18 Kasım 2010 Perşembe

Gurbette Bile Gökyüzü Varmış… Paris…


Adil Okay
adilokay@hotmail.fr


“Paris deyip geçmemeli yine de: Haindir bu kent. Başkent. Tarihin hazırladığı son şakadır belki. (…) Paris bıçak sırtı bir kenttir. Burada umut hüzün içindedir, hüzün umut içinde. Ölümlü/ölümcül aylaklıktır Paris. Paris’i ışıklandıranlar sadece Parisliler değildir; sadece Fransızlar değildir. Birçok yabancı göçmen, gönüllü veya gönülsüz sürgünün de bu işte/ eylemde payı vardır. Paris gurbette yaşamanın Türkçesidir. Bu kent ister başkent olsun, ister isyanların doğduğu ve hedefine asla ulaşamadan tarihe karıştığı isyankent olsun, hiç fark etmez gurbettesinizdir. Ve sıla hasreti dayatır. Ama canınızı sıkmaya değmez. Çünkü bir sanatçımız kopar gelir oralardan. Ve ‘lambasını’ asar gökyüzümüze ve o zaman işte sadece o zaman fark ederiz ki bu mekanda da bir gökyüzü varmış. Ve işte deriz: Sıla gurbete gelmiş, ‘misafir’ bile olsa…” M. Şehmus Güzel. ‘gurbette bile gökyüzü varmış’

Paris bizim için gurbettir. Biz göçmen emekçiler, biz siyasi mülteciler, biz yabancı öğrenciler için gurbet. Fransa’nın başkenti, Avrupa’nın sanat ve kültür merkezlerinden biri olan bu kentte, Fransız eş-dost-sevgili edinip kök saldığımızı, dolayısıyla artık ‘buralı’ olduğumuzu düşündüğümüz dönemlerde bile, gün gelmiş bir bakışla, gün gelmiş bir Fransız ‘kafesinde’ masamıza ‘bakılmayarak’ bize ‘yabancı-öteki’ olduğumuz anımsatılmıştır. Kimi zaman da rutin bir bilet kontrolünde yüzlerce kumral-sarışın arasından sadece saçı siyahlara bilet sorulması canımızı sıkmıştır. Ama her şeye karşın Paris’in suyunu içen ‘yabancılar’ Paris’ten vazge-çememiştir. Yasağı kalktığı halde ülkeye dönmeyen siyasi mülteciler, emekli oldukları, çocukları büyüdüğü halde bu kez sağlık sorunlarını bahane edip kalan göçmen emekçiler, bursu-eğitimi bittiği halde, aç susuz yaşamayı ülkeye dönmeye tercih eden öğrenciler, hepsinin bir ayağı gitmiş, diğeri geri dönmüştür. Kesin dönüş yapanların büyük çoğunluğu bu kez kendi ülkelerinde ‘öteki’ olduklarını hissetmiş, yeni yaşama adapte olamamış, Paris’i unutamamış, geri dönmüşlerdir.

Paris: ‘İnsan makinesi’
Nasıl unutsunlar ki, bu kentte, bu kocaman ‘insan makinesi’nde yok yok. Her yaşa, her kültüre uygun cümbüş var. Bu kentte bir kısa günde dünya kadar kültürel faaliyet yapılıyor: Kolokyumlar, sergiler, okuma günleri, imza günleri, opera, tiyatro, dans gösterileri, konserler, yüzlerce sinemada yüzlerce film ve daha bir dizi eylem. İşçilerin, emekçilerin, emeklilerin, işsizlerin, ‘kâğıtsız yabancıların’, öğrencilerin, eşcinsellerin, feministlerin gösteri ve yürüyüşleri bile kimi zaman kültürel bir havaya bürünebiliyor. Hele hiç ummadığınız bir anda, bir metro istasyonunda ya da sokakta karşınıza çıkan müzisyenler sizi bedava müzik ziyafetine davet ediyor. Uzatılan şapkaya beş on kuruş atmanız yeterli. O da yoksa bir gülümseme…

Paris’te ‘bizimkiler’
Evet, bu büyük kültürel kaynaşma içinde ‘bizimkilerin’ de rol aldığı olabiliyor: Bazen ‘asıl oğlan-asıl kız’ olarak, bazen de ikinci, üçüncü rollerde. Ama ‘bizimkiler’de oyunun içindeler. Bilim kadın ve adamlarımız kolokyumlarda madara olabilirler –bilimsel toplantı davetlerine sadece bedava turistik seyahat olarak yaklaşan, ön hazırlık yapmayan ya da kapasitesi unvanıyla çelişen kimi torpilli YÖK memurları gibi-. Ama bir İlbey Ortaylı veya Mete Tuncay gibi işinin ehlileri gelmişse, dinleyenler, Fransız ve-veya Türkiyeliler (aynı görüşte olmasalar bile) keyif alırlar.

Yazarlarımız kitap dünyasında da tanınıyorlar. Orhan Pamuk Nobel ödülünü aldı ama pek satmıyor. Fransa’daki kitapseverler bu kadar genç yaşta bir ‘Türk’ün böylesine önemli bir ödülü almasını pek hazmedemediler. Sevinenler, olumlayanlar da var elbette. Ferit Edgü’nün ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ini çevirten ve yayınlayan bu ara yazarın bütün kitaplarının yayın hakkını alan yayınevi, ilk kitabın satmaması üzerine diğerlerini yayınlamadı. Ama İnci Aral, Sevim Burak (fazla satmasa da) çok tutuluyor. Tarkan’ı büyük reklamlar sonucu varoş çocukları dinlemişti. Şimdi unutuldu. Fazıl Say’ı da elit bir kesim tanıyor. Paris’te Arif Sağ’ın, Sabahat Akkiraz’ın, Fazıl Say’ın konserlerine gittiğimde salonun yarısından çoğunun Fransız olduğunu görmüştüm. Nuri Bilge Ceylan’ın bol ödüllü filmi ‘Uzak’ı izlediğim salonu da Fransızlar doldurmuştu. Ancak yine de bu isimler ortalama Fransızlara aşina değil. Yaşar Kemal ne yazarsa yazsın çevriliyor ve satılıyor. Yılmaz Güney belgeselleri TV’de hâlâ ilgi çekiyor, Nazım Hikmet’in şiirlerini metro istasyonlarında görmek olası.

Paris’te yaşayan Türkiyeli sanatçılar
Paris’te yaşayan ressamlarımız saymakla bitmez. En başta rahmetli Fikret Mualla ve Abidin Dino. Tanrılar uzun ömür versin yaşlı kuşaktan Remzi Raşa ve diğerleri. Sonra daha gençler: 1981–1982 Lübnan’ından beri arkadaşım olan İsmail Yıldırım, Ody Saban, Ahmet Onay Akbaş ve diğerleri. Tabi sadece Paris’te yaşayanlar değil, geçerken bir sergi düzenleyenler de var: Burhan Doğançay, Hanefi Yeter, Nurtaç Özler, Gülsen Erdoğan gibi. Evet geçerken iz bırakanlar. Başka gurbetlerden ses-nefes getirenler.

Şair ve yazarlarımız da öyle. Atilla İlhan’dan, İlhan Berk’e, M. Şehmus Güzel’den Nedim Gürsel’e Paris’te bir dönem yaşamış (ve hâlâ yaşayan) şair ve yazarımız çok sayıda.
Bir de 12 Eylül darbesinden sonra Paris’te sürgün yaşayanlar var. Ataol Behramoğlu, Anka adlı iki dilli bir derginin kurulmasında önemli rol oynadı. Paris’te bir süre yaşayıp sonra Almanya’ya yerleşen yayıncı-yazar Engin Erkiner, Paris’te geçirdiği yıllarını kitaplarında anlattı. Sibel Özbudun, Nuray Bayındır ve Lokman Öğülmüş’ü unutmamalı. Sonra yine Lübnan’dan Paris’e uzanan dikenli yolları birlikte kat ettiğimiz sürgün arkadaşlarımdan yazar Temel Demirer, Mustafa Çakar ve diğerleri…
Ve Paris’te yaşayan, Paris’ten geçen, geçerken bu kentte beş-on-yirmi yıl mola veren diğer yazar ve şairlerimiz.

Tiyatro alanında Mehmet Ulusoy hem Türkiyeli tiyatrocuları hem Fransızları yetiştirdi. Işıl Kasapoğlu, Luiz Menase Mehmet Ulusoy’un izinden gittiler. Paris çocukları onların sayesinde Murathan Mungan, Sevim Burak ve daha birçok Türkiyeli yazarla tanışma ola-nağı buldular. Yine Türkiye’ye dönene kadar Paris’te üretmeye devam eden Ayşe Emel Mesci’nin devrimci tiyatrosunu ve aynı dönemde Paris’te sürgün yaşayan Mahmut Gökgöz, Semah ve diğerlerini unutmamalı…

Ya Paris’i mesken tutan müzisyenlerimiz: Dünyanın en büyük ney ustalarından Ahmet Kudsi Ergüner, eski TRT sanatçısı bağlama ustası, yüzlerce Fransız’a hocalık yapan Talip Özkan, Fransa’da, İsviçre’de düzenlediğimiz birçok kültürel faaliyete beni kırmadan özveriyle katılan Senem Diyici ve diğerleri (Ahmet Kaya’yı ne yazık ki erken kaybettik.).

Paris çok yüzlü
Paris güzel olduğu kadar ilginç bir kent. Eski ile yeninin, barokla modernin, gotikle arabeskin mükemmel bir uyumu gözlerinizi kamaştırabilir. Avrupa’da hem mimarisi, hem doğal güzelliği, hem sanatsal ve kültürel faaliyetleri, hem renkli yaşamıyla onunla boy ölçüşecek kent yok sayılabilir. (Tüm keşmekeşine, kültür ve tarih katillerinin yağmalamasına rağmen tabi ki İstanbul ve ortaçağ ile 21. yüzyılın ihtişamlı sentezi Prag, Paris’le boy ölçüşebilir.) Paris birçok büyük kent gibi çok yüzlüdür. Örneğin semt pazarlarını kapanınca gezmezseniz, çöplere atılan çürük sebze ve meyveleri toplayan yoksulları izleyemezsiniz. Metro kapanışını beklemezseniz SDF’lerin yani evsizlerin nasıl dışarı atıldığını bilemezsiniz. Bir gece Paris’in beş büyük garından birinde sabahlamazsanız, taşradan macera aramaya gelen, bir gece uyuyabilecek bir çatı katı odası, duş ve yiyecek uğruna bedenini sunan gencecik Fransız kızlarını, uyuşturucu krizine girenleri, alkol ve sidik kokan kloşarları, evsiz barksızları tanıyamazsınız. Lido gibi lüks diskoteklere, eğlence yerlerine gece yarısı uğramazsanız (paranız olduğu halde içeri alınmazsanız bile) gündüz kot pantolonla gezinip dikkat çekmeyen, gece son moda giysiler içinde lüks arabalardan inen burjuva çocuklarını seçemezsiniz.

Gitmek mi zor kalmak mı
Demem o ki Paris’in içine girmez, yeraltına inmezseniz, gözünüz mimaride, Sein köprülerinde ve-veya vitrinlerde takılı kalırsa sadece bir yüzünü ve turistleri görürsünüz. Ne çelişkileri, ne sosyal faaliyetleri, ne yetmiş iki milletin kültürünün yansımalarını görürsünüz. Ama bir süre yerleşir-eğleşirseniz hiç ummadığınız bir anda, bir Fransız radyo istasyonunda karşınıza Sait Faik çıkabilir. Bir başka gün Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve-veya Abidin Dino. İşte o zaman yerel ağızla ‘ulan’ dersiniz, ‘ben fazla Parizyen oldum. Daha fazla dönmeden, dönmeliyim İstanbula, Adana’ya, Antakya’ya. Baksanıza artık Fransızca radyo dinler, rüya görür oldum.’ Ama burada da, yani sılada, yani gurbette, yani sürgünde kırmızı şarabımızı yudumlarken Nazım Hikmet buluyor bizi. Uyandırıyor. Sein nehri boğaza ya da Seyhan’a ya da Asi nehrine dönüşüyor. M. Şehmus Güzel’in dediği gibi, başımı gökyüzüne kaldırıyorum; kimliğim, ülkem, evim gökyüzü oluyor. Evet, işte o an, ‘gurbette bile gökyüzü varmış’ diyorum. Ve sorular ardı ardına sıralanıyor. Neden en iyi ve sevilen sanatçılarımız gurbette yaşamak hatta ölmek zorunda kalıyor? Neden akşam saatlerinde sıla özlemi odalara iniyor. Neden çay - simit, balık - ekmek hâlâ aranıyor. Neden Hâlâ İstanbul’lu, Diyarbakır’lı, Adana’lı; Antakya’lı düşler görülüyor. Karabasanlarda son trene yetişmek için koşuluyor, yollar kapanıyor, uçaklar kalkmıyor. Neden insanlar küreselleşen dünyadan söz edip, aynı zamanda sınırları mayınlıyor ve birbirlerine pasaport sormaya devam ediyorlar?

NOT: Eski bir yazım – bilgiler güncellenmiştir.

Hiç yorum yok: