri varlığımıza değer kattığınız için teşekkür ediyorum. Tüm Nemrutlara inat…

Özlemlerimizce özlem büyütmek, anlamlı bir duruş ve yaşamı gerektiriyor. Belki de yürekte büyümek-çoğalmak bu olsa gerek. Umutlar, özlemler, temennilerin özü aynı. Tıpkı ‘’tenimizin ve gözlerimizin rengi ne olursa olsun gözyaşlarımızın rengi (gülüşlerimiz) aynıdır’’diyen kara Afrika’nın bilgeleri gibi. Hayat bir serüven, soluksuz ve bitimsiz. Şairin dediği gibi serüvenden serüvene atlayan çılgın soyları tükenmekte olan bilgeler misali ve sonuncusuyuz belki de kimbilir. İki asrı birlikte görebilmekten midir,bilinmez. Ama bilinen o ki çocukların gözlerinden yansıyan ayak izlerimizle içrek bir anlatımla geleceğe umut ekiyoruz o izlerle. Umut dolu özgür yarınlara dair ne varsa yaşama ve hayata dair,bilgece sözümüz var diyoruz. Umut çocuklarımızın zeytin karası kimisi ela, kimisi yakut, kimisi mavi gözlerinden yansıyan izlerle diyoru(m)z.

Birçok name gibi seninde nameni aldım. Çok büyük geçmiş olsun dileklerimi yolluyorum.Üzüldüm seninde çölyak olmana. Erken teşhis çok önemli. Ama diyet konusunda değişen hiçbir şey olmuyor. Ömür boyu zorunlu diyet gerekiyor. Gluten içeren hiçbir şey yememek zorundayız. Bir un tanesi dahi gluten içeren bir şey tekrar ilk haline getiriyor. Tamamıyla doğal ve özel yiyecekler-içecekler tüketimi gerekiyor. Sanırım bu konuda bilgi ve donanıma sahipsin. Bende çölyak derneğinin site adresi vardı. Ama burada işe yaramaz. Malum o olanağımız yok. Belki biliyorsun yine de sana yazmak istiyorum. Yeni bir gelişme olursa beni de bilgilendirirsin olmaz mı? Derneğin sitesi (http://www.colyak.org.tr/).

Yazma konusunda üzülmeyin. İşte samimi ve içten konuk olmaya gelmişsin bile. Önemli olan başlangıçtı o da oldu ve sürdürmeye çalışırız. Tavsiyen için teşekkürler. Doğrudur,diyet konusunda sıkıntılar fazlasıyla oluyor. Sonra yazmaya çalışırım yazının akışında. Senin durumunun düzelmesine çok sevindim. Demir ve B-12 vitamin takviyesi yapmayı ihmal etmemek gerek. En çok düşen kan değerleri oluyor. Benim bünyem vitamin de alamıyor. Patates ve Pronot bisküviden başka yiyemiyorum. Salt çölyak olmadığını söylüyorlar doktorlar. Bazen o bisküvileri bulamıyorum, burada o sıkıntıyı yaşıyorum anlayacağın birçok şeyle beraber.

Sorunlarımızı güncellemek için yeniden yazı talebinde bulunmuşsunuz. Ben tüm bilgi ve belgelerimi İzmir, Ankara ve D.bakır şubelerine yollamıştım. Tekrar o imkanlarım yok. Aynen devam ediyor. Tüm taleplerimize cevaben 4 Eylül ’09 Adli Tıp 3. İhtisas Başkanlığınca çağrıldım. Normal ring ile onca (3-4 günlük yol) yolu gitmem çok zor. Bende ilgili kuruma dilekçe yazdım, normal ring ile yolculuk yapmam mümkün değil. Şayet ambulans veya farklı alternatifler sunulursa gideceğimi belirtirim. Bugün itibariyle herhangi bir yanıt almış değilim. En son gelişen durum bu. Ayrıca diğer kurumlara yazmaktan ziyade sizin kendi şubelerinizde paylaşırsınız. Umarım sıkıntı olmaz.

Daha önce paylaşmıştım. Kısaca tekrarlayayım. Sağlıktan yana durumum halen ciddiyetini koruyor. 11 yıldır devam ediyor ve yan türevleri oldukça fazlalaştı. Bağışıklık sistemim iflas etmiş durumda. 10 yaşındaki bir çocuk bünyesine kadar zayıfladı. Lenf düğümleri iltihabı yine baş gösterdi. Kurum doktorları biz bir şey yapamayız,diyor. Devlet hastanesi de cezamın ertelenmesine olumsuz rapor verdi.’’Ölümcül’’ olması gerekiyormuş! Bir tek Güler Zere moral kaynağımız oldu. Diğer kanser olan arkadaşların durumu biliniyor. Hem acil hem de öncelikli olmalarına rağmen adım atıldığı yok!

Rahatsızlığımı tahmin edersin. Ama tuz, şeker ve yağ da almıyor bünyem olumsuz reaksiyon gösteriyor. En son raporlarımdaki tetkik ve tahlilleri seninle paylaşmak için yazıyorum. Diğer arkadaşlar da bilgilenmiş olurlar. Kalıcı tahribatlar çoğaldı. 01.04.2009’da verilen heyet raporunda: İşitme kaybı + kafa travması + Gastroduedenit + Çölyak hastalığı. Sol görme(-300*180), sağ görme 0.1(?)-1.75*180)! Megaloblastik anemi (ömür boyu tedavi) miyalji, boyun, kol ve bacaklarda sinirlerin dejenerasyonu ve buna bağlı olarak nörolojik etkiler, uyku sorunu, sendeleme, denge kaybı, göz kararmaları, kollarda uyuşma ve ellerde titreme, gece körlüğü. peptik ve gastrit ülser, hipotiroid, kemik ve kas ağrıları.

Karaciğer enzimi normal 0-10 arası. En son ölçümde 0.486’ya yükselmiş. Demir vitamini ve B-12 kan değerlerim kritik eşiğin altında. En son B-12 46’ya çıkmıştı. ’’Normali 180-900 arası olmalı’’ diyor doktor. Kısaca bunlar bile bir fikir verecektir.

Kaldığım odada 13 kişiyiz. Yaşamda zaruri ihtiyaçlarımı arkadaşlarımın yardımıyla ancak yerine getirebiliyorum. Onlar olmasa bu nameyi de yazamazdım doğrusu. Yılbaşından bu yana Adalet Bakanlığına kaç seferdir yazıyorum. Mini fırın için. Henüz bir yanıt alamadım. Glutensiz ekmek yapmak için. O da sürünceme bırakılmış. 11 yıldır salt patates ve kuru ekmek (ki ekmek yasaklanmış doktorlarca) yaşamımı idame ettirmeye çalışıyorum. İşte yeni yeni Pronot bisküvi alabildik bazen bulamasak da. Anlayacağın normal çölyak yada sadece çölyak değil benim hastalığım. 35 yaşındayım. 1.65 boyunda, 46 kilo civarına düştü kilom. Bu koşullarda ancak soluk almak bile mesele. Bir de soluk alıyorsan sorun yoktur devlet kurumlarınca. O yetiyor onlar için. Çok bir beklentim yok onlardan. Sonuna kadar direnirim.

Adil Okay’ın kızı Öykü’ye de yazıyorum teşekkür mahiyetinde.

Tekrardan sana da geçmiş olsun diyorum. Bayramınızı kutluyor, sağlık ve başarı dileklerimi yolluyorum. Görüşmek dileğimle,selam,sevgi ve saygılarımla.

Not: Kimi belgelerimi Amed İHD’ye yolladım. İstersen oradan temin edebilirsin.

Gönderen:İsmet Ayaz
E.T.K. Cezaevi C-18 Adıyaman

Alıcı:
Sn. M.Mehmet SÖYLEMEZ
Çankaya Mah.4716.Sokak Güneş İşh. No:30 Akdeniz/MERSİN
------------------------

Haberleri ileten: Adil Okay
http://www.adilokay.com/

28 Ocak 2010 Perşembe

TİLKİLER SAVAŞI



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


Abdullah Öcalan’ın-eğer yönetmelikte varsa-haftada 10 saat havalandırma (ya da diğer mahkûmlarla ortak görüşme) olanağının kısıtlandırılmasının akılcı olduğunu düşünmüyorum. İmralı’daki diğer mahkûmlarla beraber ortak görüşe çıkmama eylemine başlayınca diğer hapishaneler de tek tek bu eyleme başladı. Hoş kendi şartlarının (rahatlığı) düzeltilmesi için bu tip eylemlere diğer hapishanelerin girmesini istemediğini açıkladı ya! Yarın başka türlü sokak eylemlerinin olmayacağını kim garanti edebilir? Acaba bu hakkın verilmesi için birkaç kişinin ölmesi mi beklenecektir? Bu konuda yanılmamı ister(d)im. Her tip mahkûma cezaevi koşullarındaki haklarının uygulanmasını (verilmesini) isterim. Bu, yasal ve insani bir zorunluluktur.

Acıma duygularının yitirildiği günler yaşıyoruz. Baba oğlu tanımıyor! Kıyametin kopacağı günler adeta! İktidar için din, asker, yönetici (idareci) sınıflarının diktatörlük yarattığı [ama biz(c)e demokrasi gibi görülen] sistemlerin egemenliği var. İşi iyi olanların acır gibi yaptığı rollerinin inandırmasıyla bizler-oysa acımanın esamesinin okunmadığı-o muhteşem bireylerin (güçlerin) peşinde koşuyoruz. Yürüyüş parkurunda öldürülen tilki yol arkadaşları için üzülen bir Deniz Baykal muhalefeti ile “Biz yaratılanı yaratandan dolayı severiz!” aldatmasıyla bize maval okuyan Tayyip Erdoğan iktidarı arasında acıma’nın kırıntılarını aramaya mecbur edildik. Çocuk askerlerimizin (Mehmetçik) ya da Kürtlerin öldürülmesine tilkilerin ölümü kadar üzülmeyen siyasetçilerimiz var. Yaratılanı sadece yaratanı için seviyorsan eğer, demek (ki) başka zaman eline geçirirsen-bir gün buna inanırsan belki-onu parçalayacak kadar nefretin var demektir. Eğer beni kardeşin olduğum için; bacın, oğlun, annen, komşun, yurttaşın veya bir insan olduğum için sevmiyorsan beni sevme! Çünkü bana olan sevgin her an için kellemi koparacak kadar keskindir. İstemiyorum onu!(Hayvan ve bitki sevgisinden bahsetmeyeceğim. Çünkü sen ona murdar gözüyle bile bakabilirsin.)

