29 Ekim 2009 Perşembe

SİL BAŞTAN


Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

Gelen (PKK’li) Barış Grupları’nın rüzgârı ülkenin her tarafında başka esti. Oysa ortak bir barış umudu rüzgârı olmalıydı. Bir tolerans, bir hoşgörü yaklaşımı daha güzel olurdu. Bu rüzgâr Silopi’de, Diyarbakır’da önlenemeyen bir coşku yaratırken, Yozgat’ta, Sakarya’da, Adana’da tepki doğurdu. Demek ki toplum olarak hoşgörüde, empatide buluşamıyoruz. Her siyasi parti, siyasetçi Barış Gruplarını farklı değerlendirdi. Bizi manipüle eden siyasetçilerin empoze ettiği düşüncelerin dışında toplum olarak bağımsız bir düşünce, tavır sergileyemiyoruz. Ne yazık ki ülkemizdeki oligarşik yöneten-yönetilen ilişkisi buna engel olmuştur.

Tarafların-eğer samimilerse!-barış sürecini sabote etmeye hakları yoktur. Analar, çocuklarım ölmesin diyor. Ama çocukların ölmesini isteyenler var, bunu görmeliyiz. Hiç istemem ama-benim çocuğum öldü, başkasının da ölsün; benim bacağım koptu, başkasının da kopsun diye düşünenlerin olacağını düşünmeye başladım. (Ya da bu insanları böyle olmaya kandıranlar var.) Vahşi bir duygudur bu!

Ekâbir çocuklarına bir şey olmuyor, onlar ne dağa çıkıyor ne de doğru dürüst askerlik yapıyor. Ölenler-her iki taraftan da-gariban çocukları. Garibanların kandan beslenmeleri de ekâbirlerin iktidarına yarıyor. Onlar birbirlerini boğazlarken ekâbirler keyif çatıyor. Kimisi din, iman satıyor, kimisi de bayrak!

Demokratik çözüm umudunu yok edemeyiz. Bunu en çok-ırkları bırakın!-anneler, babalar istiyor! Siz hiç anne oldunuz mu annem? Siz hiç baba oldunuz mu babam? Sizin hiç çocuğunuz askerdeyken şehit oldu mu? Bırakın barış gelsin bu ülkeye. Kan üzerinden kimse politika yapmamalıdır-buna DTP, CHP, MHP de dâhildir!

Gelen Barış Grupları, halkın üzerinde büyük bir umut yaratmış olabilir. Ve coşkulu karşılama-empati yapılırsa-barışa özlemin bir ifadesi olarak görülebilir. Bunu bir zafer veya kışkırtma eylemi olarak görmemek gerekir. Bunu bu şekilde de düşünebilirsiniz. Bakış açınıza bağlıdır. Bunların birer suç ve soruşturma konusu yapılarak sivil siyasetin önünü tıkamasından korkarım. Kirli savaşın devamından ancak çıkar çevreleri yararlanabilir. Başbakanın Barış Grubunun dönüş görüntüleri ile ilgili “Bu böyle devam ederse bu işi sil baştan yaparız!” yaklaşımı doğru değildir. Biz 52 oynamıyoruz ki tabelayı sil baştan yapalım. Sorumluluğu olan Başbakanın barışı bu kadar çabuk it(ebil)mesi düşündürücüdür.

Sorumlu ve bilge adamların kararları çok önemlidir. Son bir söz olarak-bir Kürt köyünde geçen-bir hikâye anlatayım: Köylüler buğday tarlasında orakla biçilmiş buğday samanları içindeki buğday taneciklerini yiyen fareyi yakalamışlar. “Taşla öldürelim!” demiş biri. “Olmaz!” demiş diğeri. Tartışma büyümüş. “Jîrik’e soralım!” “Jîrik’e soralım, nasıl öldüreceğimizi bize söyler!” “Doğru!” Ve Jîrik’e (Jîrik, köy bilgesi anlamına gelir.) sormuşlar. “Üstüne benzin dökün ve yakın!” demiş Jîrik. Farenin üstüne benzin döküp kibritle yakmışlar. Fare can havliyle önce buğday başaklarının içine girmiş, buğday alev almış. Oradan çiftçinin evine girmiş, ev yanmış. Sonra hızla evden çıkıp ahıra girmiş, ahır zaten saman doludur. Ve ahır da yanmış. Daha sonra yangın tüm köyü kapsamış ve köy kül olmuş. Acaba biz biraz da böyle mi yapıyoruz?

22 Ekim 2009 Perşembe

MUCİZEVÎ ÖZLEMLER


Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com


Ülkemizde siyaseti temsil eden iktidar ve muhalefet partileri, siyaseti kendi egoları için yapıyorlar izlenimini veriyorlar. Aralarında kıtalar, okyanuslar var gibi birbirlerine mektup yazıyorlar. Mektupta yazacaklarını kameralar önünde, dünyanın o en lüks mekânlarında halktan biri gibi söylüyorlar. İktidarın ve muhalefetin atışmaları kırmızı halılı, klimalı, güneş ışınları gibi aydınlatan ışıklı, sosyetik, modern mekânların replikleri gibi… Bu kadar kalantor, bu kadar milyon dolarları olan, bu kadar komprador burjuva sınıfının elit üyeleri olarak onların bizim gibi tebaadan (yurttaş) sayılan insanları düşünmeleri olanaksızdır. Bu (ilk) tabiat kanunlarına aykırıdır. Takımları, çorapları, ayakkabıları, saatleri, gömlekleriyle bizden olmayan bu insanlar ülkemin insanlarını hak, hukuk, adalet, özgürlük adına yönetiyorlar. Ve ne (yazık) ki tüm yetkileri elinden alınmış halk bunlara âmin diyor!

Komprador burjuvazinin siyasetçileri daha önceleri din, Allah, kitap, peygamber, Mustafa Kemal, vatan, millet, cami sözcüklerini kullanmışlardı. Artık bugünlerde Diyarbakır, Nazım Hikmet, Ahmet Kaya, Ehmedê Hanî, Mem û Zîn, Halepçe sözcüklerini kullanmaya başladılar. İleride belki de hiç düşünemediğimiz sözcükleri kullanacaklar. Şaşıracağız(!) Sistem tıkandığında sistemi yenileyecek, boyayacak, başka bir sistemmiş gibi sunup sömürü düzenlerini sürdürmeye çalışacaklar. İktidar ve iktidarı elde tutan tüm araçları kontrol eden bu tip oligarşik partilere karşı beyni parçalanmış halk ne yapabilir? Bu kadar tankı, topu, uçağı, bankası, fabrikası, işçisi, memuru, hizmetkârı olan bu insanlara yoksul, garip, kimsesiz insanlar ne yapabilir? Elden bir şey gelmez! Tüm zorbalar ve güçlüler ortak bir düzende birleşmişler. Bir dev lazım, kozmosun taa öbür taraflarından gelmiş bir enerji devi, böyle bir tanrıvari güç, kudret lazım bu pislikleri yıkmaya.

Buluttan nem kapar halimiz yok! Gerçekten de başımızdaki felaketleri hissetmeseydik ağzımızı bıçak açmazdı. Ülkenin demokrasisi ve adaleti varsıllar için bulunmaz bir nimet. Açlık, yoksulluk, işsizlik, sosyal adalet, kadın, Alevi, Kürt sorunu konusunda ümitle söyleyeceğimiz pek sözümüz yok. Şiddet, zorbalık, ölüm korkusu, öldürme duyguları hâkim insanımıza. Ülkenin televizyonlarında gösterilen dizilerin bir ikisinin dışında seyredilecek hali var mıdır? Kutulardan para çıkartan bir yarışma(?) var, ülkenin Maliye Bakanlığı bunun gibilerini en azından vergi yönünden inceliyor mu? Kurtlar Vadisi dizisinin yapımcısı ile başrol oyuncusunun hapiste yatan birilerince tehdit edildiğini okuduk. Dizi tırstı ve dört milyon Euro gibi bir paranın (haraç) hapisteki bilmemne kardeşlere verildiğini okuduk. Medya tüm bunları söyledi. Bu konunun doğruluk derecesini inceleyen bir savcı oldu mu acaba? Bu paralar verilmişse mafyavari bir ilişki içerisinde verilmiştir. Alan razı, veren razı, konuşan olmazsa bu konu nasıl bulunacak denilebilir. Zaten işin en kötü ve felaket noktası burasıdır. Her türlü zorluğa ve inkâra karşın doğruyu, gerçeği bulamamaktır.

Ve bu ülkede iktidar bir dizi açılıma imza atmaya çalışıyor. Kürt Açılımı, Suriye açılımı derken Ermeni açılımı başladı. Keşke düşmanlıklar, kin-nefret tohumları yok edilse. Kardeşlik, adalet, özgürlük ve eşitlik temelinde atılacak tüm adımları destekleriz. Bu anlamda Ermenistan’la imzalanan protokolün sonsuza dek barış getirmesini isterim. Barış ülkeler için olacağı kadar insanlarımız için de olmalı.
Bu ülkede Ceylan Önkol adlı bir kız çocuğunun havan mermisiyle öldürüldüğü söyleniyordu. Polis krimininal raporuyla bir bomba olduğu saptandı. O bombayı kim oraya attı? Devlet bu olayı tüm açıklığıyla aydınlatmak zorundadır. Bunu yazdığımıza göre bir şüphemiz vardır, devlete tam güvenemiyoruz demektir.
Güler Zere adlı kanserli bir mahkûm Cumhurbaşkanınca affedilmiyor, devlet onu cezaevinde tabutlamayı düşünüyor olabilir mi?
Ülkemiz 12 Eylül anayasası ile bir açılım peşine düşmüş. Bu haliyle Latin Amerika ülkelerinin bizden çok daha ileri bir demokrasiye sahip olduğunu söyleyebilirim(bu konuyu Bolivya örneği ile başka bir yazımda açacağım).
Ben yine de sevinç duymak, mutlu olmak istiyorum. Bir mucize peşinde değilim. Hiç değilse eleştirisel, demokratik, farklılıklardan korkmayan, farklılıkları koruyan mutlu bir ülke istiyorum. Gözyaşları ancak annesinin kucağında dinen bir bebek gibi insanlarımız da ülkesinde şefkatle sarılmak ister. Mutluluk dediğim işte bu!

19 Ekim 2009 Pazartesi

Kürtler, Aleviler ve Raporlar

"Eğitimci ve pedagog Faiz Cebiroğlu, “Bir Profesörün Evhamları” başlıklı bir yazı yazdı. http:/ http://faizcebiroglu.blogspot.com/2009/10/bir-profesorun-evhamlar.html, 16 Ekim 2009) Faiz Cebiroğlu, Türkçe sözcüklerin % 90’ının yabancı sözcükler olduğunu dile getiriyor. C, F, H, I, J, L, M, N, P, R, S, U, Z harfleri ile başlayan hiçbir sözcüğün Türkçe olmadığını söylüyor. Türkiye’deki hiçbir yöre adının, yerleşim yerinin adının Türkçe olmadığını da söylüyor…YÖK Başkanı profesörün bunlara cevap verme olasılığı da çok zayıftır..."

İsmail Beşikçi

BİLGESAM (Bilge Adamlar Araştırma Merkezi) “Güneydoğu Sorununun Sosyolojik Analizi” başlıklı bir rapor yayımladı. Ağustos 2009’da Ankara’da yayımlanan rapor 114 sahife. (*) Rapor başlığında (Teknik Rapor) ibaresi de var.

Raporda dikkate değer bir bilgi var. Din ve Mezhep İstatistikleri başlığı altında, Güneydoğu’da yaşayanların % 98.5’inin İslam olduğu söyleniyor. İslam da, Hanefi % 49, Şafiî % 46.3, Alevi % 3.5 şeklinde bölümlere ayrılmış. (s. 31)

Bu, çok şaşırtıcı bir değerlendirme. Dr. Atilla Sandıklı, rapora yazdığı önsözde, “daha önce de bölge hakkında raporlar hazırlandı ama o raporlarda bilimsel bir yöntem uygulanmadığı için sorun doğru teşhis edilmedi, sorunun tedavisi yolunda doğru, sağlıklı öneriler ortaya konulmadı” diyor.

Kızılbaşlık’ın (Alevilik) İslam içinde değerlendirilmesi, kanımca, bu raporun temel niteliğini ve amacını ortaya koyuyor. Rapor, resmi ideolojinin, doğruluğundan kuşku duyulamaz, tartışılamaz, tek gerçek, nihai gerçek denen kabullerinden hareket etmekte, tekrar onları üretmektedir. İslam ile hiçbir ilgisi olmayan Kızılbaş (Alevi) inancını İslam içinde değerlendirmek, bilim yöntemi adına yanlış bir tutumdur. Aleviliğin, İslam’dan çok önceki bir inanç olduğu bilinmektedir. Uzmanlar, Aleviliğin, Mani’den, Zerdüşt’ten de önce yaşanan bir inanç olduğunu, Mezopotamya kökenli bir inanç olduğunu bildirmektedir. Bugünkü Kızılbaşların (Alevilerin) atalarının İslam olmadığı açıktır.

Burada, Alevilerin örneklem içindeki oranının zaten çok küçük olduğu ihmal edilebileceği söylenebilir. Soru örneklemin oranıyla ilgili değildir. Alevileri Müslüman kabul eden zihniyet eleştirilmektedir.

İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı Devleti’ni, Türk ve İslam unsuru etrafında yeniden organize etmek, ekonomiyi millileştirmek, Türkleştirmek gibi bir projesi vardı. Ekonomiyi millileştirmek, Rum’un ve Ermeni’nin elindeki zenginliğe bir şekilde el koyup bunu Türk ve İslam olanların denetimine vermekti. Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Kızılbaşlar (Aleviler) bu toplum ve devlet projesinin yaşama geçirilmesinde çok önemli pürüzler olarak görüldü. Bu pürüzlerin giderilmesi için çok ciddi planlar, projeler yapıldı. Bunları yaşama geçirmek için elverişli bir zaman beklendi. Birinci Dünya Savaşı bu fırsat verdi.Savaş başlar başlamaz, Karadeniz’deki, Anadolu’daki, Ege’deki, Akdeniz’deki Rumların bir kısmı sürgün edildi,

Geriye kalanlar mübadele ile gönderildi. Ermeni nüfus soykırımla çürütüldü. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar Müslüman Türk eşrafın, Doğu’da tetikçi Kürtlerin denetimine verildi. Yahudiler, bütün bu plan ve projelerin hazırlanmasında, yaşama geçirilmesinde İttihatçılara akıl hocalığı yapıyordu.

Kürtlerin Türklüğe, Kızılbaşları Müslümanlığa asimile edilmeleri de bu toplum ve devlet projesinin unsurlarıydı. İttihat ve Terakki döneminde başlayan bu süreç Cumhuriyet’le birlikte daha sistematik olarak sürdürüldü. Kızılbaş (Alevi) köylerine cami yapılması Cumhuriyet’in çok önemli bir mesaisiydi. Bugün, Müslümanlığa asimile olmuş olan, bu süreçte olan Kızılbaşlar (Aleviler ) olabilir. Bu onların Müslüman olduklarını göstermez. Çünkü burada, baskı ve zor vardır. Neden asimile olduklarının, nasıl asimile olduklarının incelenmesi şüphesiz önemlidir. Bu, “Müslümanım ama Aleviyim”, “Aleviyim ama Müslümanım” şeklinde bir kafa karışıklığı da yaratmıştır.

1960’larda, Bitlis’te, “en iyi Türk biziz, bizler has Türküz…” şeklinde bir söylem vardı. Müslümanlığın hiçbir koşulunu yerine getirmedikleri halde, Kızılbaşlardan da bugün, “en iyi Müslüman biziz” diyenler var olabilir. Bu onların Müslüman olduklarını değil, asimile olduklarını gösterir. Nasıl asimile oldukları, neden asimile oldukları, bu süreci nasıl yaşadıkları elbette zengin olgusal dayanaklarıyla incelenmek durumundadır. Bunun tartışmalı bir konu olduğu da açıktır. Fakat, bilimsel bir araştırmada, böylesine tartışmalı bir konuda, resmi ideolojinin verilerini hiç sorgulamadan, tek gerçek olarak aynen kullanmak, bilim yöntemine aykırı bir tutumdur.

Raporda, Alevilik, bir mezhep olarak kabul edildikten ve İslam içinde değerlendirildikten sonra, “Ayrımcılık, aidiyet ve birlikte yaşama isteği boyutlarının mezhep ayrımına göre farklılaşması” denildikten sonra, her üç durumla ilgili olarak, Hanefilik, Şafiilik ve Alevilik ile ilgili sayılar, yüzdeler verilmektedir. (s. 55)

“PKK/ Öcalan’a bakış soru ve boyutlarının mezhep ayrımına göre farklılaşması” denilerek, yine bu durumun, Hanefiler’de, Şafiiler’de ve Aleviler’de nasıl yaşandığına ilişkin rakamlar ve yüzdeler verilmektedir. (s.68-74)

“Güven Ölçeği, soru ve boylarının mezhep ayrımına göre farklılaşması” başlığı altında, yine, Hanefilik, Şafiilik ve Alevilik ile ilgili rakamlar, yüzdeler verilmektedir. (s.77-78)

Araştırma 4797 kişi üzerinde yapılmıştır. Örneklem 4797 kişidir. Anketler 2009 yılının başlarında uygulanmış. Örneklem 5000 kişi de olsa, daha fazla insan üzerinde de anket uygulansa, yanlış kabullerden dolayı, resmi ideolojinin verilerini, bilgilerini, aynen benimsemesinden, hiç sorgulamadan kabul etmesinden dolayı, raporun ciddi bir değeri yoktur. Zaten Kürt sorunu yerine Güneydoğu sorunu denilmesi de aynı anlayış doğrultusunda gelişen bir durumdur.

Anketler, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Muş, Siirt, Tunceli, Van, Ağrı (bu dokuz ile terörün yaşandığı iller deniyor), Adıyaman, Elazığ, Erzurum, Gaziantep, Kahramanmaraş, Malatya, Urfa (bunlara terörün fazla yaşanmadığı iller deniyor), İstanbul ve Mersin’de (bunlara da, göç ile oluşan mahalleler deniyor.) uygulanmış. Anket, bazı nedenlerden dolayı, Hakkari’de ve Şırnak’ta, Ağrı’nın Doğubeyazıt ve Diyadin ilçelerinde uygulanmamış.

İller seçiminde, Iğdır, Kars, Ardahan, Erzincan yer almıyor.

Raporda, halkın % 98.5’inin İslam olduğu vurgulanıyor, geriye kalanlar da Hrıstiyanlık, Süryanilik, Yezidilik, Dine inanmayanlar kategorileri altında toplanıyor. Êzidîler, kendilerine Êzidî diyor. Êzidî’ye Yezidi demek, bilimsel bir rapor için sağlıklı bir tutum değildir. Zazalar’ın, Kürtlerden ayrı bir grup, Kürtlerden ayrı bir etnik grup olarak gösterilmesi de yanlıştır. Resmi ideolojinin tek gerçek dediği konulardan biri de budur. Halbuki Zazalar, Zazaki konuşan Kürtlerdir. Konunun uzmanları bunu belirtiyor.

Kürtçe: Ödünç Alınmış Bir Dil

Bu arada, YÖK Başkanı Profesör Yusuf Ziya Özcan’ın, Kürt dili üzerinde yaptığı değerlendirmeye de bakmak gerekir. YÖK Başkanı profesör, “Kürtçe ödünç alınmış bir dildir. Sözcüklerin yüzde 60-70’i Farsça’dan, yüzde 20-25’i Arapça’dan alınmıştır. Bir kısmı da Türkçe’dir. Kürt Dili ve Edebiyatı Enstitüsü veya bölümü açılabilmesi için, güçlü bir Türkçe, Farsçe ve Arapça dil ve edebiyat bölümlerinin açılması gerekir.” diyor.

YÖK Başkanı profesörün açıklaması kanımca dil ile ilgili bir açıklama değildir. Siyasi, içerikli bir açıklamadır. Bu, Kürtleri ve Kürtçeyi aşağılamayı hedef alan bir açıklamadır. “Kürt açılımı”, “demokratik açılım” derken bile Kürtleri ve Kürtçe’yi aşağılamayı ön planda tutmak, resmi ideolojinin, düşün hayatı üzerindeki, bilim ve sanat üzerindeki etkisiyle ilgili bir durumdur. YÖK Başkanı profesör kanımca şunu ifade etmeye çalışıyor. Türkler, Araplar ve Farslar öyle yöntemler bulmalıdırlar ve uygulamalıdırlar ki, Kürtler ve Kürtçe soluk alacak bir ortam bulamasın. Ortada Kürtler ve Kürtçe kalmadığı zaman… işte o zaman, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü açarız. Böylece Avrupalıların istekleri de yerine getirilmiş olur. Kürtleri muhatap almamız zaten söz konusu bile olmaz.

12 Mart rejimi döneminde, askeri savcılar, “Kürtçe diye bir dil yoktur, % 40’ı Türkçedir, % 35’, Farsçadır, % 20 Arapçadır, % 1.5’u Süryanicedir, %1.5’u Gürcücedir, ‘%1’i İbranicedir…” şeklinde iddianameler yazarlardı. Bu durum karşısında bilge Musa Anter bir duruşmada, şöyle söylemişti: “Savcının Kürtleri ve Kürtçe’yi aşağılamak için bu kadar çaba sarfetmesi anlamlı değildir, tavukların bile 30 çeşit gıdaklaması vardır.”

Zana Farqînî’nin, İstanbul Kürt Enstitüsü tarafından yayımlanan Ferhenga Kurdî-Tirkî’sini, Kürtçe romanları, inceleme kitaplarını vs. YÖK Başkanı bu profesörün önüne koysak, profesörün görüşü yine değişmez. Resmi ideoloji böyle bir düşün kategorisidir. Bilginin değil inancın egemen olduğu bir alandır. Bu sözlükte 131 bin 266 sözcük vardır. Bu sözlük 2 bin 132 sahifedir.

Eğitimci ve pedagog Faiz Cebiroğlu, “Bir Profesörün Evhamları” başlıklı bir yazı yazdı. http://www.faizcebiroglu.blogspot.com/ , 16 Ekim 2009) Faiz Cebiroğlu, Türkçe sözcüklerin % 90’ının yabancı sözcükler olduğunu dile getiriyor. C, F, H, I, J, L, M, N, P, R, S, U, Z harfleri ile başlayan hiçbir sözcüğün Türkçe olmadığını söylüyor. Türkiye’deki hiçbir yöre adının, yerleşim yerinin adının Türkçe olmadığını da söylüyor…YÖK Başkanı profesörün bunlara cevap verme olasılığı da çok zayıftır. “% 70’i Farsçadır, % 25 Arapçadır…” diye konuşan bir profesör. Ama okur-yazar bir profesör değil. Kürtlerin son yıllarda Kürtler ve Kürtçe ve Kürdistan hakkında, Kürt toplumunun tarihsel ve toplumsal gelişmesi hakkında ne gibi çalışmalar yaptıklarının, dil, kültür, tiyatro vs. çalışmaların nasıl ilerlediğinin bilgisine sahip değil. Türkiye’deki, Kürdistan’daki gelişmelerden, dünyadaki gelişmelerden de habersiz. Böyle olunca 90 senelik bir Frich entrikasını bilgi diye tekrarlayıp duruyor. Halbuki Frich çoktan deşifre oldu…YÖK Başkanı profesörün ondan da haberi yok.

Ankara, 18.10.2009

____________

(*) Proje Yöneticisi: M. Sadi Bilgiç, Veri Analisti: Salih Akyürek olarak görülüyor.

Raporu hazırlayanlar: M. Sadi Bilgiç, Salih Akyürek

Proje Ekibi: Doç. Dr. Mazhar Bağlı, Müstecep Dilber İlhan Kocamaz, Onur Okyar

BİLGESAM Başkanı Dr. Atilla Sandıklı, Rapora yazdığı Önsözde, irdelenmesi gereken bazı görüşler dile getiriyor. Şöyle diyor: 25 yılı aşkın savaş sürecinde, bölgeye ilişkin bazı raporlar hazırlandı. Ama bu çalışmalarda bilimsel metotlar kullanılmadı. Çalışmalar ya ayrılıkçı ya da devletçi görüşlerden hareket ediyordu.

Dr. Atilla Sandıklı raporun hazırlanmasında, Uluslar arası Sivil Toplumu Destekleme Derneği’nin (CİSİDER) ve Diyarbakır Hizmet Vakfı’nın maddi ve manevi yardımlarını gördüklerin belirtiyor. Raporun yazımı Temmuz 2009 da tamamlanmış.

------------

Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

Bir Profesörün Evhamları



”Gerçekten, insan sormadan edemiyor: Sömürgeci tekeller Türkiye’sinde profesörler ne yapar?

Cevabı açıktır: İnsanları yanıltmak içindir!

Ne yazık ki, tekeller Türkiye’sinde Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan gibiler, ”evham” yapmak ve insanları yanıltmak için varlar. Artık bu düzende, sıkılma ve utanma kalmamış. Olmaz. Bu tekeller düzeninde, ne yazık ki, ”cehalet” ile ”cüret”, çoğu zaman, birbirinin yerini alıyor ve ne yazık ki, Yusuf Ziya Özcan gibi cahil profesörler de çıkıyor. Tiksinti veriyor!..”

Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, Kürt dili üzerine yapmış olduğu açıklamayı okuyunca, Türkiye’de verilen “profesörlük” unvanı adına utandığımı yazmak zorundayım.İnsan sormadan edemiyor: Bir profesör, daha önceleri, ODTÖ’de sosyoloji dersleri veren bir profesör, bu kadar “evhamı” nasıl yapabiliyor?

Nasıl oluyor da, Ankara Üniversitesi’nden mezun olan, yüksek lisansını ve doktorasını “Chicago Üniversitesi”inde tamamlayan bir profesör; “Kürtçe ödünç bir dildir. Yüzde 60 – 70’şi Farsça, Arapça ve Türkçe’den oluşmuş” deyip, Kürtçe’yi, sözüm ona, küçümseyebiliyor?

Peki, bir profesör bu “evhamları nereden buluyor?

Sömürgeci Türkiye tekeller ülkesinde sorulması ve yanıtlanması gerek sorular bunlardır.

Tesadüf değildir; dil üzerinde hiç bilgisi olmayan bu cahil pröfesör, Türkçe hakkında da bilgisi yok.

Tesadüf değildir; Kürtçe dilini ”küçümseyen” bu cahil profesör, Türkçe’nin ”ecnebi” kelimelerden oluştuğunu da hiç bilmiyor!

Burada, kısaca, insanları Kürtçe dili konusunda yanıltmaya yönelik ”evhamlarda” bulunan bu cahil profesöre, notlar halinde, bir kaç ders vermem gerekiyor.

Eyy, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, öğren:

Bir: Türkçe’nin yüzde 90’nı “ecnebi” denilen kelimelerden oluşuyor.

İki: Türkçe’de, C, F, H, I, J, L, M, N, P, R, Ş, V, Z harfleriyle başlayan hiç bir Türkçe kelime yoktur!

Üç: Türkiye’de hiç bir yöre veya yerleşme yerinin adı Türkçe değildir. Buna bağlı olarak;

Türkçe’deki hafta günleri, Farsça ve Arapça’dan oluşuyor. Ay adları; Şubat, Mart, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül...Türkçe değildir (Burada sayfalar dolusu örnek vermek mümkün, ama sizin gibilere faydası olmaz, biliyorum).

Dört:
Türkçe dili; yüzde 10 kadar Türkçe kelimelerden oluşuyor ve sana göre bir dil oluyor!

Eyy, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan!

Herkes dilini sevmelidir, ama dil sevgisi başka, dil abartmacılığı ve uydurmacılığı başkadır. Bu evhamlar senin gibi profesör ünvanını alan birisi tarafından yapılıyorsa, korkunçtur.

Korkunçtur; zira yüzde 90’nı “ecnebi” kelimelerden oluşan bir Türkçe’yi “yükseklerde” tutup, Kürtçe gibi, dört ülke tarafından sömürgeleştirilen, Kürt insanı ve dilini tarihten silmek isteyen zalim iktidarlara karşı hâle varlığını koruması ve buna rağmen, Türkçe’den çok daha zengin olmasını görmemek ve küçümsemek, korkunçtur!

Gerçekten, insan sormadan edemiyor: Sömürgeci tekeller Türkiye’sinde profesörler ne yapar?

Cevabı açıktır: İnsanları yanıltmak içindir!

Ne yazık ki, tekeller Türkiye’sinde Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan gibiler, ”evham” yapmak ve insanları yanıltmak için varlar. Artık bu düzende, sıkılma ve utanma kalmamış. Olmaz. Bu tekeller düzeninde, ne yazık ki, ”cehalet” ile ”cüret”, çoğu zaman, birbirinin yerini alıyor ve ne yazık ki, Yusuf Ziya Özcan gibi cahil profesörler de çıkıyor. Tiksinti veriyor!

Tiksinti veriyor.

Engels’te yıllar öncesinde, sanki,Yusuf Ziya Özcan gibi profesörlere söylemiş: ”Cehalet, tiksintiricidir!” diyor.

Gerçekten budur.

Not derslerim bitiyor ama sonuçlar var ve açıktır: Bundan böyle, sömürgeden de beter Türkiye tekeller ülkesinde, Yusuf Ziya Özcan gibi profesörlerin ”evhamlarına” cevap vermek ve bunlara karşı mücadele etmek, biz, aydınlara düşen en önemli görev oluyor.

Sömürgeden de beter Türkiye tekeller ülkesinde, bundan böyle, ”cehaletle” ”cüreti” birbirine karıştıran, Yusuf Ziya Özcan gibi, profesörlere ”sevecenlikle” bakamayacağımızı artık bilmeleri gerekiyor.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Kemal Burkay'ın iddiaları...

“Ve sömürge bir ulus adına yüksek bir mücadele yürüttüğünü söyleyen Burkay’ın, Türk zindanlarında şu anda herhangi bir arkadaşının olup olmadığını düşündüm… Böyle biri varsa ismini merak ettim…”

Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

PSK eski Genel Başkanı Kemal Burkay, dün ve bugün yapılan CNN TÜRK’deki yayında PKK’yi MİT’in kurduğunu, Öcalan ve üst düzey PKK’lilerin de MİT görevlisi olduğunu söyledi.

Stalin de, genel sekreterliğini yaptığı Sovyetler Birliği Komünist Partisinin merkez komitesinin yüzde doksanını emperyalizmin ajanı diye imha etmişti. İmha ettiklerinden birinin karısına verilen gömleğinin cebinden şöyle bir not çıkmıştı:

“Stalin, sonsuza dek dalgalanacak olan proletaryanın kızıl bayrağında kara bir leke olarak kalacak!”

Şimdi Rusya’da hiç kimse, bir zamanlar Komünist parti görevlileri arasında birbirlerine yaptıkları ajanlık ve hainlik suçlamalarını konuşmuyor, tartışmıyor ve anmak istemiyor. Sovyetler Birliğine bağlı olan diğer ülke halkları da bunlardan ürktü ve savruldu.

Kuruluşundan bu yana PKK de bir çok kişi ajan ilan edilip öldürüldü. Bunlardan bir kısmının PKK tarafından itibarları iade edildi. Bir kısmının ne olduğu meçhul olarak kaldı. Sonuçta PKK de, Soğuk Savaş Dönemi üslubuyla kurulmuş bir parti idi. İlişkileri, siyasete bakışı, örgütlenmedeki sertliği diğer sosyalist ve komünist partileriyle benzerlik arz ediyordu…

Silahlı bir direnişe bulaşmamış olan PSK’nin Soğuk Savaş Döneminden kalma, suçlayıcı, aşağılayıcı, Kürtler arası ilişkilerde güvensizlik yaratan, düşmanlığı ve gerilimi artıran bir üslubu öyle görünüyor ki, bir süre daha Burkay aracılığıyla ile devam edecek… Bu siyasal anlayışa silah giydirirseniz, diğer komünist partilerinden farklı bir sonuç elde edemezsiniz. Zaten PSK’yi küçülten, gelişmesini engelleyen de bu anlayıştı.

Burada bir parantez açıp, yazıma devam etmek istiyorum. Bir Müslüman’ın inandığı değerlerine, dinine, imanına, Kuran ve peygamberine hakaret ederek işe başlarsanız, o kişinin kendisine ve inancına siyasal şiddet uygulamış olur ve onu inançları konusunda daha katı, daha öfkeli, daha nefret dolu ve daha şiddete yatkın hale getirirsiniz… Bu yöntem, fikri özgürlüğüne değil, siyasal şiddete denk düşer… PKK’ye yönelik bu tür suçlama ve saldırılar, PKK’yi güçlendirmekten başka bir işe yaramadı. Militan yapısı daha da kemikleşti, orta kademe çalışanları daha katı ve hoşgörüsüz bir kişiliğe büründü.

Kemal Burkay, PKK’yi MİT’in kurduğu bir örgüt, PKK yöneticilerini de MİT ajanı ilan etmekle, çok şikayetçi olduğu PKK tarzından daha ağır bir tarzı yöntem olarak seçiyor ve PKK’ye siyasal şiddet uyguluyor…

PKK ve yöneticilerini bu şekilde suçladığınız zaman, bu yolda canını vermiş 20 bin gerillayı, onların ailelerini, öldürülmüş 17 bin beşyüz civarındaki PKK taraftarı sivil kişileri, onların ailelerini, DTP’ye o veren iki milyon yetişkin insanı, PKK’ye yakın olan gazetecileri, yazarları, aydınları; beş-on-yirmi sene PKK’de kaldıktan sonra ayrılıp kendi yolunu çizenleri, Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Kemal Pir ve Mahsun Korkmaz’ın hepsini MİT ajanı ilan etmiş olursunuz… Suçlamalarınızda bunları MİT ajanlığı dışında tutuyorum diyemezsiniz. Bir insan, niteliğini bilmiyor olsa dahi bir örgüte girmiş ve onun amaçları doğrultusunda çalışmışsa, o kişi o örgütün üyesidir. Ceza hukuku da böyle söyler… Ayrılmış olsalar dahi Türk devleti ele geçirdiğinde Osman Öcalan ve Nizamettin Taş’ı PKK yöneticiliğinden yargılar.

PKK’yi MİT kurmuşsa, PKK yöneticileri MİT görevlisiyse, bir dönem PKK’ye bağlı gazete, parlamento ve diğer kurumlarda görev alip daha sonra ayrılanlar da MİT’e çalışıyordu. Bu, MİT elamanlığına denk düşen bir hizmettir. Kemal Burkay suçlarken, milyonlarca insanı MİT elamanlığıyla suçladığının farkında mıdır? Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde 5 ila 7 milyon arası insan bu tür suçlamalarla öldürülmedi mi?

MİT elemanlığı bir yaşam ve davranış biçimdir. MİT’in kullandığı kişiler genellikle çabuk düşerler. Ayrılıklar, yamukluklar ve ihanet eğilimleri çabuk patlak verir. Hele dar ve zor koşullarda bu türden kişilikleri iki günde deşifre etmek çocuk oyuncağıdır. Yemek yiyişindeki ve paylaşımdaki tarz bile kişiyi ele verir. Hapishane yatmış olanlar bu konuda uzmandırlar. Hapishanede içimize katıştırılmak istenen böyle kişilikleri iki günde deşifre edip dışımıza atıyorduk…

MİT, PKK yöneticilerine ne vaat etmiş ki, bunlar 30 yıldır kurşun ve bombalar altında mağaralarda, sığınaklarda ve kaya altlarında yatıyorlar? Kara, kışa ve bombaya gövdelerinden parça veriyorlar?

Bu soru çok önemli olmayabilir… İsteyen önemli saysın… Bir başka soru şöyle sorulabilir. Türk ordusunun birliklerini bırakıp kaçtığı Zap operasyonunda, Türk devletini, kendi dağ adamları karşısında bozguna uğratmaya iten manyaklığın altında yatan neydi?

MİT ajanlığı tartışmalarından bir şey çıkmayacağını biliyorum. Bakalım Türk devleti kendi kurduğu PKK ile nasıl baş edecek? 30 yılın ortaya çıkardığı Kürt gençliğini nasıl oyalayacak? Kürt şehir ve kasabalarında yitirdiği otorite, güven ve korkuya dayalı saygınlığını bir daha nasıl inşa edecek? Hiç hesapta yok iken ayağa kalkan bir milyon Suriye’deki Kürt nereye oturtulacak? PKK’nin imha edilmesi koşuluyla kısmi olarak tanıdığı Güney Kürdistan’ın bağımsızlığa gidişini nasıl engelleyecek?

Bilmiyoruz, gözlüyoruz işte…

Duran Kalkan, Özgür Politika’da, “Maaşlı Yazarlar” diye bir yazı yazmış, ismim geçmediği halde ilk karşılık veren de ben olmuştum… O zaman PKK’liler sorumuştu bana:

“Duran Kalkan’ın yazısında senin ismin yok. Niye karşılık veriyorsun.”

Ben o zaman demiştim, Duran Kalkan Kürt aydınları için böyle bir yazı yazamaz, böyle konuşamaz, buna hakkı yok…

Burkay da, PKK karşısındaki siyasal ve önderlik başarısızlıklarını PKK’yi suçlayarak ört bas edemez. Hazmedemediği gelişmelerin mücadelesini bu tarz sürdüremez.

Kemal Burkay’ın CNN TÜRK’teki konuşmasını dinlerken bir an için geçmişe gittim. Amed zindanındaki PKK direnişçilerinin anılarıyla gözlerim doldu… Mezarsız binlerce ölünün vurulmadan bir dakika önceki son hayallerine erişmek istedim… Batman, Diyarbakır, Silvan ve başka Kürt şehirlerinde öldürülen binlerce sivilin ölürken akıttığı tek damla göz yaşının düştüğü yeri öğrenmek istedim… Sayıları yüzbinleri geçen yetim Kürt çocuklarını düşündüm… Tank ve panzeler üzerine yürüyen serhildan kalabalıklarını… Sonra Türk asker ve polisine taş atmaktan dolayı cezaevine tıkılan çocuklar geldi aklıma…

Ve sömürge bir ulus adına yüksek bir mücadele yürüttüğünü söyleyen Burkay’ın, Türk zindanlarında şu anda herhangi bir arkadaşının olup olmadığını düşündüm… Böyle biri varsa ismini merak ettim…

Geleneksel Kürt halk hayatında vefa vardır, ama siyasetinde vefa yoktur… Kimse boşuna aramasın bu vefayı… Kürt nesilleri, aynı zamanda bir siyasal vefasızlık örneği olan Kürt siyasal tarikatlarının da kurbanlarıdırlar…

Kendi yanlışlarıyla hiçbir zaman yüzleşmeyen, kendi başarısızlıklarını sürekli başkalarının üzerine atarak yol aldığını sanan yerinde durmuş yanlış anlayışların tartışmacılarıyız bizler… Ne yazsan boştur. Aşırı suçlamak ve suçlanmakla iskeleti kireçlenmiş ölü zamanların tartışmasını üç-beş yıl sonra hiç kimse sürdürmek istemeyecektir… Başka ulusların yaptığını bizim ulusumuz da yapacak… “Alçaklık, hainlik, namussuzluk, MİT ajanlığı, Ergenekonculuk” suçlamalarıyla başı dönmemiş yeni nesil, eskilerin üzerine kalın bir örtü çekip yoluna devam edecek… Bunu yapacak…

-----------

Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

10 Ekim 2009 Cumartesi

Alevillik Müslümanlık mıdır?(*)


Devran Asmen

Alevilik üzerine tartışırken farkında olunması gereken şeyler var.

1. Bir hak talebinden yola çıkıldığı tam bilinmiyor.

2. İslam etkisiyle birlikte, Yezidilik gibi Aleviliğin de baskı altına alınıp yok sayıldığını ya da bu toplumsal kesimlerin asimilasyona tabii tutulup İslamlaştırılmak istendiğinin çok vurgulanmıyor.
3. Artık bir çok Alevi tartışmacı ve araştırmacı asimilasyon çerçevesinde tartışıyor.

Bu tespitlerden sonra biraz da yaşamdan ve yaşanılanlardan aktarmak istiyorum. Bunu yaparken insanların inancıyla bir sorunum yok. Kim nasıl isterse öyle yaşar ve istediğine inanır. Burada karşı çıktığımız benzeşmedir. Benzetilmedir. İnsanların inançlarıyla birlikte zorla birbirlerine benzetilmesinin insana ve insanlığa ne katkısı olabilir? Toplumların entegrasyonu, birilerinin illahi ötekisine benzemesi olarak algılanıyorsa bu büyük bir saçmalıktır. Herkesi olduğu gibi kabul eden bir hoş görü ve anlayışa ihtiyaç vardır. Milyarlarca Müslümana bes-on milyon Aleviyi de hile, hurda ve baskıyla eklemenin İslam'a ne hayrı olacak?

Alevileri Müslüman görmek isteyen kesimlere ve kendini Müslüman sayan Alevilere sormak gerekir.

İslamın aşağıda sıralayacağım beş şartına uyuyor musunuz?

a.Hacca gitmek

b. Zekat vermek.

c.Oruç tutmak, (Ramazan )

d. Namaz Kılmak(Camide)

e- Kelime-i şaahadet getirmek...

Bu saydığım şartlardan hiç birini Aleviler yerine getirmemektedir. Çünkü Aleviler farklıdır, farklı inançları vardır. Burada Aleviliğin Gizli Tarihi kitabının yazarı Sayın Erdoğan Çınar'ın okunmasını salık verebilirim.

Aleviliğin Müslümanlık olduğunu söylemekten ziyade, Müslümanlaşmış Alevi kesimlerin varlığından bahsetmek gerekir.

Müslümanlık bin yıldır Aleviliği cüceleştirdi. Alevilik tanınmaz hale geldi. İnanmadığı halde kişinin Müslüman görünmesi ise İslam'a faydadan çok zarar getirdi. Aleviliğin İslamın içine sokulmasıyla Aleviliğin kalıpları kendisini bile koruyamayan küçük bir kalıp niteliğine büründü. Eğer Alevilik kendi ölçüleri içinde yaşam şansı bulsaydı bugün Türkiye toplumu çok daha zengin özellikler taşıyor olacaktı.

Alevilik, sunni mezhepler gibi Müslümanlığın bir mezhebi değildir. .

Çünkü Sünni mezheplerle Müslümanlik arasında doğrudan bir bağ vardır ki, o da İslamın beş şartıdır. İmami Cafer Mezhebi de buna dahildir.

Kimileri diyor ki, Aleviliği İslam dışı göstermek, Aleviliği bölmekmiş... Çok saçma bir şey. Asıl sorunlar benzeşirken ve kendini olmayan bir şekilde gösterirken çıkmaktadır.

Aleviler icin 4 kitap ve 4 peygamber de kutsaldır. Aleviler yaşadıkları coğrafyada İslamin etkisi ve korkusuyla Hz. Muhammed, Hz Ali ve ehlibeyte sonucu özel bir bağ kurmuşlardır. İlişki kurmak başka bir şey, ondan olmak başka bir şeydir.

Buna rağmen Alevi tarihi baskı, yasak ve yok edilme tarihidir. Bunlarin hepsi de İslamiyetin hakim olduğu veya hakim olmaya başladığı süreçlerde başlamıştır.

Alevileri ve Aleviliği yok eden ve yok sayan böyle bir anlayışla Aleviliği nasıl bağdaştırabiliriz? Korkmanın ecele faydası yoktur. Aleviler asılları gibi olmalı ve takkıye yapmamalıdırlar artık. Bazı kesimlerin Aleviliği Müslümanlığa yamama siyaseti tepeden tırnağa yalan ve hile içermektedir. Aleviler Müslüman değildir. Baskın olan Müslüman toplumla yan yana yaşamaktan dolayı korkuya dayalı bir etkilenme ve kendini koruma vardır.

Yeryüzündeki milyarlarca Müslüman herhalde birbirini tatmin etmiyor ki, Aleviler de boğucu bu atmosfer içine alınmak isteniyor. İslam'ın yayılma ve tehdit alanı da böylece biz Aleviler oluyoruz...

Kendini Müslümanlığın bir kolu olaral ilan eden Alevilere bir daha sormak gerekiyor:

Sahi İslam'ın hangi şartını yerine getiriyorsunuz...

O halde İslam Alevileri, Aleviler de islam'ı rahat bırakmalıdır... Herkes kendisi olarak yaşasın...

------------------

(*) Kürdistan-post sitesinde yer alan bu yazı, Bu sitede yazan Serra Güneyli’nin yazılarıyla bütünleşiyor. Okuyucularla paylaşmak istedim. F. Cebiroğlu

3 Ekim 2009 Cumartesi

Devletin Ağaları



İsmail Beşikçi

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Ramazan Bayramı’nda, Mardin’in Sınırtepe Karakolu’na da uğradı. Genelkurmay Başkanı, orada, basına yaptığı konuşmada, ağalardan şikayet etti. “Bu bölge ne çektiyse ağalardan çekti” dedi. “Şimdi de siyaset ağaları var, terör ağaları var” dedi. Konuşmanın bu bölümlü şöyle: “Özellikle bu bölgede, insanlarımız, vatandaşlarımız, Doğu Anadolu da dahil olmak üzere, ağalardan çok çekti. Bugün bu noktalardaysak, altında yatan temel nedenlerden bir tanesi bu. Bu zamanın ağalarından çeken insanlarımız, siyaset ağalarından, terör ağalarından muzdarip. Esas temel sorunlardan bir tanesi de, bu halkımızın siyaset ağalarından, terör ağalardan kurtarılmasıdır.”

Genelkurmay Başkanı, bu konuşmada, Kürtçe eğitim konusundan da söz etmiştir. Gazetecilerden gelen, “Kürtçe eğitim diye bir sorun var mı?” sorusu üzerine verilen cevap şöyle: “Ben olduğu kanaatinde değilim. Kürtçe’yi nerede öğrenecek bu insanlar? Anadil nerede öğrenilir? Ana-babaya Kürtçe öğretme diyen mi var? Kürtçe okuma yazma öğrenmek istiyorum, diyorsa, yasak mı?”

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un bu düşüncelerini irdelemekte yarar var. Şurası çok açık. Ağalarla, şeyhlerle, aşiret reisleriyle ilişki kuran, bu kurumları güçlendiren, ayakta tutan her zaman devlet olmuştur. Çünkü, devlet, bu kişiler, bu kurumlar aracılığıyla Kürtlerde gelişen milli hareketi kontrol edebilmekte, engelleyebilmektedir. Bu, Cumhuriyet’in 80 yılı aşkın bir zamandır karalı ve sistematik bir şekilde uyguladığı bir politikadır. Çünkü devlet için en önemli konu budur. Bunun için ağalıkla, şeyhlikle, aşiret reisleriyle işbirliği yapmak gerekirse yapılmalıdır, anlayışı egemendir. Bu feodal kurumlar hala ayaktaysa devlet istediği içindir.

1985 de koruculuğun tekrar örgütlenmesi, bu feodal kurumlara can veren, onları dirilten, ayakta tutan bir süreç yaratmıştır. Koruculuk kurumu sayesinde, şeyhler, seyitler, ağalar, aşiret reisleri, devletin yanındaki yerini sağlamlaştırmış, devletin istekleri ve devletin çıkarları doğrultusunda tavır ve davranış sergilemeye başlamıştır. Devlet bu toplumsal kategorilerle, bu kategoriler de devletle çok sıkı bir işbirliğine girmiştir. Bugün en büyük ağalar korucubaşlarıdır. Onlar devleti, devlet de onları desteklemektedir. Bu kişiler ve kurumlar, Kürtlerde gelişen milli hareketi, milliyetçilik akımlarını frenlemek, engellemek için çok yoğun bir çaba gösteriyor. Din kurumunu da etkili bir şekilde kullanıyorlar.

Devletin Ağaları…

1994 kışında, bu ağaların, beylerin, aşiret reislerinin, şeyhlerin bir kısmı Ankara’ya davet edilmişlerdi. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, bu kişilerle yakından ilgileniyordu. Televizyonlar, radyolar, gazeteler, günlerce, “Jirki Aşireti Reisi…”, “Tayan Aşireti Reisi…”, “Davudiyan Aşireti Reisi…”, “Kikan Aşireti Reisi…” “Ertuşi Aşireti Reisi…”, “Pinyaniş Aşireti Reisi…” diyerek bu kurumlara meşruluk verdi. Bu kişiler, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü gibi kurumları ziyaret etmişler, ziyaretleri basında geniş bir şekilde yer almıştı.

Bu kişiler televizyona da çıkarılmışlardı. Bu programa profesör Doğu Ergil de katılmıştı. Doğu Hoca, bu kişilere ısrarla ne istediklerini soruyordu. Onlar da “sileh istiyoruz, pere istiyoruz” diyorlardı. Silah ve para istediklerini birkaç defa ısrarla vurguladılar. Doğu Hoca, “gazetemiz olsun, radyomuz, televizyonumuz olsun gibi bir talebiniz yok mu?” diye sordu. Onlar da, silahtan ve paradan başka isteklerinin olmadığını, Türk bayrağı altında yaşamaktan çok mutlu olduklarını söylediler. Bunlar, devletin ağaları, devletin şeyhleri, devletin aşiretleridir. Bunlar devlet ağalarıdır. Varlıklarını devlete borçlu olan ağalar, şeyler ve aşiretlerdir…

1990’ların sonlarını düşünelim. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit, belediyelerinin sorunlarını görüşmek için kendisinden randevu isteyen Halkın Demokrasi Partili (HADEP) belediye başkanlarına randevu vermiyordu. Bu HADEP’lilerle görüşmüyordu. Ama aynı dönemde korucubaşları, yani aşiret reisleri, şeyhler, seyitler, büyük toprak sahipleri, sık sık Ankara’ya davet edilirdi. Ankara’da, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü dahil, devletin bütün makamlarıyla görüşürlerdi. Devlet, onları çok iyi ağırlardı. Devlet onları, onlar de devleti desteklerdi.

Son Kürt savaşının bu kadar uzun sürmesinin nedeni, savaşı, yoksul Kürt halk kesimlerinin sürdürüyor olmasıdır. Savaşa, aşiret reislerinin, ağalarını, beylerin, şeyhlerin katılmıyor olmasıdır. Koruculuk kurumu dolayısıyla bunların, devletin ve ordunun yanında yer aldığı biliniyor. Bütün bunlar, ayaklanmaları yürütenlerin sınıf yapısında çok önemli bir değişiklik olduğunu göstermektedir. Bugün, gerek PKK savaşçıları, gerek Demokratik Toplum Partisi milletvekilleri, genellikle yoksul halk çocuklarıdır.

Durum bu kadar açıkken, Kürtleri, “siyaset ağaları”, “terör ağaları” kavramlarıyla eleştirmek, suçlamak şaşırtıcıdır. Kürtlerin siyaset yapması demokratik Türkiye’nin bir gereğidir. Askerin sık sık siyasete müdahale etmesi, siyasal konular üzerinde sık sık görüş açılaması, olmasını istediği, olmamasını istediği konuları dile getirmesi, Türkiye’nin demokratik bir siyasal sisteme, demokratik bir siyasal rejime sahip olmadığının temel bir göstergesidir. Bu yönüyle Türkiye demokratik de değildir, laik de değildir.

“Terör ağaları”ndan söz etmek, 1990’larda, 2000’lerde, devlet terörünün nasıl tırmandırıldığını dikkatlerden kaçıramaz. JİTEM’in faaliyetlerini, binlerle ifade edilen “faili meçhul” cinayetleri, köylerin yakılmasını-yıkılmasını, ormanların sistematik olarak yakılmasını, milyonlarca insanın yerini-yurdunu terke zorlanmasını, temel geçim kaynaklarının tahrip edilmesini nasıl açıklamak gerekir? Bütün bu olgular, süreçler nasıl gerçekleşti? 1500 civarında, “faili meçhul” olan, cesetlerine ulaşılmış cinayet vardır. 5 bine yakın, “faili meçhul” olan fakat cesetlerine ulaşılamamış cinayet vardır. 17 binden fazla, dosyası açılmış ama kapanmamış cinayet vardır. Bütün bunlar ortada dururken “terör ağaları”ndan söz etmek inanı şaşırtıyor. Bir sabah evinize baskın yapılıyor. Güvenlik aramaları… Un çuvalları, bulgur çuvalları, deterjan torbaları, tuz, şeker torbaları vs. her şey alt-üst ediliyor, birbirine karıştırılıyor… Oğlunuz/kızınız/kocanız/kardeşiniz,babanız… alınıp götürülüyor. Birkaç gün sonra bir dere kenarında, bir köprü altında, bir mağaranın girişinde
parçalanmış cesedini buluyorsunuz… Bütün bunlar ortada dururken, açık bir şekilde ortada dururken, “terör ağaları”ndan söz edip Kürtleri eleştirmek, suçlamak bir ironidir.

Genelkurmay Başkanı’nın dil üzerine söylediklerine de bakmak gerekir. Genelkurmay Başkanı, “anadil, anadan babadan öğrenilir, buna engel olan var mı?” diyor. Ama Kürtçe eğitimin mümkün olmayacağını da söylüyor. 25-30 yıl öncesine kadar, “Kürtçe ilkel bir dildir, yazı dili değildir, bu dille roman yazılamıştır.. “ denirdi. Kürtçe aşağılanırdı. Günümüzdeyse Kürtçe eğitim olamaz, Kürtçe eğitim milleti, vatanı, devleti böler…” deniyor. 2983 sayılı ve 1983 tarihli bir yasa vardı. Kürtçe’yi her alanda yasaklayan bir yasaydı. 1991 de yürürlükten kaldırılmıştı. Genelkurmay Başkanı’nın bu konuşmasıyla Kürtlere biraz özgürlük tanıdığı söylenebilir. “Ana-baba çocuklarına Kürtçe öğretebilir ama, Kürtçe eğitim olmaz” diyor. Anadil konusunda ananın-babanın tutumu elbette önemlidir. Ama, sokak ve okul aile ortamını tamamlayan kurumlardır. Eşitliği sağlamak açısında, Kürtçe okul, hatta mecburi Kürtçe okul, Kürtçe eğitim gereklidir.

Devlet, bir kısım basın, “Kürt açılımı” derken bile, Kürtlere ve Kürtçe’ye hakareti, aşağılamayı sürdürüyor. “Seçimlik dersler”den söz ediyor. Kürtçe’yi, “seçimlik ders” kategorisinde değerlendiriyor. 20 milyona hitap etmesi beklenen bir anadilin, “seçimlik ders” kategorisinde değerlendirilmesi, Kürtlerin ve Kürtçe’nin aşağılanması değil midir? “Açılım” konuşmalarının, tartışmalarının, planlarının, projelerinin önemli bir yönü şudur. Kürtlerin demokratik taleplerini, özgürlük taleplerini karşılamak, birinci planda düşünülen bir konu değildir. Birinci planda, 25 yıllık son Kürt savaşında yıpranan devletin, yıpranan kurumların restore edilmesi planlanmaktadır. Bu da belirli bir “açılım”ı gerekli kılmaktadır.

-------------------

Kürdistan Post:
http://www.kurdistan-post.com/

1 Ekim 2009 Perşembe

VATAN, MİLLET, DİYARBAKIR!


Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

“...Toplumsal barışın önü açılmalıdır. Toplum en çok barışa hasrettir. Kimse oğlunun ölüsünü öpmek istemiyor! Ölümü doğal akışı içinde kabullenmenin yolu barıştır. Gel zaman git zaman-her şeye karşın!-bir gün barış sağlanacak(tır).”


Siyaset varsılları, yoksullar, namus cinayetleri ve varsıllığına güvenip işlenen cinayetler! Fuhuş! Yoksulun fuhuş rezaleti ve varsılın su yüzüne çıkmayan günahı! İnsanların hayhuyu almış yürüyor. Önce Kürt açılımı dediler, sonra Demokratik Açılım, yeni adı-şimdilik!-Milli Birlik Projesi! Ulan, vay canına yandığım be, esas duruş! Tüfek omuza! Ömrümde bu kadar çok yanardöner laf gördüysem, ben ne olayım! Sonunda-helal olsun size!-Hülya Avşar’a dahi bedava reklâm yaptırdınız!

Orgeneral Başbuğ Mardin gezisinde Kürt açılımında yapılacak bir şeyin olmadığını açıkladı. Kürtçe eğitim yok! Televizyonlardaki tartışmaları (aydınları) seyretmeyin! Kimse merak etmesin, ülke bölünmüyor! Askerin bu kadar çok konuştuğu bir başka Avrupa ülkesi var mıdır? Korucu köy, ağa ve muhtarlarının sıradan Kürt köyleri gibi gösterilip, televizyonlarda gösterilme başarılarını yadsımıyorum! Vatan, millet, Sakarya, Dicle, Fırat, Diyarbakır! Sanırım AKP hükümetinin söyleyemediği slogan bu olmalıdır. Kim bilir, 80-85 yıldır yapılan vatan, millet, Sakarya edebiyatına Dicle, Fırat, Diyarbakır’ı ekleyerek aynı edebiyata imaj yaratılmak isteniyordur.

Genelkurmay Başkanının Kürt ağaları ile ilgili sözüne gelince: Bu ağaları halkın başına bela edenler Osmanlı ve ondan sonra da Cumhuriyet yönetimleridir. Feodalizmin tasfiyesi engellenerek, kamunun arazileri aşiret reisleri ağalara, beylere verilerek sistem korunmak istenmiştir. Bu rant sistemi toprak ağalarını hızla varsıllaştırırken oligarşik cumhuriyette al gülüm ver gülüm esasına dayanan bir huzur sağlanmıştır. İşbirlikçi toprak ağaları her türlü imha ve inkârın yerli ayakları olmuştur. Bu tip köylülük ve aşiret yapısıyla bugün 60 bin korucu başka bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Başbuğ böylesi bir ağalıktan mı bahsediyor?

Aydınların dinlenilmemesini istemek de ayrı bir tuhaflıktır. Resmi devlet görüşünün dışında hiçbir düşüncenin hayal bile edilmemesidir. Bir gün bir arkadaşım anlattı: “Rüyalarımda Kürtçe konuşurum. Rüyalarımda ailemle, akrabalarımla, arkadaşlarımla Kürtçe konuşurum. Eğer bir valiyle ya da başka bir bürokratla (rüyamda) konuşursam-Kürtçe bilmiyorsa-Türkçe konuşurum. Bunun ilk ayırdına vardığımda babama sordum: ‘Rüyalarında hangi dille konuşursun?’ ‘Tabii ki Kürtçe konuşurum! Neden sordun?’ diye yanıtladı.” Biz bu insanların anadil ve kültür yaşamlarının ifasını engellersek onların rüyalarını nasıl engelleyeceğiz? Bu doğru ve insani bir tavır olabilir mi?

Kimse bu ülkede bir şeyler uğruna savaşma isteği duymamalıdır. Ölü sevici bir toplum olmak istemiyoruz. Irkçı ve şovenist düşüncelerce sıkış tıkış edilen toplumun soğukkanlılığı yok edeceğini düşünüyorum. Toplumsal barışın önü açılmalıdır. Toplum en çok barışa hasrettir. Kimse oğlunun ölüsünü öpmek istemiyor! Ölümü doğal akışı içinde kabullenmenin yolu barıştır. Gel zaman git zaman-her şeye karşın!-bir gün barış sağlanacak(tır).

Biraz barıştan söz etmek istiyorum. Öyle pespaye bir duygu değil, yüce, yüksek bir duygudur. Varken güzelliğini pek fark etmediğimiz, yanı başımızda görmediğimiz bir güzelliktir barış. İnsanın kendi eşinin güzelliğini gör(e)mediği bir durum gibidir. Ama o yokken özlem duyduğumuz, uğruna ölebileceğimiz bir güzelliktir. Eşimiz kadar sevebileceğimiz bir güzellikten, barıştan söz ediyorum. Doğrusu aranırsa, biz bu son günlerde dahi barışı bir kadın güzelliğine benzetmiyoruz. Gözlerimizin önüne dağlar bir heyula gibi dikiliyor, barışı (güzelliği) göremiyoruz.
Bazen bir şeyden umudumuzu keseriz ki, bakarız ki o şey gelir. Barış ta bunun gibi olmalı. Hiç beklenmedik anda, ummadığın bir hükümet getirebilir. O ummadığın hükümet zar zor da olsa bu işi başarabilir. Neden olmasın? Yeter ki isteyelim, o beklemediğimiz şeyi (barış şansını) isteyelim. Başka türlü düşünceler, askeri, politik bakışlar, küçümsemeler, büyüklenmeler, maceralar-insanın ağzı varmıyor ya!-savaş bölgesi yaratabilir. PKK ordumuz’a (TSK’ye) zaferler getirmek için kurulmadı. Ordumuzun hedefi başka türlü büyük amaçlar taşımalı. Dağlarda yeşil ormanların ve bembeyaz derelerin üzerinde masmavi gök kubbenin olması daha güzel olur. Yani dağlarında savaşın olmadığı, kimsenin ölmediği bir ülke istiyorum.