31 Aralık 2010 Cuma

çocuk çığlıkları ve pak kadınlar…


Adil Okay
okayadil@hotmail.fr

2011'e siirle başlayabilsek.‏..

2011'e şiirle başlayabilsek. ağız dolusu gülebilsek. zindanlar boşalsa. sokak çocukları sıcak evlere kavuşsa. savaş yeni canlar almasa. nehirleri, denizleri, dağları kirletenlerin ellerindeki mühürler alınsa, patronsuz tiransız bir hayat başlasa, sınırlar ve sınıflar yok olsa. insanlar ana dilinde okusa yazsa. kadınlar en az erkekler kadar eşit-özgür yaşasa. elbette bunun için, bunlar için uyuyan, bana ne diyen, kader diyen insanlar uyanıp sokaklara dökülse... 2011 de ütopyalarımıza bir adım daha yaklaşabiliriz.

yeni yılınızı bu duygularla ve bir şiriimle kutluyorum:

çocuk çığlıkları ve pak kadınlar

"sel suları çekildi
enkaza döndü kent
postmodern yağmayı
bitirince silah tüccarları
akbabalar indi affaraya
barış çubuğunda marihuana
II
kara yaşmaklı kadın
her sabah dul olduğunu fısıldar
ölüm yüzlü aynalara
sonra da yıkanır ağda yapar
temiz gitsin diye allaha
III
sel suları çekildi
geriye çocuk çığlıkları kaldı
ve pak kadınlar..."
------------------
http://www.adilokay.com/

FERHAT TUNÇ’U VE AHMET KAYA’YI ÖVMEK SUÇ SAYILDI


Mustafa Elveren (Em.Öğrt)
mustafaelveren@gmail.com


İlk bakışta bu başlık insana çok komik geliyor değil mi? Yani tam Aziz Nesinlik türü bir mizah gibi. Ne yazık ki mizah değil, gerçektir. Ferhat Tunç’u ve Ahmet Kaya’yı övmek Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından suç sayıldı. Olayı bizzat ben yaşamaktayım.

2010 yılının ikinci yarısını soruşturma, ifade ve mahkemelere savunmalar vermekle geçtiğini düşünürken, yılın bitmesine tam bir gün kala yine bağlı bulunduğum karakola ifade vermeye davet edildim. Meğer 22 Kasım 2010 tarihli Tunceli Emek Gazetesi’nde yayınlanan “AHMET KAYA VE FERHAT TUNÇ” başlıklı yazımdan dolayı Tunceli Cumhuriyet Savcılığı hakkımda yeni bir soruşturma daha başlatmış.

O yazının bir paragrafında şunları yazmıştım; “Bu mahkemelerde; Pirim Seyit Rıza’ya ve ilkokul arkadaşım sevgili Muzlum Doğan’a layık olmaya, sevgili Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç gibi de dik duracağıma inanıyorum. Ayrıca her mahkeme sonucundaki gelişmeleri de sizlerle paylaşmaya çalışacağım.” (Bu yazım bazı yerel gazetelerle birlikte ayrıca başta http://www.tunceliemek.com.tr/ ve http://www.ferhattunc.net/ siteleri olmak üzere bir çok internet sitelerinde de yayınlanmıştır. Merak edenler yazıyı bu sitelerde bulup okuyabilirler.)

Daha bir hafta önce Mahkemeye gönderdiğim 16 sayfalık ders notları niteliğindeki savunmamı sizlerle paylaşmıştım. Bu defa yılın bitmesine bir gün kala Tunceli Cumhuriyet Savcılığı’nın “AHMET KAYA VE FERHAT TUNÇ” başlıklı yazımdan dolayı açtığı soruşturma ve bu soruşturma ile ilgili Karakolda verdiğim ifadeyi de sizlerle paylaşmak istedim. Bu gün (30.12.2010) Karakolda özetle şu ifadeyi verdim:

“Adı geçen gazetede yayınlanan söz konusu yazı bana aittir. Yazmış olduğum yazılarımın arkasındayım. Ben suçu ve suçluyu övme diye bir suç kavramını kabul etmiyorum. Yazdıklarım tamamen düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum….” Yani daha önceki yazılarım için verdiğim ifadeyi aynen tekrar etmiş oldum. Sık sık karakola gitmemden dolayı ifade alan karakol polisiyle sanki yakın iki komşuymuşuz gibi kendimi hissetmeye başladım.

Ben de az inatçı değilim, yani! Bu savcı beyler soruşturmalar açtıkça Aşık İhsani’nin baltası gibi bileniyorum. Ya da kendimi öyle hissediyorum. İnat değil mi? Hem de Kürd inadı!

İnadına Pir Sultan!
İnadına Pirim Seyit Rıza!
İnadına Deniz, Yusuf, Hüseyin!
İnadına Mahir, Ulaş, Cevahir!
İnadına İbo!
İnadına Mazlum Doğan!

Şair Mehmet Çobanoğlu”nun “ACILARA İNAT” isimli şiiri sanki bana uyarlanmış da yazılmış. Değerli şairimizin bu güzel inadından birkaç mısrasını buraya aktarmak istiyorum;

“…..
Ben Yusuf’un kararlığı,
Ben Hüseynin bilgisi,
Ben Deniz’in o mükemmel direnişi…
Darağacına ilmek ilmek örülmüş
Yağlı urganında!
Ölüme giderlerken zafer, özgürlük…
Barış haykıranların kardeşiyim.
Savaşlara, inat.

Ben zindanlarda yükselen
Önder İbrahim’in sessi;
Akif’in, Mazlum’un cesaretti…
Sönmeyen dörtlerin ateşiyim!
Emeğe sevdalıyım yana yana yanarım,
Özgürlüğe, barışa, kardeşliğe âşık,
Eşitlik isteyen halkın çocuğuyum
Acılar sardıkça beni dayanır direnenim,
Yasak koyanlara emeği çalanlara bilsinler
Yıkılmayacağım!
Ellere kelepçe, ayaklara prangalar vuranlara inat
……..”

Evet, arkadaşım rahmetli şair Adnan Yücel’in deyimiyle, biz “ateşin ve güneşin çocuklarıyız. “Acıya kurşun işlemez”.

Daha sırada kaç yazımın adı geçen savcılık tarafından soruşturma konusu olduğunu bilmiyorum. Fakat, Tunceli Cumhuriyet Savcılığı yukarıdaki ifadelerden dolayı yeni bir soruşturmanın daha başlatacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Çünkü hemen hemen yazdığım yazıların çoğu adı geçen savcılık tarafından soruşturmalık olmaktadır. Soruşturmalık olmamak için yazı karakterleri yerine ıslık mı çalalım? Ama biz hileyle değil, insanlığımızla zalimin zulmüne karşı direnerek bu günlere geldik.

"Ben yalan ve hilelerinizle baş edemedim. Bu bana dert oldu. Ben de karşınızda diz çökmedim. Bu da size dert olsun" diyen bir bilgenin nesliyiz. Pirim Seyit Rıza’nın tarihe geçen bu sözleri bize ışık tutmaktadır.

http://www.gomanweb.net/

ON KİŞİLİK İMZA




BDP’nin “demokratik özerklik” talebinden sonra da DTK (Demokratik Toplum Kongresi) çalıştayında bunun formüle edilmesi TSK’yı (Genelkurmay’ı) eski davranışlarına itti. Bayağı da okkalı bir muhtıra (bildiri) verdi. Ordunun siyasete karışmasına-sözde AB tipi bir demokrasi için çalışan ülkemizde-bir fiske vuracak kadar dahi tepki verilmedi. Anlaşılan AKP orduyu kızdırmadan-ama onunla da anlaşarak-yoluna devam edecekti(r). BDP’nin tepkisi de Kürt olmasından kaynaklanan sicilinden dolayı fazla ses getirmedi. Ergenekon, Balyoz, Kozmik Oda, Darbe diyen AKP nerede? Ordunun militarist çıkışlarına sert karşılık veren Başbakan neden susmaya başladı? Bir taraftan BDP, DTK’yi sık sık yeren AKP ve ordu diğer taraftan da Abdullah Öcalan’ın avukat görüşmelerinden keramet umuyor? Devleti yönetme sorumluluğunda olan Hükümet’in demokrasi ve barış konusunda elini taşın altına koyması gerekir(di). Maskeler ancak karnavallarda takılır, insanların arasında dolaşırken asla!

Aydınlar bildirisine gelmek istiyorum. TSK’nın bu muhtırasını haklı olarak protesto ettiler, suç duyurusunda bulundular. Bizce de takdiri şayan bir durumdur. Ve en son (aynı tip aydınlar) “demokratik anayasa için irade beyanı” adı altında ilk imzalarını basına açıkladılar. Bu girişim de demokratik bir anayasanın yapımı için olumlu adım olabilir. Ama benim taktığım meselenin faklı bir tarafıdır: Her bir tatsız ve haksız olayda bir “aydınlar bildirisi” yayınlanır, imza kampanyaları düzenlenir. Bu işi düzenleyen aydınlardır: İlk imzaları onlar atar, sonradan atacaklar (halk) figüran rolü oynar. Mesela neden ilk imzayı bana attırmazlar, aralarına almazlar? Bir marjinal (elitist) aydınlar partisi gibi davranırlar. Hoş bazıları milletvekili seçilir ya da adayı yapılır ya! Ama ben onların samimiyetlerine pek güvenmiyorum. Yoksa benim (ve benim gibilerin) demokratlığından mı kuşku duyarlar? On kişiye yetecek “demokratlık” var bende, hiç kuşkunuz olmasın! Eğer samimilerse şüphelerinden kurtulmaları gerekir; kalplerini özgürlüğe ve adalete açmalıdırlar. Küçük ve öteki görmenin bir “tekel” düşüncesi olduğunu anlamalıdırlar. Daha farklı şeyler söylemek isterdim ama dilim varmıyor ve bu yüzden susuyorum.

Demokratik özerliğe “özerklik” diyemeyen bir BDP ve iki dilli yaşam bölünme projesi olarak bakan devlet(AKP, CHP, MHP). Hatta Kürtçeyi lokantalarda menülere indirgeyen bir siyaset. Herkesin aynı ve eşit haklara sahip olduğu, yoksulluğun olmadığı ve refah içinde yaşayan bir ülkenin inşasına çabalamayan ve burnunun dibindeki tehlikeyi (savaş ve kan) görmeyen bir siyaset (var). Bütün herkes büyülenmiş gibi: Milletvekili ve bakan olma davasında. Nerdeyse Cumhuriyet’in kuruluşundan beri-abartıyorum belki!-milletvekilliği yapanlar var. Utanmasalar-yine abarttım(!)-çocuklarına (makamlarını) devredecekler. Ha bu düzende de, ha o düzende de, hatta öbür dünyada da yol biletlerini bunlardan alacağız. Bu dünya nimetleriyle onlara (kurnaz adamlara ve uyanıklara): Cennet! Çünkü onlar iyi tanınan ve saygın beyefendiler(dir). Bize gelince, herkesin yerini bilmesi konusunda davranması gerekir. Bu beyefendilerin sahip oldukları mevkileri, sırf bu dünyada-tesadüfen(!)-var olmaları nedeniyle (bizler gibiler) talep etme cüretini göstermemelidir(ler). Allah’ın bu sevgili kullarının mevkilerine yapılan garip talepler esefle karşılanmalı ve bu talepte ısrar edenler tımarhaneye tıkılmalıdır. Hayır yanlış anlamadınız, bize (yol biletlerimizi aldığımızda) düşeni söyleyeyim: “Öbür dünyaya (cehennem bölümüne) bir iki, bir iki!

24 Aralık 2010 Cuma

ABDÜKO, YUMUŞAMA VE BARIŞ






Bu parlamentoda silah tüccarlarının adamı olan milletvekilleri var mıdır? Uluslar arası silah sanayicilerinin veya ulusal (milli) silah sanayinin çıkarlarını savunan bir birkaç milletvekili bu düzende olabilir belki. Ya devletin veya hükümetin zihniyetinin silahlan(ma) ile dolmuş olmasını nasıl izah ederiz? Uçak, tank, top, insansız uçak, tüfek, tabanca yapmakla ve satmakla övünen bir hükümet? Bunları sayarak (söyleyerek) kalkındığımızı iddia eden bir Başbakan? Ve silahlanma gelişmişliğine itiraz etmeyen ve hatta göz yuman bir muhalefet! Hem de demokratik açılım, huzur, barış, analar ağlamasın nakaratlarıyla PKK’nin silah bırakmasını talep ederken(!) Çok eleştirdiğimiz-kan dökücü-İsrail ya da atom bombası yapacak İran’dan ne farkımız kalıyor? Meclisteki (yeni) silah taşıma tasarısıyla ülkeyi çift tabanca taşıyan kovboylar ülkesi haline getirmek isteyenlerden bahsediyorum. 18 yaşındaki delikanlılara silahlanma hakkı verenlerden! Helal olsun size, yüz defa, bin defa, bir milyon defa!

Size Abdüko’nun hikâyesini anlatayım: Abdüko eşeğini kaybetmiş, babası git bul demiş: “Oğlum eşek her şeyimizdir. Elimiz ayağımız! İşimizi onunla görüyoruz. Buğdayımızı değirmene taşıyor. Onu mutlaka bul!” “Tamam!” “Bak tamam(!) değil. Yemin ediyorum, eğer eşeği bulmazsan sana yemek vermem!” Oğlan gülmüş. Abdüko’nun oralı olmadığını fark edince babası, “Bak bulamazsan, vallahi sana yemek vermem!” diye de-en son-eklemiş. Abdüko bu: 14-15 yaşlarında yaramaz, usanmaz bir çocuk! Zaten oynayıp zıplamaktan fırsat bulmadığı için eşeğe göz kulak olamamıştı.

Abdüko oralı olmamış; yine saatlerce oynamış, zıplamış, aylaklık etmiş. Aslında Abdüko bu yaramazlık esnasında köyün etrafında üç dört defa da tur atmış. Evin bahçe kapısının önünde her geçişinde de babasını kapının önünde görmüş. Akşamüzeri eşek aklına gelmiş. Şöyle bir bakıma kör (bir) tur atmış, eşeği bulamamış. Kös kös evin önüne kadar gelmiş. Bu son gelişte-beşinci kez diyelim!-babasını kapının önünde bulmuş. “Eşek nerede” demiş babası. “Bulamadım!” demiş kızarak Abdüko. Babası: “Vallahi sana yemek vermem!” Abdüko: “Siterim yemeği!” Babası da hemen ardından “Ben de siterim eşeği!” demiş.

Ülkede silah sanayinin gelişmesini büyük kalkınma (gelişme) olarak sayan zihniyet, gerçekten de silah tüccarlarına, komisyoncularına, savaş lobilerine, işgale, kan dökmeye büyük prim sağlıyor. Bunlar (bu adamlar) gerçekten de parasal ve yaşam standardı olarak çok gelişmişlerdir. Fakat bu (durum), tek odalı evi dahi olmayan, işi olmayan, bir milimetrekare arazisi olmayan insanlarımızın varlığını yok etmez. Ülkeyi Amerikanvari kovboy yurttaşlarıyla doldurmak isteyen bu zihniyet, İsrailvari taktikler izlemekten rahatsız olmamaktadır. 16 Aralık 2010 tarihli NTV 14.00 haber bülteninde yayınlanan, NTV Bölge Temsilcisi Nizamettin Kaplan’ın bana ve bazı sivil toplum örgütü liderlerine sorduğu soruyu iktidar ve muhalefet-ve aslında hepimiz-nasıl yanıtlayacağız: “BDP’nin bölgede aldığı iki dilli yaşam kararı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?” AKP’nin demokratik açılım, BDP’nin demokratik özerklik dediği gelinen süreçte iktidarın alternatif projesi nedir? BDP bölgede şimdilik uyguladığı levhavari uygulamalarla (Kürtçe yazılımlarla) yetinecek mi? Aşama aşama gidip daha sonra bölgede anadille eğitim mi isteyecek? Nizamettin Kaplan’a verdiğim yanıtta belirttiğim gibi BDP’nin yayımladığı Özgür Demokratik Yerel Yönetimlerle Demokratik Özerkliğe adlı kitapçıkta “anadille eğitim” talebi yoktur. Sadece belediye hizmet alanlarında görev yapacaklara Kürtçe eğitim verilecek. Ayrıca Kürtçe ve kaybolmaya yüz tutmuş diler için sadece kurslardan bahsediliyor. (Anadile eğitim neden yazılı olarak talep edilmemiştir? Bu bir unutulmamıdır? Ya da BDP bilinen görüşlerinden çark mı ediyor? Veya bir taktik midir?) BDP’nin ve hatta AB kriterleri karşısında AKP’nin alternatifleri nedir? Uzlaşma ve barış için hepimiz ne düşünüyoruz?

Ve ezcümle bu ülkenin gündeminde “barış” var mıdır? Görünen başka bir şeydir sanki. Barış yalan(dan) bir istemdir! Bu yalandan barış isteyenlerinin içinde BDP dâhil, tüm muhalefet ve iktidar var gibidir. Yumuşama, uzlaşma, barış yerine, savaş ve öldürmeyi istemekteyiz. Öykümdeki Abdiko ve babasının ifadeleriyle-benzer(!)-hepimizin arasında yeni (aslında eski?) bir diyalog kurulmuştur sanki. Ve bu diyalogun içerisinde-karşı çıkmadığımız için!-hepimiz varız. Silah tüccarı zihniyeti: “Siterim yumuşamayı!” Savaş güçleri: “Siterim barışı!”

19 Aralık 2010 Pazar

HUKUKSUZLUK, İDDİANAME VE SAVUNMA





Halen Tunceli’de yayınını sürdüren TUNCELİ EMEK GAZETESİ’nde yayınlanan yazılarımdan dolayı bu güne kadar üç tanesi ile ilgili olarak Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından hakkımda soruşturma başlatıldı. Bu makalelerden “MUNZUR FESTİVALİN’DE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı yazı mahkeme safhasına dönüştü ve “Suçu ve suçluyu övmek” gerekçesiyle aleyhimde K.H. davası açılmış bulunmaktadır.

Sövmenin suç olduğunu anlayabiliyorum da, övmenin suç olmasını anlamak mümkün değildir. Yani biri 72, biri de 28 yıl önce yaşanmış iki olayın baş kahramanlarını anmak, onları övmek ne yazık ki ülkemiz Türkiye’de yasal olarak suç sayılmaktadır. (BK.26, TCK.215/1,53)
Dersim Direnişi’nin önderi Pirim Seyit Rıza ve özelde Dersim’de genelde ise, Ortadoğu’daki Kürt halkının Newroz ateşi sembolü haline dönüşen Sevgili Mazlum Doğan’a “Eşkıya, şaki, terörist” diyenlerin aksine ben bu seyidlerimi tıpkı Pir Sultan, Hallacı Mansur, Deniz, Mahir, İbo, Nazım ve… Ahmet Kaya’ya yapılanlar gibi görüyorum. Birilerinin bu kahramanlara “eşkıya, terörist” dediğini ben demek zorunda mıyım? Senin eşkıya dediğini ben kahraman olarak nitelendirebilirim. Övme diye bir suç çağı dışıdır. Böylesi saçma yasalar ancak Türkiye’de olur herhalde!

Karakoldaki ifadelerimde de, mahkeme safhasındaki savunmamda da yazdıklarımın arkasında olduğumu belirtim. Bu konuda Fikret Başkaya, Haluk Gerger, İsmail Beşikçi, Temel Demirer ve isimleri buraya sığmayacak kadar yüzlerce yazar ve bilim insanı bedel ödemiştir. Ben de bu dostlar gibi hisseme düşen bedeli ödemeye hazırım. Ancak, AİHM’in bu konuda verdiği ve bundan sonra vereceği kararları Türkiye’de hukuksuzluğun ne durumda olduğunun da bir göstergesidir.

Şu anda onlarca gazeteci ve yazar düşüncelerini yazdıkları için zindanlara konulmuşlardır. O kadar çok hukuksuzluk yaşanıyor ki, 19 Aralık 2010 günü Maraş Katliamı yıl dönümü için Maraş’ta mitinge izin verilmiyor. Yıl dönümü nedeniyle Türkiye’ye giriş yapan AABF Genel Başkanı Sayın Turgut Öker uçaktan iner inmez havaalanında gözaltına alınıyor.
Diğer taraftan Devlet destekli bilinen güçler tarafından kaybedilen yakınlarının akıbetini araştırmak için yıllardır her hafta Cumartesi günü oturma eylemi yapan ve “Cumartesi Anneleri” olarak adlandırılanlar 25 Aralık 2010 Cumartesi günü Galatasaray’da 300. Kez oturacaklardır. Talepleri ise; gözaltında kaybedilen evlatlarının, eşlerinin, kardeşlerinin, anne ve babalarının akıbetlerinin açıklanması, sorumlularının yargılanması. İstanbul’un çok uzağında olduğum için ne yazık ki bu kutsal mücadeleye katılamıyorum. Onun için bu kutsal annelerin beni bağışlamalarını diliyor, demokrasi mücadelesi bizim en acil ve öncelikli gündemimiz olmalıdır, diyorum.

Konuyu daha çok uzatmak istemiyorum. Çünki; ekleriyle birlikte 16 sayfalık bir savunmayı ilgili mahkemeye teslim ettim. Bu uzun savunmada bana katkı sunan sevgili Temel Demirer’e şükranlarımı iletirim. Savunmanın 14 sayfalık (iki ek hariç) bölümü ve iddianamenin birer örneğini yayınlanması dileğiyle bir çok basın-yayın kuruluşlarına gönderdim ve ayrıca sizlerle de paylaşmak istiyorum. Tarihin bizi haklı çıkaracağına şüphem yoktur.

18.12.2010

NOT: Tunceli Cumhuriyet Savcılığı’nın hakkımda başlattığı üç soruşturma dosyasından mahkeme sürecine girmiş olan “MUNZUR FESTİVALİN’DE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı yazımla ilgili İDDİANAME ve bu iddianameye karşı yapmış olduğum SAVUNMA örneği aşağıya kopyalanmıştır:



17 Aralık 2010 Cuma

TERBİYE!




Wikileaks’in yayınladığı belgeleri engellemek için ABD’nin ve diğer gelişmiş/gelişmemiş ülkelerin-nerdeyse tümü(nün)-baskılarını (operasyonlarını) görüyoruz. Devletlerin (ABD’ce kayda girmiş) tüm sırlarını ortaya dökerek, insanlığa devletin baskıcı ve vahşi (acımasız) yüzünü gösteren Wikileaks daha iyi, adil ve barışçı bir dünya için yayınlarını sürdürebilmelidir. Kent-endüstri(yalizm)-devlet-iktidar oluşumunun nasıl doğal topluma, alternatif yaşama (kır, dağ, nehir, köy-tarım toplulukları vb.) baskı yaptığını göstermesi açısından 251 bin belgenin yayınlanmasında yarar vardır. İnançların, etnik kültürel yapıların, ezilenlerin, kadın ve gençlerin devletler tarafından nasıl terbiye edildiğini göstermesi açısından bu belgelerin yayınlanması desteklenmelidir. Toplumsal doğanın tahribini, ekolojik bakışın yok edildiğini ve emperyal devlet baskılarını gözler önüne serdiğini göstermesi açısından önemlidir. Ama devletlerin (tümden ve ailece) Wikileaks’i terbiye etmek gibi bir tavrın ve dayanışmanın içine girdiğini görüyoruz. Kime ne zararı var Wikileaks’in: Kendi halinde dünya yurttaşlarına, öğrenciye, kadına, yazara, aydına, entelektüele? Devletleri ele geçiren bir avuç politikacı (kurnaz adam), tekel, finans sahibinden başka kime ne zararı var? Diktatör, kurnaz yönetici, bürokrat, asker ve siyasetçiden başka?

Ve Türkiye’de öğrencileri döven bir polis var. Ve bu döv(dürt)meyi destekleyen bir AKP hükümeti. Yani demokrasi, insan hakları ve ifade özgürlüğü adına öğrencileri copla terbiye eden bir hükümet. Öğrencilerin polis tarafından vahşice dövülmesi; onları yerlerde öldüresiye ezmek, hamile bir öğrencinin bebeğini düşür(t)mek terbiye adına (Başbakanca) olumlanıyor. Ne terbiyeli insanlarmışız(!?) Ve ilginçtir, MHP lideri Devlet Bahçeli bu dövme olayında solcu gençlere sahip çıkmıştır. Sizden daha az demokrat olan CHP dahi demokrasi dersi vermiştir. Ya siz Başbakan, nasıl oluyor da sizden daha az demokrat olan bu muhalefet liderlerinin aksine bu vahşeti savunabildiniz? Siz değişmediniz mi yoksa? Halk size oy veriyor, çünkü diğerleri sizden de beter! Çünkü halk bu polisi, bu orduyu tanıdı, bu devleti de! Ve siz de faşizmin Allah’ına oynuyorsunuz Başbakan?

Ve etki, tepkiyi doğurdu: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde öğrenciler CHP’li Süheyl Batum ve AKP’li Burhan Kuzu’yu protesto ettiler. Kuzu’ya atılan yumurtalar ona adeta yumurta banyosu yaptırdı. Öğrenciler bu iki anayasa profesörünü dinlemek istemedi. Ve Başbakan öğrencilere tehditvari bir açıklama yaptı, medyayı suçladı. SBF’deki protestoyu yapan öğrencilere operasyon yaparsanız neyi çözeceksiniz? Bu ülkenin geleceği olacak öğrencilere-cop ve biber gazı dışında(!)-vereceğiniz bir mutluluk var mıdır?

Bir Kör Halef vardı. Köyün kızları sadece onun önünde oynarlardı. Çünkü köyün tek genci bir gözü kör olan Halef’ti. Düğünlerde oynuyor, tozuyordu. Köydeki kızların gözdesi Kör Halef’ti. Hatta Kör Halef’in önünde oynamak için kızlar kavga ederdi, paylaşamazlardı onu. Ve o köyde kutsal kabul edilen bir ziyaret (türbe, yatır) vardı. Günler geçti: Ziyaret’te yılda bir gün verilen ziyafete (adak’a) Halef te gitti. Gençler çoktular, diğer bölgelerden gelmişlerdi. Köyün kızları bu kez diğer bölgelerden gelen gençlerin önünde oynuyorlardı. Halef kızlara çok kızdı: “Babanızın bilmem nesine ne edeyim!” Kızların yanıtı ise farklı oldu: “Köro, kim senin önünde oynayacak? Mahrumiyetten senin önünde oynuyorduk Mahrumo!” [Köro ve Mahrumo kelimelerini Kürtçe konuşan kızlar için kör ve mahrum anlamlarında kullandım. Öyküdeki kızların bu kelimelerinde (kullanımlarında) alaycılık ve küçümseme vardır.] İşte bizim meselemiz de öyle: Millet mahrumiyetten (yokluktan) Erdoğan’a oy veriyor. Köydeki tek genç erkek olan Halef gibi(dir). Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğüne inanmış siyasi partiler olduğunda durum değişecektir. İstanbul polisini olumlayan Erdoğan’ın kızgınlığı Halef’inkiyle benzemektedir. Kendisi gibi düşünmeyen gençlere olan bir kızgınlıktır. Tüm dünya devletleri ve yönetim oligarşileri de Wikileaks’ e tüm gizli sırları ortaya döküyor diye kızıyorlar. O halde tüm mazlumlar, solcular, Müslümanlar, kızlar, erkekler, Kürtler terbiye edilmelidir! Merak etmeyin: Terbiyeli çocuklarız!

14 Aralık 2010 Salı

ALEVİLİK, DERSİM VE CUMHURİYET


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
E-Posta: mustafaelveren@gmail.com


Bilindiği üzere Aleviliğin tarihi, direnişlerle ve katliamlarla doludur. Bu katliamlardan ve baskılardan dolayı Türkiye’de inanç kimliklerini halen de gizlemeye çalışıyorlar.

Yıllardır Aleviliğin bir suni mezhebi olmayıp, bağımsız bir din olduğunu söylemeye çalıştım. Kerbela direnişinin yıldönümü nedeniyle bir kez daha bu konuda düşüncelerimi yazmak istiyorum.

Aleviler; Zerdüştlük, Şamanizm, Budizm, Hıristiyanlık, İslamlık ve benzeri dinlerin etkisinde kalmıştır. En çok da İslam Ali’sinin etkisinde kaldıkları bilinen bir gerçektir. Kerbela direnişi bunun en iyi kanıtıdır. En az etkilenen ise, Dersim yerleşim birimindeki Aleviler olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Dersim Aleviliğinde cenaze’nin defin edilmesi sırasında görev yapan imam suni mezhebine mensup kişilerden ya da onlardan kurs görmüş Alevi hocalar tarafından İslam kültürü çerçevesindeki dualarla yapıldığı bilinen bir gerçektir. Bu da Aleviliğin İslam ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını, yani Aleviliğin İslamlaştırıldığını bize kanıtlamaktadır.

Ben çocukluğumda yaşadığım Dersim’deki yerleşim birimlerinde bu cenaze törenlerinin böyle olduğunu halen hatırlıyorum. Bu durumu ileri yaşlarındaki bir çok Dersimli de bilmektedir.

Dolayısıyla Dersimlilerin kendine has bir Alevi dini oluşturdukları anlaşılmaktadır. Aslında bu durum Dersim Alevileri dışındaki diğer Aleviler için de geçerlidir.

Yaşamı boyunca bir kez dahi camiye gitmemiş, Kuran’ın ayetlerine uymamış, içlerinden bazıları kendilerini gizlemek için “Elhamdülillah Müslüman’ım” dese bile bu alevinin cenazesinde İslami usullere göre defin işlemlerinin yapılması bence uygun olmadığı gibi mantıklı de değildir.

Zerdüştlük, Şamanizm, Budizm, Hıristiyanlık, İslamlık ve benzeri dinlerin etkisiyle harmanlanmış Alevi Dini’ne göre cenaze töreni yapılmalıdır. Bazı Cem evlerinde yapılan cenaze törenleri ne yazık ki hala İslami kurullara göre yapılmaktadır. Oysa, Dersim Alevileri Kürtçe, Zazaca, Türkçe, Arapça, Ermenice gibi farklı dillerde dualar okuduğu bilinmektedir. Sadece Arapça veya Türkçe dilinde duaların okunması ise, bazı Alevilerin İslamlaşmasından kaynaklanmaktadır.

-Mademki Cem evlerinde İslami kurallara göre her şey yapılıyor, zaten camiler aynı işlevi görüyor. Bu durumda cem evlerine gerek var mı?

-Mademki Alevilik İslam'ın bir mezhebidir, o zaman da Alevi olmanın bir anlamı var mı?

Benim kaç nesil olduğunu bilmediğim tüm atalarım hiç biri namaz kılmamış, ramazan orucunu tutmamış, hac görmemiş, kelime-i şahadeti bile Kuran’daki mealinden çok farklı olarak ifade etmiştir. Eğer tüm atalarım Cehennem'e gidecekse, ben de o cehennemi tercih ederim.

Ben kendimi Kürt-Kızılbaş-Komünist (3K) olarak tanımlarken, böylesi bir Alevi-Kızılbaş dinini hep tercih ederim.

Ben o kadar tarihin derinliklerine inmeye gerek duymadan, belgelerle boğuşmadan, biraz mantığımı zorlamakla bu sonuca varabiliyorum.

“İslam’da ibadet; (cami'de) her gün tekrar tekrar işlediği günahların cezası olan cehennem korkusuyla Allahtan af dilenmeyi ve cennette hurilere kavuşmayı amaçlanmaktadır… Alevilikte ibadet; toplumsal huzuru bozanı cezalandırmak, (selamı keserek toplum dışına atmak) dargınları barıştırmak, üretim, eşit paylaşım, barış ve huzur içinde bir toplum yaratmaya yönelik dünyevi bir içerik taşır. Aleviler İbadetinde dem çeker, saz çalar, doğanın sembolik anlatımı olan semah dönerler. Bunları camiye sokabilir miyiz?” (BEKİR ÖZGÜR/ 03.06.2010 / Gomanweb)

Sevgili Bekir Özgür’ün bu düşüncelerine katılmamam mümkün mü? Cem’i Camiye, camiyi de Cem’e sokmak mümkün değildir.

Türkiye ya da diğer bir deyişle Anadolu Alevilerinin büyük çoğunluğu Cumhuriyet’in kuruluşunu davul-zurna ile karşıladılar ve Mustafa Kemal’e de kurtarıcı Ali olarak inandılar. Ancak, ne yazık ki en çok da Cumhuriyet döneminde katledildiler.

Kemalist ideolojinin gölgesinde Dersim’de, yine Cumhuriyetin resmi istihbarat güçlerinin yönlendirmesiyle oluşturulan faşist ve yobaz odaklarca Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta… katledildiler.

Bunca katliamlara ve baskılara rağmen on milyonlarca taraftarı olan Alevi inanç sahiplerinin bu güne kadar neden ciddi bir siyasi güç oluşturmadıkları konusunda da düşünmemiz gerekmektedir. Acı da olsa gerçekleri görmemiz lazımdır.

Hani “Dost acı söyler” derler ya, işte Sayın Mihraç Ural’ın bir yıl önce bu konuda yazdığı bir makalesinden birkaç cümlesini aktarmak istiyorum; “…Siz acıyı erdem saydıkça, size acı dayatılacak; siz ağlayıp sızladıkça, size daha çok bela verilecek. Doğanın kanunu budur, insanlıkla değil barbarlıkla yüz yüzesiniz; artık, bunu anlayın. Sen kendini Alevi sayan Sen, evet, evet sen… Koş aynanın karşısına geç, o duyarsız suratına okkalı iki şamar indir. Öyle ki şamar sesi komşulardan duyulsun. Kendinle, tarihinle, cesurca yüzleş; makus kaderini değiştir, benliğinle hesaplaş, kendine gel!” (Mihrac Ural, “Temmuz 1993 Anısına”, 2 Temmuz 2009 / Gomanweb) Kimi okuyucular tarafından bu sözler sert bulunsa da ben Sayın Ural’ın bu tespitine katılıyorum.

Kırk parçaya bölünmüş Alevi gurupların hala birbirleriyle uğraştığını bir tarafa bırakırsak, aynı şekilde devrimci, sol, sosyalist, demokrat, ilerici başına hangi sıfatları getirirsek getirelim bu tür oluşumların da birlikteliğinden bahsetmek artık hiç birimize inandırıcı gelmiyor. Yıllardır bu tür birliktelikleri savunmaktan “Dilimden tüy bitti”. Hala aynı noktadayız ve “bir arpa boyu yol” alamadık. Öyle ise, yeni yol ve yöntemler bulmak durumundayız.

Cumhuriyet tarihinde Aleviler kadar katliama uğramış, dili ve kimliği yasaklanmış Kürtlerin de kendi aralarında bir birliktelik sağladıkları söylenemez. Ancak, Kürt siyasi oluşumları arasında DEP-HADEP-DEHAP-DTP ve devamı olan BDP çizgisi hızla büyümekte olduğunu, yönetici kadrolarının büyük çoğunluğu da demokrat ve sosyalist kişilerden oluştuğunu görmekteyim. Büyük çoğunluğu Kürt olan Alevilerin bu çizgi ile uzlaşma sağlaması durumunda tüm Türkiye halkları ve barışın sağlanması açısından çok yararlı olacağını düşünüyorum.

Bu satırları okuyan bazı okuyucuların bana; “PKK kuyrukçusu, Ateist Alevici, Kürtçü komünist,…” dediklerini duyar gibiyim. Tüm okuyucular beni acımasızca eleştirebilirler. Bu tür eleştirilerin yapılması doğal ve yararlı olduğunu söyleyebilirim. Yeter ki, içeriğinden küfür, hakaret ve tehdit olmasın. Birbirimizi eleştirelim ki, bu eleştirilerden ders çıkaralım ve doğruyu bulalım.

Demokratik tartışma ve eleştiri bilincine erişirsek, birbirimizi daha çok anlayabilir, daha sağlıklı sonuçlar ortaya çıkarabiliriz. O nedenle, eleştiri ve tartışmalardan dersler çıkarmalıyız. Eleştiri ve tartışmalar bizim bilgi zenginliklerimizden sayılmalıdır. Fakat, Türkiye'de demokrasi olmadığı için, bir çok aydınımız eleştiri sınırını fazla genişletemiyor.

Son zamanlarda bir de Akbaşlı (AKParti yandaşı) Aleviler türedi. Fırsat bulursam bir gün de onları yazmaya çalışacağım. Yaratılmak istenen bu yobaz Akbaşlı Alevilere karşı çok dikkatli olmak durumundayız.

Bu hafta Kerbela direnişinin, önümüzdeki hafta ise Maraş katliamının yıl dönümleridir. Bu vesileyle Maraş katliamını yapan güçleri nefretle kınıyor, Kerbela direnişçilerini saygıyla anıyor ve mücadelelerini selamlıyorum. 12.12.2010

Web: www.gomanweb.net

9 Aralık 2010 Perşembe

VAHŞİLİĞE WIKILEAKS AYARI




Wikileaks (internet sitesi) tarafından yayınlanan ABD’nin gizli diplomatik kriptolarının sızdırılması tüm dünya ülkelerinin (kendi içlerinde) yönetenler (maskeli tanrılar) ve yönetilenler (kullar) olarak ikiye ayrıldığını göstermesi açısından iyi olmuştur. ABD ve dünya ülkeleri (devletleri) bunu bir deprem olarak değerlendirseler de bu fırsatın dünya insanlarının (kullarının) uyanmasında bir rol oynayacağına temenni ederim. Tüm yönetenlerin yalanlarını, hırsızlıklarını, kötülüklerini, acımasızlıklarını gösterebileceği bir fırsat yaratıyor. Bu belgelerle, dünya imparatoru ABD’nin ve diğer gelişmiş ülkelerin-ne menem casusluk diplomasisi uygulamalarına karşın!-kamuya ve birbirlerine sadece güler yüzlerini gösterdikleri ilk elden kanıtlanmıştır.

Türkiye açısından (belgeler her an çoğalıyor) Recep Tayyip Erdoğan’ın İsviçre’de sekiz gizli hesabının olduğu yazılmıştır. Abdulkadir Aksu’nun eroin ticaretine bulaştığı, yirmi yaş altı kızlara düşkünlüğü ve rüşvetçi olduğu notu var. Kürşad Tüzmen’in aşırı milliyetçi ve rüşvetçi (rüşvetçilikte Aksu’dan sonra ikinci sırada) olduğu yazılıdır. ( Ben bir iki tanesini yazdım. Türkiye ile ilgili daha pek çok şey açıklanacaktır.) Bu bilgileri-ham da olsalar!-ABD’yi Türkiye’de temsil eden diplomatlar yazmıştır. Diplomatlar görev yaptıkları ülkelerdeki her türlü bilgi ve duyumları değerlendirilmek üzere (analiz edilmek için) ülkelerine gönderirler. İnternet buluşu (icadı)-belki de hiçbir zaman açıklanmayacak-diplomat raporlarını (telgraflarını) ifşa etmiştir. Bu ifşa, kirli işler yapan ve yönetenler açısından üzüntü verici (olumsuz) olmuş olabilir. Ancak kandırılan, uyutulan, sömürülen insanlar (halklar) açısından hesap sorma, tavır koyma ve uyanmak bağlamında sevindirici (olumlu) olmuştur.

Diplomatlar (büyükelçiler, konsoloslar, ataşeler vb.) kendi başkentlerine salt raporlar (telgraflar) sunmazlar, zaman zaman operasyonlar da (taşeronlar ve satın aldıklarıyla) yapabilirler. Bu, devletlerin (vahşiliğin) ortaya çıkışından beri böyledir. Padişahlığın zayıfladığı ama pek de göz ardı edilmediği bir dönemde İngiltere’nin bir eylemini 19 Nisan 1920 tarihli Fransız raporundan (Türkiye Dosyası, Cilt 190, s.30) anlatmak istiyorum: “İngilizler Abdülhamit’in İslam dünyasındaki itibarını kırmak ve Türkiye’nin güçlenmesini önlemek için Arap aşiretlerini, Abbas Hilmi’yi kullanmaktadırlar. Kahire camilerinde Abbas Hilmi kendi adına hutbe okutur.[Abbas Hilmi Paşa(1874-1944) son Mısır Hıdividir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hanedanındandır. Hıdiv (vali) Tevfik Paşa’nın oğludur ve 1892’de hıdivliğe getirildi. Görevi süresince İngilizler Mısır’ın içişlerine karıştılar ve Osmanlıların Mısır’daki etkinliği azaldı.BT] Ancak İslam dünyası buna tepki gösterir. Hilmi’nin başarısız kalması üzerine İngilizler Mekke Şerifi Hüseyin’e yönelirler. Bu kez Hüseyin kendi adına hutbe okutur. Ne var ki yerleşmiş bir geleneği yıkmak her birinin diğerine düşman olduğu Arap aşiretleriyle mümkün değildir. Hint Müslümanları da bu politikayı reddederler. İngilizler bunu dikkate almak zorundadırlar. Bu durumda Hüseyin de geri çekilmek zorunda kalır. Camilerde yine eskisi gibi Osmanlı Sultanı adına hutbe okunmaya devam edilir.” Yani anlayacağınız İngiltere bu işten geri adım atmıştır. Ve biz Fransa’nın bu raporuna ancak şimdilerde ulaşabiliyoruz. Diplomatların ajanvari raporları her zaman olmuştur.

Sonuç olarak Wikileaks’ın yayınladığı belgeler fakir fukaranın, öğrencilerin, kız çocuklarının, anaların, babaların eylemleriyle ilgili ifşaatlar (yaptıkları) değildir. Bu belgeler-ne kadar kızsalar da, tepki gösterseler de!-Recep Tayyip Erdoğan’la, Abdulkadir Aksu’yla, Kürşad Tüzmen’le, CHP’yle, AKP’yle, Sarkozy’le, Chavez’le, Ahmedinecad’la, Rasmussen’le, Kaddafi’yle, Merkel’le, silah şirketleriyle, bankalarla (finans şirketleriyle) ilgili iddialardır. Bu iddialar sorgulanmalıdır! Wikileaks’ın yaptığı etik, yararlı, şeffaf bir gazetecilik örneğidir. Daha temiz, adil ve demokratik bir dünya temennisi ile!

8 Aralık 2010 Çarşamba

10 ARALIK İNSAN HAKLARI HAFTASI VE ‘HALKLARIN KARDEŞLİĞİ‘




Halkların kardeşliği… Kulağa hoş gelen bir söylem, bir slogan. Bir zamanlar bu ülkede bu sloganı atan insanlar bölücü ve anarşist diye zindanlara tıkılıyordu. Hatırlarsınız bu ülkeyi kan gölüne ve devasa bir cezaevine çeviren 12 Eylül cuntası Barış Derneği yöneticilerini bile idamla yargılamışlardı.

Bir metafor olarak, evrim teorisine göre de insanlar kardeştir, idealist felsefeye yani semavi dinlere göre de hepimiz Adem ve Havva’dan geldik yani kardeşiz. Ama bazı insanlar üretim − bölüşüm ve tüketim sürecinde akıllarını kötülük için kullanarak özel mülkiyet alanlarını genişletmeye başladıktan sonra, halkların − insanların kardeşliği tarih olmuştur. Önce kadınların hamileliği ve emzirme döneminde zayıf düşmelerinden yararlanılarak, kadın emeği gasp edilmeye başlanmış, daha sonra kabileler, klanlar arasında süren savaşlarda edinilen esirler, bedava işgücü olarak birilerinin emrine verilmiş, böylelikle kardeşliğin eşitliğin nesnel koşulları ortadan kalkmıştır.

Ataerkil dönem
İşte ataerkil dönem, sömürü ve özel mülkiyet dönemi böyle başlamıştır. Ve halkların kardeşliği yerini halklar arası düşmanlığa bırakmıştır. Dünya tarihinde savaşların temelinde ekonomik çıkar ilişkileri yatar. Prudhon, ‘mülkiyet hırsızlıktır’ derken, Jaures, bu bağlamda ‘zenginlik suçtur’ demiştir. Egemenler çıkarları için halkları birbirlerine karşı, vatan, millet, toprak ve bayrak söylemeleriyle kışkırtmış ve savaşlara sürmüştür. Homeros’un İlyada’da anlattığı Truva savaşı, Paris’in Helen’i kaçırmasıyla başlar. Ancak savaşın asıl nedeni yine ekonomiktir. Çanakkale boğazını elinde tutan Truva nın, Elen tüccarlarının Karadenize açılmasını engellemektir. Türkiye’de 1915 Ermeni kırımının, 6−7 Eylül olaylarının kökeni yine ekonomiktir. Bu katliamlar ve tehcir, Ermeni ve Rum mallarının Türk burjuvazisine peşkeş çekilmesi ile sonuçlanmıştır. Konu mal ve para olunca halkların kardeşliği unutulmuştur. 4 bin yıldır orada kök salan, ev sahibi olan bir halk yerinden sökülüp atılmıştır. Mozaik kırılmış, Anadolu kültürü kısır hale getirilmiştir. Elbette bu kırımlar sadece Anadolu coğrafyasında olmamıştır. ABD’de ev sahibi yerlilerin, Avusturalya’da Auberjin’lein uğradığı soykırımlar tarihin utanç sayfalarına yazılmıştır. Yakın tarihte Uganda’da Fransa’nın suç ortağı olduğu soykırım gerçekleşmiştir. Örnekler uzatılabilir.

Akıl çağı− modernizm kapitalizm
Velhasıl Dünya halkları kardeş olduklarını binlerce yıldır unutmuşlardır. İlk çağlardan bu yana savaşlar, din savaşları, mezhep savaşları adı altında egemenlik savaşları devam etmiştir. Bu Pazar−paylaşım savaşları ‘akıl çağı ve modernizm’ denilen dönemde de hız kesmemiş milyonlarca insanın katline neden olmuştur. 1. Ve 2. Dünya savaşı kapitalizmin eseridir. İkinci dünya savaşından sonra savaşta hayatını kaybeden on milyonlarca insandan özür dilenir gibi 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Beyannamesi yayınlanmıştır. BM’nin 1948 de yayınladığı bu bildirge, Türkiye’de Bakanlar Kurulu Kararı 27 Mayıs 1949 da kabul edilmiş ve Resmi Gazete'de yayınlanmıştır. Söz konusu genelgeden iki madde aktarıp bugüne bakalım.

Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.

Buradan hareketle hiç kimsenin ana dilinde konuşması, türkü söylemesi, çocuklarına ad vermesi, ana dilde eğitim yapması yasaklanamaz. Ama bizim ülkemizde on yıllar boyu bu en doğal haklar yasaklanmıştır. Ve sonuçta kardeş kardeşe düşman edilmiştir. Halkların kardeşliği ülkemizde hayata geçmemiş, bir slogan, bir dilek olarak kalmıştır.

Bu gün AKP hükümetinin bir avuç dolar için Füze Kalkanlarının Türkiye ye konuşlandırılmasını kabul etmesi, ülkeyi tetikçilikten Truva atına dönüştürmesi de halkların kardeşliğine değil, halkların düşmanlığına hizmet eden bir adımdır.

Sonuç olarak, ‘Halkların kardeşliği’ şiarının henüz bir ütopya ve−veya dilek olduğunu söyleyebiliriz. Zira kapitalizm savaşlardan, halklar arası düşmanlıklardan, sömürüden beslenmektedir. Büyük tekellerin emri altında, adlarının başında ‘prof’ ünvanı olan koca koca adamlar ve kadınlar çalışmaktadır. Bunlar azgın sömürü amacıyla doğanın katledilmesini halklardan gizlemek için gözümüzün içine bakarak yalanlar söylemekte, yalan raporlar hazırlamaktadırlar. Kaz dağları, Bergama onlar için doğa ve insan değeri değil, altın madenidir. Kromsan’ın ortada kalan, insanlığı tehdit eden bir milyon sekizyüz bin ton zehirli atığı, HES’lerin doğa tahribatı onlar için teferrruattır. Akdeniz Çivi İşçilerinin, Tekel işçilerinin direnişi ve mağduriyeti ise bu vahşi kapitalistlere ve onların hükümetine göre bölücü faaliyetlerin parçalarıdır. Keza ‘sanatçı− gazeteci− akademisyen’ kimliği taşıyan birçok insan da ya açıktan ya da suskun kalarak mevcut hükümete ve büyük patronlara hizmet etmektedir. İşçiler işten atılırken, öğrenciler polisten işkence görürken, üniversite yönetimi tarafından keyfi cezalara çarptırılırken susarlar. Halil Cibran’ın sözleriyle, ‘zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz kalamaz.’

Sözlerimi Ceyhun Atıf Kansu’nun bir şiiriyle bitirmek istiyorum:

“bir öğle molasında stavro marulis
çöktü ahlat ağacının gölgesine
dikti bir sicimle perişan ayakkabısını
yürüyebilmek için yeniden
dövüşebilmek için inançla
tanrılar krallar ve Atinalı zenginler adına…”

Son mısradaki ‘Atinalı zenginler’in yerine Türkiyeli, ABD’li, Fransız zenginler de diyebilirsiniz. Kansu, şiirinde savaşın nedenlerinin halklar değil, egemenler olduğunu anlatmak istemiştir.

Not: Bu yazı‘Seyhan Sosyal Kültür ve Sanat Derneği’nin düzenlediği ‘Halkların Kardeşliği’ temalı panele sunulan tebliğdir. Aralık 2010.

http://www.adilokay.com/

29 Kasım 2010 Pazartesi

CHP VE SEÇİM İTTİFAKLARI-2


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Bana göre ittifak; devletlerin, toplumların, halkların, kişilerin veya kurumların siyasi, etnik ve inanç gibi temel farklılıklarını korumak kaydıyla, karşıtlarına karşı ortak paydalarda bir araya gelerek güç birliğini yapmaktır. İnsanları cephelere bölmek değil, tam tersine karşılıklı birleştirmektir. Bu ittifaklar kimi zaman ilkesel ve kimi zaman da taktiksel olarak yapılabilir.

Gerek yer altı-üstü gibi ekonomik zenginliklerin paylaşımında, gerekse siyasi ve ideolojik çatışmalarda bu tür ittifakların yapıldığı çokça görülmüştür. Başta ABD ve AB olmak üzere, Ortadoğu’da ve Dünya’nın bir çok ülkesinde bu tür taktiksel ittifaklar yapılmıştır ve hala da yapılmaktadır. Dolayısıyla, Dünya’da oluşan ekonomik, sosyal ve siyasal dengelerin Türkiye iç siyasetine yansıması olarak değerlendirebiliriz.

Başta Kemalist CHP’liler olmak üzere, bir çok solcu hatta kendilerine devrimci ve sosyalist diyen bazı kişiler ve gruplar AKParti iktidarına karşı geçmişte İran’da yaşanan hep TUDEH örneğini verirler. İran’da Humeyni iktidarı ele geçirdikten sonra komünistleri ve solcuları nasıl yok ettiklerini anlatır dururlar.

Öyle ise, CHP neden sol partilerle ve kürt muhalefetiyle ittifak yapmaktan kaçınıyor? Eğer BDP ve diğer kürt siyaset kurumları tarafından “Sen benimle diyalog ve ittifak içine girmezsen, ben de başkalarıyla diyaloga ve ittifaklara girerim. Hatta gerekirse Şeytanla bile seçim sabahına kadar taktiksel olarak ittifaklar yapabilirim.” Derlerse ve sen de bu gerçeği görmezden gelirsen, artık bir daha İran örneğini veremezsin.

CHP’ye genel başkan olduktan bu güne kadar Alevi ve Kürt sözcüklerini ağzına almaktan çekindiği için fıtık olmasına rağmen yine de CHP’nin bu gün yakaladığı Kılıçdaroğlu avantajını kullanarak kürt muhalefeti ve diğer soldaki siyasi örgütlerle bu seçimde ittifak yapabilme olanağı vardır. Geçenlerde bu makaledeki gibi “CHP VE SEÇİM İTTİFAKLARI” başlığıyla bir makale daha yazmıştım. Başta AKPartililer olmak üzere, hem CHP’lilerden, hem solculardan, hem Kürtlerden ve hem de bazı arkadaşlarımdan çok sayıda tepki aldım.

Halbuki, ben o makaleyi yazdıktan birkaç gün sonra CHP içinde bir Ö.Sav operasyonu yapıldı ve akabinde BDP Eş Başkanı Sayın Selahattin Demirtaş’ın da benim görüşlerimin paralelinde bir açıklaması oldu. Bu çevreler aynı tepkiyi Sayın Demirtaş’a da gösterdiler.

Şimdi denebilir ki; “Yahu CHP zaten devlet partisi olup, kendisi de bir diktatörlüktür, bunlarla nasıl ittifak yapılır ki?” Soruda bir haklılık payı olmakla birlikte, bu tür ittifakların ilkesel değil, taktiksel olduğu bilinmelidir.

Belli ki, bazı güç odakları tarafından önümüzdeki milletvekili seçimlerinde bir CHP–MHP koalisyonu oluşturmaya çalışıyor. Halbuki bunun yerine CHP ve BDP ile diğer sol gruplarla bir koalisyon olsa Türkiye için daha sağlıklı olmaz mı? Böylesi bir öneriye bu kadar çok tepki gösterilmesini hala anlamış değilim.

Benim yaptığım biraz şu Bektaşi fıkrasına benziyor. Aklımda kaldığı kadarıyla fıkra şöyleydi;
Bektaşi ile arkadaşı Ramazan Ay’ında yemek yerken Osmanlı zaptiyeleri tarafindan yakalanır ve ikisi de kadıya götürülürler. Kadı Bektaşi’nin arkadaşına sorar:
-Bu mübarek ramazan gününde alenen yemek yemeye utanmıyor musun? Cezası yüz sopadır. Ceza uygulansın…
Adam boynu bükük bir şekilde kadıya yalvarması-yakarması sonuç vermez. Kadı bu defa Bektaşi’ye döner:
-Ya sen? Bre zındıklar! Bu mübarek günde günah işlemeye nasıl cesaret edersiniz?
Bektaşi:
-Kadı Efendi, ben hırıstiyanım, benim dinimde ramazan orucu tutma zorunluluğu yok. Bektaşi’nin bu cevabı karşısında,

Kadı:
-Bre zındık! Gel Müslüman ol, Hak yolunu seç.

Bektaşi:
- Ben sizin dininizi çok beğendim, Müslüman olmak istiyorum ama bir şartım var. Müslüman olursam bu arkadaşımı serbest bırakır mısınız?
Bir Hıristiyan’ı Müslüman yapmanın sevabını kazandığını düşünen kadı, Bektaşi’nin bu teklifini kabul eder.

-Mademki Müslüman olmayı seçtin o zaman hemen kelime-i şahadet getir.

Bektaşi kelime-i şahadet getirir ve arkadaşını karakoldan alır, kadının yanından ayrılırlar.

Mahkemeden dışarıya çıkarken arkadaşı Bektaşi’ye şöyle bir sitemde bulnur:
-"yahu ben hristiyanim demeye dilin nasıl vardı? Niye yalan söyledin. Cehennem’de cayır cayır yanarsın"

Bektaşi:
-“Sesini çıkarma! Hıristiyan oldum kendimi kurtardım, Müslüman oldum seni kurtardım. Daha ne istiyorsun?”

Hem İsa’ya-Musa’ya ve hem de Ali’ye-Muhammed’e yaranmak çok zordur. Nedense ben hep zoru seçiyorum. Önemli olan zoru başarmak değil midir? Ben de öyle yapıyorum zaten. Gelen eleştirilerin hakaret ve tehdit içermemesi kaydıyla, hepsinin başımın üzerinde yeri vardır.

NOT: Tunceli C. Savcılığı “TUNCELİ C. SAVCILIĞI’NIN HAKKIMDA AÇTIĞI SORUŞTURMALAR” başlıklı makalemden dolayı yeni bir soruşturma daha başlattı. İlgili karakola çağrılarak ifadem alındı.
-------------
Web adresleri: http://www.gomanweb.com/

26 Kasım 2010 Cuma

SEMPATİK FAŞİSTLER(!)



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Madem bu kalemi elimize almışız ve kendimize “yazar” diyoruz, o halde bazılarının hoşuna gitmese de-bu kendimiz ya da çok yakınımız da olsa-doğruları söylemeliyiz. Eğer doğruları söylemesek veya gizlersek, bu bizim doğru insan olmadığımızı gösterir. Kıvrak, yalancı, ikiyüzlü; adamına göre, duruma göre, çıkara göre görüş belirten kişiliksiz bir insan oluruz. Topluma ve insanlığa karşı görevleri olan bir yazarın satılık bir kalem olmaması gerektiğini söylemek istiyorum. Gerçekleri söylememek-bazen-bir ırkın kanına tükürecek kadar kanıtlar taşıyabilir. Bu nedenledir ki benim bu yazımı okuyanların bu söylediklerimi (sözlerimi) dikkate almasını isterim. Bu yazım herhangi bir dini, ırkı, mezhebi, dili, siyasi düşünceyi veya kişileri övmesi ya da kötülemesi olarak algılanmamalıdır. Söyleyeceğim odur ki gerçekleri, doğruları söylemek, adaletli, tarafsız (objektif) davranmak “doğru insan” demektir. Bu insan adaletlidir, insaflıdır; öpülesi bir insandır. Gerçekleri, doğruları, iyi(lik)leri bilerek reddeden, çarpıtan, kabul etmeyen biri “kötü insan”dır. Bu insan zevkleri için bütün dünyayı yakabilir. Kutsal kitaplarda anlatılan iblisi andırır. Doğruları, gerçekleri, iyi(lik)leri bildiği halde-çıkarına, yerine, zamanına göre-reddeden, kıvırtan birine de “kaypak” denir. Bu kimse “güvenilmez” olarak tanınır.

Bütün bu sözler Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Sosyalist Enternasyonal toplantıları için-bulunduğu Paris’te-Saddam Hüseyin’in yardımcısı (sağ kolu) Tarık Aziz için söylediği sözler için aklıma geldi. “Tarık Aziz’in idam emrini imzalamayacağım, çünkü ben bir sosyalistim. Dahası ona sempati duyuyorum, o bir Iraklı Hıristiyan. Ayrıca o yetmişin üzerinde yaşlı bir adam.” Evet, bu sözleri sırf Tarık Aziz’in idamına gücü yetmediği için Celal Talabani söylemiştir, sosyalist mosyalist olduğu için değil. Çünkü sosyalist biri faşist Saddam’ın faşist yardımcısı için böyle tuhaf sözler kullanmaz. Aslında büyük bir mal varlığı (özel mülkiyeti) olan biri, bir Irak Cumhurbaşkanı sosyalist olamaz ama sosyalistlik oyunu (nostaljisi) oynayabilir, ona da kimse karışamaz! ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Irak’ta yapılan tüm uygulamaları kabul eden biri değilim. Bir yazar olarak-aydın ya da entelektüel dahi demek istemiyorum-idam cezasına karşıyım. Ve daima da karşı oldum. Ancak benim burada söylemek istediğim binlerce Kürt’ün, Şii’nin, Türkmen’in, Arap’ın katili faşist Saddam Hüseyin ve avenesinin [yardımcısı Taha Yasin Ramazan, kardeşi Barzan, yeğeni (kuzeni?) Kimyasal Ali gibilerinin] idamını gözünü kırpmadan imzalayan Talabani’nin sadece Tarık Aziz’in fermanı karşısında sosyalistliğinin tutmasıdır!

Celal Talabani’nin Kürtlük ve ülkesi Kürdistan davası uğruna yaptıklarını takdir eden biriyim. Zaten bu mücadele ve başarısından dolayıdır ki bugün Cumhurbaşkanı’dır ve Kürtlerin güvencesidir. Ancak bizim eleştirdiğimiz konu başka bir durumdur. Ne yani, cellât Saddam ve avenesi sırf Müslüman oldukları için mi (yani onları koruyacak süper bir İslam ülkesi ve kuvveti olmadığı için mi?) idam edildiler? Celal Talabani bu yüzden mi-korkusuzca-idamları onayladı? Uluslar arası af örgütlerinin çabalarına karşın onlar idam edilmişti[ Baas partililerine ve sivil yakınlarına (eş ve çocuklarına) yapılan operasyonları (infazları) da dikkate almamız gerekir]. Acaba Tarık Aziz’in, ABD ajanı ve Hıristiyan olması ona ayrıcalık mı ver(d)iyor? Avrupa ülkeleri, ABD istemediği için mi Celal Talabani bu idamı onaylamıyor? Yani emperyalist ülkeler ve emperyalizm karşısında Talabani’nin sosyalistliği bu mu?

Seri katil, tecavüzcü, insanlık suçu işlemiş Hitler’ci soykırımcılar dâhil tüm suçlular idam edilmemelidir. Çünkü Allah’ın verdiği canı yalnız Allah almalıdır. Bu katiller ölünceye kadar (hiçbir af kanunundan yararlanmamak koşuluyla) kodeste ölümü beklemelidirler. Benim görüşüm budur. Talabani ile ilgili söylediklerim söyledikleri ile ilgilidir. Pan Arabist, aşırı milliyetçi Baas Partisi’nin önemli bir lideri ve katliam emirlerinde Saddam’la suç ortaklığı olan Tarık Aziz’i din, yaş, sempati duyma, sosyalizm gibi bahanelerle diğer faşist suç ortaklarından ayrı tutmasıdır! İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve ABD’den korktuğum için onu idam edemiyorum, diyememesidir. Keşke, artık nedamet ettim, bundan böyle ülkemde insan hakları, demokrasi değerlerinin inşası nedeniyle idam (cezası) uygulanmayacaktır, deseydi! Biz de binlerce Kürt’ün katili Saddam Hüseyin’i Tarık Aziz’le kıyaslamasaydık!

19 Kasım 2010 Cuma

HIRSIZ VE YALANCI




İdil’de bir Müslüman Hıristiyanların evine hırsızlığa girmiş.(İdil uzun bir süre Mardin’in ilçesi olarak kaldı. Bugünlerde ise Şırnak’a bağlı bir ilçedir.)Onu bahçede yakalamışlar ve kaçmasın diye de elini kolunu bağlamışlar. “Buna bir ceza verelim!” demişler. “Bunu serbest bırakırsak bizi mahveder!” demiş içlerinden biri. Sonra da kendi aralarında cezasını belirlemeye çalışmışlar. “Bir ayağını keselim!” “Olmaz!” “Neden?” “Ayağını kessen de topal topal hırsızlık yapar!” “O halde bir kolunu keselim!” “Yine de tek kolla hırsızlık yapar!” “Tek gözünü çıkaralım! Kör haliyle de hırsızlık yapacak değil ya!” “Yine de yapar bu adi herif!” Böylece öneriler tek tek sıralanırken biri müdahale etmiş. “Patrik’i bekleyelim!”Oradakiler, “Doğru!” demişler. “En iyisi, cezasını o versin!”

O zamanlar İdil’de Hıristiyanlık güçlüdür ve yaşlı bir rahip (belki de papaz?) patrikliğe vekâlet ediyor(muş). Çok geçmeden elindeki asasıyla olay yerine gelmiş. Olanları anlatmışlar. Patrik, “Cezasını ben veririm,” demiş. Elindeki asayla (Papaz Değneği’yle ) bağlı haldeki hırsızın karnına üç defa-bıçak saplayıp çıkarır gibi-sert şekilde dürtmüş. Patrik, değneği her dürtüp çekmesinde Kürtçe “Dizo!” diye bağırmış.(“Diz”, Kürtçe hırsız anlamına gelir. “Dizo” da-“hırsızo” gibi-hırsız anlamına gelir ama daha da aşağılayıcı ve küçültücü bir anlam taşır.)Bu enstantanede patrik bir kez “Dizo! Dizo! Diz!/Hırsız! Hırsız! Hırsız!” diye bağırmış olmuş(dikkat edilirse üçüncü darbede (üçüncü tekrarda yani sonda) patriğin “dizo” yerine “diz” kelimesini kullanması kendi üslubundan olsa gerek!) “Şimdi bırakın gitsin!” demiş patrik. Hıristiyanlar şaşırmışlar. “Efendim bu nasıl cezadır ki?” “Böyle ceza mı olur?” “Siz sadece ona asayla üç defa dürttünüz.” “Ve her dürttüğünüzde ‘Hırsız!’ diye bağırdınız!” “Vallahi bırakırsak yine hırsızlığımızı yapacak!” Patrik soğukkanlılıkla dinledikten sonra yine aynı tavrı göstermiş. “Bırakın gitsin!” Biraz sustuktan sorma devam etmiş. “Bu adamın içinde bir parça namus varsa-burnu biraz kızarmışsa!-benim bu davranışımın karşısında bir daha hırsızlık yapmayacaktır. Eğer bu adamda onur, şeref denen şey yoksa-siz onu öldürmedikçe!-ne yaparsanız yapın hırsızlık edecektir!” Ve adamı bırakmışlar.

Bizim ülkemiz böyle olmuş işte: Tıpkı patriğin asası gibi etkileyici araçlara gereksinimi var gibidir. Yalanın bini bir para! “Hak ve özgürlükler!” “İnsan hakları!” “Eşit yurttaş!” “Kadın kotası!” “AB!” “ABD!” “Başörtüsüne özgürlük!” “Dünyanın en gelişmiş on ülkesinden biriyiz!” “Basın özgürlüğü!” “İşkence mi?” “Gözü bağlı adalet!” “Demokrasi!” “Günah! Sevap!” Ve daha nice haykırmalar. Dilin kemiği ve yüzün astarı yok-konuş konuşabildiğin kadar! Nutuk at atabildiğin kadar! Gerçekten utandığımız bir değer kalmış mıdır? Yalandan dolandan utanıyor muyuz? Yoksa kanıksadık mı? Namustan bahsederken, kendimiz ve ailemiz bunu uyguluyor mu? Bir utancımız kalmış mıdır? “Hırsız! Hırsız! Hırsız!” sözünden papaz değneğinin darbelerini hisseder miyiz acaba?

Kendi yerleştirdiğimiz mayınlar üzerinden kendi çocuklarımızı geçiririz. Biz öyle bir komutanız işte! Kendi çocuğumuzu dağa yollamadığımız halde hep yıllarca dağ edebiyatı yaptık! Bunu öyle bir becerdik ki yıllarca milletvekili ve belediye başkanı olduk! Yalandan yazar olduk! Tek satır edebiyat yapacak halimiz yoktu oysa! Üstüne üstlük yazarlığımızı siyasette kullandık! Beş para etmez-çalıntı kitaplarımızla-tv ekranlarının müdavimleri olduk. Hem Müslüman’ız, hem lâikiz, hem Ermeni’yiz, hem Kürt’üz, hem Türk’üz! Neye oynarsan varız, aslında biz demokratız(!) Barış yanlısı olduk. Uslanmış bir general emeklisi olduk. Tv’lerde uzman nutukları çektik. Öyle yola gelmiş, olgunlaşmış akil adam olduk ki, eski faşistliğimizi, komünistliğimizi, yobazlığımızı unutturduk. Yalan bir ülkenin yalandan kahramanları olduk. Zenginleştikçe fakir edebiyatı yaptık! En büyük devrimci biziz! En büyük adam! Aziz! Peygamber!

18 Kasım 2010 Perşembe

Gurbette Bile Gökyüzü Varmış… Paris…


Adil Okay
adilokay@hotmail.fr


“Paris deyip geçmemeli yine de: Haindir bu kent. Başkent. Tarihin hazırladığı son şakadır belki. (…) Paris bıçak sırtı bir kenttir. Burada umut hüzün içindedir, hüzün umut içinde. Ölümlü/ölümcül aylaklıktır Paris. Paris’i ışıklandıranlar sadece Parisliler değildir; sadece Fransızlar değildir. Birçok yabancı göçmen, gönüllü veya gönülsüz sürgünün de bu işte/ eylemde payı vardır. Paris gurbette yaşamanın Türkçesidir. Bu kent ister başkent olsun, ister isyanların doğduğu ve hedefine asla ulaşamadan tarihe karıştığı isyankent olsun, hiç fark etmez gurbettesinizdir. Ve sıla hasreti dayatır. Ama canınızı sıkmaya değmez. Çünkü bir sanatçımız kopar gelir oralardan. Ve ‘lambasını’ asar gökyüzümüze ve o zaman işte sadece o zaman fark ederiz ki bu mekanda da bir gökyüzü varmış. Ve işte deriz: Sıla gurbete gelmiş, ‘misafir’ bile olsa…” M. Şehmus Güzel. ‘gurbette bile gökyüzü varmış’

Paris bizim için gurbettir. Biz göçmen emekçiler, biz siyasi mülteciler, biz yabancı öğrenciler için gurbet. Fransa’nın başkenti, Avrupa’nın sanat ve kültür merkezlerinden biri olan bu kentte, Fransız eş-dost-sevgili edinip kök saldığımızı, dolayısıyla artık ‘buralı’ olduğumuzu düşündüğümüz dönemlerde bile, gün gelmiş bir bakışla, gün gelmiş bir Fransız ‘kafesinde’ masamıza ‘bakılmayarak’ bize ‘yabancı-öteki’ olduğumuz anımsatılmıştır. Kimi zaman da rutin bir bilet kontrolünde yüzlerce kumral-sarışın arasından sadece saçı siyahlara bilet sorulması canımızı sıkmıştır. Ama her şeye karşın Paris’in suyunu içen ‘yabancılar’ Paris’ten vazge-çememiştir. Yasağı kalktığı halde ülkeye dönmeyen siyasi mülteciler, emekli oldukları, çocukları büyüdüğü halde bu kez sağlık sorunlarını bahane edip kalan göçmen emekçiler, bursu-eğitimi bittiği halde, aç susuz yaşamayı ülkeye dönmeye tercih eden öğrenciler, hepsinin bir ayağı gitmiş, diğeri geri dönmüştür. Kesin dönüş yapanların büyük çoğunluğu bu kez kendi ülkelerinde ‘öteki’ olduklarını hissetmiş, yeni yaşama adapte olamamış, Paris’i unutamamış, geri dönmüşlerdir.

Paris: ‘İnsan makinesi’
Nasıl unutsunlar ki, bu kentte, bu kocaman ‘insan makinesi’nde yok yok. Her yaşa, her kültüre uygun cümbüş var. Bu kentte bir kısa günde dünya kadar kültürel faaliyet yapılıyor: Kolokyumlar, sergiler, okuma günleri, imza günleri, opera, tiyatro, dans gösterileri, konserler, yüzlerce sinemada yüzlerce film ve daha bir dizi eylem. İşçilerin, emekçilerin, emeklilerin, işsizlerin, ‘kâğıtsız yabancıların’, öğrencilerin, eşcinsellerin, feministlerin gösteri ve yürüyüşleri bile kimi zaman kültürel bir havaya bürünebiliyor. Hele hiç ummadığınız bir anda, bir metro istasyonunda ya da sokakta karşınıza çıkan müzisyenler sizi bedava müzik ziyafetine davet ediyor. Uzatılan şapkaya beş on kuruş atmanız yeterli. O da yoksa bir gülümseme…

Paris’te ‘bizimkiler’
Evet, bu büyük kültürel kaynaşma içinde ‘bizimkilerin’ de rol aldığı olabiliyor: Bazen ‘asıl oğlan-asıl kız’ olarak, bazen de ikinci, üçüncü rollerde. Ama ‘bizimkiler’de oyunun içindeler. Bilim kadın ve adamlarımız kolokyumlarda madara olabilirler –bilimsel toplantı davetlerine sadece bedava turistik seyahat olarak yaklaşan, ön hazırlık yapmayan ya da kapasitesi unvanıyla çelişen kimi torpilli YÖK memurları gibi-. Ama bir İlbey Ortaylı veya Mete Tuncay gibi işinin ehlileri gelmişse, dinleyenler, Fransız ve-veya Türkiyeliler (aynı görüşte olmasalar bile) keyif alırlar.

Yazarlarımız kitap dünyasında da tanınıyorlar. Orhan Pamuk Nobel ödülünü aldı ama pek satmıyor. Fransa’daki kitapseverler bu kadar genç yaşta bir ‘Türk’ün böylesine önemli bir ödülü almasını pek hazmedemediler. Sevinenler, olumlayanlar da var elbette. Ferit Edgü’nün ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ini çevirten ve yayınlayan bu ara yazarın bütün kitaplarının yayın hakkını alan yayınevi, ilk kitabın satmaması üzerine diğerlerini yayınlamadı. Ama İnci Aral, Sevim Burak (fazla satmasa da) çok tutuluyor. Tarkan’ı büyük reklamlar sonucu varoş çocukları dinlemişti. Şimdi unutuldu. Fazıl Say’ı da elit bir kesim tanıyor. Paris’te Arif Sağ’ın, Sabahat Akkiraz’ın, Fazıl Say’ın konserlerine gittiğimde salonun yarısından çoğunun Fransız olduğunu görmüştüm. Nuri Bilge Ceylan’ın bol ödüllü filmi ‘Uzak’ı izlediğim salonu da Fransızlar doldurmuştu. Ancak yine de bu isimler ortalama Fransızlara aşina değil. Yaşar Kemal ne yazarsa yazsın çevriliyor ve satılıyor. Yılmaz Güney belgeselleri TV’de hâlâ ilgi çekiyor, Nazım Hikmet’in şiirlerini metro istasyonlarında görmek olası.

Paris’te yaşayan Türkiyeli sanatçılar
Paris’te yaşayan ressamlarımız saymakla bitmez. En başta rahmetli Fikret Mualla ve Abidin Dino. Tanrılar uzun ömür versin yaşlı kuşaktan Remzi Raşa ve diğerleri. Sonra daha gençler: 1981–1982 Lübnan’ından beri arkadaşım olan İsmail Yıldırım, Ody Saban, Ahmet Onay Akbaş ve diğerleri. Tabi sadece Paris’te yaşayanlar değil, geçerken bir sergi düzenleyenler de var: Burhan Doğançay, Hanefi Yeter, Nurtaç Özler, Gülsen Erdoğan gibi. Evet geçerken iz bırakanlar. Başka gurbetlerden ses-nefes getirenler.

Şair ve yazarlarımız da öyle. Atilla İlhan’dan, İlhan Berk’e, M. Şehmus Güzel’den Nedim Gürsel’e Paris’te bir dönem yaşamış (ve hâlâ yaşayan) şair ve yazarımız çok sayıda.
Bir de 12 Eylül darbesinden sonra Paris’te sürgün yaşayanlar var. Ataol Behramoğlu, Anka adlı iki dilli bir derginin kurulmasında önemli rol oynadı. Paris’te bir süre yaşayıp sonra Almanya’ya yerleşen yayıncı-yazar Engin Erkiner, Paris’te geçirdiği yıllarını kitaplarında anlattı. Sibel Özbudun, Nuray Bayındır ve Lokman Öğülmüş’ü unutmamalı. Sonra yine Lübnan’dan Paris’e uzanan dikenli yolları birlikte kat ettiğimiz sürgün arkadaşlarımdan yazar Temel Demirer, Mustafa Çakar ve diğerleri…
Ve Paris’te yaşayan, Paris’ten geçen, geçerken bu kentte beş-on-yirmi yıl mola veren diğer yazar ve şairlerimiz.

Tiyatro alanında Mehmet Ulusoy hem Türkiyeli tiyatrocuları hem Fransızları yetiştirdi. Işıl Kasapoğlu, Luiz Menase Mehmet Ulusoy’un izinden gittiler. Paris çocukları onların sayesinde Murathan Mungan, Sevim Burak ve daha birçok Türkiyeli yazarla tanışma ola-nağı buldular. Yine Türkiye’ye dönene kadar Paris’te üretmeye devam eden Ayşe Emel Mesci’nin devrimci tiyatrosunu ve aynı dönemde Paris’te sürgün yaşayan Mahmut Gökgöz, Semah ve diğerlerini unutmamalı…

Ya Paris’i mesken tutan müzisyenlerimiz: Dünyanın en büyük ney ustalarından Ahmet Kudsi Ergüner, eski TRT sanatçısı bağlama ustası, yüzlerce Fransız’a hocalık yapan Talip Özkan, Fransa’da, İsviçre’de düzenlediğimiz birçok kültürel faaliyete beni kırmadan özveriyle katılan Senem Diyici ve diğerleri (Ahmet Kaya’yı ne yazık ki erken kaybettik.).

Paris çok yüzlü
Paris güzel olduğu kadar ilginç bir kent. Eski ile yeninin, barokla modernin, gotikle arabeskin mükemmel bir uyumu gözlerinizi kamaştırabilir. Avrupa’da hem mimarisi, hem doğal güzelliği, hem sanatsal ve kültürel faaliyetleri, hem renkli yaşamıyla onunla boy ölçüşecek kent yok sayılabilir. (Tüm keşmekeşine, kültür ve tarih katillerinin yağmalamasına rağmen tabi ki İstanbul ve ortaçağ ile 21. yüzyılın ihtişamlı sentezi Prag, Paris’le boy ölçüşebilir.) Paris birçok büyük kent gibi çok yüzlüdür. Örneğin semt pazarlarını kapanınca gezmezseniz, çöplere atılan çürük sebze ve meyveleri toplayan yoksulları izleyemezsiniz. Metro kapanışını beklemezseniz SDF’lerin yani evsizlerin nasıl dışarı atıldığını bilemezsiniz. Bir gece Paris’in beş büyük garından birinde sabahlamazsanız, taşradan macera aramaya gelen, bir gece uyuyabilecek bir çatı katı odası, duş ve yiyecek uğruna bedenini sunan gencecik Fransız kızlarını, uyuşturucu krizine girenleri, alkol ve sidik kokan kloşarları, evsiz barksızları tanıyamazsınız. Lido gibi lüks diskoteklere, eğlence yerlerine gece yarısı uğramazsanız (paranız olduğu halde içeri alınmazsanız bile) gündüz kot pantolonla gezinip dikkat çekmeyen, gece son moda giysiler içinde lüks arabalardan inen burjuva çocuklarını seçemezsiniz.

Gitmek mi zor kalmak mı
Demem o ki Paris’in içine girmez, yeraltına inmezseniz, gözünüz mimaride, Sein köprülerinde ve-veya vitrinlerde takılı kalırsa sadece bir yüzünü ve turistleri görürsünüz. Ne çelişkileri, ne sosyal faaliyetleri, ne yetmiş iki milletin kültürünün yansımalarını görürsünüz. Ama bir süre yerleşir-eğleşirseniz hiç ummadığınız bir anda, bir Fransız radyo istasyonunda karşınıza Sait Faik çıkabilir. Bir başka gün Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve-veya Abidin Dino. İşte o zaman yerel ağızla ‘ulan’ dersiniz, ‘ben fazla Parizyen oldum. Daha fazla dönmeden, dönmeliyim İstanbula, Adana’ya, Antakya’ya. Baksanıza artık Fransızca radyo dinler, rüya görür oldum.’ Ama burada da, yani sılada, yani gurbette, yani sürgünde kırmızı şarabımızı yudumlarken Nazım Hikmet buluyor bizi. Uyandırıyor. Sein nehri boğaza ya da Seyhan’a ya da Asi nehrine dönüşüyor. M. Şehmus Güzel’in dediği gibi, başımı gökyüzüne kaldırıyorum; kimliğim, ülkem, evim gökyüzü oluyor. Evet, işte o an, ‘gurbette bile gökyüzü varmış’ diyorum. Ve sorular ardı ardına sıralanıyor. Neden en iyi ve sevilen sanatçılarımız gurbette yaşamak hatta ölmek zorunda kalıyor? Neden akşam saatlerinde sıla özlemi odalara iniyor. Neden çay - simit, balık - ekmek hâlâ aranıyor. Neden Hâlâ İstanbul’lu, Diyarbakır’lı, Adana’lı; Antakya’lı düşler görülüyor. Karabasanlarda son trene yetişmek için koşuluyor, yollar kapanıyor, uçaklar kalkmıyor. Neden insanlar küreselleşen dünyadan söz edip, aynı zamanda sınırları mayınlıyor ve birbirlerine pasaport sormaya devam ediyorlar?

NOT: Eski bir yazım – bilgiler güncellenmiştir.

14 Kasım 2010 Pazar

AHMET KAYA VE FERHAT TUNÇ‏



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) aktivistlerinden Sayın Necati Abay’ın bildirdiğine göre; 7’si yazı işleri müdürü 38 gazeteci ve yazar Kurban Bayramı’nı cezaevlerinde karşılıyorlar.

Bu utanç tablosu Türkiye’nin ne kadar demokratikleştiğini bize gösteriyor! AKParti Hükümeti’nin bu güne kadar yaptığı “Demokratik Açılımların” göz boyamaya yönelik olduğu artık herkes tarafından bilinmelidir.

Tarih boyunca özgürlükleri için ve inandığı siyasi fikirleri uğruna canını feda eden yüzlerce sanatçı, aydın ve bilim adamları olmuştur, bundan sonra da olacaktır. Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç da bu çerçevede tarihteki yerini almışlardır.

Özgürlük ve demokrasi mücadelesinin birer sembolü haline gelen Ahmet Kaya ile Ferhat Tunç’un en önemli ortak özelliği ise, demokratik mücadeleleriyle birlikte Kürt Sorununa da çok duyarlı olmalarıdır. O nedenle, bu ceberut rejim tarafından biri zorunlu sürgünde acımasızca ölüme mahkûm edildi, diğeri ise süründürülmek isteniyor.

Yıllarca emniyet-adliye koridorlarında süründürülen sevgili Ahmet Kaya’nın ölümüne bu rejim neden olmuştur. Bu gün ise, hakkında çok sayıda soruşturmalar ve davalar açmak suretiyle sevgili Ferhat Tunç’u da aynı akıbete uğratmak istiyorlar. Değerli Ferhat Tunç tüm bu baskılara karşı tıpkı Ahmet Kaya gibi dik duruşundan bir milim bile taviz vermedi ve bundan sonra da vermeyeceğine inanıyorum.

Bir makalemde; “Pirim Seyit Rıza ve Mazlum Doğan olmasaydı, belki de bu gün Dersim Kürtleri diye bir halk olmayacaktı… Pirim Seyit Rıza’ya “eşkıya”, Sevgili Mazlum Doğan’a “terörist” diyenler çok yanılıyorlar. Bu yalan ve yanlış söylemlerinden dolayı bir gün çok utanacaklardır…” dediğim için Tunceli C. Savcılığı daha önce hakkımda açtığı soruşturmaya bir yenisini daha eklemişti. Bir önceki soruşturma da bu defa mahkeme safhasına dönüştü ve 16 Aralık günü bulunduğum ildeki Asliye Ceza Mahkemesi’nde “suçu ve suçluyu övmek”ten sanık olarak savunma yapacağım.

Bu mahkemelerde; Pirim Seyit Rıza’ya ve ilkokul arkadaşım sevgili Muzlum Doğan’a layık olmaya, sevgili Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç gibi de dik duracağıma inanıyorum. Ayrıca her mahkeme sonucundaki gelişmeleri de sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Ahmet Kaya’ya çatal-bıçakla saldıranlar bu gün ne yapıyorlar Acaba? “Bu zihin tutulması içerisindeki bu kahramanlar ne yapıyorlar biliyor musunuz? Kürtçe türkülerin çaldığı her ortamda kıç kıvırıp göbek atıyorlar… O gün Ahmet Kaya’ya neden kaşık bıçak attıklarını, neden linç girişiminde bulunduklarını halen anlamış değiller… Bu gün Kürtçe türkülerin önünde göbek attıklarını da halen bilmiyorlar…” (Lokman Öğülmüş-12.11.2010 / Gomanweb)

Onuncu Yıl Marşı’nı Ahmet Kaya’ya karşı birer kahraman edasıyla okuyan tek dişli canavarlar, sözde spikerler, sanatçılar ve gazeteciler şu anda neler yaptıklarını doğrusu ben de merak ediyorum. Bu canavarların çocukları bile bunları af etmeyeceklerdir.

Önümüzdeki hafta dini inançları olanlar için Kurban Bayramı’dır. Bu tür bayramların barışa hizmet etmesini, kırgınlıkların-dargınlıkların son bulması, özür dilemeyle birbirlerini af etmeleri için çoğumuz telkinlerde bulunuyoruz. Ancak, sevgili Ahmet Kaya’ya saldıran sanatçı kılığındaki tek dişli bu canavarları af etme hissini ben duymuyorum.

Yıllardır Şafak Türküsünün melodisi cep telefonumda çalıp duruyor. Bir süre önce muayene olmak için gittiğim üniversite hastanesinin bekleme koridorunda telefonum çalarken yanımda bulunan ve hiç tanımadığım iki kişinin telefonumdan çalan melodiye mırıldanarak iştirak etmesi beni çok etkiledi. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. İşte Ahmet Kaya halk arasında bu kadar büyük bir değerdir.

16 Kasım günü ölüm yıldönümü nedeniyle “iki gözüm” sevgili Ahmet Kaya’yı bir kez daha saygıyla anıyor, hatırası önünde eğiliyorum. Sevgili Ferhat Tunç’a da özgürlük ve demokrasi mücadelesindeki başarılarının devamını diliyorum.

Her şeye rağmen, inananların Kurban Bayramı’nı kutlar, bayramların demokrasiye ve barışa vesile olmasını diler, tüm okuyuculara sevgi ve saygılarımı sunarım.

Web : http://www.gomanweb.net/

11 Kasım 2010 Perşembe

BOMBALAR PATLARKEN


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Kurnaz ve avcı bir tilki vardı. İşi gücü hile, yalan, dolan(dı)! Çöplükte gayet mutlu çöplenmekte olan horozu gözüne kestirdi. Zavallı horoz işin farkına vardı ve şans eseri karşıdaki sahneye şahit oldu: Dev gibi, kürk giymiş bir avcı ve yanında canavarı andıran(!) bir tazı. “Bunlar mutlaka tilkinin peşindeler. Baksanıza gayeleri çapul ve yağmaya benziyor!” dedi içinden. Bu korku içinde minare biçiminde bir ağaca uçup kondu ve ötmeye başladı. Hiçbir şeyden habersiz tilki bir iki denedi, olmadı, ağaca çıkmasının imkânı yoktu. Mecburi seslendi: “Hey müezzin hoca! Ne bağırıp duruyorsun? Nerdeyse namaz vakti geçecek. İn, aşağıda imamlık yapayım, beraber namazı kılalım!” Çapulcu tilkinin niyetini fark eden horoz, düşmemek için bir taraftan kanat çırparak bir aşağı bir yukarıya (tam karşıya) baktı. Avcı tilki bu hareketin korkudan kaynaklandığını anladı. “Hey müezzin efendi! Uzaklara bakarak zaman tüketme. Zamanında kılınan namaz sevaptır, in aşağı artık!” Bizimkinin her tarafını korku sardı ama nasıl olduysa da kurnazlığı tuttu: “Şu karşıdan birkaç kişi belirdi, biraz sabredersek onlarla iyi bir cemaat oluruz. Bilirsin, cemaatle namaz kılmak oldukça sünnettir!” Kurnaz tilki evhamlandı: “Şu gördüğün cemaati biraz tarif etsene?” “Kimi kürklü, kimi kepenekli, kimi börklü. Ellerinde yaylar, mızraklar, kılıçlar var! Yanlarında hançer dişli, çengel tırnaklı, ateş gözlü, kaplanları andıran canavarlar yürüyor!” Bizim kurnaz tilki hemen zavallılaştı, gelenleri padişah av alayı olarak düşündü ve aniden tabanları yağladı. Bizim horoz ardından öttü: “Hey imam efendi! Namaz kılmadan nereye böyle?”(Ne dersiniz artık bizim kurnaz tilkiye “zavallı” diyelim, değil mi ya?)Zavallı tilki kaçarken yanıt verdi: “Benim abdestim daraldı, yenilemeye gidiyorum. Siz namazı kıladurun, yetişirsem gelirim. Yetişemezsem artık kaza ederim!”

Oligarşik devlet (Osmanlı’dan beri) kurnaz tilki misali tebaaya (yurttaşa) yenilecek av gözüyle baktı. Kurulan siyasi partiler-büyük ölçüde-ilerleme ve demokrasiye katkı yapmaktan çok kâr amacı güden “şirket” görevi yaptılar.(Gerçekten de bugün büyük partiler holdinglere taş çıkartacak düzeydedir.)İktidar partileri devlet oldu. Muhalefet partileri de danışıklı dövüşlü davranan-Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız! şeklinde ifade edilecek-aynı tip partilerdi. CHP’de Yargıtay’ca da malum bir Tüzük Bombası patladı. Tüzük bombası partiyi ele geçirme savaşı olarak cereyan etti. Oysa bu tüzüğün Avrupa tipi bir sosyal demokrat parti olabilmenin önünü açmasını bekleriz. Ülkedeki sağ müteahhit düzenin yanında CHP, solun esamesinin okunduğu bir parti olmaya çalışmalıdır. Mevcut haliyle ( ırkçı, Türkçü, devletçi parti yapısıyla) nasıl bir çağdışı görünümünde olduğunu görmesi gerekir. Bizden söylemesi!

Yurttaş hak ve özgürlükleri, din ve vicdan özgürlüğü, insan hakları, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük içerikleri-demokrasi maskeli-otoriter ve totaliter devleti yöneten komprador burjuvazi, askeri ve sivil bürokrasinin menfaatleri ölçüsünde belirlendi. Kürt sorunu, feodal toprak ve aşiret ağalarına devlet tarafından toprak, para, ticaret, menfaat sunularak devlet yanlısı yurttaş(!) taktikleriyle çözüldü. Böylece Kürtlüğü yok edilmiş ve menfaat (çıkar) bağlılığını hiçbir zaman bırakmayacak bir “devlet yanlılığı” oluşturuldu. İşte oligarşik devletin stratejisi, ayrımız gayrımız yok, bir bütünüz, milli birlik ve beraberlik dediği böyle bir bağlılıktır(ilişkidir).
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kosova yolculuğu öncesi (PKK’nin seçim sonrasına kadar eylemsizliği uzatma kararıyla ilgili) yaptığı açıklamada-nihayet!-Abdullah Öcalan’la müzakere edildiğini-Öcalan, bunu müzakereye geçiş aşaması olarak niteledi ya, neyse!-kabul etti: “Geçmişten bu yana yapılmıştır, bugün de yapılır. Bunu artık müzakere veya konuşmak kanımca yanlış olur.(…)Devlet herkes ile görüşür. Niye? Netice alabilmek için. Tabii ki yapacak.(…)” Otuz yıllık savaşın tarafı (lideri) olarak Abdullah Öcalan’la görüşmenin ve kanı durdurmanın neticesini almanın doğru bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Muhalefetin-özellikle MHP’nin-ülke bölünüyor paranoyası ya da AKP’nin-salt söylem düzeyinde kalan-samimi olmayan tavrı bu sorunu çözmede engeller oluşturduğunu düşünüyorum. Hepimiz konuya insan hakları ve daha ileri bir demokrasi görüşüyle bakmalıyız. Sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik-ve en nihayet insani-bakımdan (mümkün olan) en güzel bir yaşamı hedeflememiz gerekir. Samimi ve kişisel çıkarlardan uzak bir yönetimin böylesi bir Türkiye’yi kurma şansı vardır! Yalan dolanla, samimi olmayan en demokrat söylemlerle devamlı iktidarda kalıp, özel mülkiyetlerini artırma düşüncesinde olan yöneticiler sadece emperyalistlerin çıkarlarını gözettikleri ölçüde iktidarda kalırlar. Bizim öykümüzdeki kurnaz tilki (kurnaz adam) avını yemek için imam kılığına bile girmiştir. Çünkü onun işi gücü hile, desisedir. Tebaanın da artık av olmamak için bizim horoz kadar yenileceğini kavraması gerekir. Demokratik yurttaş, özgürlükleri talep eden ve mücadele eden yurttaştır.

Taksim’deki-32 kişinin yaralandığı-(canlı bomba) intihar saldırısı, Hakkari-Geçitli Köyünde 9 kişinin havaya uçurulması ve eylemsizlik anında PKK’li 9 militanın öldürülme olaylarının-öncelikle-açığa çıkarılması gerekmektedir. Taksim’deki canlı bomba ve Geçitli Köyü eylemlerini PKK üstlenmemiştir. Mantıklı gerekçeler öne sürebilmektedir.[Taksim eylemini PKK’ye bağlı TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) üstlendi.(Çok ilginçtir ki KCK, TAK’ı kınadı.)Ölen bombacının (Vedat Acar’ın) eylemi kendi inisiyatifi ile yaptığını bildirdi. Demek ki bu, ortalıkta kontrol edilemeyen güçler var demektir. Bana “kendi inisiyatifiyle eylem yapma iradesi” çok ürkütücü geldi. Önlenmesi oldukça zor bir durum ama önlenmesi de mutlaka gereken bir durum.]Devletin bu üç olayı mutlaka aydınlatması gerekir TBMM mutlaka Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurup gerçekleri ortaya çıkarmalı ve sonuçları kamuoyuna açıklamalıdır. Kanın arkasında kim varsa-JİTEM, ERGENEKON, derin devlet, PKK-açıklanmalıdır. Unutulmasın ki “kurnaz tilki (kurnaz adam)” politikalarıyla ancak av ve avcı eylemleri sürdürülebilir, başkası değil!

5 Kasım 2010 Cuma

DELİLER, AKILLILAR, ÇOCUKLAR!




(Mardin)Derik’in dünyaca ünlü delileri oldu. Tek kelime Türkçe bilmeyen bu deliler dünyanın en komik esprilerini yaptılar. Kimisi aslında bir dervişti(Feyyo)!(Ben felsefi romanım Feyyo’nun Felsefesi’nde onu anlatmıştım.)Çocukluğumda, delilerin bolca olduğu Derik’te kafaları büyük bir yumurtadan biraz büyük iki deli tanıdım(Xeto ve Remo/Hato ve Ramo). Remo (Ramazan) şimdilerde yaşamıyor. Zaten biraz daha büyüktü. Çocuklar onlara durmadan taş atardı. Bu korkuyla ikisinin de kafası yürüyüş esnasında bir sağa bir sola dönerdi. Toplum gelişti ve olgunlaştı. Şimdi Xeto (Hatip) yaşıyor. Dünyanın en büyük esprilerini yapıyor. Kendisine ikram edilen sigaraları peş peşe içer, tükürür. Kahvede toplumla sohbet eder, hiç derdi yoktur. Sorunları sanal ve hayalidir. Dost ve düşmanları da. Eline saz verirler, hiç bilmediği halde çalar ve güzel sesiyle Kürtçe nağmeler haykırır. Devletin (ya da Belediye’nin) kendisine maaş verdiğini zanneder. Aslında insanlar öyle söylerler. “Git maaşını al, seni bekliyorlar!” dediklerinde sevinçten gözleri ışıldar, parıldar âdeta. Memur gibi bir şeydir yani. Kendini öyle bilir belki. Toprağı, malı mülkü olmayan bir Kürt’ün devlete bakış açısıdır bu. Şimdilerdeyse insanlar Xeto’ya şöyle hitap eder: “Xeto ne güzel sesin var!/Ölme Xeto, her daim yaşa!/Akıllılardan daha akıllı olan Derikli delilere kurban olayım!”Ve Derik’te bu iki kardeşin (Xeto ve Remo’nun/Hatip ve Ramazan Temel’in) heykeli dikilidir. Yerli ve yabancı turistlerin ilgi kaynağıdır. Ölmeden önce kaç kişinin heykeli dikilmiştir acaba?

FB’li Rambo(Okan Güler) Galatasaray maçı arifesinde bir polisin MP5(Akrep) silahını kaçırıp kayboldu. Hepimiz güldük, normal karşıladık! Rambo bu! Delidir, ne yapsa yeridir! Zavallı polis görevden alındı. Ve Rambo bir evin köpek kulübesinde zorla ikna edilerek yakalandı. Rambo’nun daha önce de birçok vukuatları var(dı). Yakalanmasaydı-gerçekten de(!)-Azizi Yıldırım’ı ya da Emre Belözoğlu’nu vuracak mıydı? Ya da-sıkı durun!-Şükrü Saraçoğlu Stadı’na gruplar halinde gelen Galatasaray taraftarını MP5’le tarar mıydı? Hiç sanmıyorum. Akıllı delilerin bizden akıllı olduğunu düşünüyorum. İşi deliliğe verip de beleşten yaşayanlar, infaz yapanlar var! Deli numarası yapıp defalarca (bazen cinayetleri 10’u geçer) cinayet işleyen deliler(!) görürüz. Cezai ehliyetleri yoktur! Herkesi öldürürler! Öldürürler ve içeri tıkılmazlar! Delidirler çünkü. Nedense o delilerin kendi anne babalarını ya da kardeşlerini öldürdüklerini duymadık. Hukuk ve tıp sistemimizi yok edecek kadar delidirler onlar. Helal olsun(!)

Ve Hrant Dink’in katili Ogün Samast “Taş atan çocuklar” sınıfına girdi, çocuk mahkemesinde yargılanacak. 3-4 yetişkini birden dövebilecek, adam öldüren, evli bir çocuk! Yasayı çıkaranlar düşünsün! Meselemiz bu değil: Bu tip (Rahip Santoro cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı, Hrant Dink cinayeti vb.)katiller yargılanırken onların feyz aldıkları, eğitildikleri dernekler ve siyasi partiler göz ardı edilir. Faşist, ırkçı, Türkçü siyasi parti ve derneklere bağlı bu tip insanlar (faşist asker ve polislerle birlikte) ülkede linç, yok etme, kovma, cinayet, düşmanlık tohumlarını ekerler. Bugün bu tip siyasi partiler ve dernekler ülkenin her tarafında devletin belli insanları tarafından desteklenerek faaliyet göstermektedirler. Ve bunlar-ne yazık ki-demokrasi, kardeşlik, insan hakları, Müslümanlık, Türklük, vatandaşlık, hukuk, kanun, anayasacılık gibi lafları da hiç eksik etmeden demokrat gözükmeye çalışırlar. Devlet Kürt Sorunu’na karşı kullanmak üzere bunlara destek veriyor düşüncesindeyim. Bu çok tehlikeli bir yöntemdir. Bu ülkede tüm kötülükleri çocuklar ve deliler yapmıyor!

2 Kasım 2010 Salı

CHP VE SEÇİM İTTİFAKLARI



MUSTAFA ELVEREN (EM. ÖĞRT.)
mustafaelveren@gmail.com


Son günlerde başörtüsü ya da türban meselesinin devletin en üst tepesine kadar uzanarak kamuoyunu çok yoğun bir biçimde meşgul etmiştir. Bir süre önce Türkiye’nin gündemini meşgul eden Referandumdaki evet-hayır kıskacının ruh halinden henüz kurtulmuşken bu defa Postal ile takunya arasında halk sıkışmış durumdadır.

Diğer taraftan KCK’nin “eylemsizlik kararı” biterken ve uzun süredir tutuklu bulunan BDP’li siyasetçilerin Diyarbakır’da, Silivri’de ise “Ergenekon” davası sanıklarının duruşmaları sürerken, dün meydana gelen bir bombalama olayıyla adeta Türkiye’nin gündemi terör konusuna endekslenerek değişmiş bulunmaktadır.

Bu bombalama olayının zamanlaması da yeri de çok dikkat çekicidir. Çünki, Demokratik kitle örgütlerinin sürekli toplandığı ve Türkiye barışının sağlanması için en çok barış sloganlarının atıldığı Taksim’de bu kanlı bombalama olayının meydana gelmesi düşündürücüdür.

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sistemi evrensel düzeyde demokratikleşmedikçe, ne yazık ki kanlı gündemlerden bir türlü kurtulamaz.

Bu kan gölü henüz ülkemizi boğmadan bir an önce hep birlikte resmi ideolojinin yarattığı AKParti ve onun dayandığı sisteme karşı yeni demokratik siyasi bir alan yaratmalıyız. Peki, nasıl ve kimlerle bu ittifak yapılmalıdır? Bu sorunun yanıtı bence zor değildir. Bunun tek başına mümkün olamayacağının bilinciyle hareket etmeliyiz.

Dünya’nın bu günkü ekonomik, sosyal ve politik konjonktürünü göz önüne alarak, alternatif demokratik yeni bir siyaset alanı yaratmalıyız. Öncelikle Kemalizm’i ve Cumhuriyet’i günün şartlarına göre yeniden yorumlayarak ön açıcı ortak bir yol bulunabilir. Bu çerçevede;

Demokratik kürt siyasi hareketleri başta olmak üzere, ön yargısız iyi niyetli Kemalistler, sosyal demokrat niteliğindeki siyasi oluşumlar, sosyalistler, devrimci ve demokratik sol örgütler bir araya gelerek seçim ittifakını yapabilmelidirler. BDP ile CHP’nin de bu ittifakın lokomotifleri olması gerekir. Hatta böylesi bir siyasi oluşumu “…ya hep birlikte, ya da hiç birimiz” sloganıyla bütünleştirmek mümkündür.

Ancak, İnönü’nün “Ortanın solu”, Ecevit’in, “Hakça eşit düzen” gibi göstermelik birkaç slogandan başka CHP’nin demokrasi konusunda sicili pek parlak değildir.

Eğer CHP halkla bütünleşmek istiyorsa öncelikle kendi amblemini değiştirmelidir. Resmi ideolojiyi temsil eden ancak günümüzde hiç bir anlamı kalmamış olan altı oku kaldırması gerekir. Bunun yerine demokrasiyi ve halkı simgeleyen anlamlı bir amblem yaratmalıdır. Diğer taraftan kendi içindeki statükocu kafaları da değiştirmesi çok önemlidir. Ayrıca, Kürt cephesindeki siyasi örgütlerle de ittifaklardan yana olmalıdır. Bunları sağlayabilirse, CHP tek başına iktidar olabilir.

CHP eski Genel Başkanlarından Sayın Altan Öymen döneminde bu denli bir çalışmanın yapıldığını biliyoruz. Görüşmeler tam sonuç vermek üzereyken, Baykal tarafından olağanüstü bir kurultayla alaşağı edildi. Bu defa Kemal Kılıçdaroğlu da aynı akıbete uğrayabilir.

Daha önce de biri Erdal İnönü’nün diğeri ise Murat Karayalçın’ın SHP’si ile dar çerçevede iki ittifak deneyimi yaşandı. Bu ittifakların kimisini desteklemiş, kimine karşı çıkmış ve kimisinden pişmanlık duymuş bir gözlemci olarak yine de ittifaklardan yanayım.

Bazıları şimdi “Ya sen hala CHP’den umut mu bekliyorsun?” diye sorabilirler. Hayır CHP’den umut değil, mantık yürütüyorum. Yani demokratik bir sisteme geçiş için gerekirse daha çok alternatif yaratabilmeliyiz.

Demem şu ki; “Pembe Panter Erdal”la, “Kara Murat”la ittifaklar yapıldığına göre, Kılıç Kemal ile neden yapılmasın?

“En sivri uçlar bile karşılıklı konuşsalar, birçok ortak nokta bulabilirler, birbirlerinin tahmin ettikleri kadar kötü olmadıklarını görürler.” (H. Avcı-26.09.2010 / Pazar Vatan)

Evet, bu tespite ben de katılıyorum. Yani önemli olan söyleyenin değil, içeriğidir. Örneğin, Kemalistler deseler ki; “-insanlar kapının eşiğinden geçerek içeriye girerler” Bu söylem doğru ise, tabiî ki onaylamamız gerekir. Yoksa sırf Kemalistler öyle söyledi diye “Hayır, insanlar kapıdan değil pencereden içeriye girmelidirler” gibi bazı tarikat mensuplarının durumuna düşmemeliyiz.

Beni tanıyanlar Kemalist olmadığımı bilirler. Ancak, Kemalizm’in düşmanı olmak değil, çağımıza uyarlayarak demokratikleştirilmesinden yanayım. Birlikte yaşamak için herkes kendinden fedakarlık yapmak zorundadır. Kemalistlerin, Türklerin, Kürtlerin, komünistlerin, dincilerin, dinsizlerin, diğer etnik ve inanç grupların da bu fedakarlığı yapması gerekir. Aksi halde yamalı bohça AKParti’nin altından kalkamayız.


WEB : http://www.gomanweb.net/ - http://www.gomanweb.com/

28 Ekim 2010 Perşembe

MEMLEKETİN S(İL)İVRİ MANZARALARI...


”Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kızılcahamam Kampı ve sonrasındaki tavır ve söylemlerinin-birer siyasi manevra (taktik) değilse - vahim olduğunu söylerim. BDP misyonunun aldığı oyların salt silahla alındığını iddia etmek doğru değildir. Başbakan da biliyor: BDP ve misyonunun-bırakın bir insanı-bir ceketi bile aday gösterse seçtireceği yerler vardır. Ama biz ceketlerin seçilebildiği bir siyaseti ve demokrasiyi(!) istemiyoruz, benimsemiyoruz. Ceket edebiyatını da sevmeyiz!..”

Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

KCK Davası’nın emniyet kökenli (polis operasyonları ve fezlekeleri) görülmesinden çok hukuk kökenli seyretmesini dilerim. Siyasi bir dava niteliğine bürünmüş olan bu dava Diyarbakır’ı bir İstanbul gibi büyük bir dünya şehri yapabilmiştir. Türkiye’den olduğu kadar yurtdışından gelen gazeteciler, heyetler, insan hakları aktivistleri, parlamenterler ve çok dilli tv yayınları bu kenti İstanbul tipi bir trafiğe büründürdü. Ben de bu hengâmede-bu konuyla ilgili-Diyarbakır’dan (19 Ekim, 13 Haber Bülteni) NTV canlı yayınına katıldım. Bölgede sosyal, kültürel ve ekonomik ilerlemeler açıdan çatışmasızlık ortamının sürmesinde yarar vardır. Bu dava delil ve hukuk dayanaklarına göre sürmeli ve sonuçlanmalıdır. Bizim bağımsız (olması gereken) mahkemelerden beklediğimiz budur. Talimatvari polis operasyonları ya da paparazzivari dinlemelere göre yapılmış yargılamaların hiçbir ülkede hukuku temsil ettiği söylenmemiştir. Devletin bu davaya ilişkin tutumu Kürtlere bakış açısını gösterebilecektir. Kamuoyunda böyle bir kanat yaratılmıştır. Bu davanın Silivri ve Ergenekon tipi bir sürece dönüşmemesini dilerim.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kızılcahamam Kampı ve sonrasındaki tavır ve söylemlerinin-birer siyasi manevra (taktik) değilse-vahim olduğunu söylerim. BDP misyonunun aldığı oyların salt silahla alındığını iddia etmek doğru değildir. Başbakan da biliyor: BDP ve misyonunun-bırakın bir insanı-bir ceketi bile aday gösterse seçtireceği yerler vardır. Ama biz ceketlerin seçilebildiği bir siyaseti ve demokrasiyi(!) istemiyoruz, benimsemiyoruz. Ceket edebiyatını da sevmeyiz! Biz bu örneği Başbakan’ın iddiasına (söylemine) yanıt olabilecek en iyi örnek olabileceğini düşünerek verdik. Kimse bizim bu sözlerimizden BDP’nin avukatlığını yaptığımızı çıkarmasını istemeyiz. Biz Türkiye’de siyasetin düzeyini ve manzarasını verdik. Bu söylem karşıtlığına karşın Başbakan’ın eşit yurttaşlık temeline (insan haklarına) dayalı, demokratik, laik bir ülkenin inşa edilmesi çabasını sürdüreceğine inanıyorum.

SP’nin (Saadet Partisi) kongresinde genel başkanlığa 84 yaşındaki Necmettin Erbakan seçildi. Bizim yaşa, başa, bilgiye, hizmete saygımız vardır ama el insaf: Kongre salonunda konuşma yapacağı kürsüye dahi (yer âdeta delinerek yukarıya çıkarıldı! Bir Rap sanatçısı gibiydi!) asansörle getirilebilen bir liderden bahsediyorum! Bu makama-mücadelenin çetinliği ve başarının geç alınması yönünden-ilk kez seçilseydi anlardım belki! Demokrasinin kazanımı ya da sembol (mücadele) olma yönünden olumlayacaktım. Ama Hoca insaf edin: Siz bu makama defalarca seçildiniz, milletvekili oldunuz! Bakan oldunuz, başbakan oldunuz! Acaba oğlunu başkan seçtiremediğinden dolayı kızmış olabilir mi, diye düşündüm. Ya Hocam-Allah aşkına!-o daha askerliğini yapmadı. Yarın askere gidecek ve bir siyasi parti başkanı olarak bir onbaşıya-rütbeyi asla küçümsemiyorum!-esas duruşta selam çakacak. Sizin demokrasi anlayışınız bu mu Hocam? Hiç sanmıyorum!(Aslında bizim “Gırgır” çizerlerinin tam da ilgilenebileceği bir konu oldu!)

Din ve vicdan özgürlüğü, insan hakları (özgürlükler) açısından insanlar istediği gibi giyinebilmeli ve ibadet etmelidirler. Dinsel ve seküler (dünyevi, yaşamsal) özgürlükler girmeye çalıştığımız AB demokrasilerinde bellidir. Türban için yeniden araştırmalar yapıp, doktora tezleri gibi tezler hazırlamamıza gerek yoktur. Dinsel ve seküler özgürlükler-eğer başka bir ajandamız yoksa-Avrupa’da insan hakları, laiklik, demokrasi açısından nasılsa bizde de öyle olmalıdır.[Bugün itibariyle AB kriterlerine dayanan Avrupa tipi demokrasisinden (buna “demokratik cumhuriyet” de diyebiliriz) daha iyi bir sistem bulamadığımızdan örnek alacağımız farklı bir rejim türü bulunmamaktadır. Sistemler (rejimler) değişmez tanrı sözleri değildir. Yarın daha yararlısını ve ilerisini bulduğumuzda eskisinden vazgeçebiliriz ya da değiştirebiliriz.]Memleketin manzaralarından türban (başörtüsü) meselesine-yine-dönmek istiyorum: Alman Cumhurbaşkanı’nı karşılama töreninde asker, Cumhurbaşkanımızın eşinin önünde esas duruşa geçti. Ona serbest ve dokunulmaz olan bir giyimi fakir fukaranın kızlarına yasaklamanın bir insaf ölçüsünü bulamazsınız!