Bu ülkede demokrasi nasıl kurulacak? Tüm sınıfları sarmalayacak bir düzen kurabilmek ancak acımasız küreselleşmiş kapitalizmi dünyanın cenneti olarak kabulden kurtulmakla olasıdır. İşçiyi, memuru, esnafı, ırkları, dinleri, dilleri küçümseyen modern kapitalizmin üyesi olarak finans kapitalin hizmetinde olmamak nasıl gerçekleşecek? İslam’ı siyasete alet ederek ülkede kurulan sözde demokrasinin aslında sanayicilerin, tüccarların, tekelci finansçıların emrinde yarattığı bir din’le ülke topraklarında onları yürüyen tanrılar yaptığını fark ediyor muyuz? (Aslında kâğıt para doların üzerinde yazılanın tersine yürüyen tanrı olmuştur!) Milliyetçi-ulusçu bir oligarşi yerine devlet makamına (hükümetlere) dinci-ümmetçi-faşist bir oligarşiyi (İslam kesinlikle bu değildir!) koymakla sömürgenlerin Allah’ı kullanarak (istismar ederek) sömürülerini sürdürmelerinin yeni bir yolunun açıldığını görmeliyiz. Tüm bunları görmesek bir Türk ya da Kürt olarak bu ülkede yaşayan bir şahıs (birey) olarak dahi bulunmadığımızı bilmek zorundayız. Biz bir kocaman sıfırız!

Anayasa Mahkemesi’nin askerlerin sivil mahkemelerde yargılanma yolunu kapatmasını ve en son başrol oyuncusu Balyoz Darbe Planı’nı, siyasal İslamcı (dinci) yöneticilerle (asker )komutan arasındaki işbirliğinin yeniden düzenlenmesi gerekeceği şeklinde okumalıyız. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok kültürlü ve çok sınıflı demokratik bir cumhuriyetin bu topraklarda kolay kolay kurulamayacağını bilmek zorundayız. AKP’nin küresel modernitenin ve imparatoru ABD’nin bir kent devleti (binlerce yıl önce de bu kent devletleri görülmüştü) modeline oynadığını görüyoruz. Sümer kent devletlerinde, Yunan kent devletlerinde bu yöntem çok önceleri yaşandı. Bugün 21.yüzyılda bu kadim topraklarda-Ortadoğu’da, Avrupa’da, Asya’da-bulunan bu ülkenin (Türkiye)yani küreselleşmiş modernitenin bu kent devletinde yaşananların kadim öncellerinde yaşananlardan ne farkı var?

23 Ocak 2010 Cumartesi

KIZILAY’DA BİR “HAYALET” DOLAŞIYOR!


SİBEL ÖZBUDUN

“Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...”

(Ahmed Arif, “Anadolu”.)

Bugün tam 38 gün oldu… Dile kolay, Ankara ayazında, ısı sıfırlarda seyrederken, sulusepken altında, rutubetli battaniyelere sarılı, birbirlerine sokulmuş, yarı aç geçirilen geceler. Azan siyatiğe, ülsere, zorlayan böbreklere, tutulmuş bele, kronikleşen bronşite, 38 gündür ayaktan çıkmayan ayakkabının tetiklediği mantara inat… (Çoğu 40’ını, 45’ini geride bırakmış… Bir başka deyişle, yapışkan hastalıklarla birlikte yaşamayı öğrenmişler zaten.) Naylon, branda gerilmiş çatıların altında, her bir standın önündeki, içinde ıslanmış kütüklerin dumanlarını tüttürdüğü varillerin başında, plastik bardaklarda çayını yudumlayıp “4-C”yi tartışarak akan günler…

Bugün ilk günden daha kararlılar.

Fabrikaları bir imzayla ve 1 milyar 720 milyon dolara BAT (British American Tobacco)’ya satılırken sırtları sıvazlanmış, ağızlarına bir parmak bal çalınmıştı. “Korkmayın, biz işçi babasıyız, hakkınızı yedirmez, sizi mağdur etmeyiz… Dileyeni kamuda, muadil işlere yerleştireceğiz. Hak kaybı olmayacak. Dileyen ise özel sektöre geçebilir. Bakın bunun için şartnameyi değiştirdik bile…”

Sonra… sonra birden kendilerini 4-C denilen kölelik dayatmasıyla yüzyüze buldular. Ayda 600-650 TL.’ye yılda 8-9 ay çalışıp bütün özlük haklarından olmak… Yalnızca rezil bir gelir kaybına razı olmak değil, aynı zamanda 20-25 yıldır çalışarak biriktirdiği sosyal güvenlik, emeklilik, sağlık gibi haklarının gasp edilmesine seyirci kalmak…

Biraz homurdanıp, yüzde 20’lere varan işsizlik tehdidi karşısında “Buna da şükür,” diyecekleri hesaplanıyordu. Ama bu ucuz hesabı yapanlar bu kez baltayı taşa vurdu. Türkiye’de Reji/Tekel işçilerini işçi sınıfı hareketi tarihinin kaynağına yerleştiren devrimci gelenekten habersizdiler besbelli. “Tütüncüler”in bu ülkenin emek mücadelesi tarihi içerisindeki seçkin ve mücadeleci yerini bilmiyorlardı. “Gelenek”, uyuduğu yerden başını kaldırdı apansız. Ülkenin işçisini, emekçisini sürüye sayanların beklemediği bir şey oldu…

Tekel işçisi Ankara’ya akmaya başlamıştı.

AKP iktidarı önce meseleyi basit bir asayiş sorunu olarak algıladı. İki gaz bombası, üç-beş cop darbesiyle dağıtılabilecek bir kuru kalabalık…

Öyle olmadıklarını gösterdiler.

38 gün oldu onlar Sakarya’da, Türk-İş merkezini çevreleyen sokaklarda kamp kuralı...
Orayı bir “Özgürlük ve Direniş Alanı”na dönüştürdüler. Mukavva parçalarına, kartonlara kendi elleriyle yazdıkları sloganlarla donattılar her bir köşeyi. Sokakların adlarını değiştirdiler: “Osmanlı mahallesi, direniş caddesi, işkence sokak…”

Günboyu dayanışmalarını dile getirmek üzere akın akın gelen öğrenciler, kadınlar, memurlar, aydınlar, sanatçılar, akademisyenler… (Bugün “Sakarya sizinle gurur duyuyor!” sloganıyla Sakarya caddesi esnafı sökün etti örneğin.) Sosyalist partilerin, kitle örgütlerinin, sendikaların karınca kararınca dayanışma nişaneleri: bir köşede ücretsiz çay dağıtılan bir semaver; elden ele aktarılan kumanyalar; torbalar dolusu ilaç, battaniye, yakacak…

Kent kent ayrılmış her bir çadırda eylemci işçilerle sohbete dalmış Ankaralı devrimciler… Hemen her köşe başında üzerine çıkıp konuşulacak bir iskemle, bir cızırtılı hoparlör, bir serbest kürsü… Önlerine uzatılan mikrofona kırk yıllık sunucu rahatlığıyla içini döken, hakkını arayan, öfkesini haykıran kadın ve erkek işçiler… Birbirini tanıyan-tanımayan herkesin selamlaştığı, köşe başında durup hükümetin geri adım atıp atmayacağını, Türk-İş yönetiminin tavrının ne olacağını, olası bir genel greve katılımın ne kadar olacağını tartıştığı - velhasıl hayata ve kavgaya dair bir şeyleri paylaştığı, Kürtçe’yle Türkçe’nin sarmaş dolaş olduğu tıklım tıklım sokaklar…
Seyyar satıcılar, büfeler, çevredeki dükkânlar havaya ayak uydurmuş. Vitrinlerinde, camlarında işçilere destek veren dövizler… Kâh yorulup dinelen, kâh binlerce ağızdan birden yükselen sloganlar: “Tekel işçisi yalnız değildir!” “Genel grev, genel direniş!” “Ekmek yoksa barış da yok!”, “Ne istiyoruz? İş! Vermeyecekler! Alacağız! Nasıl? Söke söke!” “Eller şaltere, genel greve!”

* * *
Yıllardır, “Elveda Proletarya,” “Tarih bitti,” “Kapitalizm insan doğasına en uygun düzendir ve ebedîdir,” söylenceleriyle dilsizleştirilmişler, yıllardır kazanımları parça parça gasp edilenler, başlarını kaldırdıklarında polis copuyla, gaz bombasıyla, bastırılanlar, medyanın görmedikleri, ısrarla görmezden geldikleri, işlerini, aşlarını, geleceklerini yitirmişler… Tekel işçilerinin kendileri için de mücadele ettiğinin bilincine varıyor. Bunun yalnız ekmek değil, onur ve gelecek, onurlu bir gelecek mücadelesi olduğunu… Taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı bu talan düzenine “Dur” diyecek birilerinin çıkabileceğini… Bu “birileri”nin aslında “biz”den başkası olmadığını… “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” sözlerinin bir peri masalından ibaret olmadığını…

Emekçilerin kendi yazgılarını ellerine alırken “halkların kardeşliği”ni de gerçekleyebileceklerini…
Tekel işçisi Türk-İş’in çevresindeki sokaklarda geçirdiği 38 gün içinde kendisini dönüştürürken bize de bütün bunları gösteriyor.
Kızılay’da gerçekten de bir “hayalet” dolaşıyor, bugünlerde. Bastırdıklarını, yok ettiklerini, tarihe gömdüklerini sandıkları kadîm düşlerimiz dolaşıyor.

Kıdemli katillerin beş yıldızlı otellerde eteklendiği, daha çaylaklarının, hepimizle dalga geçercesine yattıkları cezaevinde infaz koruma memuru olmak için sınavlara sokulduğu, Romanların kentlerden sürüldüğü, pompalı tüfekli canilerin sırtlarının sıvazlandığı şu linç günlerinde bir soluk özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe hasretseniz eğer, mutlaka ve mutlaka, elinizde bir demet çiçek, Sakarya’nın yolunu tutun. Umutla ışıldayan gözleri izleyin, onlar sizi “olay yeri”ne götürecektir…

21 Ocak 2010 Perşembe

LİBERAL (KONTR)GERİLLA



Kontrgerilla Bülent Arınç’ı ortadan kaldırmayı planlamış olabilir mi? Biraz geriye bakmalıyız: Kemal Türkler, Doğan Öz, Server Tanilli, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Yalçın Sanalan, Necdet Bulut, Uğur Mumcu, Musa Anter, Eşref Bitlis, Gaffar Okan! Tüm bu ve daha birçok cinayete baktığımızda kontrgerillanın öldürdüğü kişilerin sol görüşlü ya da Kürt sorununa bulaşmış olduğu görülür. O halde, zaten komünizme karşı olarak kurulduğu söylenen bu örgüt sağcı bir örgüttür ve genelde hep solcuları öldürmüştür. Öldürdüğü tek bir sağcı yoktur! Bu bağlamda sağcı kontrgerillanın sağcı Bülent Arınç’ı öldürmeyi düşünmesi tuhaf olmalıdır. Bu ülkenin entelektüel aydınları nedense konunun bu yönünü hiç gündeme getirmediler.

(Türk) Kontrgerillayı iyi analiz etmek gerekir. İttihat ve Terakki’ye (Teşkilatı Mahsusa) ve hatta son Osmanlı padişahlarına kadar götürmek gerekir. Mustafa Suphi(1883-1921) önceleri İttihat ve Terakki’nin delegesi olduğu halde sonradan komünizm sevdasına kapılmıştır. Meclis’in çağrısıyla (Ocak 1921) Ankara’ya doğru gelen Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı Trabzon’da(Sovyetler’e geri gönderilmek üzere bindirildikleri teknede) Yahya Kâhya’nın adamlarınca (1921 Ocak’ının 28’ini 29’una bağladığı gece) öldürüldü(ler). Hoş burası tam kesin değil ya, Sovyetler yerine öbür dünyaya gönderildikleri ise kesindir! Öldürme emrini kim verdi? (Topal Osman’ın yoldaşı olan Kayıkçı Yahya daha sonra öldürülür.) Bu cinayetleri iyi analiz etmek gerekir.

Özel gizli örgütlerin ilişkiler bağı ve düşünce babalarını iyi çözümlemek ve anlamak gereklidir. Bu o kadar da kolay değildir. Cinayetler, suikastlar, sabotajlar, devirmeler, darbelerin uygarlık içindeki yeri yönetmeyle (devlet) ilgilidir. İktidar hedeflendiği için belli sınıfların ürünü (üretimi) paylaşma saltanatının devam(lılığ)ı yönetici, din adamları ve komutan (asker) işbirliği ile olmuştur. Gizli örgütleri ve eylemlerini de bu şekilde düşünmek gerekir. Padişah Abdülaziz’in (1830-1876) 30 Mayıs (4 Haziran?) 1876’da ölü bulunması olayı iyi araştırılmalıdır. Doktorlar intihar etti deseler de genel kanı bu yönde değildir. (Güreşçiler tarafından bilekleri kesilmiştir.)

Gizli örgüt, kontrgerilla; kime hizmet, niye hizmet ettikleri ortaya konacak bu örgütler vatan, din, milliyetçilik gibi putlaştırmalarla kapitalist modernitenin en ırkçı, en faşist, en katil, en sömürgen mekanizmaları olarak düşünülmelidir. Toplumu ahlaksızlaştırarak kişiliksizleştirmek bir avuç sömürücünün işine gelmesi olarak ortaya konmalıdır. (İsrail’in Hitler faşizmine rahmet okutacak yöntemleri kullanması devlet ve devleti temsil eden sınıflarının işi olmalıdır. Eğer İsrail devleti bütün dünyanın önünde büyükelçimizi aşağılayabiliyorsa, bu kurduğu devletin gizli derinlerine dayanmaktadır. Bunun Musevilikle bir ilişkisi yoktur.)Özellikle dine milliyetçilik ideolojisi de katılarak yeni bir din elde edilmiştir. Bu tip dinin İbrahimi din veya öncesi din olmadığı, artık farklı bir amaca (küreselleşmeye) hizmet eden olduğu okunmalıdır.

Yeniden kontrgerilla ve Bülent Arınç’a dönmek istiyorum. Kontrgerilla Bülent Arınç’a ne yapsın? Kontrgerillanın işi Bülent Arınç’la (veya AKP’yle) mı bozuluyor? Kontrgerilla veya modern her türlü gizli örgütün amaç ve yapısında geçmişi ve bugünü aramak gerekir. Siyonizm’den Hitler faşizmine, İmparoturluklardan meşruti yönetime, Sovyet sosyalizm denemesinden liberalizme kadar tüm geçmiş ve bugünü çözümlemeliyiz. Tüm tarihsel deneyimlerde iktidarı elinde tutanların ya da sömürenlerin iktidarını devam ettirmek isteyenlerin, erkek egemen iktidarlarla tanrısal iradeyi nasıl bir tuttuklarını görmeliyiz. Kadınlara, çocuklara, ırklara, uluslara, ötekilere, herkese düşman-aslında tek örgüt olan-bu kurnaz ve zorba insanların örgütleri ne etsin Bülent Arınç’ları? Onların toplumla, insanla, demokrasiyle davaları var!

19 Ocak 2010 Salı

ÇUKUROVA KİTAP FUARI’NDAN ÇIKARTIMLAR

Müslüm Kabadayı
muslum_kabadayi@hotmail.com

Ülkemizde son 30 yıldır geleneksel hale gelen “kitap fuar”ının başlatıcısı TÜYAP’tır. İstanbul’da başlayıp İzmir, Ankara’yla genişleyen kitap fuarı, Adana’da “Çukurova Kitap Fuarı” adıyla 3. kez yapıldı. İlk ikisine gitme olanağı bulamadığım için doğrudan bir karşılaştırma yapabilme olanağım bulunmamakla birlikte, üçüne de katılan arkadaşlarımdan edindiğim bilgiye göre, her yıl biraz daha geriye gidiş gerçekleşmiş. Bu hem fuara katılan yayınevi, kitabevi, şair-yazarların sayısında azalma hem de fuarı gezenlerin, kitap alanların sayısında düşme olarak kendini göstermiş. Ayrıca, önceki fuarların gün sayısı fazla olduğu halde, bu kez 6 günle sınırlandırılmış.

12-17 Ocak 2010’da gerçekleşen fuarın, hafta içi öğretmenleriyle gelen öğrencilerin daha öne çıktığı ama yine de katılımın az olduğu günlerden sonra benim katıldığım cumartesi gününde daha hareketli olduğunu söyleyebilirim. Yine de yukardan bakıldığında alanın arka tarafında bir boşluk olduğu, bazı bölümlerin de kitap ya da yayıncılıkla hiç ilgisi olmayan kurumlarca işgal edildiği görülebiliyordu. Bu; bir yandan “ekonomik kriz” adıyla ülkemizin kaynaklarını derinden yağmalayan kapitalizmin yarattığı aydınlanmaktan, güzellikten uzaklaştırılan bir halkın ilgisizliği olarak değerlendirilebileceği gibi, diğer yandan gericiliğin bu alanda da hakimiyet kurmaya başlaması nedeniyle toplumcu sanat-edebiyata, bilimsel yayınlara yer açılmamasının bir sonucu olarak da görülebilir. Bunların yanında, toplumcu şair-yazarların, genel olarak sanatçı ve aydınların, toplumun nabzını tutan yapıtlar ortaya koyamamalarının, koyanların da okuyucuyla buluşamamalarının, ayrıca şair-yazarlar ve örgütleri arasında yaşanan kısır, törpüleyici ilişkilerin de etkili olduğu vurgulanabilir. Fuar boyunca söz konusu kişiler ve örgütler arasındaki “sığ”lığın birçok yansımasına tanık olan kişilerden gözlemlerini dinlediğimi belirtmekle yetineyim.

Genel çerçevede vermeye çalıştığım kötüye gidiş yanında öğretmeni, anne-babası ya da bir arkadaşıyla gelen ilk ve ortaöğretim çağındaki öğrencilerin kitapları karıştırmaları, şair-yazarını tanımaya çalışırken ilginç sorular yöneltmeleri, ışıltılı bakışlarıyla öğrenme-okuma coşkularını dışarıya vurmaları da sevinç kaynağımız olmaya devam ediyor. Burada yan yana olduğumuz Hatay’dan şair Mustafa Akyürek ve yazar Mehmet Karasu, Tarsus’tan araştırmacı-yazar Uğur Pişmanlık’la dayanışma atmosferinde çok güzel saatler yaşadık. Kitaplarımızı paylaştığımız gibi yanımıza gelen onlarca dost ve arkadaşımızı tanıştırdık birbirimize. 1995’te İnsancıl Dergisi Temsilciliği’nden beri tanışıp dostluğumuzun geliştiği şair Hasan Hüseyin Gündüzalp ve şair-yazar Ali Ozanemre’yle Çukurova Edebiyatçılar Derneği ve Lül Dergisi sürecinde tanıştığımız diğer Çukurovalı edebiyatçılarla buluştuk. Fuar sırasında, bunlardan Çetin Yiğenoğlu, Sadık Çil, Osman Erkan, İlhan Kemal, Adnan Gül, Durmuş Ali Özkale, Bekir Dağsever, Zeki Oğuz, Muhammet Güzel’le söyleşme olanağımız oldu. Öykü ve incelemelerinden haberdar olduğum Remzi Karabulut’la sevgili Uğur Pişmanlık’ın sayesinde tanıştım. Yıllardır atom karınca misali Tarsus üzerine çalışma yürüten Uğur kardeşimin, Çukurovalı akademisyenlerin de desteğiyle birkaç yıldır çıkardıkları Aratos adlı felsefe-sanat-edebiyat ağırlıklı bir derginin hem kafa hem kol emekçisi olduğunu belirtmeliyim. Yerelden yola çıkıp üniversitelerin de başvuru kaynağı haline gelen böyle bir dergi çalışmasının yaygınlaştırılması, önem arz etmekte değil midir?

Kızı Gülhan’la birlikte fuarı gezmeye gelen İvriz Köy Enstitüsü’nden mezun Necati Baysal öğretmenle tanışmamı da büyük kazanç haneme yazmalıyım. Standımızdaki kitapları tek tek eline alıp önünü-arkasını ve içini inceleyen bu yaşlı insan hemen dikkatimi çekmiş ve doğrudan “Köy Enstitülü müsünüz?” diye sormuştum. Onunla konuştukça, kısa bir süre Düziçi Köy Enstitüsü’nde öğrencilik yaptığını öğrendiğimde, “Ben de İlköğretmen Okulu döneminde orada okumuştum.” cümlemi coşkuyla, onurla kurmuştum. Şimdilerde Torosların eteğindeki köyünde bitki ve hayvanlarla zenginleştirdiği bir kır yaşamı sürdüğünü dile getirmesine hiç şaşırmadım. Çünkü onlar yüksek binalara değil, toprağa türkü yakan bir kuşağın temsilcileriydiler. Telefonlarını aldım ve en kısa sürede kendilerini ziyarete geleceğimi söyledim.

Çukurova “bereketli toprak” derken, insan ilişkileri bakımından da bunun doğrulandığını söylemek isterim. Her ne kadar kapitalizm giderek hızlanan bir yabancılaşmayı topluma dayatıyorsa da buna direnen bir damar da yok değil bu topraklarda. İşte fuar sırasında, uzun yıllardır görüşemediğim bazı arkadaşlarımla karşılaştım ve ilişkilerimizi tazeleme olanağı buldum. Prof.Dr. Mustafa Apaydın bunlardan biri, 1980’lerin ortalarından beri Çukurova Üniversitesi’nde edebiyat hocalığı yapıyor. En son 1990 başlarında Balcalı Kampusünde görüşmüştük. Bundan böyle daha sık görüşmeye karar verdik.

Adana’da edebiyat öğretmenliği yapan Nuri Sağaltıcı’yla tanıştığıma da sevindiğimi belirtmeliyim. “Söz Sanatı” adlı kitabını imzalarken, “kentteşlik”iğimizi vurgulamasına sevindim. Yine öykü kitabını imzalayarak bize armağan eden Necla Karataş’ın mütevazı yaklaşımı da anlamlıydı. Fuara Antakya’dan bir otobüs tutarak gelenler arasında şair dostum Bedran Cebiroğlu’yla yazar arkadaşım Muhsin Boz varlardı. Bedran’la fuarı şöyle bir dolaşmaya çıktığımızda Trabzon’dan tanıdığım iki karikatüristle karşılaştık; Muammer Kotbaş ve Cumhur Gazioğlu. Onların önceki yıl da buraya geldiklerini, Gırgır dergisinde çizen eski kuşakla karikatüre yeni başlayanları bir araya getiren bir çalışma yaptıklarını öğrendim. Bu tanıtma-tanışma faslından birkaç andaduran[1] (fotoğraf) çekmeyi ihmal etmedim.

Fuarın taşıdığı bir kötü gidişe dikkat çekerek, çıkartımlarımı ve gözlemlerimi noktalamak istiyorum. Alanın orta bölmelerine büyük standlar kuran dinci yayınevleri, nerdeyse bedava ciltli kitaplar dağıtıyorlardı. Özellikle çocukları ve gençleri buralara yönlendiren cemaatçi öğretmen ya da yurt görevlilerinin “maharetleri”nin ne denli yoğunlaştığı ortadaydı. Aklı ve bilimi evreni okumanın ölçütü olarak önemseyen herkesin, artık örgütlü davranmak gerektiğini beyninin merkezine koymasından başka çare olmadığını da vurgulamalıyım. Çocuklarımızla daha çok ve yoğun ilgilenerek bu çürümeyi tersine çevirebiliriz.

Bütün eksiklik ve olumsuz yönelimlere karşın, böyle bir kitap fuarı atmosferini yaşamanın da ayrı bir güzelliği olduğunu söyleyebilirim. Fuardan getirdiğim dergi, kitap ve broşürleri Ankara’daki öğrencilerime tanıtarak ve dağıtarak, bu güzelliğin yeni kuşak tarafından hissedilmesini sağlayarak, Akdeniz sıcaklığını edebiyatın kucağında buluşturmaya çalıştım.

-------------
[1] Bu sözcük, Hasan Hüseyin Gündüzalp’in türetip kullanıma sunduğu ve yaygınlaştırılması gerekenlerdendir.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Ermenilerden özür diliyorum(*)



Saat 16:30. Bir arkadaşımın resim atölyesinde otururken radyodan duydum acı haberi: "Ermeni asıllı yazar-gazeteci Hrant Dink'i vurdular." Olamaz dedim sadece. İlk tepkim "olamaz" kelimesinin bir isyan gibi sıkılan dişlerimin arasından fırlaması oldu.

Daha bir ay önce İstanbul'da, Özgür Düşün Dergisi'nin düzenlediği "Aydınlık Sorgular Sempozyumu"nda konuşmacıydık ikimiz de. Ve ben Hrant Dink'i ilk kez orada görmüş ve dinlemiştim. İki gün süren, onlarca bilim insanı, şair, yazar ve gazetecinin katıldığı sempozyum hakkında izlenimlerimi soran arkadaşlara, beni en çok etkileyen Hrant Dink'in konuşması oldu demiştim.

"Ağrı dağını bilirsiniz değil mi arkadaşlar" demişti Hrant Dink. "Dünyanın her yerine zorla dağıtılan Ermenilerin evlerinde mutlaka Ağrı dağının fotoğrafı vardır. Düşünebiliyor musunuz dört bin yıllık bir tarihin, uygarlığın yok edilişini. Ağrı dağının yerinden sökülüşünü tahayyül edebiliyor musunuz? O Ağrı dağı ki, yüksekliği kadar da kökü vardır yerin altında. Ve siz o kökü söküp atmayı başardınız. O halkı, birlikte yaşadığınız, o toprakların sahiplerini, dört bin yıllık bir kültürü yok ettiniz."

"Ya sonra" diye devam etmişti Hrant Dink. "Hadi o olayların sorumluluğunu Osmanlı'nın üzerine attınız. Ya sonra ne oldu biliyor musunuz? Cumhuriyetin kuruluş aşamasında bu ülkenin nüfusu on beş milyondu. Tehcirden sağ kurtulup, Türkiye'de yaşamaya devam eden Ermenilerin sayısı ise üç yüz bindi. Bu gün itibariyle artan nüfusa paralel olarak, Türkiye'de bir buçuk milyon Ermeni olması gerekiyordu. Oysa kalan Ermenilerin sayısı kırk beş bin. Ne oldu? Kısır mıydı bu insanlar? Hayır. Cumhuriyet Türkiye'sinde de Ermenilere baskılar devam etti. Ve Ermeniler psikolojik, maddi baskılara dayanamayıp göç ettiler. Hâlâ da ediyorlar. Gözleri arkada kalıyor. Topraklarında. Ülkelerinde."

"Bana göre" demişti Hrant Dink, sempozyumun konusuna gönderme yaparak, "Türk aydını sınıfta kalmıştır. Tarihiyle yüzleşmeyi göze alamamış, Ermeni sorununu tartışmaya açamamış, resmi ırkçı söylemlerden etkilenmiş ya da korkmuş susmuştur. Birkaç istisna dışında."
Dinleyicilerden birinin "Soykırıma inanıyor musunuz? Soykırım yapılmış mıdır? Yoksa Ermenilerin ihaneti üzerine yaşanan iç savaşta karşılıklı katliamlar mı yaşanmıştır?" sorusu üzerine Hrant Dink iki elini havaya kaldırmış "evet" demişti: "Ne yazık ki evet. Nedenleri ne olursa olsun. Kim haklı, kim haksız tartışması bir yana, savaştan sonra çocuk, kadın ihtiyar herkes katliama ve tehcire tabi tutulmuştur."

Soruyu sorana dönerek, "Sen" demişti, "İyi bir insansın ve inanmak istemiyorsun atalarının soykırım yaptığına. Ben de istemezdim. Empati yapabiliyorum. Sen soykırımın kötü ve utanç verici olduğunu biliyorsun ve inanmak istemiyorsun..."

Hrant'ı vurdular

Hrant'ı vurdular. Hrant Dink'i destekleme kampanyasına imzamla destek veren, onu uzaktan izleyen, ermeni arkadaşları olan ben, acı ve utançla kıvrandım. Acı duydum çünkü Hrant Dink gibi insanlar kolay yetişmezdi. Utanç duydum çünkü düşünmeme rağmen Ermeni sorununda yazı yazmamıştım. Geçenlerde Güney dergisinden arkadaşlar benimle röportaj yaparken, "Birçok konuda duyarlısınız. Kürt sorununu da çok işlediniz. Yazdınız. Neden Antakya'lı olduğunuz halde Araplarla veya Ermenilerle ilgili bir yazı yazmadınız" diye ilginç ve yerinde bir soru sormuşlardı. Ben de evet demiştim. Ermeni sorunu hakkında yazmam gerekiyordu. Ama yetişemedim. Dünyada ve ülkemizde o kadar çok sorun var ki yazacak. Ve bizim hayatımız rutin telaşlarla geçiyor. İş, aş, aşk ve çocuk, hayatımızın merkezine oturuyor. Üstümüze düşen görevleri yerine getiremiyoruz. Ve bu gün, "o yazıyı", Hrant'ın katledilmesinden sonra yazdığım için utanç duyuyorum.

Hrant'ı vuran-vurduran gözü dönmüş insanlık düşmanlarından, ırkçı milliyetçilerin varlığından, onları destekleyen "devlet güçlerinden" ve "yasalardan", bu ülkenin bir vatandaşı ve Türk olarak utanç duyuyorum. Dört bin yıllık bir tarihi, uygarlığı, halkı yok ettiğimiz için utanç duyuyorum.

Sünnet dramı

Sürgün yıllarımda Paris'te tanıştığım, sonra aile dostları olduğum Türkiye Ermeni'si Vahan ve Liza'yı anımsıyorum. Vahan'ın günün birinde bana bir sır gibi mahcup ve öfkeli bir biçimde söylediği sünnet olayını. "Biliyor musun Adil" demişti Vahan, "Ben Hristiyanım ve sünnetliyim. Neden sünnet oldum? Türkiye'de askerde Ermeni ve Hıristiyan olduğum anlaşılıp baskı görmeyeyim diye babam sünnet ettirmiş." Sarsılmıştım bunu öğrenince. Bir insanı istemediği, inançlarına aykırı olduğu halde sünnet olmaya zorlayan, adı konulmamış toplumsal baskıyı düşünebiliyor musunuz! Ermenilerin Ermeni, Kürtlerin Kürt, Alevilerin Alevi olduğunu, göğüslerini gere gere söyleyemediği, kimi zamanlar kökenlerini-inançlarını konu komşudan, iş arkadaşlarından saklamak zorunda kaldıkları bir ülkenin vatandaşı (üstelik köken olarak egemen ulus ve mezhepten) olmaktan utanç duymamam mümkün mü?

1915 Tehcirinden sonra geride kalan bir avuç Ermeni'yi, Süryani'yi, Keldani'yi, Rum'u Cumhuriyet Türkiye'sinde ne tür baskılara maruz bıraktık, nasıl taciz ettik ve kaçırdık. Gönüllü sürgüne yolladık. Bellek tazeleyelim: 1942 varlık vergisi, 20 kura askerlik uygulaması, 6-7 Eylül 1955 talanı, 1971 yılından sonra gayrimüslim vakıf mallarına el konulması, 28 Aralık 1988 tarihli "sabotajlara karşı koruma yönetmeliği"nde potansiyel suçlular arasında "yerli yabancıların" yani gayri-Müslimlerin işaret edilmesi, politikacıların ağzını açtığı zaman "Ermeni" kelimesini küfürle özdeş tutması ve diğer toplumsal baskılar.

İşte biz, "kardeşlerimiz" dediğimiz Hrant'ları, Vahan'ları, Liza'ları bu uygulamalarla, faşist yasalarla, saldırılarla yorduk, yıprattık, psikolojik olarak katlettik ve kaçırdık. Hadi 1915 tarihte kaldı diyelim ama cumhuriyet Türkiye'sinde, başta Ermeniler olmak üzere tüm gayrimüslimlere eziyet etmeye devam ettik. Onları korumadık. Hrant'ı korumadık. Koruyamadık.

Hrant Dink, 10 Ocak 2007 tarihli son yazısında şöyle diyordu:
"Kalmak ve direnmek. İyi de, gidersek nereye gidecektik. Ermenistan'a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün 'Artık bitse de dönsem' diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! 'Kaynayan cehennemler'i bırakıp, 'Hazır cennetler'e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse. Ürkek ve özgür. Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten..." Ruh halimin güvercin tedirginliği. Hrant Dink (Agos'un Merceğinden Sayı:564-10 Ocak 2007 )

Hrant'ın katili, silahı kullanan kalleş kiralık tetikçi değil tek başına. Onun katilleri ve onu yüzlerce defa öldürenler; halkı ona-onlara karşı kışkırtan kiralık kalemler, ırkçı-milliyetçi-faşistler, 301. maddeyi değiştirmeyip savunanlar, mahkeme kapısında onu linç etmek isteyen çapulcular ordusu yani insanlık düşmanlarıdır.

Hrant'ı vurdular. Beni vurdular. 1978 yılıydı, Adana'da faşist bir pusuda onlarca mermiye hedef olmuş ve hastaneye kaldırılmıştım. Üniversiteden arkadaşlarım günlerce nöbet tutmuşlardı başımda. Ve bir kız arkadaşım ağıt yakmıştı başucumda. Hastane odasında. Aynı ağıtı ben, Hrant Dink için yakıyorum bu gün: "Hey gidi aslan oğlum/ Sana nasıl kıydılar/ Seher vakti tan sökende/ Sana nasıl kıydılar."

Hrant'ı vurdular.
Hrant'ın katlinde hepimizin sorumluluğu var.
Ruhun şen olsun Hrant.
Bu gecikmiş özrümü kabul et.
Senden ve tüm Ermenilerden özür diliyorum.
---------------------

(*)Bu yazı Hrant Dink katledildikten bir gün sonra yazılmış ve 22 Ocak 2007 tarihli Birgün gazetesinde 'Emenilerden özür diliyorum' başlığıyla yayınlanmıştı. o tarihte henüz aynı adla başlayan özür kampanyası yoktu. Aynı yazıyı yeniden paylaşırken Hrant'ı saygıyla anıyorum

http://www.adilokay.com/

11 Ocak 2010 Pazartesi

ÖĞRENİRKEN ÖĞRETENLER : TEKEL İŞÇİLERİ


Müslüm Kabadayı
muslum_kabadayi@hotmail.com

Tekel işçilerinin direnişinin 27. günü de geride kaldı. İki günde bir desteğe, ziyarete, eyleme gittiğim işçi kardeşlerimden birkaçını, iki akşam evimizde ağırladım. Hatay’dan gelen işçilerden köylüm Bülent Tüfek ve arkadaşları Kumlu’dan Levent Şafak, Reyhanlı’dan Murat Basık’ın anlattıklarından yola çıkarak, “eylemsel yetke”nin nasıl oluştuğuna dair ve işçi sınıfının öğrenme-öğretme sürecine ışık tutan notlarımı paylaşmak istiyorum.

1- “Bu 4-C sorunu gündeme gelene kadar bizim işçilerin çoğunluğu AKP’ye, MHP’ye oy vermiş sağ siyasetin etkisindeki kişilerdi. Aramızda yerel düzeyde çıkan ayrımlar, etnik-dinsel farklar barizdi. Ankara çıkartmamız sırasında polisin gazlı ve coplu saldırısına maruz kalan arkadaşlarımız başta olmak üzere buraya gelen işçilerin büyük çoğunluğu, eylem boyunca kendilerine en çok destek verenlerin, evlerini açanların komünistler, solcular, ilerici dernek ve odalar olduğunu gördüler. Antakya’dayken bize, ‘Siz komünistsiniz, sizin arkanızdan gitmeyiz!’ diyen birçok arkadaşımız, şimdi bize ‘komünist kardaşım’ diye hitap ediyorlar. Zafer işareti yapıyorlar. Antakya Tütün Yaprak İşleme Müdürlüğü’ne gelen AKP İl Başkanını kovuyorlar.”

2- “Biz Hataylılar, Ankara’ya gelince katıklı ekmeğimizi özlemiştik. Sağ olsun polis kardaşlarımız bize biber gazlı ekmek yedirdiler. Bundan böyle bizim katığımız biber gazlı olacak. ‘Ölmek var/ dönmek yok’ diyoruz bu nedenle.” diyor Bülent. Burada, işçi sınıfının argo ve küfür edebiyatı yanında mizah gücünün de ne denli canlı olduğunu görmek mümkün değil mi?

3- Levent, hergün kendisini arayıp, “Baba biz seni çok özledik, hemen gel!” diyen kızından söz ediyormuş arkadaşlarına. Direnişin başından beri burada bulunan Trabzon Erdoğdu’da oturan bir işçi, yüreği parçalandığı için hiç konuşamamış ve gözyaşlarını dökerek sırtını dönüp gitmiş. Bu sahneden çok etkilendiğini söylüyor Levent.

4- Murat, Armada’nın oradayken orta yaşlı bir adamın gelip kendilerine “Yetkiliniz kim?” diye sorduğunda merak ettiklerini, sonra cebinden 50 TL çıkarıp vererek, “Bununla çay içersiniz arkadaşlarım!” dediğinde, yüreğinin kabardığını söylüyor.

5- Bülent, Abdi İpekçi Parkı’ndaki gösteride, polis biber gazı sıktığında elinde ekmekle havuza düşen işçilerden biri olan Antakyalı Faruk’un, şimdiki Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in süt kardeşi olduğunu vurguluyor. Bu işçinin, daha sonra Mithatpaşa Caddesi tarafında kümelenen polislerin yanına giderek, “Kardaş, şu biber gazından biraz sık sana! Bak, biz medyanın gündeminden düştük ha!” dediğini, genç polisin de buna çok şaşırıp, “Git belanı başka yerde bul!” diye söylendiğini anlatıyor. Murat ise, “Abdi İpekçi’deki polis saldırısı sırasında Diyarbakırlı işçilerin ne denli deneyimli olduklarını gördük. Onlar, poşularını yüzlerine sarıp gaz bombalarını hemen suya atıyorlardı. Hatta tekrar polisin içine fırlatanlar da oldu. Polis şefleri öncelikle bu arkadaşlarımızı gözaltına aldılar.” diyerek, işçilerin deneyimli öncülerini kısa sürede içlerinden çıkardıklarını vurguluyor.

6- Murat anlatıyor: “Türk-İş’in önündeyken, arkamda birinin bir kağıda not düştüğünü gördüm. Polis olduğunu anladım ama adama dönüp “Hangi basındansın?” diye sordum. Adam şaşırıp yüzüme baktıktan sonra, “Bozuntuya verme, emniyettenim.” dedi. “Durumu nasıl görüyorsun?” diye sordum, o da “Devam edin!” dedi ve göz kırptı bana.

7- Levent şöyle diyor: “Günlerdir binlerce insan bir aradayız. Aslında provokasyona çok açık bir ortamdayız. Artık hepimiz deneyim kazandık, kimin işçi, kimin bizimle dayanışmaya gelen, kimin polis olduğunu saptayabiliyoruz. Geçen gün Tuna Caddesi’yle Bayındır Sokak’ın birleştiği yerde biri dikkatimizi çekti, Süleyman diye bir yiğit arkadaşımız var, ona gidip “Ulan sen bize gaz sıkan şerefsiz değil misin?” dedi. Adam neye uğradığını anlayamadı, kıpkırmızı kesildi. Süleyman’ı kolundan çekip zor oradan uzaklaştırdım.

8- Murat, yine mizahla anlatıyor bir saptamasını, şöyle: “Şimdi ülkemizde aylarca domuz gribi korkusu yarattılar. Bakın biz, nerdeyse bir aydır binlerce kişi bir aradayız, bizde domuz gribi filan olmadı. Demek ki domuzlar başka yerdeymiş. Biz; haklı mücadele verenlere, ülkesini ve halkını sevenlere domuzun dokunamayacağını kanıtladık böylece.”

9- Üç işçi kardeşim de burada siyaseti öğrendiklerini, Tek Gıda-İş yönetimi, Türk-İş yöneticileri başta olmak üzere kimlerin neler çevirdiklerini burada iyi gördüklerini söylüyorlar. İçlerinden AKP’ye çalışan, bakanlara bilgi taşıyanların olduğunu da saptadıklarını belirtiyorlar. Bunların, sınıf mücadelesinin kolay bir şey olmadığını teyit ettiğini vurguluyorlar.

10- Levent kardeşim, bu direniş sırasında kendilerini konuk eden sol örgütlerden insanların bir yaklaşım hatalarının altını çiziyor. Kime gitseler, diğer sol örgütleri karalamaya başladıklarına tanık olduklarını vurguluyor. Oysa onların bu mücadeleye verdikleri desteğe büyük saygı duyduklarını, birlikte hareket etmelerini beklediklerini söylüyor. Diğer arkadaşları da özellikle bazı heyecanlı öğrencilerin kendilerine, “Neden genel grev kararı almıyorsunuz? Buraya 12 bin işçi yığılsa bizlerle birlikte Ankara’yı sallarsınız.” dediklerini dile getiriyorlar. “Bizim çoğunluğumuz, ilk kez bir eyleme kalkışmışız. Hiç siyasi eylem deneyimimiz yok. Üstelik adamların polisi, ordusu ve başka güçleri var. Bu iş sizin bildiğiniz gibi hemen olmaz.” dediklerinde küçümseyen bir tavırla karşılaştıklarını belirtiyorlar.

Sınıf mücadelesini sosyalist iktidar kurmaya odaklarken, mücadelenin boyutlarını, güçler dengesini, öncelikler sıralamasını, siyasal öncülük sorununu kavrayamayan gençler ya da siyasetlerin böyle yaklaşımlarla burjuvazinin bazen ekmeğine yağ sürdüklerine de tanık olduğumuzu örnekledim onlara. Sol siyasetin, özellikle sosyalist solun, sınıf mücadelesiyle öncülük konusunda Türkiye tarihinde hep sorun yaşadığını, işçi sınıfı öncülerinin siyasal örgütlerimizde etkin olmadığı durumlarda bunun, daha vahim hal aldığını belirttim. Onun için işçi sınıfının, eylemli bilinç taşımayı sürekli hale getirerek, deneyimlerini yeni kuşak işçi-emekçilerle paylaşmak yanında işsizler, yoksul köylülerle de ilişki kurarak toplumsal desteğini güçlendirmesi gerektiğinin altını çizdim. O zaman, şimdi kendilerinin haklı olarak rahatsız olduğu davranış ve durumların tali planda kalacağını vurgulayarak, devrim yapan ülkelerin işçi sınıfıyla siyasal öncüleri arasındaki açının nasıl kapandığına dair Sovyet, Küba ve Bolivarcı devrimlerden örnekler verdim. Türkiye’deki 1. TİP ile 1970’li yıllardaki mücadeleden bazı deneyimler aktardım. Bu öğrenmeye aç dostlarımın da öğrendiklerini aile, iş ve yakın çevreleriyle paylaşmalarının, kitleselleşme sorunumuzu biraz daha aşmamıza yardımcı olacağına dikkat çektim. Levent’in, kendisinin burada dağıtılan gazete ve bildirileri biriktirerek dosyaladığını, onları yanında götürüp Antakya’da çevresine okutturacağını söylemesine çok sevindim.

Uzun sözün kısası, “eylemli bilinç” taşımanın, işçi sınıfıyla doğrudan buluşmanın ve siyasal bir sınıf mücadelesini örgütlemenin yöntemleri üzerine kafa yoranların, bu birkaç nottan yararlanmalarını diliyorum.

8 Ocak 2010 Cuma

OPERASYON İŞLERİ


Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

Bülent Arınç’ın evinin önündeki operasyon espiyonaj/karşı-espiyonaj gibi safhaları da içeren tam bir ajan operasyonuydu. Bu ülkede böylesi bir operasyonu yapacak üç kurum var: MİT, ordu, polis. En değme ajanvari operasyonların yapıldığı ülkemizde(ki) operasyonları yapan kurumları bilmeyi size bırakıyorum. Kozmik Oda’da kontrgerilla eylemlerine hâkim ve savcılar ulaşır mı bilmem! Bülent Arınç’la ilişkili belgeye ulaşacaklarını da sanmıyorum. Kozmik odada sadece ona değil, 1 Mayıs katliamına, Maraş katliamına, Çorum katliamına, Sivas katliamına, 17 bin faili meçhul cinayete-tek tek cinayetlere girmek istemiyorum-hatta Orgeneral Eşref Bitlis’in öldürülme olayına dahi ulaşılamayacaktır. Böylesi odalarda bu tür kanıtlara ulaşılamayacağını düşünüyorum. Kimse bu kanıtları bırakacak kadar saf olamaz!

Bülent Arınç’ın evinin önündeki operasyon en değme ajanvari operasyonlara taş çıkartacak nitelikte(ydi). İstihbaratı MİT ya da emniyet yapmış olsa da bu operasyon üst düzey bir ajan operasyonudur. MİT’in yıllarca askerler tarafından yönetilmesi, asker-sivil çekişmesi, MİT şeflerinin birbirini yeme operasyonları ciltlerce yazıldı. Kontrgerilla- kuruluş amacına uygun olarak düşmanla savaşmadı ama-kendi halkını tarumar etmeyi becerdi evvelallah! Fethullahçı ve ülkücü dolu polis teşkilatına bu ülkede kaç kişi güveniyor? Bu üç organizasyonun birbirine karşı operasyonlarında nasıl bir doğru ortaya çıkabilir? Baksanıza bir: Bu ülkede JİTEM yokmuş!..

Kimse bana vatan, millet, Sakarya demesin! Vatan’ı nerdeyse tekelci şirketlerin mülkiyetine soktular! Vatan bir avuç tekel’in üzerinde fabrikalar, tarlalar kurup, Allah ne verdiyse iç edenlerin kolonisi değildir! Milliyetçilik kimliği de hegemon ülke ve tekelleriyle işbirlikçilik yapanlara (yerli işbirlikçilere) iyi bir makyaj oluyor. Ve Sakarya: Milletlerin ve ülkelerin tarihlerinde (resmi tarihten bahsetmiyorum) kahramanların yeri çoktur! Ama bu sözü kullanıp ta küresel finans kapital tekellerin kılıcını sallayanlara bakalım. Neyi örtmek için o mevkilerde arzı endam ediyorlar?

Ordu, MİT, polis! Birbirinin peşine düşmüş, operasyon yapan güçler. Ama bunu yaparken bile birbirleriyle gülen, konuşan, birlikte, el ele olan güçler. Bu işlerden bir demokratik uygarlık çıkacak mı? Bu kadar mahkemeler, davalar, tutuklamalar, cezaevleri! Bu işlerden aş, iş, eğitim, iyi yaşamak çıkacak mı? Yoksa gerçekte paranın tanrısallığına inanan sahte dincilerin adım adım din devletine mi yol alacağız! Bu işlerden, borçlu olduğumuz Kürtlere alacaklarını vererek eşit yurttaşlık temelinde bir demokrasi çıkacak mı? Göreceğiz! Kurnaz adamların bizim adımıza(!) verdikleri demokratik mücadeleyi göreceğiz!

Unutmadan, aklıma gelen bir hikâyeyi anlatayım: Kurnaz bir tilki, çalıların tepesinde kümesinden uzaklaşıp yolunu kaybetmiş bir horozu görmüş. Usulca yaklaşıp sormuş: “Ooo, horoz kardeş, seyrana mı çıktın?” “Köyümü kaybettim!” “Üzülme horoz kardeş,” demiş tilki, “şu yakınlarda bir vadi biliyorum. Oraya gidip seninle güzel bir köy kurabiliriz. Üzülme sen! Hele bir in aşağı, seninle kuracağımız köy hakkında biraz konuşalım.” Haramzade horoz, tilkinin niyetini anlamış: “Sizinle bir köy kurmak ne güzel! Hatta az ileride buraya gelmekte olan kurdu da muhtar seçeriz!” Tilki, kurdun adını duyar duymaz tabanları yağlamış. Yine de koşarken bağırmış: “Siz onunla zor şenelttirirsiniz bu köyü!” Evet, kurnaz adamlar hep toplumları yönetenler ve ondan beslenenler oldular!

AKP faşizmi



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

’12 yıllık tutsaklık hayatımda, poliste ve cezaevlerinde en çok işkenceyi Türkçü ve İslamcı memurlardan gördüm. Toplu saldırırken, “Allah Allah!..” veya “Allahuekber” demeyi ihmal etmezlerdi. Solcuların, kendi hatalarını, sol ideolojiden uzak tutmaları gibi, İslamcı-Türkçüler de kendi katliamlarını, cinayet ve işkencelerini birer provokasyon olarak nitelerler. Onlara sorarsanız Sivas, Çorum, Maraş katliamlarında hiçbir rolleri yoktur. Birileri onları kışkırtmış, onlar da vurup öldürmüşlerdir…

Türk basını ve iktidarları şöyle namuslu bir soruyu kendilerine hiçbir zaman sormazlar:

“Neden bir kişi, ‘bu dinsize, kitapsıza, Allahsıza, Kürde vurun!’ Dediğinde bütün şehir ve kasaba vurmak için harekete geçiyor? Bunları böyle toplu harekete geçiren sinerji nereden geliyor?”

Onlar böyle bir soruyu sormaz, cevabını da doğru vermezler. Ama biz hem sormasını, hem de cevabını biliyoruz. Türk devleti, ona bağlı Türkçü ve İslamcı partiler, 86 yıl boyunca, farklılıklara yönelik cinayete ve katliamlara eğilimli nesiller yetiştirmişlerdir. Provokasyon diyerek kendisinden kaçtıkları gerçek budur.

İktidara gelmesi için ABD destekli 12 Eylül darbesiyle önü açılan İslamcı ve Türkçü kadrolar şu anda iktidardırlar. Siyasal Kürtlükten ve solculardan arındırılmış Türk üniversitelerinde yetiştirildiler. Belki gençler bilmez, 12 Eylül’den önce iki polis derneği vardı: Pol-Der ve Pol-Bir… Pol-Der, solcu polislerin derneğiydi. Pol-Bir ise Türkçü ve İslamcı polislerin derneği idi. 12 Eylül’de Pol-Der üyesi bütün polislerin işine son verdiler. Türkiye’deki polis teşkilatı tamamen Türkçü ve İslamcı militanlara bırakıldı…

Sanırım geçen yıldı; on bin kişilik polis kadrosu olan Ankara’da, Ramazan’da, sadece onbeş polis oruç tutmayacağını mutfağa bildirmişti.

Bu, Türkiye’nin sistemidir. Saddam sisteminden daha katı, daha faşist bir sistemdir. Türkiye nüfusunun üçte biri olan Alevilerin Ramazan’da değil de, başka bir ayda oruç tuttuğu bilinir. Nüfus oranlamasına göre hesaplarsak, bir kaç bin polisin Alevi kökenli olması ve oruç ayım değil diye de başvurması gerekirdi. Oruç tutmayacak olan komünistleri, ateistleri, hastaları saymıyorum… Bu ne biçim bir sistem ki, 10 bin polisten ancak 15 kişi cesaret edip oruç tutmayacağını bildirmiş.

Bundan iki sonuç çıkar. Ya polis teşkilatı tamamen Türkçü-ve İslamcılardan oluşuyor, ya da diğerleri korkusundan oruç tutmuş gibi görünüyor…

Her iki durum da faşizmdir.

Siz, solcu veya Kürtlüğünü açıkça savunan bir emniyet müdürü, bir bürokrat, bir vali, bir kaymakam ve bir albay tanıyor musunuz? Ama 12 Eylül öncesi vardı; örneğin Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul solcuydu ve faşistler tarafından öldürüldü. Ankara Baş Savcı Yardımcısı Doğan Öz solcuydu, şu anda MHP milletvekili olan İbrahim Çiftçi tarafından öldürüldü.

Türkiye’nin AKP ile ileri gittiğini söyleyenler, alttan alta AKP faşizminden beslenen çıkarcılardır. AKP’ye en çok oy veren Konya, Yozgat, Trabzon, Sakarya, Bursa, Rize… Hangi şehri içine katarsanız katın, bu şehirlerde yaşayan kitlelerin hangi özelliği ilericidir? Manisa’da Romanlara saldıran güruha gidin sorun, yüzde doksanı AKP’li çıkmazsa biz bu ülkeyi tanımıyoruz demektir.

AKP, faşist bir partidir. Faşizm, bütün ülkelerde yalan ve hile ile iktidara gelir. Musolini’nin partisinin adı, Sosyalistti; Hitler’in partisini adı da, sosyalistti.. Faşistler, toplumda çözüm bekleyen en önemli değerlere el atarak iktidara gelirler…

AKP ve kitlesinin ne kadar demokrat olduğunu sınamak mı istiyorsunuz; AKP’nin en çok oy aldığı bir ile gider, çarşı ortasında iki Kürtçe şarkı söyler veya solcu bir pankart açarsınız… O zaman da “gör başıma neler geldi” türküsünü söylersiniz.

Humeyni, İran’daki liberallerin ve komünistlerin desteğini alarak iktidara geldi. Şah zulmünden bıkan liberaller ve Komünistler Humeyni hareketini gönüllü desteklediler. Humeyni iktidara gelir gelmez, öncelikle İran komünist Partisi TUDEH’in ele geçirdiği bütün üyelerini öldürdü. Ardından liberal temsilcileri tek tek ortadan kaldırdı. Siyasal İslam, iktidar tutkunu liberallerin umduğu gibi yerinde duracak bir güç değildir. Siyasal İslam, iktidarını sağlamlaştırdığında, on bin Ankara polisine oruç tutturacak, Rize şehrinin tümüne de türban taktıracak, Kürdistan’nın bütün siyasilerinin kollarına kelepçe takacak kadar acımasız bir içeriğe sahiptir. Acımasızlık, Hıristiyanlık, Yahudilik veya Müslümanlık, bütün dinsel iktidarların genel karakteridir.

Bugün Kurdistan Posta da yazısı yer alan Milliyet yazarı Serpil Yılmaz’ı iyi okuyun. Patronlar, Kürt işçilere çıkış veriyor diye yazmış. Bu patronların yüzde doksanı AKP’lidir. Kürtlerin ve solcuların linç edildiği bütün şehirlerde aşağı yukarı en güçlü parti AKP’dir. AKP Kürdistan’da Kürt siyasetçilere vururken, Türk şehirlerinde de içlerine karışmış MHP’li unsurlarla Kürtlere linç ve ölüm korkusu tattırmaktadır. AKP iktidarında, Kürtleri linç etmekten dolayı işeri alınmış tek Türk milliyetçisi yoktur.

Fethullah Gülen ve AKP ile ilgili en isabetli tespiti Fransa’nın Le Monde gazetesi yapmıştı:

“Fethullah Cemaati, ABD dış politikasının Orta Asya ve Orta Doğu'da sıradan bir piyonudur”

Saddam’ı, Bin Ladin’i Ortadoğu’nun başına bela eden ABD, Türk Kontrgerilla birimini kuran ABD, çürümüş ve değerleri aşınmış Kemalizm yerine, Siyasal İslam’ı oturtuyor.

Kemalist iktidarın biçimlendirdiği İslamcı-Türkçü kadrolar köy, kasaba ve şehirleri ele geçirdi. ABD, İsrail hariç tümü Müslüman olan Ortadoğu’da, Kemalist devletin çürüdüğü yerde, ucundan kıyısından batı değerlerine bulaşmış Türk siyasal İslam’ıyla ittifak yapıyor. İlericilik dedikleri bu. Tıpkı tahta çıkan Osmanlı Padişahlarının yaptığı gibi, iktidara gelen Siyasal İslam da çevre halkalara akçe dağıtıyor. Çürümüş rejimin en mağdur iki kesimi Kürtlerin ve Alevilerin en oynak kesimlerine iktidar olanaklarından rüşvet verilerek, İslam’a dayalı yeni Osmanlıcılığın temeli ve çatısı çakılmak isteniyor.

Siyasal İslam projesinin tümüyle iktidar yapılmasının önünde iki engel bulunuyor. Biri, 86 yıl boyunca her türlü iktidar pisliğine bulaşmış ordu… Gözden çıkarılmış organlar hariç, orduyla uzlaşarak, anlaşarak işi götürüyorlar. Kürdistan’daki engel ise PKK’dir. AKP ve Siyasal İslam’ın gözden çıkarılmış ordu birimleriyle ile PKK’ye aynı anda vurması ve ikisini Fethullahçı basın aracılığıyla aynılaştırmak, bundandır. “Kozmik oda” ya girilirken, belediye başkanlarının plastik kelepçe ile tek sıraya geçirilmesi de bundandır.

Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’lerden de okuyacağınız gibi, TC Sovyetleri çöküyormuş. Rus Sovyetleri çökerken, Rusya çevresindeki halklar bağımsızlıklarını kazandılar. Kendileri oldular. Kendi yönetimlerini kurdular. Bağımsızlık kazanan ondört cumhuriyetin hiç biri, çökmekte olan Rus Sovyetlerini kurtarmaya koşmadı.

Fakat her dönem çağ kaçıran Kürtler, Malazgirt’te Anadolu’yu ve kendi topraklarını Türklere açması gibi, 600 yıl Osmanlı sınırlarının bekçiliğini yapması gibi, dağılan Osmanlı’dan bir Türk devleti kurup kendisini yasaklayacak Türklere armağan etmesi gibi; şimdi de, biraz zorlasalar dağılmanın eşiğine gelmiş Kemalist diktatörlük yerine hazırlanan Türk –İslam devletinin yardımına koşuyorlar. Böyle ucuz ve hesapsız davranmakla yeni Kürt nesillerinin geleceğine ipotek koyduklarının farkında değiller mi? Kürtlere vurmaktan çürümüş ve çökmenin eşiğine gelmiş bir devlet yeniden restore edilirken, Kürt siyasetçilerinin ve aydınların pozisyonu devletle PKK arasında hakemlik mi olmalıydı?

AKP, çürümüş rejimin Kürdistan’ı elde tutmada kullanacağı son projedir. Dinsel bir projedir. Türklüğü ve İslam’ı yayma projesidir. AKP, ve Siyasal İslam Türkiye’de bütün yönetimi ele geçirdiğinde, Kürt siyasetlerinin ve Kürt özgürlük hareketlerinin yaşayacağı trajedi, kelepçeyle tek sıraya geçmiş belediye başkanlarının akıbetinden çok daha ağır olacaktır.

AKP trenine binmiş Cengiz Çandar, Ahmet Altan ve Hasan Cemal gibi liberal gazeteciler, çağdaşlaşmak isteyen Kürt ve Türk toplumu adına bize AKP’yi desteklemeyi önermekle ahmaklık yapmaktadırlar. İnsan bu kadar günlük çıkar peşinde koşmaz. Sokakları ve devleti tümüyle ele geçirecek Siyasal İslam’ın çağdaş insanlarla paylaşacağı bir iktidar hiçbir zaman olmayacaktır.

Ortalama 4-5 milyonluk bir kitle gücüne sahip olduğu halde, tek sıra halinde kelepçe altına girmeyi kıyamet derecesinde sorunu yapmayanlarla, hala PKK’nin ilk kuruluş yıllarındaki Pilot Necati’yi tartışanların Kürt toplumunu taşıyabileceği ileri mevzi neresi olabilir?

Bomba, silah ve ölüm çığlıkları altında doğup büyümüş Kürdistan gençliği yenileştirilmiş çift dikişli sokak ve devlet faşizmine teslim olmayacaktır bu kez. İnsanların etnik kimlikleri ve dini inançlarını iktidar aracı olarak kullanan sahtekarlar aracılığıyla yönetilmeyi kabul etmeyecektir.

Kürt sorunu, Kürdistan davasından bıkmış yüz veya iki yüz Kürdün devlete ait çeşitli kurumlarda memur veya yönetici olarak istihdam edilmesi sorunu değil; Botan, Garazan, Amed, Serhat ve Dersim Kürtlüğünün, iktidar olma ve vatanları Kürdistan’ı yeniden inşa etme sorunudur…

Bu kez hayat böyle akacaktır…

http://www.kurdistan-post.com/

5 Ocak 2010 Salı

LİNÇ VE BARIŞ




Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

“Edirne, Erzincan ve Kars'ta Ülkücüler Saldırdı, Polis Seyretti. Edirne'de Solcu Öğrencilere Linç Girişimi. Tutuklanan üç arkadaşlarının serbest bırakılması için basın açıklaması yapan ve imza kampanyası başlatan 15 kişilik gruba yaklaşık 750 kişiden oluşan grup ‘Kahrolsun PKK’, ‘Burası Edirne, burada hain yok’ sloganları atarak saldırdı. Altı kişinin yaralandığı linç girişimi Emniyet Müdürü'nün ricasıyla son buldu.” Edirne - BİA Haber Merkezi. 28 Aralık 2009

Trabzon’da başlayan linç girişimleri hakkında 14 Nisan 2005 tarihli Birgün gazetesinde yayınlanan ‘Taşlar bağlanıyor, kurtlar sokağa salınıyor’ başlıklı yazımda şunları yazmıştım: “1976 ya da 1977 yılıydı. Bedri Koraman’ın Milliyet gazetesinde ilginç bir karikatürü yayınlandı. Kimliği belirsiz birileri tarafından ipi çözülmüş azgın bir köpek kulübesinden dışarı fırlıyordu. O yıllar üniversitelerde, fabrikalarda ve sokaklarda MHP’lilerin devlet destekli saldırılarına rağmen yükselen devrimci bir kabarış vardı. Taş ve sopalarla bu sol gelişmenin önünü alamayan güçler silaha sarıldılar. Önce öğrenci ve işçi liderlerini, sonra aydınları hedef aldılar. Cahit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert, DİSK Genel Sekreteri Kemal Türker, kaçırılıp işkence ile öldürülen 7 TİP’li öğrenci ve İstanbul Üniversitesinde güpegündüz üzerlerine bomba atılarak katledilen onlarca öğrenci, o dönemden ilk aklıma gelenler. İşte Bedri Koraman’ın karikatürü tam o dönemde yayınlandı. O güne kadar bağlı tutulan yedek güçler sokağa salınmıştı. Bu katliamları sağcıların yaptığı apaçık kanıtlarıyla ortaya çıktığı halde, 12 Eylül 1980 darbesi solun üzerine balyoz gibi indi. Sivil faşist çetelerin yarım bıraktığı kirli işi, Kenan Evren ve şürekası üstlendi.”

Bu gün de aynı senaryo uygulamaya sokulmaktadır. Oysa biz bu filmi daha önce de görmüştük. Son zamanlarda kimi “aydın”lar bellek kaybına uğramış görünüyor. MHP’nin değiştiğinden, AKP’nin demokratlığından söz ediliyor. Devlet Bahçeli’nin ‘sokaklara çıkmayın’ çağrısının samimiyetine inanılıyor. Oysa gerek İstanbul’da, İzmir’de ve en son Edirne’deki linç girişimlerinin arkasında MHP’nin olduğunu bilmeyen yok. Ya güvenlik güçlerinin tavrı. Sözüm ona tarafsız polislerimiz, çapulcu linç sürüsüne dağılmaları için ‘rica ediyor’. Olaydan sonra kameralar tarafından tespit edildikleri halde içlerinden kimse gözaltına alınmıyor. Tersine yasal basın açıklaması yapanlar, bildiri dağıtan ve saldırıya uğrayan gençler gözaltına alınıyor.

Böyle devam ederse yasal bir afiş asmak için bile saldırıya uğrayan solcuların, savunmalarını kendilerinin yapmasından başka çareleri kalır mı? Nitekim 1980 öncesi devlet desteğiyle saldıran sivil faşist güçlere karşı, sol güçler de silahlanmak zorunda kalmışlardı.

DTP’nin kapatılması akabinde eski DTP’li belediye başkanlarının tutuklanması ise ‘açılım’ safsatasının ne olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. At izinin it izine karıştığı ülkemizde, Trabzon’da başlayan ve Edirne’ye kadar ulaşan linç girişimlerine bakış ve ilk tepki foyaları meydana çıkarıyor.

“AKP eliyle devreye sokulan “açılım”, ‘liberallerin en muhafazakârı, muhafazakârların en liberali’ AKP’nin niyet ve kapasitesini bir kez daha ortaya koyarken, sonuçları itibariyle Türkiye’de politik alanı da daraltmıştır. Politik alanın daraldığı güzergâh, liberal yanılsamanın nihayete erdiği; CHP-MHP faşizan söyleminin öne çıkartıldığı, TSK’nın Trabzon’da bir savaş aracı olan Oruç Reis fırkateyninden mesajlar verdiği, Tekel işçilerinin gazlandığı, Bayramiç ve İzmir örneklerinde olduğu üzere linçlerin yaygınlaştığı ve sıradanlaştığı, krizin sonuçlarının tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığı bir toplumsal huzursuzluk ve istikrarsızlık tablosuna denk düşmektedir. “

Demokrat geçinen gazeteciler, politikacılar, ‘aydınlar’, bu linç ordusuna karşı savcıları göreve çağırmak yerine, ‘vurun Kürde, kan istiyoruz’ diye bağıran gözü dönmüş güruhu dolaylı olarak destekliyor. Haklarını yemeyelim bu linç ordusunu kınayan ‘liberal solcular’ da var. Onların da büyük çoğunluğu AKP’yi destekliyor. Kürt dostu görünen bu kesim, AKP’yi hala umut olarak tanıtıyor. Kürtlere ‘Daha ne istiyorsunuz, gelişmeler iyi siz de azıcık rahat durun’ diye telkinde bulunuyorlar. Anayasal hak, kolektif haklar, anadilde eğitim gibi olmazsa olmaz haklar dillendirilmiyor.

Linç ordusu kaç kişiyi katledebilir. Bir halkın hak talebi yok edilebilir mi? Nüfusu Kürtlerden çok çok az olan Filistinliler yarım yüzyıldır sürülüyor, kırılıyor, katlediliyor ama ne sayıları azalıyor ne de mücadeleleri sona eriyor. Kürtler de en doğal haklarını alana kadar sokaklarda olacaktır. “Artık cin şişeden çıktı”, alacağını almadan geri girmeyecektir. Kürtleri bu politikalarla yeniden evlerine sokamazsınız.

Yıldırım Türker’in ifadesiyle söylersem: ‘Siz savaşı ne sanıyordunuz. Bu çocuklar taş atmaya devam edecek.’

“Şimdi yapılması gereken, Jean Jacques Rousseau’dan Marx’a uzanan hattın ifade ettiği gibi barışı bir “toplumsal adalet” olarak tasarlamaktır; bu ise, nihaî olarak Kant’a dayanan, ve “serbest piyasa”yı bir önkoşul olarak gören “Ebedî (ya da verili demokrasi koşullarına içkin) Barış” fikrinden kopuşu gerektirir. Serbest piyasa ve onu kutsayan görüşlerden hiçbiri barış getiremez. Bir “toplumsal adalet” olarak barışı kurabilmek için Kürtlerin mücadelesiyle Anadolu emekçilerinin toplumsal taleplerini “birbirlerini destekleme” retoriğinden kurtarıp toplumsal bir eylemin ittifakına dönüştürmek gerekiyor ki bu da, eninde sonunda resmî ideolojiyi, solculuğun tüm liberal ve ulusal versiyonlarını kesinlikle reddeden “Ezilenlerin Tarihsel Bloğu”nu oluşturmaktır.”

05.01.2010 Türkiye


(1) 31 Aralık 2009’da bir grup aydının yayınladığı ‘AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüşürken.’ başlıklı bildiriden.
(2) A.g.e.

1 Ocak 2010 Cuma

Sokaklar…


Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

1992 yılında, yöneticisi olduğum Melsa Yayınevi’ne bir bebek getirip bıraktılar. Bebeğin üniversiteli olan anne ve babası dağlara gitmiş. Bebeği masamın üstüne bırakan kız öğrenci, çocuğa bakamayacağını, anne ve babasının hiçbir zaman dönmeyeceğini ve bana bırakmaktan başka çaresinin olmadığını söyledi. Ne kadar ısrar ettimse, birkaç aydır bebeğe bakan üniversiteli kız, çocuğu almadan yayınevini terk edip gitti. Kız çıkıp gittikten sonra masamın üstünde duran bebeğe ve biberonuna baktım. Kolundaki süs bandında bebeğin adının Şervan olduğu yazılıydı.

Bebeği kucağıma aldım, biraz oyalandım, acıkınca mama verdim. Bu ara bebeği kime vereceğimi düşünüyorum. Sürekli polis takibinde olduğumuz için, bebeği kucağıma alıp sokağa çıkmayı isabetli bulmadım. Tanıdığım yurtsever aileler vardı, bazen evlerinde kalırdım, o ailelerden birine telefon açtım ve boş bir bebek arabasıyla yayınevine gelmelerini söyledim. Bir-iki saat sonra çocuk arabalı bir bayan çıktı geldi. Bebeği ona verdim ve akşam uğrayacağımı söyledim. Daha sonra gittiğim evde ne kadar ısrar ettimse aile bebeğin sorumluluğunu alamayacağını söyledi. Birkaç gün idare ettiler. Birkaç gün sonra, beş çocuğu olan Muşlu bir aile buldum. Çocuğu gelip aldıklarında, onlara, çocuğun masraflarını karşılayacağımı söyledim. O sıralarda bir gazete veya yayınevi çalışanı 2-3 milyon Türk lirası maaş alıyordu. Neredeyse asgari ücret düzeyinde bir aylıktı. Milyon dediğime bakmayın, bugünün işçi aylığı kadar bir şeydi.

Kendi aylık gelirimden düzenli olarak bir milyon Türk lirasını bebeğe ayırdım. İstanbul’un uzak bir semtinde oturdukları için bebeği ancak ayda bir kez, para vereceğim zaman ziyaret edebiliyordum. Bebeğe bakan kadın kederliydi, emanetin ağır olduğunu söylüyordu, bebeğe bir şey olursa suçlanmaktan korkuyordu. Güven ve cesaret vermeye çalışıyordum, fakat başka bir derdi daha vardı. Anne ve babası dağlara gitmiş bir bebeğe parayla bakmak…

“O parayı almak bana ağır geliyor,” diyordu.

Kadına, başka bir aile bulana kadar bakmasını söyledim, fakat o aileyi bulamadım. Herkes emanetin ağırlığından ve yaşam koşullarının güçlüğünden söz ediyordu. Bir defasında üç aylığına İstanbul’dan ayrıldım. Döndüğümde Antep terminalinden bebeğin bakıldığı evi aradım. Kadın ağlayarak bebeğin ölümcül derecede hasta olduğunu söyledi. İstanbul’a kadar o otobüs yolculuğu nasıl geçti hatırlamıyorum. İstanbul’a gece inmiştim, terminalde taksi tutup eve gittim. Şervan gerçekten ağır hastaydı. Boynu incelmiş, gözleri çukura kaçmıştı. Onun, süt kokan yüzünü yüzüme yasladım. İçten gelen hırıltılarını dinledim. Nefes almakta zorlanıyordu. Sabah mesaisinin başlamasına birkaç saat kalmıştı. Oturup gün ışımasını bekledik. Kadın, Şervan’ın, hastalıklara karşı çok dayanıksız olduğunu söyledi. Bunu da bebeğin doğuşta yeterince anne sütü emmemesine bağladı. Doğruydu, anne sütü çocuklar için doğal koruyucular içerir. Şervan’ın anne babası aceleden dağlara koşmuştu.

Sabah gün ışır ışımaz Şervan’ı alıp Aksaray’a bir çocuk doktoruna gittim. Araya ne kadar zaman girerse girsin, Şervan beni tanırdı. Onun için yüzünü boynuma gömer öylece dururdu. Doktor Şervan’ı muayene ettikten sonra, çocuğu doktora geç getirmiş olmaktan dolayı beni azarladı. Azarını kabul ettim, uzak bir yerde olduğum için ailemin bilinçsiz davrandığını söyledim. Orada ilk kez, çocuklar için farklı fiyatlarda ilaçlar olduğunu öğrendim. Doktor, pahalı olan Avrupa ilaçlarıyla ancak Şervan’ın bronşit olmuş ciğerlerini kurtarabileceğini söyledi. Ne gerekiyorsa yapmasını söyledim. İlaç kullandığı bir hafta boyunca kaldığı evde yatağımı Şervan’ın yanına serdim. Şervan bizi sevinç göz yaşlarına boğarak iyileşti, hayata gülümsedi.

Şervan’ı artık o evden o eve, o elden o ele vermekten bıkmıştım. Şervan da bıkmıştı. Alıştığı ortamlardan alıp başka ortamlara verdiğimde Şervan kucağımdan inmek istemiyordu. Bu ara Şervan’ın babasının şehit olduğu haberini almıştık. Annesinin de şehit olduğuna dair haberler geliyordu… Bu haberler beni Şervan’a daha çok bağlıyor, kahroluyordum. Aksaray’da bürosu olan Avukat Ferda Çetin ve Yurtsever Kadınlar Derneği ile ilişkide olan Hayriye ile birkaç kez bu konuyu konuştuk. Şervan için en doğru şeyin, kalıcı şekilde bir aileye verilmesi olduğunu söylediler. Dört koldan böyle bir aile aradık, ailenin yurtsever olmasını istiyorduk. Sonunda bulduk o aileyi. Çok istedikleri halde çocukları olmayan tutarlı bir aileydi.

Şervan’ı vermek için avukat bürosunda buluştuğumuzda, kadın ve kocası çocuğu almayacaklarını söylediler. Şervan kucağımdayken çakılıp kaldım. Kadın ağladı:

“Biz büyütürüz, bağlanırız, sonra elimizden alırsınız,” dedi.

Kadını ikna etmeye çalıştım. Çocuğu asla almayacağımızı söyledim. Üstelik adreslerini ve soyadlarını bilmediğimizi kanıtladım. Gerçekten soy adlarını bilmiyorduk. Semt değiştirmeleri halinde kendilerini bulabilmemizin artık olanağı yoktu.

“Buradan çıktıktan sonra gider Şervan’ı evladınız olarak nüfusunuza alırsınız,” dedim. “Semt değiştirirsiniz. Gideceğiniz yeni yerlerde Şervan çocuğunuz olarak görünür artık.”

Kadın ikna oldu, Şervan’ı çağırdı kucağına, Şervan gitmedi. Şervan, yeni bir yere verileceğini anlamış gibi, boynuma ve yakama sıkıca sarılmıştı. Yere bir kalem düşürdüm. Şervan’ı kalemin yanına indirdim. Biraz oynadı kalemle. Kadın, elinden tutup Şervanı kendisine doğru çekti. Şervan itiraz etmedi. Kadın, elindeki kaleme dalmış olan Şervan’ı kucağına aldı. Şervan, sırtını kadının göğsüne yasladı. Alışması için bir iki saat bekledik öyle… Kalemle oynarken Şervan’nın bir gözü bendeydi yine. Denemek için çıkıp gittim, ağlamadı. Geri döndüm ve Şervan’ı artık alıp götürebileceklerini söyledim.

Herkesten önce çıktım dışarı. Kumkapı’dan Marmara kıyısına indim. Sevinç ve hüzünle ağladım, fırtınalı denize doğru bağırdım. Şervan emin ellerde olduğu için mutluydum artık. Şervan’ın hikayesini, bu ağır emaneti ilk devralan üniversiteli kızın bakışından romanlaştırdım. Bir çok insan için etkileyici bir roman oldu.

Sürgüne gideceğim 1993 yılının yazında, Gülhane Parkı’ndan çıkarken Şervan’ın anne ve babasını gördüm. Şervan’ı sordum, gösterdiler.. Şervan, bebek iken, altından bir çok kez geçirdiğim yüksek kestane ağacından dökülmüş yapraklarla oynuyordu. İki yaşı geride bırakmıştı. İsmini seslendim, gelmedi; yanına gittim. Çok bakımlıydı. Elini tutmak isterken koşup annesinin eteğine sığındı… O zaman bir kez daha indi gözyaşlarım…

Bu sürgün gecesinde, sokaklarımızın çiçekleri, direniş halindeki Kürdistan yetimlerinin gözlerinden öpüyorum… 2010 yılına gireceğimiz gece, onlarla aynı barikatlarda, anne ve babalarını öldüren sömürgeci güçlere birlikte taş atmanın hayallerini kuracağım…