26 Ağustos 2010 Perşembe

DERSİM’İZDEN ÇAKTIK!


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Referandum nedeniyle yapılan mitinglerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu arasında soy sop, Dersimli olup olmamak ve Dersim’de katliamı kim yaptı ile ilgili diyaloglar oldu. Biz de Dersim’le ilgili birkaç söz söyleyelim dedik.

İki yıl civarında süren Dersim katliamı (1937-1938) Türk tarih sayfalarına-bırakın bir isyan olarak görülmeyi-bir adi vaka olarak dahi girmemiştir. Biz bu suskunluğu Kürt sorunuyla ilişkilendiriyoruz. Olayı neden ve sonuçlarıyla, tüm ayrıntılarıyla yazmak tarihçilerin işi olmalıdır. Dersim katliamını ufak tefek olayların zinciri şeklinde sunmanın tarihçilikle ve insanlıkla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur diyorum. Olayı görmezlikten gelenlere ya da yok sayanlara sırf Kürt ve Alevi oldukları için Dersimlilerin katledilmesinin doğru olup olmadığını sormak istiyorum. Çünkü bu ülkede hâlâ Dersim’de yapılanları önerenler var.

12 Mart darbecilerinden General Muhsin Batur’un yazdıklarına (Anılar ve Görüşler) sizi götürmek istiyorum: “Günlerden bir gün alayımıza emir geldi… Tren yolu ile Elazığ’a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz kırk kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında, pek ilkel ve zor şartlar altında gerçekleşti. Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bir bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.” Darbeci generalin bile anlatamadığı olaylar ne olabilirdi? Bunlar, utanılacak ve zulüm dolu olaylar olmalı(ydı).

Devletin olay öncesi Dersim’e bakış açısı da oldukça ilginçtir. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in yazdığı rapordan yapacağımız bu alıntılar yapılacaklar hakkında bize fikir vermektedir: “Dersim, cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır.(…)Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir.” Dersimi, Alevi Kürtleri vahşi yaratık olarak gören rapor onları insandan dahi saymamıştır.

Necip Fazıl Kısakürek’in Dersim katliamıyla ilgili yazdıklarına gidelim: “En aşağı 50.000 Müslüman’ın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyla bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyla tespit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.”(…) “Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elazığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.”(…) “Bu arada, Hozat’ın Zımbık köyünde Şekspir’in (William Shakspeare) hayaline bile taş çıkartacak bir vaka cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyla doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu aletle (süngü) öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirip büyütüyorlar ve ona ‘Besi’ adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ o yarayı topuğunda taşımaktadır.”(…) “Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”(…) “Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.” Kürtlük ve Alevilikle hiçbir bağlantısı olmayan bu dindar yazarın tespitleri böyleydi.

Ve bahtsız insanların kendi kadim topraklarında uğradıkları zulmün en ağıra gideni ne ölüm, ne tedip, ne de tenkildi. Onlara kesilen cezanın- esasında-bir değeri yoktu. Onlar o günlerde canlarını vermeye hazırdılar. Ve zulme inat o bedbaht insanların çocukları bugün yine Dersim’de yaşıyorlar. Ve biz İnsanlık Tarihi dersim’izden ne zaman geçeceğiz?

LİBERALİZMİN YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ‏




Klasik liberal düşünce, aklı değil inancı temel alan ortaçağ toplumuna eleştirel yaklaşan, dolayısıyla o dönemde nispeten devrimci karakteri olan bir düşünce olarak görülebilir. Bugünün liberal ve neo-düşünürleri ise bırakın devrimci olmayı, demokrat bile olamayan modern muhafazakarlardır. Klasik liberal görüşlerden uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla çağımızın liberalleri, eleştirel düşünceyi terk ederek, sermaye düzenini savunan epigonlardır. Devleti, sermayeyi, serbest piyasa ekonomisini, parlamenter demokrasiyi kutsayarak, eleştirel düşüncenin önünü kesen tutuculardır.

Marx, liberalizmin ufkunu aşarak, kapitalizmi en kapsamlı şekilde analiz eden ender düşünürlerden biridir. O, bir tarafta kapitalist sistemin önemli ekonomik yasalarını ortaya koymaya çalışırken, diğer tarafta, Adam Smith ve David Ricardo gibi düşünürlerin yöntemsel hatalarını ve ekonomik alandaki yanlışlarını sergiledi.

Bugün serbest piyasa ekonomisi olarak şekillenen kapitalizmi en geniş ve en tutarlı bir biçimde analiz eden Marx oldu. Ama Marx’ın dışında kapitalizmi eleştirenler de oldu. 20. Yüzyılda kapitalist sistemi analiz etmeye girişen düşünürlerden biri Karl Polanyi idi. Karl Polanyi 1944 yılında yayınlanan ‘Büyük Dönüşüm’ adlı eserinde serbest pazar ekonomisinin oluşumunu ve bu oluşumun doğurduğu sonuçları sergiler. Liberalizmin yükselişini ve düşüşünü inceler. Polayni, burjuva toplumunu diğer toplumlardan ayıran önemli bir özelliği tasvir eder.

Kitaptaki görüşünün en kısa özeti şöyle formüle edilebilir.

Kitabın önemli tezlerinden biri şudur: Kapitalizmden önceki toplum biçimleri, toplumsal örgütlenişlerine göre üç temel ilkeye dayanmaktadır. 1. Karşılıklı bağımlılık; 2. Artık ürünün dağıtımı; 3. Ev-ekonomisi. Feodalizm de dahil olmak üzere, kapitalist toplum öncesi tüm toplum biçimlerinde ya bu ilkelerden biri yada bu ilkelerin sentezi geçerli olmuştur. Bu üç ilkenin ortak özelliği, ekonomik faaliyetin toplumun bir uzantısı olması, esas itibariyle ihtiyaçlar için üretimin daha önceki topluların temelini teşkil etmesidir. Ekonomi-toplumsal alan ilişkisinde toplumsal alan egemendir, ekonomi toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. Bir başka deyişle, kapitalizm öncesi toplumlarda ekonomik alan, toplumsal alana tabidir.

Polayni’ye göre kapitalizm ile birlikte, her şey değişmeye başlamıştır. Kapitalizm, ekonomi-toplum ilişkisini tersine çevirir. Polayni’ye göre, burjuva toplumunu diğer toplumlardan ayıran en önemli özellik, ekonomik alanın, toplumsal alandan ayrılıp otonom ve bağımsız duruma gelmesidir. Ekonomik alan sadece bağımsız olmakla kalmıyor, toplumun diğer alanlarını kendine tabi etmeye çalışır. Yani ekonomideki kar ve rekabet mantığını, sosyal, politik, kültürel, eğitim, sanat vb. gibi alanlara taşımaya çalışır.

Ona göre kapitalizm öncesi toplumlarda, ekonomik alan, politik ve toplumsal alandan henüz ayrılmamıştı; bireylerin ekonomik faaliyeti, toplumsal alana entegre edilmiş bir faaliyetti. Dolayısıyla ekonomik alan, henüz politik ve toplumsal alanlardan ayrılmamıştı.

Oysa kapitalizmin gelişimi sonucu, ekonomik alan, politik ve toplumsal alandan bağımsızlaşır. Yani kapitalizm, ekonomik alan ile toplumsal-kültürel alan arasındaki ilişkiyi tersine çevirir. Toplumsal faaliyetten ayrılıp, bağımsız bir alan haline gelen ekonomi, tüm diğer alanları süreç içinde kendi uzantısı haline getirir. Ekonominin, toplum karşısında bağımsızlaşması, giderek toplumun temellerini sarsmaya başlar.

Polanyi, Aristotales’in görüşlerini inceler. Ona göre Aristotales ev-ekonomisi ile pazar ekonomisi arasında ayrım yapmıştır. Ev-ekonomisi, ihtiyaca göre üretim yapan, yani kullanım değeri yaratan alandır. Pazar için üretimin kazanç ve kar elde etmeye yönelik olduğunu görmesi, Aristotales’in dehasını gösteren bir olgu olarak değerlendirilmektedir. Ev-ekonomisi ihtiyaçların karşılanmasına yönelik iken, pazar ekonomisi kazanç ve kar elde etmeye yöneliktir. Ev-ekonomisinin yarattığı artı-ürünlerin satışa çıkarılması, pazar ekonomisinin temelini yaratmıştır. Aristotales’e göre ev-ekonomisinin devamı ve uzantısı olduğu ve ev-ekonomisini temellerini sarsmadığı müddetçe pazar ekonomisinin zararı yoktur. Tam bu noktada Aristotales çeşitli eleştirilere uğramıştır. Ona yönelik eleştirilerden biri şudur: Aristotales, kar için üretimin yeni bir uygarlığın başlangıcı olduğunu görememiştir.

Kapitalist uygarlığa karşı eleştirel bakan Polanyi, liberal düşünürlere karşı da eleştiri oklarını yöneltir. Hangi eleştirileri yöneltmiştir? Bunu başka bir yazıda ele alalım.

EVET-HAYIR OYUNUNDAKİ SOY-BOY ŞAKASI



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com


Takunyacılar ile postalcıların iktidar kavgası her gün daha çok su yüzüne çıkmaktadır. Sistem içinde bir gurup tarafından CHP Eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ı başarılı bir operasyonla istifa ettirdikten sonra yerine AKParti Hükümeti’ne karşı Alevi bir lider çıkarılmasını planladıkları anlaşılmaktadır. Ancak, bu lider Sayın Kemal Kılıçdaroğlu gibi hem Alevi, hem Kürt ve üstelik Dersimli biri olunca plan da bazı zorlamalarla yeniden şekillenmeye başlandı.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği mevcut iktidara karşı bulunmaz bir nimetti. Ancak, işin Kürtlük ve Dersimlilik tarafı planı bozuyordu. Durum böyle olunca, planı hazırlayanlar tarafından bu defa Sayın Kılıçdaroğlu’nun Kürt kimliğinin yerine Seyyid (Arap) kimliğini uydurdular. Diğer taraftan Dersimlilik kimliğini de bazı yalan-yanlış bilgilerle Kırşehirli bir Türk olarak gösterip, anından yok ettiler. Bir insan aynı anda hem Türk hem de Arap olamayacağına göre, bu uyduruk kimliği hiç bir kimsenin benimseyeceğini sanmıyorum.

Tüm bu uydurma kimliklere rağmen, madalyonun öteki yüzü çok farklı olduğu görülmektedir.

12 Eylül günü yapılacak olan EVET-HAYIR Referandum oyununun kampanyasında başta Başbakan olmak üzere SOY-BOY şakası yapılmaya başlandı bile. Her ne kadar Kemal Kılıçdaroğlu kimliğini gizlemeye çalışsa da 87 yıllık Devlet partisi olan CHP’nin başına Dersimli Kürt-Alevi birinin geçmesi hemen etkilerini göstermeye başladı. Sayın Kılıçdaroğlu’na hitaben meydanlarda “Sen Kürt müsün Türk müsün? Neden Dersimli olduğunu inkar ediyorsun?” gibi soy-sop soruları sormaya başlandı.

Soy deyince benim aklıma hep Ermeniler geliyor. Çünkü, bu ülkede en çok saldırıya uğrayan kimliktir. Daha iki yıl önce Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün “Ermenilerden özür dilerim” kampanyasına destek verdiği için dönemin CHP İzmir milletvekili Canan Arıtman tarafından Gül’ün annesinin Ermeni olduğu ileri sürmüştü. Bu bayan hala CHP milletvekilidir ve o günden bu güne kadar CHP.liler hiçbiri tepki göstermedi. Sayın Kılıçdaroğlu da bunlara dahildir.

Bu defa AKPartili Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek de hemşehrimiz Sayın Kemal Kılıçdaroğlu için aynı iddiada bulunuyor. Sayın Kılıçdaroğlunun “Bu çağda insanların soyunu-sopunu sorgulamak çok ayıp buluyorum. İnsanları soyuna, rengine göre değerlendirmek ancak faşist zihniyetlerin işidir.” Şeklindeki çok mantıklı yanıtıyla kamuoyunda takdir kazanmıştır. Peki, AKParti yetkililerinin İ. Melih Gökçek’e karşı her hangi bir tepkisi oldu mu? Şu ana kadar ben duymadım.

Halbuki günümüzde insanlar soy, renk, inanç, cins gibi ayrımcı kavramlarla değerlendirilmemeli ve bu kavramlar artık tarihe gömülmelidir. Evrensel İnsan Hakları gereğince “insan haklarıyla insandır.”

Şimdi; vatan-millet-bayrak-din-iman-ezan... gibi kavramları kullanıp, halkları birbirine boğazlatmaya çalışanların arkasındaki zihniyeti artık daha yakından görebiliyorum.
Postalcı filler ile takunyacı develerin EVET-HAYIR oyunuyla üzerimizde tepinmelerini şimdi daha iyi görüyor ve bunların altında nasıl ezildiğimizi artık anlıyorum.

“Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” haykırmasının ne kadar yerinde ve haklı bir slogan olduğunu bu gün daha iyi anlıyorum.

Bu slogandan dolayı e-posta adreslerime çok sayıda hakaret ve tehdit mesajlarının gönderilmesinin nedenini şimdi daha iyi anlıyorum.

Bu EVET-HAYIR oyunundan dolayı Ermeni kimliğine yapılan her türlü saldırıyı kınıyor, Sevgili Hrant Dink’i saygıyla anıyor, Hrant’ın gerçek bir Ermeni demokrat olduğunu bu gün daha iyi anlıyor ve özlüyorum.

Araştırmacı-Yazar Erdoğan Aydın bu EVET-HAYIR Oyununun neden boykot edilmesi gerektiğini şöyle özetlemektedir; "Yalan dünyası üzerine kurulu bir demokrasi oyunu oynanıyor... pakete de 12 Eylül anayasasına da, yani sıtmaya da ölüme de hayır demek,.. Boykot demek ise bu iki seçenekli ve her iki durumda da Özel Harpli, % 10 barajlı, telekulaklı, yeni-liberal soygunlu rejimin yeniden üretimini sağlayan oyuna itiraz etmektir… Boykot, barajı indirmek mümkünken, Kürt halkına nefes aldıracak, işçilere İLO standartları sağlayacak, Alevilerle ilgili AİHM kararlarını uygulayacak, yoksulları rahatlatacak düzenlemeler mümkünken, özetle demokrasisi mümkünken bunları yapmayanlara kuyruğunuz olmayacağız demek iradesidir..."

Bu değerlendirmeyi göz önüne aldığımızda; BDP’nin EVET-HAYIR oyununa karşı başlattığı BOYKOT kampanyası her gün daha çok önem kazanmaktadır. İki ucu pis bir değnek gibi olan bu EVET-HAYIR oyununda BDP’in BOYKOT kararından geri adım atması mümkün değildir. Eğer böyle bir yanlışa sapılırsa bence kendi intiharına zemin hazırlamış olacaktır.

Kürt halkı için çok ağır bedeller ödemiş ve hala ödemeye devam eden Sevgili İsmail Beşikçi’nin BDP için ileri sürdüğü “EVET” denilmesi tespitine saygı duyarım. Hatta değerli Beşikçi’nin bu görüşünün belki bazı maddi temelleri de olabilir. Ancak, AKParti Hükümeti’nin yaptığı sahte açılımları ve TC Devleti’nin geçmişteki uygulamaları konusunda sicilinin ne olduğunu Sevgili Beşikçi benden daha çok iyi bilmektedir. O nedenle Sayın Beşikçi’nin bu değerlendirmesi bence yerinde bir tespit değildir. (Burada Sevgili Sarı Hoca’nın hoş görüsüne sığınıyorum)

Diğer taraftan, bu EVET-HAYIR oyunu halkımızı nasıl bir ruh haline soktuğunu şu sözlerden daha iyi anlıyorum; “Bu nasıl bişeydir ki, daha düne kadar tanıdığın, selam verdiğin, insana ve toplumsal mücadeleye dair bazı şeyleri paylaştıkların birden bire, “EVET diyen hain”, “HAYIR diyen alçak” ve “BOYKOT diyen halk düşmanı” olabiliyor.” (Yılmaz Kızılırmak) Maalesef şu anda halkın önemli bir bölümü bu durumdadır.

Bu ruh halimizden bir an önce kurtulup, demokrasi mücadelemizin başarıya ulaşmasını ve bunun sonucunda katılımcı demokratik bir halk anayasasının bir an önce oluşmasını diliyor ve umuyorum.

-------------------
Web : http://www.gomanweb.com/


19 Ağustos 2010 Perşembe

DENEYİN İSTERSENİZ…


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Kimse heveslenmesin: PKK ne mayına bastırarak ne de askere, polise tuzak kurup öldürmekle Kürt sorununu çözemez. Devlet de her gün daha fazla PKK’li öldürüp bu işin sonunu getiremez. Kimse umutlanmasın, kimse plan kurmasın, salt silah kullanıp adam öldürmekle bir dostluk-kardeşlikten vazgeçtim!-bir arkadaşlık ortamı oluşturamaz, insanları mutlu edemez. Deneyin isterseniz, daha fazla deneyin: Bakın, elinize daha fazla kan, ölüm, mutsuzluk, umutsuzluktan başka geçecek olacak mı? İsterseniz deneyin, tabii ölü sevici değilseniz!..

Deneyin isterseniz: Bin bir çeşit pusu, operasyon; bin çeşit mermi, mayın, roket; binlerce dul-yetim; mezar(lar)a giren-binlerce-çocuk yaşta genç bu ülkeye, Türk’e, Kürt’e, hepimize mutluluk, moral, daha güzel günler getirecek mi? Deneyin bir? Yetmedi herhalde denedikleriniz, öldürün, vurun, kırın, yakın, kör edin, paramparça edin! Yetmedi(yse) sürün, kırın, boşaltın, toplu kırın, toplu gömün! Bakın, ne güzel günler gelecek! Ne büyük zafer kazanacağız! Ne çok mutlu olacağız!

Ya renkler, dinler, diller, ırklar neden çok abartılır? Birinin diğerinden üstünlüğü ne ki? Doğuştan gelen bu özelliklerde insanoğlunun (kişinin) bir belirleyeceği var mıdır? İster doğa, ister Allah yarattı deyin, kimse doğduğu yer, ırk, dil ve renkten sorumlu değil. O halde neden ben senden üstünüm, beyaz siyahtan, erkek kadından, Türk Kürt’ten ya da Kürt Türk’ten? İstediğiniz kadar deneyin, yok edin, kırın, dökün; bir İngiliz’den İngiliz, bir Fransız’dan Fransız ve bir Türk’ten Türk doğacak! Bu insanlar, bu diller bir arada yaşayacak, gülecek, sevinecek! Eğer bir övünç olacaksa bu bir tek’e ait değil, herkese olacaktır.

Bu ülkede çoğu (kimse), doğuştan gelen özelliklerinden dolayı imtiyaz istiyor. Ben Türk’üm! Ben Kürt’üm! Ben Müslüman’ım! Ben Peker’in oğluyum! Ben Çakıcı’nın yeğeniyim! Ben Bucak aşiretindenim! O halde dokunulmazlığım olmalı; herkes benden korksun, tırssın! Bu ihale, şu arazi, şu arsa benim! Ben milliyetçiyim, o halde her türlü imtiyaz benim olmalı! Bunlar bu tür doğuştan gelen özelliklerden dolayıdır; yani filanca kabadayının oğluyum, yani ben Yeşil’in oğluyum, Mardin’den falanca egemen (zorba) ailenin çocuğuyum! Ben filanca milletvekilin, bakanın yakınıyım!

Tüm bu doğuştan gelen özellikler bizlere imtiyaz (farklılık) sağlamamalıdır. İmtiyazı ancak bir insan olarak düşünsel veya maddi üretime katkın oluyorsa bekleyebilirsin. İnsanlık için önemli bir düşünce veya teori üretebilmişsen eğer. Büyük bir keşif yapmışsan belki! Uçağı, interneti, bilgisayarı bulmuşsan. İyi bir buğday tohumu elde etmişsen! İdeal bir yönetim biçimini bulmuşsan! İşte bu iki farklılık [ düşünsel (teorisel) ve maddi üretim] sana farklı bir beklenti verebilir.

Deneyin isterseniz, bir hışımla saldırın birbirinize, yok edin insanlıktan arda kalanları. Bakın kazancınız ne (çok) olacak? JİTEM; Ergenekon, kontrgerilla artıklarıyla ya da PKK’nin kanlı stratejisiyle nasıl bir gelecek bizi bekleyecek! Deneyin, bin defa, on bin defa, milyon defa deneyin isterseniz. Dökülen kandan ve masum, kimsesiz, baldırıçıplak insanların ölümünden başka ne kazanacağız? Bütün beklentimiz buysa, istemiyorum!

KEMAL KARKAJiER’LE GÖRüŞMEDEN ÇIKARDIĞIM SONUÇLAR



Adil Okay
adilokay@hotmail.fr


“Mersin cezaevi müdürü Kemal Karkajier’den öğrendiklerimiz arasında yeni uygulamalar da var. Örneğin cezaevinde elektrik parasını tutsaklar ödüyor. Parası olmayan çatal, kaşık, masa, sandalye alamıyor. Dışarıdan defter, ajanda, kalem, silgi gönderilmesi, alınması yasak. Tutuklulara ‘kantinde satılan eşyaları dışarıdan almak, yakınların getirmesi yasak mevzuat böyle deniliyor.’ Parası olmayan kâğıt, kalem, v.s. alamıyor. Bu psikolojik eziyettir ve cezaevlerinde özelleştirmelerin ilk adımlarıdır.”

MERSiN CEZAEVi MüDüRü KEMAL KARKAJiER’LE GÖRüŞMEDEN ÇIKARDIĞIM SONUÇLAR...

Mersin cezaevinde yatan 25 kadar tutuklu yakını, tutsaklara kötü−keyfi muamele yapıldığına dair İHD’ye başvurdu. Başvuruyu değerlendiren İHD yönetimi Mersin cezaevinde hak ihlallerinin yaşandığı kanaatine vardı ve cezaevi müdürü Kemal Karkajier’den randevu aldı.

12 Ağustos 2010’da saat ikide Mersin İnsan Hakları Savunucuları heyet olarak görüşmeye gitti. Heyette yer alanlar:

Adil Okay (Yazar, cezaevi komisyonu başkanı). Ali Tanrıverdi (Mersin İHD başkanı), Çiğdem Altuntaş (İHD yönetim kurulu üyesi), Eyüp Sabri (Avukat, İHD yönetim kurulu üyesi), Ömer Ayaz (Avukat, İHD Merkez yürütme kurulu üyesi), Özen Kurtuluş (Avukat, İnsan hakları aktivisti)

Mersin cezaevi müdürü Kemal Karkajier’den öğrendiklerimiz arasında yeni (veya benim yeni öğrendiğim) uygulamalar da var. Örneğin cezaevinde elektrik parasını tutsaklar ödüyor. Parası olmayan çatal, kaşık, masa, sandalye alamıyor. Dışarıdan defter, ajanda, kalem, silgi v.s. gönderilmesi yasak. Tutuklulara ‘kantinde satılan eşyaları dışarıdan almak, yakınların getirmesi yasak deniliyor.’ Bu cezaevlerinde özelleştirmelerin ilk adımlarıdır.

(Bir kaç ay önce Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in talimatıyla kızım Öykü’nün mapus amca ve teyzelerine yolladığı balonlar da ‘hukuğu gevşetir’ denilerek yasaklandı. Keza birkaç tutsağın isteği üzerine yolladığımız ajanda, defter, kalem ve silgi sahiplerine verilmedi. Kızım Öykü’nün balonları gibi− emanete kaldırıldığı, tahliye olunca sahibine verileceği söylendi.)

Keyfi uygulamalara bir başka örnek: Sincan−Ankara cezaevinde yatan kanser hastası Erol Zavar’a yolladığımız takvimin verilmemesiydi. Erol Zavar’ın çocuklarıyla birlikte çektirdiği fotoğrafı 2 adet duvar takvimi yapmış ve ona sürpriz yapmak için yollamıştık. Ama Zavar’a takvimler verilmedi (balonlar da verilmemişti). Aynı sürprizi Çölyak hastası İsmet Ayaz’a yapmıştık. İsmet Ayaz takvimi aldığını bildirmiş, teşekkür etmişti. Sadece bu örnek bile cezaevlerinde farklı−keyfi uygulamalar olduğunu göstermektedir. Bir cezaevinde yetkililer mevzuatı tutsaklar lehine yorumlarken, bir diğeri aleyhine yorumlamaktadır. Cezaevlerinde kimi zaman mevzuatta yorum gerektirmeyecek kadar açık bir hak bile keyfi kısıtlanıyor. Gasp ediliyor. En büyük şikayet konularından biri de 2007’de çıkartılan ve mahkumların 10 kişiyle haftada 10 saat sohbet hakkını düzenleyen 45/1 sayılı genelge, personel azlığı v.b. gerekçelerle uygulanmamaktadır.

Aynı şekilde 3’lü protokol gibi insan haklarına aykırı uygulamalara karşı daha merkezi ve yaygın bir mücadele gerekmektedir. 3’lü protokol Sağlık Bakanı Akdağ’ın da imzasını taşıyan bir Nazi uygulamasıdır. Doktorla hasta mahremiyetini engelliyor. Örneğin mesane kanseri Taylan Çintay, muayene sırasına jandarmaların kapıda beklemesi gerektiğini söylemiş, ona 3’lü protokol buna müsaade etmiyor, hepimizin önünde soyunacaksın denmiştir. O da tedaviyi reddetmiştir. Geçen hafta bir doktor “3’lü protokoldan önce benim Hipokrat yeminim gelir” diyerek, mahkumla yalnız kalmayı istemiş ama buna izin verilmemiştir. Tersine doktor hakkında soruşturma açılmıştır. (Okuyucuların burada empati yapması gerekir. Örneğin Prostatın ilk kontrolü, hastanın makatına parmak sokulmak suretiyle yapılır. Bu durumda seyredilmek istemezsiniz değil mi?)

Yine cezaevi yönetiminden bağımsız olan bir ihlal de, tutukluluk süresinin uzunluğudur. Geçtiğimiz günlerde basında Ergenekon sanıklarının birçoğunun hüküm giymeden 500 gündür cezaevinde oldukları, bunun da insan hakkı ihlali sayıldığı yazıldı. Doğruydu. Ama Ergenekon davasının dışında hüküm giymeden 1000 gündür, 2000 gündür cezaevinde olan tutuklular var. Türkiye’nin AİHM’nde sadece bu uzun tutukluluklardan dolayı defalarca mahkum olduğu bilinmektedir. Bu konuda son yazıma göz atılabilir: “Mustafa Balbay, Barış Açıkel, Füsun Erdoğan, Erol Zavar, Naci Güner ve diğerleri. vvv.adilokay.com)

Cezaevleri ülkemizde kanayan bir yaradır. Türkiye’nin tüm cezaevlerinde keyfi uygulamalar vardır. Bir müdürün iyi niyeti, yasaları uygulaması, istatistiklerle ve tanıklarla ortaya konulan Türkiye gerçeğini değiştirmiyor. Bu konuda ÇHD İstanbul şubesinin Farklı zaman ve farklı cezaevlerinde, yaklaşık 200 tutuklu ve hükümlüyle görüşerek hazırladığı Temmuz 2010 raporlarına bakılabilir.

Mersin cezaevi müdürüyle görüşme iki saat sürdü. Heyet olarak bir saat görüşme öngörmüştük. Ancak müdür her sorumuza ve her şikayete ayrıntılı yanıtlar verdi. Zamanım yok gibi bir tavır sergilemedi. Kimi zaman gardiyanları çağırarak bilgi aldı, aktardı. Kimi zaman da isteğimiz üzerine telefonla ayrıntı istedi. Birçok şikayette sorunun kaynağının müdür veya gardiyanlar değil, cezaevleri mevzuatı ve adalet bakanlığı olduğu izlenimine kapıldık.

Sonuçta heyet olarak bu tür ziyaretlerin önemli olduğu saptamasını yaptık. İnsan faktörü de önemli. Örneğin cezaevi yönetiminin yasaları tutukluların lehine mi yoksa aleyhine mi yorumlaması. Mevzuat 1 ay ile 3 ay arası iletişim cezası diyor ve yönetim 3 ay ceza veriyorsa. Burada iyi niyetten söz edilemez. Mersin cezaevi müdürü “vermek zoruna kaldıkları cezaları” alt sınırdan uyguladıklarını anlattı. İzlememiz sürecektir dedik.

Elbette bu bilgilerin sağlamasını yapacağız.

Bir politik tutsağın mektubundan bir alıntıyla bitiriyorum: “İçeri girenler bir süre sonra unutuluyor. Biz dışarıdaki dostlarımız, yoldaşlarımız için bile, giderek, ara sıra bakılan bir duvar fotoğrafı sanılıyoruz. Mektuplar seyrekleşiyor, sonra hiç yazmaz oluyorlar…Oysa mektuplar bizim dış dünyaya açılan penceremizdir. Şikayetlerimize de bir avuç insan dışında kulak kabartan yok…”

---------------
Not: Mersin cezaevi müdürü ile görüşme notları, soru ve yanıtlar için Bkz:

17 Ağustos 2010 Salı

MUSTAFA BALBAY, BARIŞ AÇIKEL, VE DİĞERLERİ…


Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

MUSTAFA BALBAY, BARIŞ AÇIKEL, FÜSUN ERDOĞAN, EROL ZAVAR, NACİ GÜNER, VE DİĞERLERİ…

Son günlerde cezaevinde hüküm giymeden 500. gününü dolduran Mustafa Balbay’a ve diğer Ergenekon sanıklarına yapılan haksızlık konuşuluyor. Elbette tutukluluk süresinin bu kadar uzun sürmesi, en başta insan haklarına aykırı. Ve yeniden hatırlatmak gerekiyor ki; bu haksızlık Ergenekon’la başlamadı. Özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra yüz binlerce insan devletten alacaklı oldu. TC sadece bu nedenle AİHM’de defalarca mahkum oldu. Ve halen bu gün, hüküm giymeden cezaevinde 1000. Gününü dolduran siyasi tutsaklar var. Gönül isterdi ki, Ergenekon sanıklarına yapılan haksızlığı yazan bazı ‘demokrat’ yazarlar, Balbay’dan, Haberal’dan, Tuncay Özkan’dan çok daha fazla mağdur olan sosyalist tutuklular için de üç beş cümle yazsalardı.
Basında çok yer alan bu üç isimden biri Cumhuriyet gazetesi yazarı Gazeteci Mustafa Balbay. Görüşlerimiz bazı konularda kesişir, bazı konularda çelişir. Yıllar önce Hatay Yeşilpınar ‘Dafne Festivali’nde bir panelde birlikte konuşmacı olacaktık. Son anda Balbay’ın işi çıktı gelemedi. Dolayısıyla da tanışamadık. Ben Balbay’ın en fazla bir düşünce ‘suçlusu’ olabileceğini ve cezaevine girmemesi gerektiğini düşünüyorum (düşünmek, fikir üretmek suç değildir.). Bazı insanlar, örneğin Balbay, AKP’ye karşı ordunun darbe yapmasını tercih edebilir. Darbe günlüğü de yazabilir. Bu belgeler Balbay’ın evinde de bulunmuş olabilir. Bazı insanlar için ise sorun AKP değil, sistem sorunudur, kapitalizmdir, kurtuluş ise darbede değil sosyalist (veya demokratik) devrimdedir. Bu düşüncelerin tümü, hem sözlü, hem yazılı olarak paylaşılabilir. Bunlar 21. Yüzyılda düşünce özgürlüğü kapsamında ele alınır.

Tuncay Özkan ise tüccar gazetecidir. Para için kendi ilkelerini çiğnediğini, taraftarlarını hayal kırıklığına uğrattığını, özel televizyonunu sattığı zaman hep beraber görmüştük. Başkent Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Haberal ise tüccar doktordur. Abdi İpekçi’nin katili Memet Ali Ağca’ya destek olmasıyla tanınır. Sivil faşist çetelerin kalleşçe pusuya düşürdüğü Doktor Necdet Bulut’un tedavisini engelleyerek, ölümüne neden olduğu tarihe yazılmıştır. Haberal adı, sosyalist kamuoyunda nefretle anılır. Onun da aleyhine ‘yasa dışı örgüt şefi’ olduğuna dair deliller olduğu söyleniyor.

Balbay bu insanların yoldaşı mıdır, darbe planlaması ne denli ciddidir, bilemem. Bildiğim, Balbay’ın eline silah almayan bir gazeteci olduğudur. Böyle bir insanın 500 gün, hüküm giymeden özgürlüğü kısıtlanmamalıdır. Bizzat darbe yapıp, cinayet işleyen Kenan Evren ve çetesi serbest gezerken ya da 1990’larda binlerce insanı kaçırıp katleden ‘yargısız infaz amir ve memurları’ serbest gezerken, Balbay tutuklu yargılanmamalıdır. Ancak aynı şeyi Ergenekon davasından yargılanan Veli Küçük veya İbrahim Şahin gibi tescilli faşistler (ve bir grup işkenceci katil) için söyleyemem. Bu insanlar tutuklu yargılanmalı ve işledikleri cinayetlerin hesabını vermelidir. İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı veya yaşlılık söz konusu edilemez. Yargılama AKP hükümeti döneminde yapıldığı için, AKP’ye karşı bu katiller− işkenceciler sürüsünü destekleyemeyiz. Hatırlarsanız Şili diktatörü Pinochet, İngiltere’de tutuklandığında hepimiz sevinmiştik. ‘Yazıktır yaşlı adama’, İngiltere ne hakla yargılıyor dememiştik. Keza Lyon Kasabı Nazi Klauss Barbi’de 1990’larda yakalanmış, Fransa’da yargılanmış, ömür boyu hapse mahkum olmuştu. Hiç kimse de zaman aşımı, aradan 4o yıl geçti, yaşlılık falan dememişti. Dolayısıyla Veli Küçük ve İbrahim Şahin’in koğuşuna Mehmet Ağar ve Kenan Evren ve şürekâsı da katılırsa üzülmem. Tersine onların yetim ve öksüz bıraktığı binlerce çocuk –şimdi büyümüşlerdir− gibi ben de sevinirim.

Peki, Ergenekon davasından çok önce Balbay’ın rekorunu kıran, haksızlığa uğrayan politik tutsaklar ne olacak. Birkaç örnek vereyim:
68 kuşağından Naci Güner. Cezaevinde hüküm giymeden, 1000. Gününü doldurdu.
Özgür Radyo Genel Yayın Koordinatörü Füsun Erdoğan. Hüküm giymeden 1000. Gününü doldurdu.

İşçi Köylü Gazetesi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Barış Açıkel yıllardır hapiste.
Odak gazetesi yazı işleri müdürü Erol Zavar. Yıllardır cezaevinde. Kanser hastası. 20. Kez ameliyat oldu. Buna rağmen tahliye edilmiyor.

Bu liste, muhalif Kürt gazeteciler ile birkaç yüzü bulabilir.

O halde, ‘Balbay bırakılmalıdır’ derken, ‘insan hakkı ihlali’ söylemimizde samimi isek, ondan çok önce tutuklanan gazetecilerle düşünce suçluları da serbest bırakılmalıdır demeliyiz.

Zamanında tahliye edilmeyerek ölümlerine neden olunan Kuddusi Okkır, Güler Zere, İsmet Ablak gibi ölmesi beklenen 100 kadar politik tutsağın daha cezaevinde olduğunu da unutmayalım. Daha dün 18 yaşındaki Lösemi hastası Abdullah Akçay cezaevinde tedavi edilemediği için öldü. Sormak gerekiyor: Başı ağrıyan yargısız infaz amirleri ile dişi ağrıyan mafya şeflerini tahliye eden devlet, neden bu insanları tahliye etmez. Ve utanç protokolü saydığım ‘cezaevleri 3’lü protokolü’ neden halen yürürlüktedir. (3’lü protokol için Bkz. ‘Ölmek ya da Onursuzlaşmak.’, Prof. Dr. Ümit Biçer, Adli Tıp uzmanları derneği başkanı, Radikal iki, 8 ağustos 2010.)

Balbay serbest bırakılmalıdır. Evet. Ve Balbay gibi cezaevlerinde 500. ve 1000. Gününü dolduran gazeteciler, yazarlar ve ağır hasta olan 104 tutuklu ve hükümlü de serbest bırakılmalıdır. Bunlar, biraz vicdan sahibi her insanın savunması gereken evrensel değerlerdir. Unutan gazetecilere bu konuyu tekrar tekrar hatırlatmakta yarar var.

Bilmeyenlere de anlatmakta...

http://www.adilokay.com/

15 Ağustos 2010 Pazar

İŞİMİZ (GÜCÜMÜZ) YAŞ!





Balyoz davası kapsamında haklarında yakalama emri çıkarılan 11 generalin ve İnternet Andıcı soruşturması nedeniyle ifadesi talep edilen 1.Ordu Komutanı Org. Hasan Iğsız’ın terfilerinin de içinde bulunduğu (30 Ağustos’u bağlayan) YAŞ (Yüksek Askeri Şura) kararları furyasında ordunun içine düştüğü durumun açılımı nedir? Darbe, muhtıra, darbe teşebbüsleriyle ünlenmiş bir ordu zar zor (kısmen) hesaba çekilir duruma gelmiştir. Ordunun bu kadar prestij ve itibarını düşüren eylemleri (ya da teşebbüsleri) artık eskisi gibi gizlen(e)miyor. İnsan hakları, evrensel adalet ve hukuk ilkelerine dayalı bağımsız bir yargılamanın doğruları ortaya çıkaracağına inanıyorum.

Mümtaz’er Türköne’nin “Sözde Askerler” kitabında Özden Örnek’le ilgili yazdıkları duygu doludur. Şöyle anlatıyor Türköne: “ ‘Darbe günlükleri’ olarak anılıyor ama, Özden Örnek’in günlüğüne bir de gerçekten bir hayatın tutulmuş notları olarak bakalım. Birçok benzer hikâyeden biri olduğu için, aslında hepimizin hikâyesi. Yoksul bir ailenin küçük çocuğunun Deniz Lisesine kaydolması ve okul yılları.(…)Türkiye’nin ordusu bu halkın içinden çıkıyor. Komuta kademesi ise en yoksulları arasından. Özden Örnek’in hayatı tipik Türk subayının profilini veriyor. Mafsal romatizması yüzünden oğlunu öksüz bırakmaktan korkan baba kaygıya kapılıyor ve çare olarak askeri okula gönderiyor. Çünkü askeri okul, baba himayesinden mahrum kalan bir çocuğun geleceğini garanti etmesi demek. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapan bir oramiralin askerlik hayatı, babasının çaresizliği ve endişeleri ile başlıyor.(…)”

Gerçekten de-normalde-bir komprador siyasal bilgiler, hukuk, tıp, mühendislik gibi bölümler varken çocuğunu harbiye’ye göndermez. Yaşama alt sınıfların (yoksul) çocukları olarak başlayan subaylar nasıl olur da üst rütbelere ulaştıklarında yoksulları (yoksulluğu) unutur ve yönetenlerin safında olurlar? Bu bile yetmez, darbe yapıp askeri diktatörlükler oluştururlar. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan ve daha başka girişimleri yapmış olan generallerin feodal ve komprador burjuvazinin çocukları olmadığını biliyoruz. Peki, nasıl oluyor da, yokluğu ve yoksulluğu bilen, tanıyan, yaşayan insan tipleri darbe yapmaya çalışırlar? Bunu (darbe yapma eğilimini), Sözde Askerler’de Mümtaz’er Türköne, “sınıf atlamış komutanların marjinal sapmaları” olarak izah eder. Biz de bir iki laf edelim: Sınıf değiştirmiş bu askerler, artık bizatihi kendileri veya kukla hükümetleri ile iktidara gelmek isterler. Bu durum eski sınıfına düşmanlık edecek kadar büyük bir sapmadır. Yoksa bu bir, yumuşak-sert, genç-yaşlı, güzel-çirkin, mazlum-zorba zıtlıklarında görüldüğü gibi diyalektik gereği her şey zıddına dönüşür kuralı mıdır? Gerçekten bu bir sapmadır!

Bizi YAŞ’ta alınan kararlar, emeklilikler, atamalar pek bağlamamaktadır. Mevcut yapı içerisinde kişilerin değişimi kurumları pek değiştirmez düşüncesindeyim. Kurnaz adam’ın düzenindeki yönetici+rahip(din adamı)+komutan üçlüsünden biri olan komutan’ın iktidardaki fonksiyonu silahlı güce dayanır. Yok edici silahlara sahip bir grubu (dünyada devletler ve savaşlar oldukça ordular var olacağından) toplumun tüm sınıf ve gruplarıyla uzlaşı içinde (salt kendi mesleğini yapma sınırları içinde) tutma şartı onun insan haklarına saygılı, evrensel hukuk ve adalet ilkelerine bağlı olmasıdır. Ordu da, yöneten de, yönetilen de (yurttaştan söz ediyorum)-herkimse!-insan haklarını deklare eden-anayasal kurallara bağlanmış-temel insan haklarına, evrensel hukuka ve demokrasiye itaat etmelidir.

“TÜRK KÖKENLİ KELAYNAKLAR” VE REFERANDUM



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com


Ajanslar, gazeteler, internet siteleri ve Tv.lerde; “Emine Erdoğan Suriye’ye kelaynaklar gönderdi”, “Kelaynak diplomasisi”, “Kelaynak Açılımı”, “Kuş diplomasisi” başlıkları altında verilen haberi iki günden beri hayretle izledim.

Haber özetle şöyleydi: “… Suriye First Lady’si Esma Esad’ın, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın eşine telefon ederek ricada bulunması üzerine Ankara, Şam’a 4 yetişkin ve 2 yavru kelaynak ulaştırdı. …Suriyeli yetkili Ahmed Cabir ise 2 haftada Suudi Arabistan’ın güneybatısına ulaştığı tespit edilen kolonideki bir Türk kuşunu kastederek, “Ona Türk First Lady’sinin ismini verdik”…

İktidar yanlısı ve karşıtı medya grupları haberi kendilerine göre yorumlayıp sundular. Bazıları işi o kadar sulandırdılar ki, kuşları Türk bile yaptılar. Bir Tv. kanalı ise; “Arap semahlarında Türk kökenli kelaynak kuşları” şeklinde haberi lanse etti.

Bu ırkçı kafalar Kuşları Türk yapmakla yetinmeyip, işi Türkiye–Suriye arasındaki diplomasiye hatta konuyu Sayın A. Öcalan’a kadar uzatıp, haberi tek taraflı yorumlarıyla daha da sulandırdılar.

Ülkemizin içinde bulunduğu çok önemli iç ve dış sorunlarını kuş diplomasisiyle çözen bir zihniyet hala medyaya hakimdir.

Diğer taraftan; AKParti Hükümeti halkımızı belirsiz, içi boş bir referandumla oyalamaktadır. Daha doğrusu bir yıl sonra yapılacak olan milletvekili seçimlerinde AkParti’nin oy oranlarını tespit etmek için referandumu seçim anketi olarak kullanıyor. Bu bir referandum değil, AkParti’nin seçim anketi oyunu olduğu artık çok net olarak anlaşılmaktadır.

Oyun çok açık olarak ortada oynanmakta olmasına rağmen, bazı sol, sosyalist, demokratik sol, sağ ve sol liberallerin “Yetmez ama yine de evet” sloganı altında birleşmelerini hala anlamış değilim. Yetmeyen hatta olmayan şeye evet demeleri bana pek mantıklı gelmiyor.

AKParti Hükümeti “12 Eylül Hesaplaşması” demogojisiyle sol çevrelerinin, “Taş Atan Çocuklar” ya da “TMK Mağduru Çocuklar” için çıkardığı yasayla Kürtlerin gözünü boyamaya hala devam ediyor.

“Halkımız taş atan-TMK mağduru çocuklarla ilgili AKP politikalarına da aldanmasın, takılmasın. Hükümetin çocuklarla ilgili yaptığı Nasrettin Hoca'nın fıkrasına benziyor. Önce Nasrettin Hoca'nın eşeğini kaybettiriyorlar sonra eşeğini bulup getiriyorlar, diyorlar ki “Hoca sevindin mi?” Hükümet de önce yasa çıkarıp bütün çocukları cezaevlerine atıyor sonra da yeni yasa çıkarıp yasayı değiştirip, “bak gördünüz mü demokratik düzenleme yapıyoruz, demokratik yasa çıkarıyoruz” diyorlar. Hükümetin yaptığı budur..” (Temmuz-2010 İmralı Görüşme notları)

Çok yerinde ve doğru bir tespittir. Ben bu tespite aynen katılıyorum.

Başta anlamsız referandum olmak üzere, gerek siyasi, gerek TSK ve gerekse yargı bürokrasisi alanında meydana gelen çekişmeler ve çelişkilerden şu sonuca varabiliriz. Takunyacılar ile postalcıların diğer bir ifadeyle siyah cüppeliler ile yeşil cüppelilerin iktidar kavgasıdır. Dünya siyaset konjonktürü gereğince, tıpkı kelaynak kuşları gibi bunların da soyları tükenmek üzeredirler. Devrimciler ve sosyalistler bu kavgada asla taraf olmamalıdırlar.

Komünistler için İran’daki Şah rejiminin yıkılmasını hep örnek verirler. Diyelim ki aynı örnekle karşılaştık. Ha postalla beni vurmuşsun, ha takunya ile öldürmüşsün ne fark eder? Medrese ile kışla arasına sıkışırsan, iki taraf da seni ezer. O nedenle, bizler gerçek demokrasiyi tesis edinceye kadar mutlaka demokratik yeni bir mücadele alanı yaratmak zorundayız.

Türkiye’de yaşanmakta olan kirli bir savaştan kaynaklı olarak; ülkenin bir çok yerinde linç saldırıları yayılarak devam etmektedir. Halkları birbirine boğazlatma provaları yapılmaktadır. TSK ile PKK arasında silahlı çatışmalar tüm hızıyla sürmektedir. Dolayısıyla, hem Anadolu’nun yoksul genç askerlerinin ve hem de çoğunluğu yoksul Kürt gençlerinden oluşan PKK militanlarının anaları ağlaması ne yazık ki hala devam ediyor.

Defalarca yazdık, bu kirli savaşın galibi olmadığı gibi, kaybedeni de olmaz. Sadece halklarımıza çok zarar vermektedir. Bu savaşın bitmesi için demokrat ve yürekli bir halk iktidarı gereklidir.

Sonuç olarak; takunya ile postal arasına sıkışmadan, ülkemizdeki yangın daha da büyümeden, her kişi ve kuruluş kendinden fedakarlık yaparak, ortak paydalarda üçüncü bir siyasi alan açılmalı ve hep birlikte bu yangını söndürmeliyiz.

----------------
http://www.gomanweb.com/

VATAN, MİLLET, İNEGÖL, DÖRTYOL, DİYARBAKIR!





İnegöl ve Dörtyol olayları (Dörtyol’da 4 polisin şehit edilmesi bir neden olarak görülebilse dahi) ırkçılık ve linç kokuyor(du). Bir zamanlar Musevilerin Avrupa ülkelerinde getto’larda yalıtılmalarına benzer Kürt mahalleleri metropol kent ve ilçelerimizde oluşmaya başladı. Ekonomik, siyasi ya da başka nedenlerle Batı’ya göç etmek zorunda kalan Kürtler için durum iki arada bir derede kalmak gibidir. (Batı’ya) Gidenler kalanlara göre daha zayıf olanlardır. İstisnalar dışında yoksulluk ve çaresizlikle mücadele etmektedirler. Kürtler arasındaki bu adaletsiz ekonomik paylaşımın(!) kökeni Osmanlı yönetim düşüncesinin (biraz farklı da olsa) Cumhuriyet rejiminde de aynen benimsenmesinden kaynaklanmaktadır. İtaat edici ve güvenlikli bir bölgeyi elde tutmanın yöntemi olarak Ağa, Bey, Şeyh gibi feodal ve dini atamalar seçilmiştir. Ata(n)malar (kesinlikle nüfuz ve toprak gaspı) sözde devlet yanlısı aşiret yapılanmalarının sadece bağlılık yönünün kullanılmasıdır. Gidenler-farkında olmasalar da-mevcut yarı feodal yapıda bir kopuşu sağlamaktadırlar.

İnegöl olaylarını birkaç sarhoşun (ya da serkeşin) davranışına bağlayan Bursa Valisi ve İçişleri Bakanı-gerçekten-ne dediklerinin farkında mıdırlar? Valinin yakıp yıkma, yağma, şiddet yöntemlerini kullananlar için “vatanseverlik duygularının ağır basması” gibi ifadeler kullanması demokratik ülkelerin yönetim, kurum ve kurullarıyla uyuşmamaktadır. İçişleri Bakanı’nın “bu işleri İnegöllüler yapmamıştır” ifadesi de oldukça komiktir! Ali Şen isimli bir polisimizin vatanseverler(!) tarafından (bunlar İnegöllü olmadıkları için uzaydan gelmişlerdi) kör edilmiştir. Ekmek parası için polislik yapan bir insana artık acıyamaz hale geldik. Asayişi korumak için görev yapan bir insanın bir daha göremeyeceğine üzülmeyen sanal bir toplum olduk, çok yazık!

Dörtyol’da da durum aynıdır. 4 polisin şehit edilmesi tahrik etse de yapılan yakıp yıkma, tahrip, yağma ve linçtir. İnegöl’de ve Dörtyol’da polisin elinden adam alıp hesap görme davası görülmüştür. Vatansever(!) sayılanların bayrak takmayan işyerleri ve evleri tahrip etme eylemlerine ses çıkarmamak da oldukça düşündürücüdür. Hükümet, valiler ve polis sessiz kalmıştır, çok tuhaf! Aslında-en azından-bunu bir “bayrak ritüeli” gibi göstermek bayrakları bayrak yapan değerlere aykırıdır. Türklerin ve Kürtlerin (ve bu arada çok sayıda din, mezhep ve ırkların) bir arada yaşama olanak ve istemleri yok edilmek istenmektedir. Burada Kürtlerin de çok dikkatli davranmaları gerekmektedir. Demokratik hak ve özgürlüklerden başka kullanılacak bir yöntemleri olmamalıdır.

Anlaşılan İnegöl’deki eylemleri uzaydan gelmiş yaratıklarla işbirlikçi bir avuç amigo yapmıştır. Bırakın vatandaşı dövmek, polisin gözünü çıkarmak bile vatanseverlik gereğidir. İçişleri Bakanı’mızın-Balyoz’dan aranan bir generale herkesin önünde-“Amanosları temizleyin! Ne yaparsanız yapın!” talimatını vermesi oldukça manidardır. Ve bu talimatın hemen sonrasında Amanos ormanları yanmaya başladı. Dilerim bu orman cinayetinin bu talimatla ilgisi yoktur; tesadüftür. Ve dilerim bu ağaç katliamı bir faili meçhule(!) yüklenmeyecektir. Terör bile olsa-hukuk devletiysek eğer-hiçbir konuyu kontra, illegal, kirli yöntemlerle çözme hakkımız olmamalıdır. Dörtyol’da sokağa çıkmamayı rica eden ve Diyarbakır’dan gelen (olayları yatıştırmak amacıyla geldiklerini söyleyen BDP Genel Başkanı’nın da bulunduğu) BDP konvoyunu şehre sokmayan Hatay Valiliği talimatları, bu ülkede sıkıyönetim ya da olağanüstü hal yasaları olmadan da sokağa çıkma yasağının konulabileceğini ve seyahat etme hürriyetinin kısıtlanabileceğini göstermesi açısından da ilginç olmuştur. Demokrasi ve insan hakları konusunda daha çok adım atmamız gerektiğini düşünüyorum. Hitler tipi savaş kültürü ve simgesiyle toplumu örgütlemek canavar yaratmakla eşdeğerdir.

SERDAR YEŞİLYURT VE ÇOCUKLAR ÖLMESİN!





20 Temmuz 2010’da-daha dün!-Van Gürpınar’da şehit olan (Adana) Kozanlı Jandarma Komando Çavuş Serdar Yeşilyurt’tan bahsetmek istiyorum. Çok fakirdi. Askere gidecek parası yoktu. Ailesine yük olmamak için Sivas’ta bir lokantada çalışmış ve askerlik harçlığını toplamaya çalışmıştı. Askere de ancak köydeki öğretmenlerin verdiği yol parasıyla gidebilmişti. Babası Ümmet Yeşilyurt bir portakal bahçesinde bekçilik yapıyordu. Ve Türk bayrağı yine gariban-yoksul bir eve asılmıştı. Aileyi cenazeyi defin günü bir belediye başkanı giydirebilmişti. Ne acıdır ki, aile en acıklı gününde-belki de hayatlarında ilk kez!-yeni giysilere sahip olabilmişti. Daha ne söyleyeyim, daha fazla şey söylemem gerekir mi? Bizim burada asıl söylemek istediğimiz ve öyküyü anlatma nedenimiz, garip-gariban ve yoksul aile çocuklarının ölmesidir. Aristokrat, bürokrat, teknokrat, general ve burjuva çocuklarının bu ölümlerden sıyırmasıdır(tabii ki kimsenin çocuğunun ölmesini istemeyen bir dünya görüşümüz vardır!)

Savaşlar umulduğu gibi sonuçlanmaz. Haçlı Seferleri dahi umulduğu gibi sonuçlanmamıştır. Avrupa’dan gelen Frenkler Ortadoğu’daki Hıristiyanları dahi mutsuz kıldılar. Bu savaşlar ufak tefek, çok ta savaşçı olmayan Selahaddin Eyyubi’yi (1138-1193) büyük bir savaşçı ve Mısır-Suriye (ve bu arada Kudüs) sultanı yapmıştır. Savaşlarda ne olacağı belirsizdir. Kutsallık iddiaları talan, ganimet olmuş, kutsallığı kaybettirmiştir. Sözün kısası savaştır bu! Çağımızın kutsallık değeri daha çok demokratik yandır. Yarı demokratik ve otoriter rejimler, sınıflı devletler çok toplumlu demokratik yapı olmak zorunda kalacaklardır. Artık savaşanların savaşın belirsiz sonuçlarını düşünmeleri gerekecektir.

Ben yine Serdar Yeşilyurt’a dönmek istiyorum. İşsiz, yoksul, umutsuz bir genç olan Serdar’ın ölmekten başka bir şansı var mıydı? O, Bağdat Caddesi’nde milyon dolarlık otomobilleriyle sürat yarışı yapan burjuva gençlerin şansına sahip olabilir miydi? Serdar Yeşilyurt yoksulluk, kimsesizlik ve sahipsizlik içinde acaba-gerçekte!-yaşıyor muydu? Serdar Yeşilyurt zaten öleceğini biliyordu: Şehit olmaktan başka şansı yoktu ve onu (o şansı) kullandı!

Serdar Yeşilyurt’un öyküsü içimizi sızlattı, ağlattı! Ama onun ölümden başka bir şansı yoktur! Militarist devletin işsiz, garip, gariban, kimsesiz gençleri ancak şehit olur(lar)! Ve biz kimsenin çocuğunun ölmesini istemiyoruz: Ne fabrikatörün, ne generalin ne de holding sahibinin! Toplumu kendinden sıyırıp, yönlendiren ve tekel’in aracına dönüştüren savaş lobilerinin oyuncağı olmamak gerekir! Anne ve babalar olarak barışa el uzatmaktan başka bir kurtuluşumuz yok! Topyekûncu (totaliter) ideolojilerin faşist savlarını bilmezsek eğer finans tekel’in en zorba, en gerici köleleri oluruz. Bizim politik ve ahlaki bir topluma ihtiyacımız var oysa.

Ve madem Serdar’dan bahsettik, çocuklardan da bahsetmeliyiz. Nedir çocuk? Babaya ve anneye benzeyen bir varlık, bir afacan! Her ikisine de benzer çocuk. Yani bizim varlığımızı başka bir biçimde sürdüren bir varlık! Bizi var kılan, değişerek yaşatan (evrilten) bir farklılık(belki de aynılık!). Milyonlarca sene sonra dahi bizi yaşatacak muhteşem bir varlık! Kim bilir, belki de tanrısallığın özgün bir durumudur! İşte bu tanrısallığı biraz düşünelim diyoruz. Çocuklar ölmesin diyoruz: Ne Türk’ün ne Kürt’ün ne de kimsenin! Çocuklar ölmesin efendiler!

ÖZEL ORDU MU?





Evrende bir adalet ilkesinin olduğuna (buna “ilahi adalet” de denebilir) inanmamız gerekir. Tüm oluşumlar zamanı ve yeri geldiğinde-belirli şartlar oluştuğunda-meydana gelir. Her oluşumun mutlaka belli şartları ve izahı vardır. Doğa veya toplumsal doğa gözlemlediğimizden daha adildir. Tüm toplumsal doğa (evren) insanoğlunun emrine amadedir. İnsanın oluşumu ve gelişimine hizmet sunar, bu kadar mertlik ve adil olmak yadsınabilir mi? Eğer tüm bunlara karşın toplumda insanlar arasında öylesine hiyerarşik sınıflandırma, toplumsal fark ve adalette çarpıtma oluşmuşsa bunun nedenini insanda ve onun hiyerarşik örgütlenmesi devlet(in)de aramak gerekir.

Demokratik açılım ve kısmen de anayasa’yı değiştirmek isteyen AKP hükümetinin geldiği son-Özel Ordu noktası-adalet’i(!) ölümle yaşam arasında dağıtma eylemidir. DSP, SP, BBP, CHP gibi muhalefeti de savaş konsepti içinde arkasına alan AKP’nin bu tip politikalarla ülkeye barış ve adaleti getireceğine inanmıyorum. Bu tip politikalar olsa olsa savaş ordularının (ülkemizde de TSK’nin) yöntemleri olabilir ve oldukça tehlikelidir. Kontrgerilla taktikleri kullanacak ve Kürtleri ajanlaştırma faaliyetlerini de kapsayacak böylesi bir konsept çok fazla PKK’linin, sivil halkın öldürülmesini sağlayabilir. Düzenli ordudan çok farklı davranacak bu (profesyonel) ordunun çok kan dökeceği de sağlam(dır)! Ancak bu yöntem sadece PKK’yi yok etmeye yöneliktir ve Kürt sorununu (aslında gerçeği demek gerekir!) askeri yöntemlerle yok etme düşüncesidir. Bunun başarı şansı olamaz. Başbakan, özel ordu söz konusu değil, özel birlikler olacak demesine karşın bahsettiği, paralı asker ve kontra taktikleri uygulayacak özel statüsü olan bir ordudur. Başbakan böyle kirli bir savaşa girmemelidir. Kürt sorunu demokrasi ve insan hakları düzleminde çözülmelidir.

Savaş hali, kaos ve krizler güzel şeyleri götürür. Yığınla kurban ve yıkılmış insanlar oluşur! Önemli olan PKK’nin silahları bırakma ve dağa insan çekme cazibesini kırmaktır. Bu ancak adil, adaletli, insan haklarına dayalı bir demokrasiden geçer. İnsanların eşit yurttaşlık koşullarında, mutlu, umutlu, hayalleri olan olarak yaşadıkları bir ülke önemlidir. Türklerin, Kürtlerin, tüm yurttaşların özgür ve insani bir yaşam içinde mutlu yaşamaları sağlandığında PKK’nin ya da başkalarının (söyleyeceği) bir sözü kalmayacaktır. Bu da ancak demokratik açılıma (demokrasiye) anti-sermaye karakteriyle bakmakla olur. Bu bakışta faiz, sermaye birikimi, kâr, silah tüccarlığı, komisyon, senet, poliçe yoktur! Burada paranın tekel’inden, paranın güçlü terörist faaliyetinden bahsetmek de gerek(lid)ir. Sadece silahlı faaliyetlerin terör yaptığı sanılabilir, oysa paranın ve parayı kullanan “kurnaz adam”ın elinden çıkanlara da bakmak gerekir: Paranın para kazanma faaliyetinden ve terörden terör kazanma faaliyetine! Yani önlem alınmazsa oluşacak en büyük teröriste!