3 Şubat 2010 Çarşamba

BU KALP SİZİ UNUTUR MU…

BU KALP SİZİ UNUTUR MU ve DİZİLERİN HAYATIMIZDAKİ YERİ

Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

‘Televizyon bizi içimizden fetheden, kendimizi gönül rızasıyla eline bıraktığımız, bunun karşılığında ise beynimizi güle oynaya, eğlendire keyiflendire oyan, yiyip bitiren bir canavardır.’ Postman

Okuyucuya inandırıcı gelmeyebilir ama çocukluğumda heyecanla takip ettiğim ‘Kaçak − Dr. Kimbıl’dan bu yana izlediğim ilk dizi, ‘Bu kalp seni unutur mu’ oldu. Demek ki neredeyse kırk yıldır dizi izlemiyorum. 12 Eylül darbesi toplumda iyi olan ne varsa dumura uğrattı. Sinemayı da öyle. Darbeden sonra ufkumuzu açan filmler yasaklanmakla kalmadı, insanlar toplumcu sanattan uzaklaştırıldı. Burada darbecilerin imdadına televizyon ve diziler yetişti. Eve kapatılan halk, Dallas gibi dizilerle oyalandı. Bu dönemde ne Diyarbakır’da, ne de diğer cezaevlerinde devletin işlediği insanlık suçları duyuldu. Zindanlardan yükselen çığlıklar, evlerin kalın duvarlarından ve sıkı sıkıya kapatılmış perdelerden içeriye giremiyordu. Ya da televizyon bu sesleri boğuyordu. Darbeden sonra Türk sineması (ve televizyon dizileri), edebiyat gibi 12 Eylül darbesini dolaylı yoldan destekledi.

Kabuslar ve 12 Eylül sürgünleri

Elbette benim ‘kaçak’tan bu yana dizi izlemememin nedeni, tek başına bu saptamalar değildi. Bizzat biz, Dr. Kimbıl gibi kaçaktık. Sürgünde yaşadığımız ülkenin diliyle de dizi izlemedik. Kâbuslarımız hep Türkçe kaldı. Sonraları çanak anten icat oldu. Sürgünler Türk kanallarını yeniden keşfettiler. Ama en başta reklamlar bizi daha alışamadan bu kanallardan soğuttu. Yirmi yıl sürgünden sonra ülkeye döndüğüm 2001 yılından beri televizyon denilen ‘göz boyacı büyücü’ye alışamadım. Ancak televizyonun ve özellikle dizilerin hemen her evde yıkıcı etkisini gözlemledim. Artık evlerde kitap, dergi okunmuyor, televizyon izleniyordu. Bunun en önemli nedeni: 12 Eylül’ün kurduğu korku imparatorluğu ve kitapların ‘yasak−öcü’ sayılmasıydı. Televizyon da bu korku imparatorluğunun gizli bir silahı, propaganda aracı haline gelmişti. Ülkeye dönüşte sadece ev kadınları, ev adamları değil, bilim insanından, politikacılara kadar hemen herkesin bir dizisi olduğunu şaşırarak fark ettim. Bu durum söyleşilere ve espirilere de yansıyor ve ben ‘Fransız’ kalıyor, gülemiyordum. Eş dost ziyaretinde ya da ana evinde zorunlu izlediğim diziler oldu. Eğlendiren, iyi diyebileceğim bir iki komedi ve ciddi sayılabilecek birkaç diziyle karşılaştım. Hepsi o kadar. Velhasıl diziler konusunda cahil bir adam olarak kaldım. Ama en büyük işkenceye, ‘Televizyon dizilerinin toplumdaki yeri’ başlıklı bir panele konuşmacı olarak davet edildiğimde maruz kaldım. Bu panelde kelam edebilmek için okuma yapmanın yanı sıra, bir ay boyunca dizi izledim. Gerçekten katlanılır gibi değildi. Sonuçta Aziz Nesin’e hak verdim. Bu dizileri izleyen insanların akıl sağlığından kuşkuya düştüm. Trabzon da başlayan, sonra ülkenin her yanına yayılan linç girişimlerine katılan insanların beslendikleri kirli kaynağı keşfettim diye tez yazmayı bile düşündüm. (Bkz. Adil Okay. Televizyonun aptallaştırıcı etkisi. Güney Dergisi.s.47)

‘Hatırla Sevgili’ ve ‘Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler’

Sonuç olarak dizilere karşı bende bir önyargı oluşmuştu. ‘Hatırla Sevgili’yi de bu nedenle izleyemedim. İzlemeye kalktım, reklamlardan gına geldi kapattım. Ancak bu dizinin –katıldığım tüm eleştirilere rağmen− özellikle gençler üzerindeki etkisini, 6 Mayıs 2007’de, Ankara Karşıyaka mezarlığında gördüm. Binlerce genç, Deniz Gezmiş’in mezarını ziyarete gelmişlerdi. O dizi, her ne kadar Deniz Gezmiş’i pop idolü haline getirse de dolaylı yararı olmuştu. Aynı gençler idolleri hakkında yazılan kitaplar satın alıp okumaya başlamışlardı. Peki ne oldu da, ‘Bu kalp seni unutur mu’ adlı diziyi izlemeye başladım. Öncelikle değerlendirmelerine güvendiğim arkadaşlarımın etkisi oldu. Yakın zaman önce yazdığım ve Merhaba Sanat Tiyatrosu ile 78’lilerin ortak projesi olarak sahneye konulan ‘Karanlığın içinde aydınlık yüzler’ adlı oyunla, (İdamları ve Diyarbakır zindanlarını da işlediğim için) bu dizinin senaryosuyla ortak yanlar bulunduğu söylendi. Velhasıl gecikmeli olarak bu diziyi izlemeye başlayınca duygulandım. Yer yer kızdım, öfkelendim. Elbette bir film, dizi veya tiyatro oyunu değerlendirilirken, senaryo−mekan−müzik−dekor – kostüm ve oyuncuların rollleri birlikte değerlendirilir. Senaryoda bizim gerçeğimizle örtüşmeyen bazı hatalar olması, o diziyi tamamıyla ‘kötü’ olarak ilan etmemize yol açmaz. Ancak bu kadar danışmanı olan bir dizide (tabi ekipte sağ cenahtan Fehmi Koru, Mümtazer Türköne gibi danışmanlar da var), olmaması gereken hatalar da gözüme çarpmadı değil.

‘Bu kalp seni unutur mu’da maddi hatalar

Örneğin darbeden asıl zarar gören solcularla, ‘ülkücüler’ ve akıncıların eşitlenmesini ciddi bir hata veya reyting uğruna taviz olarak değerlendirdim. Keza dizide işçi karekteri yok. Sendikacı yok. Sanki 12 Eylül öncesi solcuların hepsi işsiz güçsüz ya da öğrenci gençlerden ibaret gibi bir imaj yaratılmış. Cezaevinden çıkan ‘ülkücü’ çok masum görünüyor. Solcu gençle, ‘ülkücü’ gencin jargonu neredeyse aynı. Maddi hatalara gelince: Kahramanın ayakkabıyla yatağa uzanması. Bizim kuşak ayakkabıyla eve bile girmezdi. Değil ki yatağa uzansın. Çok fazla Avrupai olmuş, sırıtmış. Giysiler ve mekanlar 1980’li yılları betimlemekten uzak. Ve benzeri. (Belki bu eksikler ilerleyen bölümlerde giderilir. Okuduğunuz bu yazı aralık sonuna kadar olan bölümler değerlendirilerek kaleme alınmıştır.) Ancak dizideki en büyük açmaz, izleyicileri sorgulamaya sevk etmek yerine, özellikle devrimci gençlere (hatta yer yer faşistlere) yönelik acıma duygusuna gark etmesi. Oysa darbeden asıl olarak zarar gören solcular acınmak istemiyor. ‘Ah vah yazık olmuş gencecik yakışıklı çocuklara, pırıl pırıl aydın kafalara’ demenizi istemiyor. Hesap sorulmasını istiyor. Geçmişle yüzleşmek de ancak böyle olur. Bunlar dizinin görevi değil, politikacıların işi diyebilirsiniz. Doğrudur. Bu diziyi Çayan Demirel’in Diyarbakır belgeseliyle karıştırmamalı. O belgesel, reyting kaygısı olmadan yapılan gerçekçi bir çalışmaydı. Veya benim yazdığım belgesel−politik tiyatro ile kıyaslamamalı. ‘Bu kalp seni unutur mu’da, dengeler ve reyting çok fazla hesaba katılmış. Dizinin senaristi Nilgün Öneş bu konuda açık sözlü. Bir söyleşisinde bu konuya şöyle değiniyor: ‘Bu kalp seni unutur mu sadece bir hatırlatma. Tarihin gidişatına müdahale etmiyoruz. Sizi tarih konusunda meraklandırabilir. Hepsi bu.’

Sonsöz: Sonuç olarak bu dizi çeyrek yüzyıldır yüksek sesle konuşulmayanları konuşuyor. Sol örgütlerin−partilerin ve/veya solcu yazarların, 12 Eylül ve işkenceler konusunda yazdıklarının bir bölümünü doğruluyor. Sanatın gücü bu işte. Sanat o unutturulan, gizlenen gerçekleri daha vurucu biçimde gösteriyor. Televizyon aracılığıyla da bu gerçekler milyonlar tarafından öğrenilebiliyor. Popüler kültür (veya kitle kültürü) nadiren de olsa böyle olumlu gelişmelere yol açabiliyor. Nasıl edebiyatta 12 Eylül külliyatı gecikmeli olarak oluşuyorsa, sinemada da önemli gelişmeler oluyor. Bu gelişmeler bir hesaplaşmayla taçlanmalı. Okuyucu−izleyici, ‘bu kalp sizi unutmayacak’ derken, aynı zamanda, ‘tamam da bu kadar insanlık suçu işleyen insanlar, 12 Eylül mimarları, işkenceciler, yargısız infaz amirleri neden yargılanmamış ve neden hala ellerini kollarını sallayarak geziyorlar’ demeli. Ve bu deyişin sadece nostaljik bir slogan olmaması veya dizilerde solmaması için ses çıkarmalı. Hep beraber ses çıkarmalı.

İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı olmaz…

------------
Güney dergisi. S. 51. Ocak Şubat mart. 2010

http://www.adilokay.com/

Hiç yorum yok: