29 Kasım 2010 Pazartesi

CHP VE SEÇİM İTTİFAKLARI-2


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Bana göre ittifak; devletlerin, toplumların, halkların, kişilerin veya kurumların siyasi, etnik ve inanç gibi temel farklılıklarını korumak kaydıyla, karşıtlarına karşı ortak paydalarda bir araya gelerek güç birliğini yapmaktır. İnsanları cephelere bölmek değil, tam tersine karşılıklı birleştirmektir. Bu ittifaklar kimi zaman ilkesel ve kimi zaman da taktiksel olarak yapılabilir.

Gerek yer altı-üstü gibi ekonomik zenginliklerin paylaşımında, gerekse siyasi ve ideolojik çatışmalarda bu tür ittifakların yapıldığı çokça görülmüştür. Başta ABD ve AB olmak üzere, Ortadoğu’da ve Dünya’nın bir çok ülkesinde bu tür taktiksel ittifaklar yapılmıştır ve hala da yapılmaktadır. Dolayısıyla, Dünya’da oluşan ekonomik, sosyal ve siyasal dengelerin Türkiye iç siyasetine yansıması olarak değerlendirebiliriz.

Başta Kemalist CHP’liler olmak üzere, bir çok solcu hatta kendilerine devrimci ve sosyalist diyen bazı kişiler ve gruplar AKParti iktidarına karşı geçmişte İran’da yaşanan hep TUDEH örneğini verirler. İran’da Humeyni iktidarı ele geçirdikten sonra komünistleri ve solcuları nasıl yok ettiklerini anlatır dururlar.

Öyle ise, CHP neden sol partilerle ve kürt muhalefetiyle ittifak yapmaktan kaçınıyor? Eğer BDP ve diğer kürt siyaset kurumları tarafından “Sen benimle diyalog ve ittifak içine girmezsen, ben de başkalarıyla diyaloga ve ittifaklara girerim. Hatta gerekirse Şeytanla bile seçim sabahına kadar taktiksel olarak ittifaklar yapabilirim.” Derlerse ve sen de bu gerçeği görmezden gelirsen, artık bir daha İran örneğini veremezsin.

CHP’ye genel başkan olduktan bu güne kadar Alevi ve Kürt sözcüklerini ağzına almaktan çekindiği için fıtık olmasına rağmen yine de CHP’nin bu gün yakaladığı Kılıçdaroğlu avantajını kullanarak kürt muhalefeti ve diğer soldaki siyasi örgütlerle bu seçimde ittifak yapabilme olanağı vardır. Geçenlerde bu makaledeki gibi “CHP VE SEÇİM İTTİFAKLARI” başlığıyla bir makale daha yazmıştım. Başta AKPartililer olmak üzere, hem CHP’lilerden, hem solculardan, hem Kürtlerden ve hem de bazı arkadaşlarımdan çok sayıda tepki aldım.

Halbuki, ben o makaleyi yazdıktan birkaç gün sonra CHP içinde bir Ö.Sav operasyonu yapıldı ve akabinde BDP Eş Başkanı Sayın Selahattin Demirtaş’ın da benim görüşlerimin paralelinde bir açıklaması oldu. Bu çevreler aynı tepkiyi Sayın Demirtaş’a da gösterdiler.

Şimdi denebilir ki; “Yahu CHP zaten devlet partisi olup, kendisi de bir diktatörlüktür, bunlarla nasıl ittifak yapılır ki?” Soruda bir haklılık payı olmakla birlikte, bu tür ittifakların ilkesel değil, taktiksel olduğu bilinmelidir.

Belli ki, bazı güç odakları tarafından önümüzdeki milletvekili seçimlerinde bir CHP–MHP koalisyonu oluşturmaya çalışıyor. Halbuki bunun yerine CHP ve BDP ile diğer sol gruplarla bir koalisyon olsa Türkiye için daha sağlıklı olmaz mı? Böylesi bir öneriye bu kadar çok tepki gösterilmesini hala anlamış değilim.

Benim yaptığım biraz şu Bektaşi fıkrasına benziyor. Aklımda kaldığı kadarıyla fıkra şöyleydi;
Bektaşi ile arkadaşı Ramazan Ay’ında yemek yerken Osmanlı zaptiyeleri tarafindan yakalanır ve ikisi de kadıya götürülürler. Kadı Bektaşi’nin arkadaşına sorar:
-Bu mübarek ramazan gününde alenen yemek yemeye utanmıyor musun? Cezası yüz sopadır. Ceza uygulansın…
Adam boynu bükük bir şekilde kadıya yalvarması-yakarması sonuç vermez. Kadı bu defa Bektaşi’ye döner:
-Ya sen? Bre zındıklar! Bu mübarek günde günah işlemeye nasıl cesaret edersiniz?
Bektaşi:
-Kadı Efendi, ben hırıstiyanım, benim dinimde ramazan orucu tutma zorunluluğu yok. Bektaşi’nin bu cevabı karşısında,

Kadı:
-Bre zındık! Gel Müslüman ol, Hak yolunu seç.

Bektaşi:
- Ben sizin dininizi çok beğendim, Müslüman olmak istiyorum ama bir şartım var. Müslüman olursam bu arkadaşımı serbest bırakır mısınız?
Bir Hıristiyan’ı Müslüman yapmanın sevabını kazandığını düşünen kadı, Bektaşi’nin bu teklifini kabul eder.

-Mademki Müslüman olmayı seçtin o zaman hemen kelime-i şahadet getir.

Bektaşi kelime-i şahadet getirir ve arkadaşını karakoldan alır, kadının yanından ayrılırlar.

Mahkemeden dışarıya çıkarken arkadaşı Bektaşi’ye şöyle bir sitemde bulnur:
-"yahu ben hristiyanim demeye dilin nasıl vardı? Niye yalan söyledin. Cehennem’de cayır cayır yanarsın"

Bektaşi:
-“Sesini çıkarma! Hıristiyan oldum kendimi kurtardım, Müslüman oldum seni kurtardım. Daha ne istiyorsun?”

Hem İsa’ya-Musa’ya ve hem de Ali’ye-Muhammed’e yaranmak çok zordur. Nedense ben hep zoru seçiyorum. Önemli olan zoru başarmak değil midir? Ben de öyle yapıyorum zaten. Gelen eleştirilerin hakaret ve tehdit içermemesi kaydıyla, hepsinin başımın üzerinde yeri vardır.

NOT: Tunceli C. Savcılığı “TUNCELİ C. SAVCILIĞI’NIN HAKKIMDA AÇTIĞI SORUŞTURMALAR” başlıklı makalemden dolayı yeni bir soruşturma daha başlattı. İlgili karakola çağrılarak ifadem alındı.
-------------
Web adresleri: http://www.gomanweb.com/

26 Kasım 2010 Cuma

SEMPATİK FAŞİSTLER(!)



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Madem bu kalemi elimize almışız ve kendimize “yazar” diyoruz, o halde bazılarının hoşuna gitmese de-bu kendimiz ya da çok yakınımız da olsa-doğruları söylemeliyiz. Eğer doğruları söylemesek veya gizlersek, bu bizim doğru insan olmadığımızı gösterir. Kıvrak, yalancı, ikiyüzlü; adamına göre, duruma göre, çıkara göre görüş belirten kişiliksiz bir insan oluruz. Topluma ve insanlığa karşı görevleri olan bir yazarın satılık bir kalem olmaması gerektiğini söylemek istiyorum. Gerçekleri söylememek-bazen-bir ırkın kanına tükürecek kadar kanıtlar taşıyabilir. Bu nedenledir ki benim bu yazımı okuyanların bu söylediklerimi (sözlerimi) dikkate almasını isterim. Bu yazım herhangi bir dini, ırkı, mezhebi, dili, siyasi düşünceyi veya kişileri övmesi ya da kötülemesi olarak algılanmamalıdır. Söyleyeceğim odur ki gerçekleri, doğruları söylemek, adaletli, tarafsız (objektif) davranmak “doğru insan” demektir. Bu insan adaletlidir, insaflıdır; öpülesi bir insandır. Gerçekleri, doğruları, iyi(lik)leri bilerek reddeden, çarpıtan, kabul etmeyen biri “kötü insan”dır. Bu insan zevkleri için bütün dünyayı yakabilir. Kutsal kitaplarda anlatılan iblisi andırır. Doğruları, gerçekleri, iyi(lik)leri bildiği halde-çıkarına, yerine, zamanına göre-reddeden, kıvırtan birine de “kaypak” denir. Bu kimse “güvenilmez” olarak tanınır.

Bütün bu sözler Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Sosyalist Enternasyonal toplantıları için-bulunduğu Paris’te-Saddam Hüseyin’in yardımcısı (sağ kolu) Tarık Aziz için söylediği sözler için aklıma geldi. “Tarık Aziz’in idam emrini imzalamayacağım, çünkü ben bir sosyalistim. Dahası ona sempati duyuyorum, o bir Iraklı Hıristiyan. Ayrıca o yetmişin üzerinde yaşlı bir adam.” Evet, bu sözleri sırf Tarık Aziz’in idamına gücü yetmediği için Celal Talabani söylemiştir, sosyalist mosyalist olduğu için değil. Çünkü sosyalist biri faşist Saddam’ın faşist yardımcısı için böyle tuhaf sözler kullanmaz. Aslında büyük bir mal varlığı (özel mülkiyeti) olan biri, bir Irak Cumhurbaşkanı sosyalist olamaz ama sosyalistlik oyunu (nostaljisi) oynayabilir, ona da kimse karışamaz! ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Irak’ta yapılan tüm uygulamaları kabul eden biri değilim. Bir yazar olarak-aydın ya da entelektüel dahi demek istemiyorum-idam cezasına karşıyım. Ve daima da karşı oldum. Ancak benim burada söylemek istediğim binlerce Kürt’ün, Şii’nin, Türkmen’in, Arap’ın katili faşist Saddam Hüseyin ve avenesinin [yardımcısı Taha Yasin Ramazan, kardeşi Barzan, yeğeni (kuzeni?) Kimyasal Ali gibilerinin] idamını gözünü kırpmadan imzalayan Talabani’nin sadece Tarık Aziz’in fermanı karşısında sosyalistliğinin tutmasıdır!

Celal Talabani’nin Kürtlük ve ülkesi Kürdistan davası uğruna yaptıklarını takdir eden biriyim. Zaten bu mücadele ve başarısından dolayıdır ki bugün Cumhurbaşkanı’dır ve Kürtlerin güvencesidir. Ancak bizim eleştirdiğimiz konu başka bir durumdur. Ne yani, cellât Saddam ve avenesi sırf Müslüman oldukları için mi (yani onları koruyacak süper bir İslam ülkesi ve kuvveti olmadığı için mi?) idam edildiler? Celal Talabani bu yüzden mi-korkusuzca-idamları onayladı? Uluslar arası af örgütlerinin çabalarına karşın onlar idam edilmişti[ Baas partililerine ve sivil yakınlarına (eş ve çocuklarına) yapılan operasyonları (infazları) da dikkate almamız gerekir]. Acaba Tarık Aziz’in, ABD ajanı ve Hıristiyan olması ona ayrıcalık mı ver(d)iyor? Avrupa ülkeleri, ABD istemediği için mi Celal Talabani bu idamı onaylamıyor? Yani emperyalist ülkeler ve emperyalizm karşısında Talabani’nin sosyalistliği bu mu?

Seri katil, tecavüzcü, insanlık suçu işlemiş Hitler’ci soykırımcılar dâhil tüm suçlular idam edilmemelidir. Çünkü Allah’ın verdiği canı yalnız Allah almalıdır. Bu katiller ölünceye kadar (hiçbir af kanunundan yararlanmamak koşuluyla) kodeste ölümü beklemelidirler. Benim görüşüm budur. Talabani ile ilgili söylediklerim söyledikleri ile ilgilidir. Pan Arabist, aşırı milliyetçi Baas Partisi’nin önemli bir lideri ve katliam emirlerinde Saddam’la suç ortaklığı olan Tarık Aziz’i din, yaş, sempati duyma, sosyalizm gibi bahanelerle diğer faşist suç ortaklarından ayrı tutmasıdır! İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve ABD’den korktuğum için onu idam edemiyorum, diyememesidir. Keşke, artık nedamet ettim, bundan böyle ülkemde insan hakları, demokrasi değerlerinin inşası nedeniyle idam (cezası) uygulanmayacaktır, deseydi! Biz de binlerce Kürt’ün katili Saddam Hüseyin’i Tarık Aziz’le kıyaslamasaydık!

19 Kasım 2010 Cuma

HIRSIZ VE YALANCI




İdil’de bir Müslüman Hıristiyanların evine hırsızlığa girmiş.(İdil uzun bir süre Mardin’in ilçesi olarak kaldı. Bugünlerde ise Şırnak’a bağlı bir ilçedir.)Onu bahçede yakalamışlar ve kaçmasın diye de elini kolunu bağlamışlar. “Buna bir ceza verelim!” demişler. “Bunu serbest bırakırsak bizi mahveder!” demiş içlerinden biri. Sonra da kendi aralarında cezasını belirlemeye çalışmışlar. “Bir ayağını keselim!” “Olmaz!” “Neden?” “Ayağını kessen de topal topal hırsızlık yapar!” “O halde bir kolunu keselim!” “Yine de tek kolla hırsızlık yapar!” “Tek gözünü çıkaralım! Kör haliyle de hırsızlık yapacak değil ya!” “Yine de yapar bu adi herif!” Böylece öneriler tek tek sıralanırken biri müdahale etmiş. “Patrik’i bekleyelim!”Oradakiler, “Doğru!” demişler. “En iyisi, cezasını o versin!”

O zamanlar İdil’de Hıristiyanlık güçlüdür ve yaşlı bir rahip (belki de papaz?) patrikliğe vekâlet ediyor(muş). Çok geçmeden elindeki asasıyla olay yerine gelmiş. Olanları anlatmışlar. Patrik, “Cezasını ben veririm,” demiş. Elindeki asayla (Papaz Değneği’yle ) bağlı haldeki hırsızın karnına üç defa-bıçak saplayıp çıkarır gibi-sert şekilde dürtmüş. Patrik, değneği her dürtüp çekmesinde Kürtçe “Dizo!” diye bağırmış.(“Diz”, Kürtçe hırsız anlamına gelir. “Dizo” da-“hırsızo” gibi-hırsız anlamına gelir ama daha da aşağılayıcı ve küçültücü bir anlam taşır.)Bu enstantanede patrik bir kez “Dizo! Dizo! Diz!/Hırsız! Hırsız! Hırsız!” diye bağırmış olmuş(dikkat edilirse üçüncü darbede (üçüncü tekrarda yani sonda) patriğin “dizo” yerine “diz” kelimesini kullanması kendi üslubundan olsa gerek!) “Şimdi bırakın gitsin!” demiş patrik. Hıristiyanlar şaşırmışlar. “Efendim bu nasıl cezadır ki?” “Böyle ceza mı olur?” “Siz sadece ona asayla üç defa dürttünüz.” “Ve her dürttüğünüzde ‘Hırsız!’ diye bağırdınız!” “Vallahi bırakırsak yine hırsızlığımızı yapacak!” Patrik soğukkanlılıkla dinledikten sonra yine aynı tavrı göstermiş. “Bırakın gitsin!” Biraz sustuktan sorma devam etmiş. “Bu adamın içinde bir parça namus varsa-burnu biraz kızarmışsa!-benim bu davranışımın karşısında bir daha hırsızlık yapmayacaktır. Eğer bu adamda onur, şeref denen şey yoksa-siz onu öldürmedikçe!-ne yaparsanız yapın hırsızlık edecektir!” Ve adamı bırakmışlar.

Bizim ülkemiz böyle olmuş işte: Tıpkı patriğin asası gibi etkileyici araçlara gereksinimi var gibidir. Yalanın bini bir para! “Hak ve özgürlükler!” “İnsan hakları!” “Eşit yurttaş!” “Kadın kotası!” “AB!” “ABD!” “Başörtüsüne özgürlük!” “Dünyanın en gelişmiş on ülkesinden biriyiz!” “Basın özgürlüğü!” “İşkence mi?” “Gözü bağlı adalet!” “Demokrasi!” “Günah! Sevap!” Ve daha nice haykırmalar. Dilin kemiği ve yüzün astarı yok-konuş konuşabildiğin kadar! Nutuk at atabildiğin kadar! Gerçekten utandığımız bir değer kalmış mıdır? Yalandan dolandan utanıyor muyuz? Yoksa kanıksadık mı? Namustan bahsederken, kendimiz ve ailemiz bunu uyguluyor mu? Bir utancımız kalmış mıdır? “Hırsız! Hırsız! Hırsız!” sözünden papaz değneğinin darbelerini hisseder miyiz acaba?

Kendi yerleştirdiğimiz mayınlar üzerinden kendi çocuklarımızı geçiririz. Biz öyle bir komutanız işte! Kendi çocuğumuzu dağa yollamadığımız halde hep yıllarca dağ edebiyatı yaptık! Bunu öyle bir becerdik ki yıllarca milletvekili ve belediye başkanı olduk! Yalandan yazar olduk! Tek satır edebiyat yapacak halimiz yoktu oysa! Üstüne üstlük yazarlığımızı siyasette kullandık! Beş para etmez-çalıntı kitaplarımızla-tv ekranlarının müdavimleri olduk. Hem Müslüman’ız, hem lâikiz, hem Ermeni’yiz, hem Kürt’üz, hem Türk’üz! Neye oynarsan varız, aslında biz demokratız(!) Barış yanlısı olduk. Uslanmış bir general emeklisi olduk. Tv’lerde uzman nutukları çektik. Öyle yola gelmiş, olgunlaşmış akil adam olduk ki, eski faşistliğimizi, komünistliğimizi, yobazlığımızı unutturduk. Yalan bir ülkenin yalandan kahramanları olduk. Zenginleştikçe fakir edebiyatı yaptık! En büyük devrimci biziz! En büyük adam! Aziz! Peygamber!

18 Kasım 2010 Perşembe

Gurbette Bile Gökyüzü Varmış… Paris…


Adil Okay
adilokay@hotmail.fr


“Paris deyip geçmemeli yine de: Haindir bu kent. Başkent. Tarihin hazırladığı son şakadır belki. (…) Paris bıçak sırtı bir kenttir. Burada umut hüzün içindedir, hüzün umut içinde. Ölümlü/ölümcül aylaklıktır Paris. Paris’i ışıklandıranlar sadece Parisliler değildir; sadece Fransızlar değildir. Birçok yabancı göçmen, gönüllü veya gönülsüz sürgünün de bu işte/ eylemde payı vardır. Paris gurbette yaşamanın Türkçesidir. Bu kent ister başkent olsun, ister isyanların doğduğu ve hedefine asla ulaşamadan tarihe karıştığı isyankent olsun, hiç fark etmez gurbettesinizdir. Ve sıla hasreti dayatır. Ama canınızı sıkmaya değmez. Çünkü bir sanatçımız kopar gelir oralardan. Ve ‘lambasını’ asar gökyüzümüze ve o zaman işte sadece o zaman fark ederiz ki bu mekanda da bir gökyüzü varmış. Ve işte deriz: Sıla gurbete gelmiş, ‘misafir’ bile olsa…” M. Şehmus Güzel. ‘gurbette bile gökyüzü varmış’

Paris bizim için gurbettir. Biz göçmen emekçiler, biz siyasi mülteciler, biz yabancı öğrenciler için gurbet. Fransa’nın başkenti, Avrupa’nın sanat ve kültür merkezlerinden biri olan bu kentte, Fransız eş-dost-sevgili edinip kök saldığımızı, dolayısıyla artık ‘buralı’ olduğumuzu düşündüğümüz dönemlerde bile, gün gelmiş bir bakışla, gün gelmiş bir Fransız ‘kafesinde’ masamıza ‘bakılmayarak’ bize ‘yabancı-öteki’ olduğumuz anımsatılmıştır. Kimi zaman da rutin bir bilet kontrolünde yüzlerce kumral-sarışın arasından sadece saçı siyahlara bilet sorulması canımızı sıkmıştır. Ama her şeye karşın Paris’in suyunu içen ‘yabancılar’ Paris’ten vazge-çememiştir. Yasağı kalktığı halde ülkeye dönmeyen siyasi mülteciler, emekli oldukları, çocukları büyüdüğü halde bu kez sağlık sorunlarını bahane edip kalan göçmen emekçiler, bursu-eğitimi bittiği halde, aç susuz yaşamayı ülkeye dönmeye tercih eden öğrenciler, hepsinin bir ayağı gitmiş, diğeri geri dönmüştür. Kesin dönüş yapanların büyük çoğunluğu bu kez kendi ülkelerinde ‘öteki’ olduklarını hissetmiş, yeni yaşama adapte olamamış, Paris’i unutamamış, geri dönmüşlerdir.

Paris: ‘İnsan makinesi’
Nasıl unutsunlar ki, bu kentte, bu kocaman ‘insan makinesi’nde yok yok. Her yaşa, her kültüre uygun cümbüş var. Bu kentte bir kısa günde dünya kadar kültürel faaliyet yapılıyor: Kolokyumlar, sergiler, okuma günleri, imza günleri, opera, tiyatro, dans gösterileri, konserler, yüzlerce sinemada yüzlerce film ve daha bir dizi eylem. İşçilerin, emekçilerin, emeklilerin, işsizlerin, ‘kâğıtsız yabancıların’, öğrencilerin, eşcinsellerin, feministlerin gösteri ve yürüyüşleri bile kimi zaman kültürel bir havaya bürünebiliyor. Hele hiç ummadığınız bir anda, bir metro istasyonunda ya da sokakta karşınıza çıkan müzisyenler sizi bedava müzik ziyafetine davet ediyor. Uzatılan şapkaya beş on kuruş atmanız yeterli. O da yoksa bir gülümseme…

Paris’te ‘bizimkiler’
Evet, bu büyük kültürel kaynaşma içinde ‘bizimkilerin’ de rol aldığı olabiliyor: Bazen ‘asıl oğlan-asıl kız’ olarak, bazen de ikinci, üçüncü rollerde. Ama ‘bizimkiler’de oyunun içindeler. Bilim kadın ve adamlarımız kolokyumlarda madara olabilirler –bilimsel toplantı davetlerine sadece bedava turistik seyahat olarak yaklaşan, ön hazırlık yapmayan ya da kapasitesi unvanıyla çelişen kimi torpilli YÖK memurları gibi-. Ama bir İlbey Ortaylı veya Mete Tuncay gibi işinin ehlileri gelmişse, dinleyenler, Fransız ve-veya Türkiyeliler (aynı görüşte olmasalar bile) keyif alırlar.

Yazarlarımız kitap dünyasında da tanınıyorlar. Orhan Pamuk Nobel ödülünü aldı ama pek satmıyor. Fransa’daki kitapseverler bu kadar genç yaşta bir ‘Türk’ün böylesine önemli bir ödülü almasını pek hazmedemediler. Sevinenler, olumlayanlar da var elbette. Ferit Edgü’nün ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ini çevirten ve yayınlayan bu ara yazarın bütün kitaplarının yayın hakkını alan yayınevi, ilk kitabın satmaması üzerine diğerlerini yayınlamadı. Ama İnci Aral, Sevim Burak (fazla satmasa da) çok tutuluyor. Tarkan’ı büyük reklamlar sonucu varoş çocukları dinlemişti. Şimdi unutuldu. Fazıl Say’ı da elit bir kesim tanıyor. Paris’te Arif Sağ’ın, Sabahat Akkiraz’ın, Fazıl Say’ın konserlerine gittiğimde salonun yarısından çoğunun Fransız olduğunu görmüştüm. Nuri Bilge Ceylan’ın bol ödüllü filmi ‘Uzak’ı izlediğim salonu da Fransızlar doldurmuştu. Ancak yine de bu isimler ortalama Fransızlara aşina değil. Yaşar Kemal ne yazarsa yazsın çevriliyor ve satılıyor. Yılmaz Güney belgeselleri TV’de hâlâ ilgi çekiyor, Nazım Hikmet’in şiirlerini metro istasyonlarında görmek olası.

Paris’te yaşayan Türkiyeli sanatçılar
Paris’te yaşayan ressamlarımız saymakla bitmez. En başta rahmetli Fikret Mualla ve Abidin Dino. Tanrılar uzun ömür versin yaşlı kuşaktan Remzi Raşa ve diğerleri. Sonra daha gençler: 1981–1982 Lübnan’ından beri arkadaşım olan İsmail Yıldırım, Ody Saban, Ahmet Onay Akbaş ve diğerleri. Tabi sadece Paris’te yaşayanlar değil, geçerken bir sergi düzenleyenler de var: Burhan Doğançay, Hanefi Yeter, Nurtaç Özler, Gülsen Erdoğan gibi. Evet geçerken iz bırakanlar. Başka gurbetlerden ses-nefes getirenler.

Şair ve yazarlarımız da öyle. Atilla İlhan’dan, İlhan Berk’e, M. Şehmus Güzel’den Nedim Gürsel’e Paris’te bir dönem yaşamış (ve hâlâ yaşayan) şair ve yazarımız çok sayıda.
Bir de 12 Eylül darbesinden sonra Paris’te sürgün yaşayanlar var. Ataol Behramoğlu, Anka adlı iki dilli bir derginin kurulmasında önemli rol oynadı. Paris’te bir süre yaşayıp sonra Almanya’ya yerleşen yayıncı-yazar Engin Erkiner, Paris’te geçirdiği yıllarını kitaplarında anlattı. Sibel Özbudun, Nuray Bayındır ve Lokman Öğülmüş’ü unutmamalı. Sonra yine Lübnan’dan Paris’e uzanan dikenli yolları birlikte kat ettiğimiz sürgün arkadaşlarımdan yazar Temel Demirer, Mustafa Çakar ve diğerleri…
Ve Paris’te yaşayan, Paris’ten geçen, geçerken bu kentte beş-on-yirmi yıl mola veren diğer yazar ve şairlerimiz.

Tiyatro alanında Mehmet Ulusoy hem Türkiyeli tiyatrocuları hem Fransızları yetiştirdi. Işıl Kasapoğlu, Luiz Menase Mehmet Ulusoy’un izinden gittiler. Paris çocukları onların sayesinde Murathan Mungan, Sevim Burak ve daha birçok Türkiyeli yazarla tanışma ola-nağı buldular. Yine Türkiye’ye dönene kadar Paris’te üretmeye devam eden Ayşe Emel Mesci’nin devrimci tiyatrosunu ve aynı dönemde Paris’te sürgün yaşayan Mahmut Gökgöz, Semah ve diğerlerini unutmamalı…

Ya Paris’i mesken tutan müzisyenlerimiz: Dünyanın en büyük ney ustalarından Ahmet Kudsi Ergüner, eski TRT sanatçısı bağlama ustası, yüzlerce Fransız’a hocalık yapan Talip Özkan, Fransa’da, İsviçre’de düzenlediğimiz birçok kültürel faaliyete beni kırmadan özveriyle katılan Senem Diyici ve diğerleri (Ahmet Kaya’yı ne yazık ki erken kaybettik.).

Paris çok yüzlü
Paris güzel olduğu kadar ilginç bir kent. Eski ile yeninin, barokla modernin, gotikle arabeskin mükemmel bir uyumu gözlerinizi kamaştırabilir. Avrupa’da hem mimarisi, hem doğal güzelliği, hem sanatsal ve kültürel faaliyetleri, hem renkli yaşamıyla onunla boy ölçüşecek kent yok sayılabilir. (Tüm keşmekeşine, kültür ve tarih katillerinin yağmalamasına rağmen tabi ki İstanbul ve ortaçağ ile 21. yüzyılın ihtişamlı sentezi Prag, Paris’le boy ölçüşebilir.) Paris birçok büyük kent gibi çok yüzlüdür. Örneğin semt pazarlarını kapanınca gezmezseniz, çöplere atılan çürük sebze ve meyveleri toplayan yoksulları izleyemezsiniz. Metro kapanışını beklemezseniz SDF’lerin yani evsizlerin nasıl dışarı atıldığını bilemezsiniz. Bir gece Paris’in beş büyük garından birinde sabahlamazsanız, taşradan macera aramaya gelen, bir gece uyuyabilecek bir çatı katı odası, duş ve yiyecek uğruna bedenini sunan gencecik Fransız kızlarını, uyuşturucu krizine girenleri, alkol ve sidik kokan kloşarları, evsiz barksızları tanıyamazsınız. Lido gibi lüks diskoteklere, eğlence yerlerine gece yarısı uğramazsanız (paranız olduğu halde içeri alınmazsanız bile) gündüz kot pantolonla gezinip dikkat çekmeyen, gece son moda giysiler içinde lüks arabalardan inen burjuva çocuklarını seçemezsiniz.

Gitmek mi zor kalmak mı
Demem o ki Paris’in içine girmez, yeraltına inmezseniz, gözünüz mimaride, Sein köprülerinde ve-veya vitrinlerde takılı kalırsa sadece bir yüzünü ve turistleri görürsünüz. Ne çelişkileri, ne sosyal faaliyetleri, ne yetmiş iki milletin kültürünün yansımalarını görürsünüz. Ama bir süre yerleşir-eğleşirseniz hiç ummadığınız bir anda, bir Fransız radyo istasyonunda karşınıza Sait Faik çıkabilir. Bir başka gün Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve-veya Abidin Dino. İşte o zaman yerel ağızla ‘ulan’ dersiniz, ‘ben fazla Parizyen oldum. Daha fazla dönmeden, dönmeliyim İstanbula, Adana’ya, Antakya’ya. Baksanıza artık Fransızca radyo dinler, rüya görür oldum.’ Ama burada da, yani sılada, yani gurbette, yani sürgünde kırmızı şarabımızı yudumlarken Nazım Hikmet buluyor bizi. Uyandırıyor. Sein nehri boğaza ya da Seyhan’a ya da Asi nehrine dönüşüyor. M. Şehmus Güzel’in dediği gibi, başımı gökyüzüne kaldırıyorum; kimliğim, ülkem, evim gökyüzü oluyor. Evet, işte o an, ‘gurbette bile gökyüzü varmış’ diyorum. Ve sorular ardı ardına sıralanıyor. Neden en iyi ve sevilen sanatçılarımız gurbette yaşamak hatta ölmek zorunda kalıyor? Neden akşam saatlerinde sıla özlemi odalara iniyor. Neden çay - simit, balık - ekmek hâlâ aranıyor. Neden Hâlâ İstanbul’lu, Diyarbakır’lı, Adana’lı; Antakya’lı düşler görülüyor. Karabasanlarda son trene yetişmek için koşuluyor, yollar kapanıyor, uçaklar kalkmıyor. Neden insanlar küreselleşen dünyadan söz edip, aynı zamanda sınırları mayınlıyor ve birbirlerine pasaport sormaya devam ediyorlar?

NOT: Eski bir yazım – bilgiler güncellenmiştir.

14 Kasım 2010 Pazar

AHMET KAYA VE FERHAT TUNÇ‏



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) aktivistlerinden Sayın Necati Abay’ın bildirdiğine göre; 7’si yazı işleri müdürü 38 gazeteci ve yazar Kurban Bayramı’nı cezaevlerinde karşılıyorlar.

Bu utanç tablosu Türkiye’nin ne kadar demokratikleştiğini bize gösteriyor! AKParti Hükümeti’nin bu güne kadar yaptığı “Demokratik Açılımların” göz boyamaya yönelik olduğu artık herkes tarafından bilinmelidir.

Tarih boyunca özgürlükleri için ve inandığı siyasi fikirleri uğruna canını feda eden yüzlerce sanatçı, aydın ve bilim adamları olmuştur, bundan sonra da olacaktır. Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç da bu çerçevede tarihteki yerini almışlardır.

Özgürlük ve demokrasi mücadelesinin birer sembolü haline gelen Ahmet Kaya ile Ferhat Tunç’un en önemli ortak özelliği ise, demokratik mücadeleleriyle birlikte Kürt Sorununa da çok duyarlı olmalarıdır. O nedenle, bu ceberut rejim tarafından biri zorunlu sürgünde acımasızca ölüme mahkûm edildi, diğeri ise süründürülmek isteniyor.

Yıllarca emniyet-adliye koridorlarında süründürülen sevgili Ahmet Kaya’nın ölümüne bu rejim neden olmuştur. Bu gün ise, hakkında çok sayıda soruşturmalar ve davalar açmak suretiyle sevgili Ferhat Tunç’u da aynı akıbete uğratmak istiyorlar. Değerli Ferhat Tunç tüm bu baskılara karşı tıpkı Ahmet Kaya gibi dik duruşundan bir milim bile taviz vermedi ve bundan sonra da vermeyeceğine inanıyorum.

Bir makalemde; “Pirim Seyit Rıza ve Mazlum Doğan olmasaydı, belki de bu gün Dersim Kürtleri diye bir halk olmayacaktı… Pirim Seyit Rıza’ya “eşkıya”, Sevgili Mazlum Doğan’a “terörist” diyenler çok yanılıyorlar. Bu yalan ve yanlış söylemlerinden dolayı bir gün çok utanacaklardır…” dediğim için Tunceli C. Savcılığı daha önce hakkımda açtığı soruşturmaya bir yenisini daha eklemişti. Bir önceki soruşturma da bu defa mahkeme safhasına dönüştü ve 16 Aralık günü bulunduğum ildeki Asliye Ceza Mahkemesi’nde “suçu ve suçluyu övmek”ten sanık olarak savunma yapacağım.

Bu mahkemelerde; Pirim Seyit Rıza’ya ve ilkokul arkadaşım sevgili Muzlum Doğan’a layık olmaya, sevgili Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç gibi de dik duracağıma inanıyorum. Ayrıca her mahkeme sonucundaki gelişmeleri de sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Ahmet Kaya’ya çatal-bıçakla saldıranlar bu gün ne yapıyorlar Acaba? “Bu zihin tutulması içerisindeki bu kahramanlar ne yapıyorlar biliyor musunuz? Kürtçe türkülerin çaldığı her ortamda kıç kıvırıp göbek atıyorlar… O gün Ahmet Kaya’ya neden kaşık bıçak attıklarını, neden linç girişiminde bulunduklarını halen anlamış değiller… Bu gün Kürtçe türkülerin önünde göbek attıklarını da halen bilmiyorlar…” (Lokman Öğülmüş-12.11.2010 / Gomanweb)

Onuncu Yıl Marşı’nı Ahmet Kaya’ya karşı birer kahraman edasıyla okuyan tek dişli canavarlar, sözde spikerler, sanatçılar ve gazeteciler şu anda neler yaptıklarını doğrusu ben de merak ediyorum. Bu canavarların çocukları bile bunları af etmeyeceklerdir.

Önümüzdeki hafta dini inançları olanlar için Kurban Bayramı’dır. Bu tür bayramların barışa hizmet etmesini, kırgınlıkların-dargınlıkların son bulması, özür dilemeyle birbirlerini af etmeleri için çoğumuz telkinlerde bulunuyoruz. Ancak, sevgili Ahmet Kaya’ya saldıran sanatçı kılığındaki tek dişli bu canavarları af etme hissini ben duymuyorum.

Yıllardır Şafak Türküsünün melodisi cep telefonumda çalıp duruyor. Bir süre önce muayene olmak için gittiğim üniversite hastanesinin bekleme koridorunda telefonum çalarken yanımda bulunan ve hiç tanımadığım iki kişinin telefonumdan çalan melodiye mırıldanarak iştirak etmesi beni çok etkiledi. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. İşte Ahmet Kaya halk arasında bu kadar büyük bir değerdir.

16 Kasım günü ölüm yıldönümü nedeniyle “iki gözüm” sevgili Ahmet Kaya’yı bir kez daha saygıyla anıyor, hatırası önünde eğiliyorum. Sevgili Ferhat Tunç’a da özgürlük ve demokrasi mücadelesindeki başarılarının devamını diliyorum.

Her şeye rağmen, inananların Kurban Bayramı’nı kutlar, bayramların demokrasiye ve barışa vesile olmasını diler, tüm okuyuculara sevgi ve saygılarımı sunarım.

Web : http://www.gomanweb.net/

11 Kasım 2010 Perşembe

BOMBALAR PATLARKEN


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Kurnaz ve avcı bir tilki vardı. İşi gücü hile, yalan, dolan(dı)! Çöplükte gayet mutlu çöplenmekte olan horozu gözüne kestirdi. Zavallı horoz işin farkına vardı ve şans eseri karşıdaki sahneye şahit oldu: Dev gibi, kürk giymiş bir avcı ve yanında canavarı andıran(!) bir tazı. “Bunlar mutlaka tilkinin peşindeler. Baksanıza gayeleri çapul ve yağmaya benziyor!” dedi içinden. Bu korku içinde minare biçiminde bir ağaca uçup kondu ve ötmeye başladı. Hiçbir şeyden habersiz tilki bir iki denedi, olmadı, ağaca çıkmasının imkânı yoktu. Mecburi seslendi: “Hey müezzin hoca! Ne bağırıp duruyorsun? Nerdeyse namaz vakti geçecek. İn, aşağıda imamlık yapayım, beraber namazı kılalım!” Çapulcu tilkinin niyetini fark eden horoz, düşmemek için bir taraftan kanat çırparak bir aşağı bir yukarıya (tam karşıya) baktı. Avcı tilki bu hareketin korkudan kaynaklandığını anladı. “Hey müezzin efendi! Uzaklara bakarak zaman tüketme. Zamanında kılınan namaz sevaptır, in aşağı artık!” Bizimkinin her tarafını korku sardı ama nasıl olduysa da kurnazlığı tuttu: “Şu karşıdan birkaç kişi belirdi, biraz sabredersek onlarla iyi bir cemaat oluruz. Bilirsin, cemaatle namaz kılmak oldukça sünnettir!” Kurnaz tilki evhamlandı: “Şu gördüğün cemaati biraz tarif etsene?” “Kimi kürklü, kimi kepenekli, kimi börklü. Ellerinde yaylar, mızraklar, kılıçlar var! Yanlarında hançer dişli, çengel tırnaklı, ateş gözlü, kaplanları andıran canavarlar yürüyor!” Bizim kurnaz tilki hemen zavallılaştı, gelenleri padişah av alayı olarak düşündü ve aniden tabanları yağladı. Bizim horoz ardından öttü: “Hey imam efendi! Namaz kılmadan nereye böyle?”(Ne dersiniz artık bizim kurnaz tilkiye “zavallı” diyelim, değil mi ya?)Zavallı tilki kaçarken yanıt verdi: “Benim abdestim daraldı, yenilemeye gidiyorum. Siz namazı kıladurun, yetişirsem gelirim. Yetişemezsem artık kaza ederim!”

Oligarşik devlet (Osmanlı’dan beri) kurnaz tilki misali tebaaya (yurttaşa) yenilecek av gözüyle baktı. Kurulan siyasi partiler-büyük ölçüde-ilerleme ve demokrasiye katkı yapmaktan çok kâr amacı güden “şirket” görevi yaptılar.(Gerçekten de bugün büyük partiler holdinglere taş çıkartacak düzeydedir.)İktidar partileri devlet oldu. Muhalefet partileri de danışıklı dövüşlü davranan-Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız! şeklinde ifade edilecek-aynı tip partilerdi. CHP’de Yargıtay’ca da malum bir Tüzük Bombası patladı. Tüzük bombası partiyi ele geçirme savaşı olarak cereyan etti. Oysa bu tüzüğün Avrupa tipi bir sosyal demokrat parti olabilmenin önünü açmasını bekleriz. Ülkedeki sağ müteahhit düzenin yanında CHP, solun esamesinin okunduğu bir parti olmaya çalışmalıdır. Mevcut haliyle ( ırkçı, Türkçü, devletçi parti yapısıyla) nasıl bir çağdışı görünümünde olduğunu görmesi gerekir. Bizden söylemesi!

Yurttaş hak ve özgürlükleri, din ve vicdan özgürlüğü, insan hakları, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük içerikleri-demokrasi maskeli-otoriter ve totaliter devleti yöneten komprador burjuvazi, askeri ve sivil bürokrasinin menfaatleri ölçüsünde belirlendi. Kürt sorunu, feodal toprak ve aşiret ağalarına devlet tarafından toprak, para, ticaret, menfaat sunularak devlet yanlısı yurttaş(!) taktikleriyle çözüldü. Böylece Kürtlüğü yok edilmiş ve menfaat (çıkar) bağlılığını hiçbir zaman bırakmayacak bir “devlet yanlılığı” oluşturuldu. İşte oligarşik devletin stratejisi, ayrımız gayrımız yok, bir bütünüz, milli birlik ve beraberlik dediği böyle bir bağlılıktır(ilişkidir).
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kosova yolculuğu öncesi (PKK’nin seçim sonrasına kadar eylemsizliği uzatma kararıyla ilgili) yaptığı açıklamada-nihayet!-Abdullah Öcalan’la müzakere edildiğini-Öcalan, bunu müzakereye geçiş aşaması olarak niteledi ya, neyse!-kabul etti: “Geçmişten bu yana yapılmıştır, bugün de yapılır. Bunu artık müzakere veya konuşmak kanımca yanlış olur.(…)Devlet herkes ile görüşür. Niye? Netice alabilmek için. Tabii ki yapacak.(…)” Otuz yıllık savaşın tarafı (lideri) olarak Abdullah Öcalan’la görüşmenin ve kanı durdurmanın neticesini almanın doğru bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Muhalefetin-özellikle MHP’nin-ülke bölünüyor paranoyası ya da AKP’nin-salt söylem düzeyinde kalan-samimi olmayan tavrı bu sorunu çözmede engeller oluşturduğunu düşünüyorum. Hepimiz konuya insan hakları ve daha ileri bir demokrasi görüşüyle bakmalıyız. Sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik-ve en nihayet insani-bakımdan (mümkün olan) en güzel bir yaşamı hedeflememiz gerekir. Samimi ve kişisel çıkarlardan uzak bir yönetimin böylesi bir Türkiye’yi kurma şansı vardır! Yalan dolanla, samimi olmayan en demokrat söylemlerle devamlı iktidarda kalıp, özel mülkiyetlerini artırma düşüncesinde olan yöneticiler sadece emperyalistlerin çıkarlarını gözettikleri ölçüde iktidarda kalırlar. Bizim öykümüzdeki kurnaz tilki (kurnaz adam) avını yemek için imam kılığına bile girmiştir. Çünkü onun işi gücü hile, desisedir. Tebaanın da artık av olmamak için bizim horoz kadar yenileceğini kavraması gerekir. Demokratik yurttaş, özgürlükleri talep eden ve mücadele eden yurttaştır.

Taksim’deki-32 kişinin yaralandığı-(canlı bomba) intihar saldırısı, Hakkari-Geçitli Köyünde 9 kişinin havaya uçurulması ve eylemsizlik anında PKK’li 9 militanın öldürülme olaylarının-öncelikle-açığa çıkarılması gerekmektedir. Taksim’deki canlı bomba ve Geçitli Köyü eylemlerini PKK üstlenmemiştir. Mantıklı gerekçeler öne sürebilmektedir.[Taksim eylemini PKK’ye bağlı TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) üstlendi.(Çok ilginçtir ki KCK, TAK’ı kınadı.)Ölen bombacının (Vedat Acar’ın) eylemi kendi inisiyatifi ile yaptığını bildirdi. Demek ki bu, ortalıkta kontrol edilemeyen güçler var demektir. Bana “kendi inisiyatifiyle eylem yapma iradesi” çok ürkütücü geldi. Önlenmesi oldukça zor bir durum ama önlenmesi de mutlaka gereken bir durum.]Devletin bu üç olayı mutlaka aydınlatması gerekir TBMM mutlaka Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurup gerçekleri ortaya çıkarmalı ve sonuçları kamuoyuna açıklamalıdır. Kanın arkasında kim varsa-JİTEM, ERGENEKON, derin devlet, PKK-açıklanmalıdır. Unutulmasın ki “kurnaz tilki (kurnaz adam)” politikalarıyla ancak av ve avcı eylemleri sürdürülebilir, başkası değil!

5 Kasım 2010 Cuma

DELİLER, AKILLILAR, ÇOCUKLAR!




(Mardin)Derik’in dünyaca ünlü delileri oldu. Tek kelime Türkçe bilmeyen bu deliler dünyanın en komik esprilerini yaptılar. Kimisi aslında bir dervişti(Feyyo)!(Ben felsefi romanım Feyyo’nun Felsefesi’nde onu anlatmıştım.)Çocukluğumda, delilerin bolca olduğu Derik’te kafaları büyük bir yumurtadan biraz büyük iki deli tanıdım(Xeto ve Remo/Hato ve Ramo). Remo (Ramazan) şimdilerde yaşamıyor. Zaten biraz daha büyüktü. Çocuklar onlara durmadan taş atardı. Bu korkuyla ikisinin de kafası yürüyüş esnasında bir sağa bir sola dönerdi. Toplum gelişti ve olgunlaştı. Şimdi Xeto (Hatip) yaşıyor. Dünyanın en büyük esprilerini yapıyor. Kendisine ikram edilen sigaraları peş peşe içer, tükürür. Kahvede toplumla sohbet eder, hiç derdi yoktur. Sorunları sanal ve hayalidir. Dost ve düşmanları da. Eline saz verirler, hiç bilmediği halde çalar ve güzel sesiyle Kürtçe nağmeler haykırır. Devletin (ya da Belediye’nin) kendisine maaş verdiğini zanneder. Aslında insanlar öyle söylerler. “Git maaşını al, seni bekliyorlar!” dediklerinde sevinçten gözleri ışıldar, parıldar âdeta. Memur gibi bir şeydir yani. Kendini öyle bilir belki. Toprağı, malı mülkü olmayan bir Kürt’ün devlete bakış açısıdır bu. Şimdilerdeyse insanlar Xeto’ya şöyle hitap eder: “Xeto ne güzel sesin var!/Ölme Xeto, her daim yaşa!/Akıllılardan daha akıllı olan Derikli delilere kurban olayım!”Ve Derik’te bu iki kardeşin (Xeto ve Remo’nun/Hatip ve Ramazan Temel’in) heykeli dikilidir. Yerli ve yabancı turistlerin ilgi kaynağıdır. Ölmeden önce kaç kişinin heykeli dikilmiştir acaba?

FB’li Rambo(Okan Güler) Galatasaray maçı arifesinde bir polisin MP5(Akrep) silahını kaçırıp kayboldu. Hepimiz güldük, normal karşıladık! Rambo bu! Delidir, ne yapsa yeridir! Zavallı polis görevden alındı. Ve Rambo bir evin köpek kulübesinde zorla ikna edilerek yakalandı. Rambo’nun daha önce de birçok vukuatları var(dı). Yakalanmasaydı-gerçekten de(!)-Azizi Yıldırım’ı ya da Emre Belözoğlu’nu vuracak mıydı? Ya da-sıkı durun!-Şükrü Saraçoğlu Stadı’na gruplar halinde gelen Galatasaray taraftarını MP5’le tarar mıydı? Hiç sanmıyorum. Akıllı delilerin bizden akıllı olduğunu düşünüyorum. İşi deliliğe verip de beleşten yaşayanlar, infaz yapanlar var! Deli numarası yapıp defalarca (bazen cinayetleri 10’u geçer) cinayet işleyen deliler(!) görürüz. Cezai ehliyetleri yoktur! Herkesi öldürürler! Öldürürler ve içeri tıkılmazlar! Delidirler çünkü. Nedense o delilerin kendi anne babalarını ya da kardeşlerini öldürdüklerini duymadık. Hukuk ve tıp sistemimizi yok edecek kadar delidirler onlar. Helal olsun(!)

Ve Hrant Dink’in katili Ogün Samast “Taş atan çocuklar” sınıfına girdi, çocuk mahkemesinde yargılanacak. 3-4 yetişkini birden dövebilecek, adam öldüren, evli bir çocuk! Yasayı çıkaranlar düşünsün! Meselemiz bu değil: Bu tip (Rahip Santoro cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı, Hrant Dink cinayeti vb.)katiller yargılanırken onların feyz aldıkları, eğitildikleri dernekler ve siyasi partiler göz ardı edilir. Faşist, ırkçı, Türkçü siyasi parti ve derneklere bağlı bu tip insanlar (faşist asker ve polislerle birlikte) ülkede linç, yok etme, kovma, cinayet, düşmanlık tohumlarını ekerler. Bugün bu tip siyasi partiler ve dernekler ülkenin her tarafında devletin belli insanları tarafından desteklenerek faaliyet göstermektedirler. Ve bunlar-ne yazık ki-demokrasi, kardeşlik, insan hakları, Müslümanlık, Türklük, vatandaşlık, hukuk, kanun, anayasacılık gibi lafları da hiç eksik etmeden demokrat gözükmeye çalışırlar. Devlet Kürt Sorunu’na karşı kullanmak üzere bunlara destek veriyor düşüncesindeyim. Bu çok tehlikeli bir yöntemdir. Bu ülkede tüm kötülükleri çocuklar ve deliler yapmıyor!

2 Kasım 2010 Salı

CHP VE SEÇİM İTTİFAKLARI



MUSTAFA ELVEREN (EM. ÖĞRT.)
mustafaelveren@gmail.com


Son günlerde başörtüsü ya da türban meselesinin devletin en üst tepesine kadar uzanarak kamuoyunu çok yoğun bir biçimde meşgul etmiştir. Bir süre önce Türkiye’nin gündemini meşgul eden Referandumdaki evet-hayır kıskacının ruh halinden henüz kurtulmuşken bu defa Postal ile takunya arasında halk sıkışmış durumdadır.

Diğer taraftan KCK’nin “eylemsizlik kararı” biterken ve uzun süredir tutuklu bulunan BDP’li siyasetçilerin Diyarbakır’da, Silivri’de ise “Ergenekon” davası sanıklarının duruşmaları sürerken, dün meydana gelen bir bombalama olayıyla adeta Türkiye’nin gündemi terör konusuna endekslenerek değişmiş bulunmaktadır.

Bu bombalama olayının zamanlaması da yeri de çok dikkat çekicidir. Çünki, Demokratik kitle örgütlerinin sürekli toplandığı ve Türkiye barışının sağlanması için en çok barış sloganlarının atıldığı Taksim’de bu kanlı bombalama olayının meydana gelmesi düşündürücüdür.

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sistemi evrensel düzeyde demokratikleşmedikçe, ne yazık ki kanlı gündemlerden bir türlü kurtulamaz.

Bu kan gölü henüz ülkemizi boğmadan bir an önce hep birlikte resmi ideolojinin yarattığı AKParti ve onun dayandığı sisteme karşı yeni demokratik siyasi bir alan yaratmalıyız. Peki, nasıl ve kimlerle bu ittifak yapılmalıdır? Bu sorunun yanıtı bence zor değildir. Bunun tek başına mümkün olamayacağının bilinciyle hareket etmeliyiz.

Dünya’nın bu günkü ekonomik, sosyal ve politik konjonktürünü göz önüne alarak, alternatif demokratik yeni bir siyaset alanı yaratmalıyız. Öncelikle Kemalizm’i ve Cumhuriyet’i günün şartlarına göre yeniden yorumlayarak ön açıcı ortak bir yol bulunabilir. Bu çerçevede;

Demokratik kürt siyasi hareketleri başta olmak üzere, ön yargısız iyi niyetli Kemalistler, sosyal demokrat niteliğindeki siyasi oluşumlar, sosyalistler, devrimci ve demokratik sol örgütler bir araya gelerek seçim ittifakını yapabilmelidirler. BDP ile CHP’nin de bu ittifakın lokomotifleri olması gerekir. Hatta böylesi bir siyasi oluşumu “…ya hep birlikte, ya da hiç birimiz” sloganıyla bütünleştirmek mümkündür.

Ancak, İnönü’nün “Ortanın solu”, Ecevit’in, “Hakça eşit düzen” gibi göstermelik birkaç slogandan başka CHP’nin demokrasi konusunda sicili pek parlak değildir.

Eğer CHP halkla bütünleşmek istiyorsa öncelikle kendi amblemini değiştirmelidir. Resmi ideolojiyi temsil eden ancak günümüzde hiç bir anlamı kalmamış olan altı oku kaldırması gerekir. Bunun yerine demokrasiyi ve halkı simgeleyen anlamlı bir amblem yaratmalıdır. Diğer taraftan kendi içindeki statükocu kafaları da değiştirmesi çok önemlidir. Ayrıca, Kürt cephesindeki siyasi örgütlerle de ittifaklardan yana olmalıdır. Bunları sağlayabilirse, CHP tek başına iktidar olabilir.

CHP eski Genel Başkanlarından Sayın Altan Öymen döneminde bu denli bir çalışmanın yapıldığını biliyoruz. Görüşmeler tam sonuç vermek üzereyken, Baykal tarafından olağanüstü bir kurultayla alaşağı edildi. Bu defa Kemal Kılıçdaroğlu da aynı akıbete uğrayabilir.

Daha önce de biri Erdal İnönü’nün diğeri ise Murat Karayalçın’ın SHP’si ile dar çerçevede iki ittifak deneyimi yaşandı. Bu ittifakların kimisini desteklemiş, kimine karşı çıkmış ve kimisinden pişmanlık duymuş bir gözlemci olarak yine de ittifaklardan yanayım.

Bazıları şimdi “Ya sen hala CHP’den umut mu bekliyorsun?” diye sorabilirler. Hayır CHP’den umut değil, mantık yürütüyorum. Yani demokratik bir sisteme geçiş için gerekirse daha çok alternatif yaratabilmeliyiz.

Demem şu ki; “Pembe Panter Erdal”la, “Kara Murat”la ittifaklar yapıldığına göre, Kılıç Kemal ile neden yapılmasın?

“En sivri uçlar bile karşılıklı konuşsalar, birçok ortak nokta bulabilirler, birbirlerinin tahmin ettikleri kadar kötü olmadıklarını görürler.” (H. Avcı-26.09.2010 / Pazar Vatan)

Evet, bu tespite ben de katılıyorum. Yani önemli olan söyleyenin değil, içeriğidir. Örneğin, Kemalistler deseler ki; “-insanlar kapının eşiğinden geçerek içeriye girerler” Bu söylem doğru ise, tabiî ki onaylamamız gerekir. Yoksa sırf Kemalistler öyle söyledi diye “Hayır, insanlar kapıdan değil pencereden içeriye girmelidirler” gibi bazı tarikat mensuplarının durumuna düşmemeliyiz.

Beni tanıyanlar Kemalist olmadığımı bilirler. Ancak, Kemalizm’in düşmanı olmak değil, çağımıza uyarlayarak demokratikleştirilmesinden yanayım. Birlikte yaşamak için herkes kendinden fedakarlık yapmak zorundadır. Kemalistlerin, Türklerin, Kürtlerin, komünistlerin, dincilerin, dinsizlerin, diğer etnik ve inanç grupların da bu fedakarlığı yapması gerekir. Aksi halde yamalı bohça AKParti’nin altından kalkamayız.


WEB : http://www.gomanweb.net/ - http://www.gomanweb.com/