5 Aralık 2015 Cumartesi

Yazar Bülent Tekin: İçişleri Bakanı istifa etmelidir!



CIHAN  | DİYARBAKIR - 04.12.2015 11:00:37

Yazar Bülent Tekin, Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmesinde ihmali olan herkesin görevden alınması gerektiğini savundu. Tekin, “Etkili ve bağımsız bir soruşturma yapılmalı, ihmali olan herkes görevden alınmalı. İçişleri Bakanı istifa etmeli ya da görevden alınmalıdır.” dedi.

Yazar Bülent Tekin, yaptığı yazılı açıklamada Elçi gibi bir Kürt aydınının öldürülmesinin üzüntüsünü yaşadığını belirtti. Tekin, Elçi gibi değerli bir hukukçu, insan hakları savunucunun Türkiye’de yaşayan herkes için büyük bir kayıp olduğuna dikkat çekerken, şunları kaydetti: “Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’ye yapılan menfur saldırıyı nefretle kınıyorum. Allah’tan rahmet diliyor, ailesi ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Hepimizin çok üzgünüz. Tahir Elçi’nin ölümüyle ilgili Diyarbakır Valisi ve Emniyet Müdürü'nün derhal açığa alınması gerekir. İçişleri Bakanı istifa etmeli ya da görevden alınmalıdır. Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı bu olayı bağımsız, tarafsız ve adalet ilkeleri doğrultusunda soruşturmalıdır. Bu cinayet öylesine bir cinayet değildir, devlet burada oldukça şüpheli durumdadır. Bu konu tek taraflı değil çok boyutuyla sorgulanmalıdır.”



28 Kasım 2015 Cumartesi

TAHİR ELÇİ’YE YAPILAN MENFUR SALDIRI!





Bülent Tekin

Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’ye yapılan menfur saldırıyı nefretle kınıyorum.Allah’tan rahmet diliyor,ailesi ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.Hepimizin çok üzgünüz.Tahir Elçi’nin ölümüyle ilgili Diyarbakır Valisi ve Emniyet Müdürünün derhal açığa alınması gerekir.İçişleri Bakanı istifa etmeli ya da görevden alınmalıdır. Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı bu olayı bağımsız,tarafsız ve adalet ilkeleri doğrultusunda soruşturmalıdır.Bu cinayet öylesine bir cinayet değildir,devlet burada oldukça şüpheli durumdadır.Bu konu tek taraflı değil çok boyutuyla sorgulanmalıdır.




10 Ekim 2015 Cumartesi

CHE Yaşıyor!





Faiz Cebiroğlu

Ernesto Che Guevara, öldürülüşün 48. yılında, dünyanın hertarafında  çeşitli etkinliklerle  anılıyor. Latin-Amerika ve tüm dünyada,  bu  Arjantinli efsaneli devrimci adına konferans, film, müzik v.b faaliyetler düzenleniyor.

Ernesto Guevara, 14 Haziran 1928 yılında Arjantin’de doğdu. Marxist devrimci, doktor, yazar, gerille lideri, diplomat ve askeri teorisyendi.
Asıl adı, Ernesto Rafael Guevara de la Serna’dır. ”Che” adına daha sonra eklendi. Che, İspanyolcada, ”arkadaş” demektir. Ernesto, diyaloglarında, konuştuğu kimselerle, cümlesini, her zaman ”Che”yle bitirirdi. Bunun için, ona Ernesto ”Che” Guevara dendi.

1954 yılında Guatemala’da, Kübalı devrimcilerle tanışan Che, Guatemala’nın Amerika tarafından işgal edilmesinden sonra, Kübalı yoldaşları ile Meksika’ya geçti. Burada ilk kez, 1955 yazında Fidel Castro’yla tanıştı. Fidel Castro ve arkadaşlarıyla birlikte Batista diktatörlügün devrilmesinde  öncü rol oynadı. 1 Ocak 1959 Küba devriminden sonra, Che 1966 yılında, ”her devrimcinin görevi devrim yapmaktır” şiarıyla Bolivya’ya devrim yapmaya gitti. 8 Ekim 1967 yılında CIA’nin yardımıyla Bolivya ormanlarında esir alınan Che, 9 Ekim 1967’de Bolivya ordusu tarafından kurşuna dizilerek öldürülmüştü.

Che, fiziki olarak oratadan kaldırıldı ama onun devrimci aşkı gönüllere taht kurdu.

Öldürülüşünün 48. yılında başta Latin – Amerika ve tüm dünyada başlatılan anmalar ve onun efsane devrimciliğine gösterilen ilgi, Che’nin ölmediğini gösteriyor.

Che yaşıyor!     

15 Eylül 2015 Salı

Yağma savaşını durdurunuz!




Faiz Cebiroğlu


Yeter artık, Suriye'ye dayattığınız, yağma savaşını durdurunuz!

2011 yılından bu yana yüzbinlerce Suriyeliyi öldürttünüz! 4 milyona yakın Suriyeli ülkesinden zorla, el-diyarlarında, mülteci duruma düşürüldü. 7 milyon Suriyeli, kendi ülkesinde mülteci durumundadır. Bunlar yetmedi mi? Bunları yapmakla, Suriye'yi yakıp/yıkmaktan başka ne elde ettiniz? Bu yolla, Suriyelilere karşı başlattığınız insani kıyım ile, Suriye devleti ve yönetimi çöker mi? Çökmediği açıktır. Suriye, çökmez. Suriye, diz çökmeyecektir!

Bu insani kıyım savaşını durdurunuz! Bakınız el yurtlarında, aç-susuz bıraktığınız Suriyeliler var. Bunları buralara sürmekle ne elde edeceksiniz? Ortadoğu'da, ”kâr, kâr ille de kâr!..” politikanız uğruna, topyekûn bir halkı hedef almak açık bir barbarlık değil midir?

Emperyalizm mi, barbarlıktır!

Nato ve bir bütün olarak emperyalizm, insanlıktan yoksun bir vahşiliktir. Bu konu üzerinde daha önceleri durmuştum. Tekralıyorum: Yağma ve talan sözkonusu oldu ğunda, emperyalizm bir insani katliam oluyor. Suriye'de yapılan budur. Suriye'ye dayatılan bu talan savaşında milyonlarca insanın vatanlarından sürülmesinin amacı budur. Demokrasi kisvesi altında, Suriye'nin yok edilmesinin planları budur. Demokrasi kisvesi altında, emperyalizme hizmet edecek, komprador Arap ajanlarının yapılandırılması bu oluyor. Tüm bu ölüm, katliam ve zorunlu göç, hepsi emperyalizmin projeleri doğrultusunda yapılıyor.

Emperyalizm mi, kendisinden yana olmayan herkese karşıdır.

Biliniyor: Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Bloku'nun çözülmesi, Emperyalizmi daha da vahşileştirmiştir. Yıllar sonra, Doğu Avrupa ülkelerini ”NATO koruması” altına alarak, her tarafta bir ”hegemonya” kurmanın yollarını aramıştır. Tarihsel olarak, Doğu ve Batı blok arasında sıkışan Orta-doğu ve Afrika'yı tekrar, NATO'nun emri altına almak için, tüm Ortadoğu'da ve Afrika'da ”kan ve kan” akıtmaktan vazgeçmemiştir. Bu bölgelerde yapılan insani kıyımlar budur. Bu bölgeden göç etmek zorunda bırakılan insan dramı budur... Şimdilerde, Suriye'de yapılan insani soykırımı budur.

Emperyalizm mi, kandır, irindir, zulümdür!

Suriye'de yapılan ve Suriye'ye dayatılan savaş budur: yağma ve talan için, her şey mübahtır!

Emperyalizm mi, kanunsuzluk ve korsancılıktır!

Suriye, hâlâ, FN (Birleşmiş Milletler) üyesi, ama Emperyalizm, Birleşmiş Milletleri'nin onayı olmadan, Suriye'ye karşı yaptırımlarda bulunabiliyor! Bunu da, Birleşmiş Milletlere üyesi olan diğer devletler de destekliyor!

İşin acı tarafı budur. İşin en acı tarafı, NATO, kendisinden başka, hiç bir kurum ve kuruluşu tanımadığıdır. Suriye'ye getirilen Avrupa Ambargosu, Suriye Hava Yollarına getirilen yasaklar....hepsi NATO'nun emri ile oluyor!

Emperyalizm, kendi çıkarları için kanunsuz, kitapsız ve ahlaksız olmak demektir!

Emperyalizm, ikiyüzlülüktür!

İkiyüzlü emperyalizm, hemen yeni bir kavram buldu: ”Ilımlı muhalif!” Ilımlı muhalif, yani NATO'ya sıcak bakan ve destekleyen kiralık katillerdir! Ilımlı muhalif altında, Al-Nüsra ve İŞİD'e destek gönderildi.

Parantez açıyorum: Hem Al-Nüsra, hem de İŞİD, kiralık katilleri, Pentagon'dan maaş alıyor. Bu bilgileri Amerikan basınından da okumak mümkün.

Ilımlı Muhalifler, silahlı oldu?! Ilımlı ve silahlı olmak, emperyalizmin bir işidir, biliniyor.

Emperyalizm mi, budur: Yağma ve talan savaşıdır.

Suriye'de yağma, talan ve insan kıyımına karşı mı geliyorsunuz, o halde: Suriye'ye dayattığınız bu savaşı durdurunuz!


Yeter artık, Suriye'ye dayattığınız, yağma savaşını durdurunuz!

11 Eylül 2015 Cuma

Emperyalizm, barbarlıktır!




Faiz Cebiroğlu

Emperyalizm, barbarlıktır. Barbarlık, tiksindirici vandallar oluyor. Vandalizm mi, kendi çıkarları için en acımasız olmak, yakıp, yıkmak insanları tehcir etmek ve öldürmek oluyor. Barbar yani vandalizm olan emperyalizm, Orta-doğu'da yaptığı budur: barbarlıktır!

Barbar emperyalizm, Irak'a saldırdı. Barbar ermepryalizm, Suriye'ye saldırdı. Barbar emperyalizm Yemen'e saldırdı. Barbar emperyalizm saldırıyor. Barbar emperyalizm, saldırmakta sınır tanımıyor. Yalnızca beş yılın biiançosu: binlerce ölü ve milyonlarca insan, vatanlarından sürüldü. Evleri, yurtları yok oldu, yerle-bir edildi....Tüm bunlar, doymak bilmeyen vandalizmin sonuçlarıdır. Emperyalizm budur: barbarlıktır!

Suriye'de, 2011'den bu yana, 230 bin insan öldürüldü. 4 milyondan fazla Suriyeli vatanlarından sürüldü, el kapılarında ”mülteci” duruma getirildi. Tüm bunlar, doymak bilmeyen, emperyalizmin yani vandalizmin sonucudur. Orta-doğuda, ”Büyük Orta Doğu Projesi” budur. Ölümdür!..

Planlanan, ”petrol ve gaz projelerinin” Suriye'den geçmemesi, halklara ölüm oluyor. Ölüm, hem dış hain, hem de iç hain demektir. Emperyalizm, ”kendi islamına” uygun, Orta-doğu'da kendi vandalist örgütlerini kuruyor. Bunları, islam adına savaştırıp, çıkar elde etmenin yollarını arıyor. İŞİD, yani Irak, Şam İslam devleti, Al-Nüsra ve benzerleri örgütler... hepsi, emperyalizmin ileri sürdüğü kuklalar oluyor.

Barbarlık olan emperyalizm, aynı zamanda bir doktrindir. Dokrin mi, vandalizme ait olmanın inancı demektir! Barbarlığın ilke ve kurallarını kabûl etmek demektir. Yani ölüm oluyor.

Ölüm olan emperyalizm, yani barbarlık, budur!

Barbarlık, tek başına olmuyor. Vandalizm, hem iç, hem de dışsaldır. Biri olmadan, öteki olmuyor. Örnek mi, çoktur. Körfez ülkeleri var ve vandalizmin yani barbarlığın merkezleri oluyor. Katar var. Buna bakalım.

Katar, petrol adası Katar! Dünyanın en zengin ülkesi oluyor! Bu ülke, Suriye'de, 3 milyar dolar, islami jihadistlere para ödemiştir! Niye mi, Beşşar Esad'ı devirmek içindir!

Niye devirmek istiyorlar?

Devirmek istedikleri ”Esad” için tek ”arguman”; bizler, ”Obama'nın” müttefiğiz!
Peki, Obama kimdir, siyahi barbar erperyalizmin şu anki temsilcisidir!..

Emperyalizmin rengi olmuyor. Her renkten vardırlar, tekleşiyorlar: barbarizm!

Emperyalizm mi, barbarlıktır!

Tüm bu ölümlere ve kıyımlara karşın, galip gelecek olan, bizler, ezilen halklarız.

Esad mı, emperyalizme ve siyonizme, halkıyla birlikte, mücadele ve önderlik eden bir tarihi kişiliktir.

Bizler mi, barbar olan emperyalizme karşıyız.

Bizler mi, vandalizme geçit vermeyen Esadçıların yanındayız.

Bizler mi, barbar olan emperyalizmi yenecek güçteyiz!

21 Ağustos 2015 Cuma

DENİZDEN IŞIKLANMAK...




Müslüm Kabadayı


          Çam ve zakkum kokularını ciğerlerime doldurarak sahile vardığımda, “Bu sabah dubaya kadar yüzeceğim.” dedim içimden. 12 Eylül işkencecilerinin kollarımda ve ciğerlerimde yaptıkları tahribatı yenmeye kararlıydım artık.
          Deniz çarşaf gibiydi, hava serin olmasına karşın su ılıktı. Canlı olarak milyonlarca yıl önce çıktığım yere, ölüm kaygısı duymadan girmeyi ne çok isterdim; oysa soluğumun suya yetmeyeceği korkusunu taşıdım hep. Solmadan her ortamda soluklanmayı türümün becerememiş olmasına tepkilendim bir an. Kıyıdaki küçük taşlara, çakıllara vuran suyun, sabah güneşini kırarak gözüme yansıtmasına daha fazla dayanamayıp girdim denize.
                      Kıyıdan yirmi metre kadar ilerlerken dizime gelen suyun dibinde beni büyüleyen bir ışık manzarası oluşmuştu. Dipteki her şey cam gibi görünüyordu. Üç beş santim genişliğinde kıyıya paralel uzanan kum dalgalarına vuran baklava dilimi biçimindeki ışık yansımaları, suyun hafif dalgaları eşliğinde âdeta dans ediyordu. Bir karış uzunluğundaki kefallerin bu ışık huzmesinde dolanmaları da bu manzaraya bir başka renk katıyordu. Kum dalgalarının üzerine yapışan küçük yosunları hareketlendiren kefalleri ürkütmemek için âdeta milimetrik ilerliyordum. Bu manzaraya kendimi çok kaptırmış olmalıyım ki benden sonra suya girenlerin ileride kulaç atmaya başladıklarını fark ettim. Büyük dalgalar peydahlanmadan, su uykusundayken dubaya kadar gidip gelmeyi hedeflemiştim oysa. “Ateş yakar, su boğarmış.” sözü geldi aklıma. Ardından annemin “Suyla oynanmaz!” uyarısı. Hemen derine ilerledim ve deniz çarşafının üzerine uzanıp suyun içinden ellerimle seri kulaçlar çekerek yüzmeye başladım.
                      Küçük kırmızı bir dubaydı gideceğim yer. İleride üçer beşerli insanlar yüzüyor ve aralarında sohbet ediyorlardı. Oldum olası yüzenlerin sohbetleri ilgimi çekerdi. Sanki karada unuttuklarını, suda daha derinden anımsıyorlardı. Suyun kaldırma kuvvetinden insanların derin bellekleri etkileniyordu belki de. O anda, “Yüzerken yaratıcılığımız da dipten yüzeye yükseliyor mu?” sorusu geldi aklıma. Bu konuyu hiç deneyimlememiştim ya da üzerine hiç düşünmemiştim. Düşünmemiş olduğuma hayıflanırken önümdeki orta yaşlı iki erkek yüzere yaklaşmıştım. Etine dolgun, iri başlı ve dişleri bembeyaz görüneni, siperi uzun şapka giyen arkadaşına, “Ben hep ileri giderim arkadaş. Bak, dubaya yakın yüzenleri geçmezsem rahat edemem.” diyordu. Siperi uzun şapka giyen kır saçlı ve ince bıyıklıydı. Bana doğru dönerek yüzüyordu. “Hayrola, neden dönüyorsunuz?” dedim. “Benden buraya kadar. Su, daha önce bana haddimi bildirmişti.” yanıtını verince, “anlıyorum” dercesine baş işareti yaptım ama haddimi bilmemekte ısrar ederek dipten kulaç atmaya devam ettim. “Hepilerici”den benim neyim geriydi ki…
                      Göğsüm sıkışmadan, kollarım kesilmeden ilerliyordum suda. Deniz dostluğunu sunuyordu âdeta bana. Sağ ilerimde üç yaşlı yüzerin konuşmaları kulağıma geliyordu bu kez. Konuşmalarından üçünün de Kömür İşletmeleri’nden emekli mühendis oldukları anlaşılıyordu. Şivesinden Kürt olduğu anlaşılan yüzer, arkadaşlarına ekonomiyle ilgili değerlendirmesini şöyle bitiriyordu: “Her gün komşusundan ödünç yumurta alan biri gerektiğinde ona kafa tutamaz arkadaş! Bakın sizlerle 38 yıl birlikte çalıştık. Bir gün benim kimseden borç aldığımı gördünüz mü?” Onun bu sözlerine “Haklısın!” diyen arkadaşlarının susmaları üzerine düşündüm. “Borç yiğidin kamçısıdır, diyenler, ‘jöleli yiğitler’ olabilir herhalde.” cümlemi kurdum içimden. “İlk insan topluluklarında olduğu gibi ekonomisiz yaşamı, denizle dost olmayı bilerek kurmak…” dedim ama orada durdum.
                      Düşünmede durdum ama suyun kaldırma ve dalganın itme kuvvetine orantılı su içinden kulaçlarım hızlandı. Bu kez sol yanımdaki bir grup kadının sohbetleri kulağıma çalınmaya başladı. Üçü yaşlı, ikisi gençti kadınların. Saçı örgülü ve esmer tenli olan genç kadın, arada bir elini sudan dışarı çıkarıp heyecanlı konuşmasına işaretlerle katkıda bulunuyordu. “Teyze ya, senin çalıştığın dönemdekinden çok farklı şimdi fabrikanın durumu. Bak senin çalıştığın dönemde sendika varmış, tüketim kooperatifi çalışıyormuş. Şimdi çalışanların yaş ortalaması kaç biliyor musun? Yirmi altı buçuk! Ekiplerin başında hep genç mühendisler. Birbirleriyle performans yarışması yapıyorlar, patron için yağlı börek tabi ki!” Yirmi yıl önce performans uygulamasının emekçilerin kazanılmış haklarını tasfiye edeceğini, çalışanlar arasındaki dayanışmayı moral açıdan da parçalayacağını, buna cepheden karşı mücadele yürütmek gerektiğini dile getirdiğimizde kimi sendikacıların, işgüzar yöneticilerin nasıl kıvırdıklarını anımsadım. “Ağacı çürüten içindeki kurttur, içimizdeki çürükleri eleyerek yol almalıyız!” dediğimizde de kurtların, elmaların çoğunu ısırdığını anlamakta geç kalmıştık.
Hayatta zamanlamanın ya da koşulları kendi iç dinamikleriyle ustaca değerlendirmenin yaşamsallığını böyle deneyimlerimden de biliyordum. Kapsayıcı olanınsa büyük tarihi iyi okumaktan geçtiğini, olgu ve durumlara bütünsel, felsefi bilinçle bakmak gerektiğini diyalog kurduğum herkese hissettirmeye çalışıyordum. Bu fabrika işçisi genç kadının anlattığı durum, çubuğu zamanında ve doğru yöne bükmekte ustalaşmayı derinden duyumsattı bana. Duyumsadım; Paris Komünarlarının yeterince hazırlık yapmadan, örgütsel donanıma kavuşmadan isyanı başlatmalarının yol açtığı yıkımı… Duyumsadım; Ekim Devrimini ateşlememiş olsalardı, Sovyetlerin intihar edeceğini… Şimdiyi düşündüm; isyanla oynayanların savaş baronlarının ekmeğine nasıl yağ sürdüklerini… ve suda çırpındım, acılı yurdumun yaralı insanlarını denizin sağaltıcı zengin sularında nasıl tedavi edeceğimizi daldım.
                      Kadınlar sohbetlerine ara verip sırtüstü yüzerek geri dönerken, dubaya çok yaklaşmıştım. Su durgundu, bense biraz yorgundum. Göğsüm daralmadan, kollarım kesilmeden hedefime varacağıma aklım kesmişti. Tabi hepilerici orta yaşlıdan geri kalır yanımın olmadığını da kendi korkuma göstermiştim. Suyun hallerini tanımadan, bu hallere göre yeteneklerimi geliştirme deneyimine girişmeden korkmamın sanal olduğunu fark etmiştim.
                      Kırmızı dubaya elimi vurduğumda, güneş ışınları tenimi hafiften yakmaya başlamıştı. Bu gidişin bir de dönüşü vardı ama zor olanı başarmanın rahatlığıyla dubaya çıkıp önce açık denize baktım. Tavşan Adası’na doğru balıkçı teknelerini gördüm. Sanki ip gibi hizalanmıştı tekneler. Bugünlerde çapariyle avlanma serbestliği başlamıştı. O anda “Denizden ne çıkmaz ki!” diye düşündüm. “Hücre orada oluştuğuna göre her şey çıkabilir.” diye aklımdan geçirdiğimde kıyıya bakıyordum artık. Önce simitçinin elindeki tepsiyle müşterilere yürüdüğünü gördüm. Sonra mini traktörle kıyıda ilerleyen bir genç işçinin, tırmıkla topladığı deniz atıklarını römorka dolduruşu dikkatimi çekti. Düşündüm. Her sabah kıyıda dalga boyutunda ve bir şerit halinde çöp oluyordu. Demek geceleyin deniz, safra atıyordu kıyıya.
Düşündüm. “Ekonomisiz yaşam” cümlemi şöyle tamamladım: “Deniz gibi çöplerimizi zamanında kıyıya atarak, yaşamı çürüten kurtları anında ayıklayarak…”
                      

20 Ağustos 2015 Perşembe

EKİN VAN İÇİN YAZDIKLARIMA TEPKİLER...



EKİN VAN İÇİN YAZDIKLARIMA TEPKİLER VE TEHDİTLER HAKKINDA…

adil okay

Ekin Van için yazdığım “Ölü bedenimizi çırılçıplak sokağa atanlar”  başlıklı yazıma çok fazla tepki geldi. Yaşananların dolaylı - dolaysız tanıkları hatırlattığım için teşekkür ettiler. Yandaş medyanın ve resmi tarihin şartlandırdığı bazı insanlar ise “yalandır” derken, bazıları ise iyi niyetle “acaba” dediler. Bazıları da “iyi ama şehit polis ve askerler de var” diye “acı yarışına” kalkıştılar. Üç beş yaratık da beni tehdit etme gafletinde bulundu. Polemikle uğraşacak zamanım olmadığı için hepsine toplu yanıt verme ihtiyacı duydum. (Söz konusu yazıyı okumayanlar internetten ulaşabilir)

Öncelikle belirteyim: Yazımda alıntı yaptığım “tecavüz” bölümü iki gazetecinin Rojin Canan Akın ile Funda Danışman’ın  “Bildiğin gibi değil” adlı kitabında geçiyor. Kitapta canlı tanıklardan söyleşiler var. Okumanızı öneriyorum. Ayrıca bu konuda yazılmış yüzlerce rapor - kitap - belgesel bulunuyor.

Yani siz “yoktur”, “olmamıştır”, “iftiradır”, “acaba” derken Türkiye devleti bu yaşananları kabul etmiş ve suçlu güvenlik güçlerinin birkaçını göstermelik olarak yargılamıştır. Mağdurların bazılarına da tazminat ödemiştir. Ve halen ödemeye devam etmektedir. Tabi tecavüzcülerin – işkencecilerin büyük çoğunluğunu ise ödüllendirmiştir. AİHM’nde yeni yeni davalar açılmaktadır. Kısa bir süre önce Tayyip Erdoğan’ın onayıyla Genel Kurmay’da terfi ettirilen Musa Çitil de hem cinayetten hem tecavüzden yargılanmıştı. Bunları ben söylemiyorum. T.C. mahkeme tutanakları söylüyor. Ama ruhunu şeytana satan, her dönem hükümet yanlısı basın bunları bildiği halde yazmıyor, TV ekranlarında göstermiyor. Ve insanlarımızın büyük çoğunluğu da bu paçavraları okuyor, izliyor.

Biz gerçeği sol muhalif basından, mahkeme tutanaklarından, insan hakları örgütlerinin raporlarından ve canlı tanıklardan öğreniyoruz.

Yazdıklarınız beni ikna etmedi daha fazla belge isteriz diyenlere yanıtım şu: Gidip araştırmak da size düşer. Klavye başında geçirdiğiniz zamanın çok azıyla arşivlere ulaşabilirsiniz. Yine de yol göstereyim. Özel harekatçı Ayhan Çarkın’ın itiraflarından, AİHM kararlarına, Susurluk raporlarına, tecavüzden mahkum edilen güvenlik güçleri -asker, polis, subay, korucu, MİT, JİTEM elemanları dâhil- listesine, devletin on yıllardır gözaltında katletme, yargısız infaz, işkence ve tecavüzden kaç kez yargılanıp tazminat ödemeye mahkum olduğuna ve kaç dosyayı hasır altı ettiğine kadar hepsine ulaşabilirsiniz. Tabi bir de ulaşamayacağınız savcı-hakim-polis-doktor işbirliği ile aklanan o kadar çok cani, tecavüzcü devlet görevlisi var ki. Bizim yazdığımız, devletin inkâr edemediği vakalardır. Siz bunun bin katının yaşandığını düşünün. Ve bunlar yaşanırken hâlâ “neden isyan ediyor bu insanlar” deyin. Olacak iş değil.

Ekin Van hakkındaki yazıma yanıt olarak, savaşta öldürülen polis ve askerleri hatırlatanlara gelince: Öncelikle acıların yarıştırılmasının doğru olmadığını söyleyeyim. Sorumlu mu arıyorsunuz. Birincisi: Savaşı başlatan, savaşı yaratan sistemi sorgulayın derim önce. Bir halkın en küçük demokratik hak talebini kanla bastırırsanız onların da dağa çıkmaktan başka çaresi kalmaz. Bu kadar açık. Savaş başladı mı arada asker de, polis de, gerilla da, siviller de ölür. Kin ve nefret insanların başını döndürür. Bunlar sonuçtur. Ama önce nedenleri tespit etmek gerekir. Neden de başta söylediğim gibi devletin ırkçı-milliyetçi politikasıdır. Bu savaş üreten politika dün sermaye sınıfının çıkarlarına endeksli “Türk – İslam sentezi”ydi. Bu gün de yine sermaye destekli “İslam – Türk sentezi”dir.

İkincisi: Siz hiç kaçırılan asker ve polislere işkence yapıldığını, tecavüz edildiğini, kulaklarının kesilip maskot yapıldığını, cesetlerinin çırılçıplak soyulup sokaklarda sürüklendiğini duydunuz mu. Yok. Duyamazsınız. Onlara nasıl davranıldığını serbest bırakılan asker ve polisler anlattı, okumadınız mı? Ve ayrıca ölen güvenlik güçlerinin ailelerinin trajedisini zaten basın yeteri kadar veriyor. Ben verilmeyenleri, yok sayılanları yazıyorum. İsterseniz gelin yeni kurulan “Barış Bloku”nun etkinliklerine katılıp hep beraber “ne asker, ne polis, ne gerilla kimse ölmesin” diye bağıralım.

Merak edenlere de söyleyeyim. Kürt değilim. Türküm. Bir ucum da Arap. Ana dilim Türkçe. Ama doğup büyüdüğüm coğrafyada (Antakya - Hatay) Araplardan, Türklerden önce Doğu Romalılar vardı. Sonra Memluklular. Keza Anadolu’ya Türkler geldiğinde orada Kürtler, Ermeniler, Süryaniler ve diğer halklar vardı. Yani bu halklar en az Türkler kadar bu toprakların asıl sahipleridir. Ol bu nedenle ben “önce insan” diyenlerdenim. Ve tekrar hatırlatayım ki her konuda aynı görüşte olmamız gerekmiyor. İlk adım birbirimizi anlamak olmalıdır. Bu anlamda yazımda hata – açık aramak yerine içeriğe bakınız.

Bu ülkede uzun dönem “Kürt yoktur” denilerek yürütülen kirli savaşı başlatanlara, dünya genelinde savaşları yaratan ekonomik eşitsizliğe, bu sistemin literatürde adı olan kapitalizme karşı mücadelede yerimi aldım. Büyük çoğunluğun sustuğu en zor dönemde konuşan, yazan, bedel ödeyen insanlardan biri olarak ezilenlerin yanında saf tuttum. Bundan sonra da tutacağımdan emin olabilirsiniz. Ben Türk olarak sahip olduğum tüm hakların Kürt kardeşimde de, Arap, Çerkez kardeşlerimde de olmasını istiyorum. Ana dilde eğitim hakkı başta olmak üzere. Aksini düşünenlerle zaten karşı cephelerde yer alıyoruz demektir. Türk Nazileriyle aynı düşüncede – safta olmam mümkün değil. Aynı şekilde Sünni Müslümanların haklarının Alevilerde ve diğer inanç gruplarında da olmasını savunuyorum. Ya vergilerimizden nemalanan diyanet işleri bakanlığını kapatacaksınız. Ya da diğer inançlara da eşit dağıtacaksınız. Ben ilk şıkkı tercih ederim. Ama ikincisi de bir ileri adım olur.

Bir diğer konu da yazımla ilgili bana yöneltilen tehditler.
Bu ilk değil. Devlet de, sivil faşistler de beni defalarca tehdit ettiler. Ben de hepsine “kuru veya yaş gürültüye, sanal veya reel tehdide pabuç bırakmam” demiştim. Aynen tekrarlıyorum.

Destek mesajlarına da teşekkür ediyorum.

Dün bir avuçtuk. Babam merhum Süleyman Okay, Antakya’nın parmakla gösterilen 10 sosyalistinden biriydi. Şimdi parmakla gösterilemeyecek kadar çoğuz. Daha da çoğalacağız.

Sonsöz:
Tartışmalara neden olan konu: Ekin Van adlı kadın gerillanın çırılçıplak bedeninin devletin güvenlik güçleri tarafından sokakta teşhir edilmesiydi. Bırakınız solcu – sosyalist - yurtsever olmayı, insan olanı öfkelendirecek, isyan ettirecek bir manzaraydı bu. İşte yukarıda yazdığım nedenlerle ceberut devlete karşı doğru bildiği bir kavgada yerini alan Ekin Van’ı saygıyla ve hüzünle anıyorum. Katlinde, işkence görmesinde, çırılçıplak teşhir edilmesinde ceberut devlet ve kalemşorları yanı sıra gerçekleri bildikleri halde on yıllardır susanların (ya da çok geç konuşmaya – yazmaya başlayanların) da payı olduğunun altını çiziyorum.

Yazımda belirttiğim gibi:
“Kısa çöp, uzun çöpten hakkını alacak.”
Saraylar saltanatlar yıkılacak.

18.08.2015

Fotoğraf: Adil Okay “Bildiğin Gibi değil” kitabının yazarları Rojin Canan Akın ile Funda Danışman ile beraber tanıtım toplantısında görülüyor.

Not: Devletin sistematik işkence politikasına başka bir örnek: Bu gün itibariyle Türkiye hapishanelerinde siyasi tutsaklara ne eziyetler yapıldığını öğrenmek için bir grup arkadaşla beraber kurdumuz www.gorulmustur.org adlı sitemize bakabilirsiniz.

ÖLÜ BEDENİMİZİ ÇIRILÇIPLAK SOKAĞA ATANLAR...



“Göğüs ucum koptu. Çıktıktan sonra tek dikiş attırdık. Göğsümün bu tarafından süt gelmiyor. Bende sadece iki gözenek var. O da kenarda kaldı. Üzerimde sigara yaktılar. Hala izi var. Ben bir erkeğin bu kadar çirkinleşebileceğini orada gördüm. Bunlar devletin milliyetçileri, devlete sahip çıkanlar, koruyanlardı… Bakire olduğumuz için önden bir şey yapamıyorlar. Habire arkadan. Arkamdan habire kan akıyordu.”

Adil Okay


Varto'da Polisi, özel harekâtçısı, korucusu, askeri, MİT’i, iti yani AKP devleti, Ekin Van adlı kadını işkence ederek öldürdü,
Sonra çırılçıplak cesedini sokağa bıraktı.
14 yaşındaki kız çocuğuna tecavüzden yargılanan subay Musa Çitil’i genelkurmayda terfi ettiren Erdoğan, bunu yapanlara da madalya verir.
İşte size 90'lı yıllar.
İşte size kulak koleksiyonu yapan tecavüzcü çetenin mirasçıları.
İşte size "olağanüstü hal",
işte size "güvenlikçi politika"…
Çocuk katili Kenan Evren ve tetikçilerinden, Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar çetesinden brifing almış Tayyip Erdoğan "en büyük başkan benim" diyor.
"Yaparım - yaptırırım" diyor.

Bellek tazelemesi yapalım mı? 90’lı yıllarda devlet politikası haline gelen uygulamaların canlı tanıklarından dinleyelim. Yüreğimiz dayanırsa:
“Daha önce bizi doktora götürdükleri için bakire raporumuz var. Bakire olduğumuz için önden bir şey yapamıyorlar. Habire arkadan. Şişe vardı, bilmem ne vardı. Şişeyi içinde patlatalım mı, yok getir kıralım falan. Bilmem hangi ülkede öyle yapıyorlarmış. Kırıyorlarmış. Şişe oyunu oynayalım vesaire ama samimi olarak söylüyorum. Arkam parçalandı desem yeridir. Göğüs ucum koptu. Çıktıktan sonra tek dikiş attırdık. Göğsümün bu tarafından süt gelmiyor. Bende sadece iki gözenek var. O da kenarda kaldı. Üzerimde sigara yaktılar. Hala izi var. Ben bir erkeğin bu kadar çirkinleşebileceğini orada gördüm. Daha hiçbir erkekle tanışmadan erkeklerin ne kadar çirkin olabileceğini orada gördüm… Bunlar devletin milliyetçileri, devlete sahip çıkanlar, koruyanlardı. Arkamdan habire kan akıyordu.

Karşıdan bir çığlık kopuyor ki dehşet. Küçük bir kız. Çığlığı korkunç. Anlamıyoruz. Dokuz veya on yaşlarındaydı. Bize göre çok çocuktu. Göğüsleri daha gelişmemişti. Hazal nasıl zevk alıyor musun, falan diyorlar. Ama kız ölüyor. Bir adam sürekli bağırıyor. Gözlerimiz kapalı. Anlamıyoruz. Arkamdan kan akıyor. Göğüs uçlarım ağrıyor, dayanacak güçte değilim. Vücudum alev alev yanıyor. Artık dayak yemek istemiyordum. Arkamın acısı beni zorluyor. Yanımdaki beni dürttü. Gözlerini aç, dedi. Açamam, dedim. Dayanacak gücüm yok, dedim. Kürtçe, aç gözlerini, dedi. Kararlı sesi beni korkuttu. Göğüsleri daha belirgin olmayan bir kız çocuğu, saçları dağılmış. Kızın bacaklarının arasından kan akıyor. Ne oldu anlamadık. Tokat atıyorum yok. Kızın gözleri fal taşı gibi açılmış. Kız defalarca tecavüze uğramış. Kızdan habire kan boşalıyordu. Ne yapsam kendine gelmiyor. Sanki gözleri yırtılıyor. Kürtçe konuşuyorum yok. Türkçe konuşuyorum yok. Hiç tepki yok. Kaskatı olmuş. Ped koyalım bi şey yapalım diyorum ama taş gibi kaskatı. Ped tutacak gibi değil. Ben ses etmiyorum ama yanımdaki bastı küfürü. Artık ağzına geleni sayıyor. Biri gelip diyor ki, dokuz kişi ona… Biraz daha konuşursanız yirmi kişi gelip sizi… Biri diyor ki babası daha konuşmadı mı? Babasını konuşturmak için küçücük kıza gözünün önünde tecavüz etmişler…”[i]

Korkunç sözcüğü anlatabilir mi bu yaşanmışlığı betimlemeye.
Peki bu “güvenlikçi politikalar” daha açık ifadeyle “katliam, tecavüz, zindan, işkence, kaybetme politikası” sonuç verdi mi?
Bir avuç denilen “bölücüler, teröristler, devrimciler, yurtseverler” bitti mi?
Kökleri kazındı mı?

Tabi ki hayır. Her sloganın karşılığı yoktur. Bazı sloganlar doğru bile olsa “erken” doğar ve etki yapmaz. Devrimcilerin “bir ölür bin doğarız” sloganını ise hayat doğruladı. Dün bir avuçtuk belki zulme başkaldıran ve kırılan. Bu gün ise sayılmakla – kırılmakla bitmeyecek kadar çoğuz.

Ekin Van'ın çırılçıplak cesedinin fotoğrafı sosyal paylaşım ağlarında dolaşıyor. o fotoğrafı paylaşarak yazdıklarımızın etkisi belki artabilir daha çabuk empati yapar insanlar ama... Ama Ekin Van'a saygıdan, kadına, insana saygıdan paylaşamadım. Zaten zulmün karesi, işkencenin, barbarlığın karesi olan bu fotoğraf yeteri kadar paylaşıldı. Ve ne yazık ki Ekin Van ilk değil. Basına yansıyan yansımayan ne tecavüzler - işkencede ölümler - gözaltlarında kaybetmeler yaşandı bu ülkede, "vatan savunması" adı altında…

Şimdi de AKP devleti devam ediyor aynı argümanlarla barbarlığa. Sarayları savunmaya.

Gün olur devran döner.
Saraylar saltanatlar yıkılır...

16/08/2015

Not: Desenler Politik Tutsak Aynur Epli tarafından çizilmiştir. www.gorulmustur.org arşivinden.




[i] Bildiğin Gibi Değil/ 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak
Rojin Canan Akın – Funda Danışman, Röportaj
Metis/Siyahbeyaz, Haziran 2011

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Bu Sistemde, Katliamlar Kaçınılmazdır!..



*Mustafa Elveren

Resmi ideolojinin kurucuları rejimi yapılandırırken Türk ırkçılığıyla birlikte sistemin içine İslam’ı da monte ettiler. Dolayısıyla Mustafa Kemal Atatürk ile Muhammed Mustafa her zaman ön plana çıkarılmış ve sistem tarafından korunmuşlardır. Bu gün de korunmaya devam edilmektedir.

Türk-İslam düşüncesinin savunucuları Atatürk’ü ve Muhammed’i aşamadıkları sürece ırkçı ve gerici konumundan kurtulamazlar.

Bu sistemin en önemli özelliği ise; devletin kasasını boşaltanlar, iktidar gücünü elinde tutmak isteyenler ve siyasi amaçları için işlenen kirli cinayetleri örtmek için din, iman, bayrak gibi kutsal değerleri kullanmasıdır.

Din, iman, bayrak gibi örtülerle gerçeklerin üstü kapatılabilir mi?

Ülkemizin dört bir yanında gençler, askerler ve polisler öldürülüyor. 31 gencimizin katledilmesi olayını öğrenince sanki ciğerim parçalandı. Bu katliamın etkisinden kurtulamadım. Tv. Ekranları karşısında olayları izlerken duygusallığıma yenik düşüp, defalarca oluşan gözyaşlarımı önleyemedim.

İktidarın ve savaş çığırtkanlığı yapanların hiçbir iyi niyet demeci, taziyesi ya da kınaması bu cinayetlerin üstünü kapatamaz ve aklayamaz.

IŞİD’i üreten resmi ideolojinin kendisidir. Osmanlı mirası üzerine inşa edilmiş olan bu sistem yıllardır halklarımıza kan kusturmaktadır. Kemal’in ya da Recep’in başta olması pek önemli değildir. Biri “Türk”lüğü, diğeri “Müslüman”lığı öne çıkarmaktan başka aralarında fark yoktur.

TÜRK BAYRAĞI VE “TÜRKİYE SİZİNLE GURUR DUYUYOR”

Hrant Dink’i katleden gencin karakol sorgusundaki görevliler bu katilin arkasına Türk Bayrağı asıp, hep birlikte sırıtarak resim çekiyorlar. Sanki “Türkiye sizinle gurur duyuyor” görüntüsünü veriyorlardı.

Yolsuzluk operasyonlarının baş mimarı olduğu iddia edilen Rıza Zaraf’ın arkasına Türk Bayrağıyla dekorlarını süsledikten sonra TV’ye çıkarıp konuşturuyorlar. Programı yönetenler sanki “Türkiye sizinle gurur duyuyor” sloganını atıyorlardı.

Ergenekon davasından yargılananların her dava duruşmalarında mahkemenin çevresinde Türk Bayraklarıyla toplanan izleyiciler; “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diye bağırıyorlardı.

“Paralel Yapı” iddiasıyla gözaltına alınan polis şeflerinin yakınları savcılık ve emniyet önlerinde Türk Bayrakları açarak; “Türkiye sizinle gurur duyuyor” naraları hiç eksik olmadı. 

Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar hatta genel müdürlere karşılama töreni yapılırken her taraf Türk Bayrağı ile donatıldıktan sonra karşılamaya gelenler tarafından hep bir ağızdan; “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diye bağırıyorlar.

AKParti, MHP vb. ile bunların yan kuruluşu olan yapıların kongre salonlarında ya da mitinglerde “ya allah bismillah, allahu ekber” nidalarından sonra “Türkiye sizinle gurur duyuyor” sloganı hep söyleniyor.


Tüm bu etkinliklerde besmele ile birlikte diğer İslami kavramlar da benzer şekilde kullanılmaktadır.

Böyle bir kültürden demokrasi ve insan haklarının oluşması mümkün mü?

Böyle ırkçı ve tekçi sistem ancak “bebekten katil” üretir.

VARLIĞINI KATLİAMLARA BORÇLU OLAN BİR DEVLET!

(…) halk çocukları, emekçi halkın çocukları nasıl olup da rejimin katliamcı adamları, canileri, işkencecileri haline geliyorlar? Aldıkları eğitim onları içinden çıktıkları sınıfa düşman ediyor. Verilen/alınan eğitim onları köklerine yabancılaştırıyor. (…) Bu devletin, bu rejimin ıslah olma, iflah olma şansı yok. Kimse kendini "demokrasi", "hukuk devleti", "hukukun üstünlüğü", "bağımsız yargı" yargı gibi, sahte söylemlerin büyüsüne kaptırmasın. Katliamcılık bu devletin, bu rejimin genlerinde mevcuttur. Ve bu rejim asla reforme edilebilir, ıslah edilebilir, "demokratikleştirilebilir" değildir... Ameliyatla "iyileşmesi" mümkün değil.  İyi de, neden bu kadar çok ve bu kadar kolay katliam yapıyorlar? sorusunun da akla gelmesi gerekmiyor mu. Elbette gerekiyor ve bu soruya benim cevabım şöyle: Bu TC, çok kolay katliamlar yapıyor, siyasi cinayetler işliyor çünkü karşılarında kelimenin gerçek anlamında "yurttaş" yok. Zira, Padişahin tebası, Padişahın kulu  hiç bir zaman gerçek bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı ve hiç bir zaman itilip-kakılmaktan, aşağılanmaktan kurtulamadı. Eğer özgür yurttaş olabilseydi, katliamcılar köpeksiz köyde değneksiz gezebilirler miydi?..” (F.Başkaya / http://www.gomanweb.org/index.php/yazarlar/gomanweb-yazarlar/98-fikret-baskaya/17745-varl-g-n-katliamlara-borclu-olan-bir-devlet ) 

Yukarıda özetlediğim Değerli Hocamız Fikret Başkaya’nın tespitleri yerinde ve doğrudur. (Bu vesile ile Fikret Hoca’nın geçirdiği başarılı ameliyattan dolayı geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum)

Ortadoğu’da İslam kültürünün yaygın olması ve bu bölgede oluşan siyasi dalgalanmanın da katliamlara zemin hazırladığı bilinen bir gerçektir. Ancak, bizim ülkemizde Ortadoğu gerçekliğinin yanında farklı nedenler de mevcuttur.

İktidarın gücünü elinde bulunduranlar siyasi hırslarının yanında devletten haksız kazanç ve vurgun yapanlar da kirli cinayetler işleyebiliyorlar. Geçmişten günümüze kadar bunların birçok örneği vardır.

Fikret Hoca’nın belirttiği gibi, “Katliamcılık bu devletin, bu rejimin genlerinde mevcuttur.”  O nedenle bu sistemde katliamlar kaçınılmazdır.

28.07.2015


(*Em. Öğrt.)


23 Temmuz 2015 Perşembe

Ebu cehil, Bahçeli!




Faiz Cebiroğlu

MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) Genel Başkanı Devlet ya da Dövlet Bahçeli, yalnız cehil değil,  ebu-cehildir. Cehillerin babası oluyor. Cehillerin babası Bahçeli, SGDF ( Sosyalist Gençlik Derneği Federasyonu) için, kurtça bir laf ettmiş: ”SGDF, paravan bir  örgüttür!” Ebu-cehil, Bahçeli, kimdir? Türkçe biliyor mu? Ebu-Cehil, Devlet ya da Dövlet Bahçeli, Türkçeyi nerede öğrenmiştir? Soru budur. El-Cevap mı, Arabidir!

Ülkü Ocakları kurucusu, Devlet ya da Dövlet Bahçeli, okçuyum diyor, yani ülkücü, yani ”tam hedeften” vurayım diyor: SGDF (Sosyalist Gençlik Derneği Federasyonu), ”paravan” bir örgüt diyor.

Paravan nedir? Türkçe bilmeyen, Bahçeli’ye sormak için değil, onun çemberinde yer alan ona inananlara bir Türkçe dersi vermek istedim.  Kısadır. Sözlüksel cevaptır; evet paravan nedir?

Paravan:  Fransızca: para-vent; İtalyanca: para-vento: Yele karşı koruyucu, ön önleyici bir engel, baryer oluyor. İspanya’da; yele, fırtınaya karşı, öncam yapmışlar, buna, ”İspanyol duvarı” adını vermişler. Paravan, paravent ya da paravento budur.

Ebu- cehil  Bahçeli, öğren: para: karşı,  vent ya da vento: yel oluyor! Yele karşı oluyor. Çit’te olur!

Ebu-cehil Bahçeli, SGDF’ye ”paravan” demekle ne elde ettiniz?

Paravan mı, sizlersiniz! Yıllar önce, Adalet Partisi'nin ve şimdi de, Ak Parti’nin yıkılma-ması önünde gerçekten, ”paravan” oldunuz!

Ebu-Cehil Bahçeli, ”paravanız” tutmayacaktır!

Sizlere oy veren insanlara sesleniyorum: Devlet ya da Dövlet Bahçeli’ye, bu Türkçe bilmeyen  ebu-cahile, nasıl oy veriyorsunuz?

Suruç’ta, parçalanan 32  yıldız için, ”paravan” insanlar diyen, bu ebu-cahile niye oy veriyorsunuz?

Eyyy, Türkçe bilmeyen, Ebu cehil Bahçeli; politik olarak ”paravan” olan sizlersiniz. Ama bundan sonra, paravanız yok olacaktır. Bundan, eminim.

Bu notumu, hızlı,  yazmak istedim.

Cehillere değil, Bahçeli gibi, ebu-cehillere Türkçe ve politik dersi vermek istedim.

5 Haziran 2015 Cuma

BİR YAZARDAN CUMHURBAŞBAKANA AÇIK MEKTUP...



Adil Okay

Ön not: Bu yazı İdris Naim Şahin’in, şair – yazar ve sanatçıları tehdit etmesi üzerine Aralık 2011’de yazılmıştı. Şimdi de İdris’i aratan, şairlere, yazarlara, bilim insanlarına, gazetecilere tehditler yağdıran Tayyip Erdoğan için bu yazıyı uyarlamak gerekiyor. Zira bu isimler aynı kötülük imparatorluğunun üyeleri. Ben ucube çıkışlarıyla, seçim döneminde iyice saldırganlaşan, kendini AKP militanı sayan, önüne çıkanı tehdit eden en son çok zarif, barışçıl bir gösteri yapan kadınlara utanmazca hakaret eden Tayyip Erdoğan için yeniden yazmak istemedim. Onun yerine 2011 yılında yazdığım aşağıdaki yazıdan İdris Naim Şahin adını kaldırıp yerine Tayyip Erdoğan koydum. Tayyip Erdoğan İsminin başına “sayın ya da cumhurbaşkanı” koymuyorum. Zira elindeki kötülük mührünü mazlumun bağrına basmaya devam eden, Kenan Evren canisinin izinden giden bu adam benim için “saygın” değildir ve benim başkanım değildir.
                                                                                                                                   I
Tayyip bey, ben, en son ucube açıklamanızda işaret ettiğiniz sakıncalı şairlerdenim. Her ne kadar dört şiir kitabıma rağmen kendimi şair sayamasam, “şair olma serüveninde yol alan bir amatörüm” desem de, açıklamanız bana dokundu. Dokundu zira merhum babam Süleyman Okay, kelimenin tam anlamıyla bir şairdi. Üstelik “sakıncalı şair”. O, Sizin gibi düşünen darbeciler tarafından hapse atılan ama buna rağmen baş eğmeyen, 12 Eylül faşist darbesinden sonra, en zor yıllarda Antakya İHD yöneticiliği ve Halk Evleri başkanlığı yapan bir sosyalistti. Hani kısa bir süre önce düzmece suçlarla zindana attığınız Ragıp Zarakolu’nun ve ‘Boyundan utan darağacı/ Kırk canlı oğlan doğuruyor/ Kocasını astığın kadınlar’ diyen şair Ali Yüce’nin kadim dostuydu.

“Ranzamda / sabaha bir yıl var daha / şimdi köşe başlarında / eller yukarı / şimdi kan kokuyor bu duvarlar/ ölüm kokuyor / makaralara sığmıyor acılarım / sağılmakla bitmiyor (…) Hüznün kızgın ve kanlı memelerinde / Hızla büyüyor tomurcuk / Göçe hazırlanırken sayrı gece / Ateş imbiğinden süzülüyor / Şafağın gülleri / Çünkü birazdan gün doğacak / Kınında duramıyorsa da ölüm / Sıcak / Ve sarışın bir umuttur yaşamak / sevda tutuklanamaz çünkü…”  Süleyman Okay
                                                                                                                                  II
Tayyip bey, elbette babam şair olmasaydı da bu sözlerinizi protesto ederdim. Dünyada ve ülkemizde en has şairler hep zalime karşı mazlumun yanında olmuşlar, sizin gibi elindeki mührü kötülük için kullananlara baş kaldırmışlardır. Pir Sultanlar’dan Nazım Hikmet’lere, Missak Manouchian’dan Feqîyê Teyran’a, Atilla Jozef’ten Bertolt Brecht’te, Heine’den Victor Hara’ya, Sivas’ta zebanilerin yakarak öldürdüğü Metin Altıok’a, şu anda zindanlarınızda tutsak olan, 20 kez kanser ameliyatı olduğu halde hâlâ serbest bırakmadığınız şair Erol Zavar’a kadar bu gelenek sürmektedir. Sizin zulüm geleneğiniz devam ettiği sürece, şairlerin isyan geleneği sürecektir. Elbette sizin postmodern faşist hükümetinize hiciv yerine methiye ‘şiirleri’ yazan, ruhunu şeytana satan bir grup ‘yazar’ vardır. Bu hep böyle olmuştur. Ancak tarih, sizi ve işbirlikçi ‘aydın-yazarlarınızı’ değil, isyan eden, ‘Başka bir dünya mümkün’ diyen şairleri bu güne taşımıştır. Yarına da taşıyacaktır.

“başka ozanlar / bana ne onlardan / batırsınlar burunlarını pisliğe / göstersinler esrik coşkularını / uyduruk imgelerle ve içkiyle / gittiğim yer meyhane değil benim / usa giderim hatta daha ileri / özgür bir usun sahibiyim / budala bir hizmete adamam kendimi/ bana göre değil sızlanıp hizmet etmek / elden ayaktan düşüren alçak güçlere…. / özgürlük ve sevmek / bu ikisi gerek bana / aşkım için yaşamım feda olsun / özgürlük uğruna aşkım…“Atilla Jozef
                                                                                                                                    III
Tayyip bey, ne mutlu bize ki yalnız değiliz. Sizi bu ucube açıklamanızdan dolayı kınayan-protesto edenlerin sayısı az değil. Hatta bir zamanlar hükümetinizi ‘demokrat’ sanan, hâlâ sizden umudu olan bazı yazarların dahi öfkesini çektiniz. Zira bu açıklamalarınız onları da utandırmaya başladı. Önce sosyalistleri, yurtseverleri, seçilmiş belediye başkanlarını hapse attınız, sonra gazetecileri, avukatları, yazar ve yayıncıları, derken sizin gibi düşünmeyen akademisyenleri düzmece suçlamalarla, komplolarla zindanlara tıktınız. Bu gün de bizi işaret ediyorsunuz. Biz bu filmi 12 Eylül’de de görmüştük İdris Bey. 12 Eylül’de de sizin zihniyetiniz beni ve yoldaşlarımı idamla yargılamıştı. O zaman da baş eğmemiştik, hiç kuşkunuz olmasın bu gün de baş eğmeyeceğiz.

“tak tak tak/ hadi kalk / kalk diyor bir ses / saat sabahın ikisi / kapı mı çalıyor ne / tok tok tok / yok yok kimsecikler yok / cinler dans ediyor evin içinde / rüzgar pencereyle sohbette / yağmur karla flört ediyor / korku zifiri mavi… / tık tık tık / saat sabahın dördü / hadi uyan uyan diyor bir fısıltı / kimsecikler yok / ya bu uğultu / cama vuran / taarruz trompeti / teslim ol borazanı / yalnızlığın azraille valsı / başlıyor/  sabah haberleri/ yeni bir emre kadar / bütün lambalar kırmızı/ çocuklar eyvah / çocuklar eyvah…” Adil Okay
                                                                                                              IV
Bir düşünün Tayyip Bey, hükümetiniz döneminde kaç ananın, babanın ‘Ah’ını aldınız. Güvenlik güçlerinin ‘terörist sanarak’ vurduğu çocukların sayısını biliyor musunuz? Peki ya seleflerinizin neden olduğu 17 bin fail-i meçhul hakkında ne yapıyorsunuz. Ya babasız ve annesiz büyümek zorunda kalan çocuklar. Ebeveynleri zindanda olan çocuklar. Ya zindanlardaki TMK mağduru çocuklar. Cumartesi annelerinin ‘Ah’ını duyuyor musunuz? Bizimle uğraşacağınıza, zindanlara suçsuz insanları dolduracağınıza katillerin peşine neden düşmüyorsunuz. Eski tetikçileriniz bile itirafa başladı daha ne bekliyorsunuz…

Tayyip bey, daha söyleyecek çok lafımız, yazacak mısralarımız, söyleyecek şarkılarımız, çizilecek resimlerimiz var.  Şunu unutmayın ne selefleriniz bize baş eğdirebildi, ne de siz eğdirebilirsiniz.

Ermeni’yi Düşman, Alevi’yi Müslüman Belleyen Anlayış...




Mustafa Elveren*

Kanser taraması tahlili yapmak üzere, kan vermek için dün Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Kan Alma servisine gittim. Ancak, Samsun’da bir doktorun katledilmesi nedeniyle sağlık personelinin %80’ı iş bırakma eylemindeydi. On hemşirenin yerine sadece iki hemşire görev yapıyordu.

Personelin olmadığını fark edince, girişteki müracaat memuruna şunları söyledim;

-Görüyorum ki, personelin büyük çoğunluğu eyleme katılmıştır. Eyleme katılım çok iyi, bu durumu takdirle karşılıyorum.

Koltukta oturmuş, henüz kan vermeyi bekliyordum. O anda içerde bulunan erkek bir sağlık personeli ile görevli hemşire arasında geçen şu konuşmaya tanık oldum.

Erkek Sağlık Personeli; -Sınav nasıl geçti?

Hemşire; -sınav iptal oldu. Aynı gün iki sınav birden yapıldı. Sorular karışmış. Hemşirelerin soruları güvenlikçilere, güvenlikçilerin soruları ise hemşirelere verildi. Bir sınav yapmayı bile beceremiyorlar. Başlarına bir imam koymuşlar, adam hiçbir şey bilmiyor. Sonunda olacağı buydu.

Bu arada hemşirenin talimatı üzerine kan alması için sol kolumu kendisine doğru uzattım. Hemşire kolumdaki damara iğneyi tam batırdığı sırada ben şunları söyledim;

-Sadece imamları getirmiyorlar. Kelime-i şahadet’i getirenleri bile kendilerine yakın olduğunu düşünüyorlar ve bunları da amir yapıyorlar.

Biraz önce müracaat memuruyla aramızdaki diyalogdan cesaret almış olmalıki hemşire, devamla şunları söyledi;

-O en baştaki var ya, o Müslüman değildir. O Ermenidir.

Hemşirenin bu sözlerini duyunca şok oldum. O ana kadar sempatiyle baktığım hemşireye karşı birdenbire yüz hatlarım değişti. Hemşirenin iğnesi kolumdaki damardan kan almaya devam ediyordu. Bu durumda dayanamayıp hemşireye şunları söyledim;

-Ben Müslüman değilim, Aleviyim. Ermeni de, Türk de, Kürd de… her şeyden önce insandır. Tayyip’’in “Affedersiniz ermeni…” sözünü size hatırlatıyorum. Siz de onun durumuna düştünüz. Ermenileri niye düşman görüyorsunuz?

Hemşire, beklemediği bu sözlerim karşısında (biraz mahcup ve şaşkın bir şekilde);

-Aleviler de Müslüman’dır. Hepimiz insanız.

Ben; -Alevilerin Müslümanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Alevilerin Müslüman olduğunu nerden biliyorsunuz? Alevilerin Kelime-i Şahadeti bile Müslüman’dan farklıdır. Alevi’yi Müslüman, Ermeni’yi düşman olarak size belletmişler. Her şeyden önce bu zihniyeti değiştirmeniz gerekir. Yoksa biraz önce eleştirdiğiniz Tayip’ten ne farkız kalır?

Bu sözlerim üzerine, hemşire yüzü buruşmuştu ve şaşkınlığını belli ediyordu. Hiç bir şey söylemeden kolumda kan alan iğneyi damarımdan çekti, üzerine pamuk koydu ve ben o pamuğu bastıra bastıra oradan ayrıldım. Birkaç dakika sonra pamuğu kaldırdım. Kolumda hala kan pıhtısı görülüyordu.

Resmi ideoloji tarafından ülkemizde yaşayan Alevileri “İslam”, Ermenileri de “düşman” olarak halklarımızın zihnine kazınmaktadır.

Resmi ideolojiyi tarumar eden, o nedenle ömrünü zindanlarda geçirmiş olan değerli bilim insanı Sayın İsmail Beşikçi’nin bu hafta internet sitelerinde yayınlanan yazısından aldığım birkaç alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Alevilik, çok yerde, çok zaman Müslümanlık sayılmaktadır. Bu, çok yanlış bir düşüncedir. İkinci olarak da Alevilik Şiilikle karıştırılmaktadır. Aleviliğin Şiilik olduğu veya Şiiliğin Alevilik olduğu söylenmektedir. Halbuki Şiilik Müslümanlıktır. Alevilik ise ayrı bir dindir, inançtır. (…) İslami ve Alevi yaşam biçimine bakarak Aleviliğin İslam olmadığını anlamak çok kolaydır. Alevilik, elbette Müslümanlık değildir. Alevilik Müslümanlıktan çok önceki bir inançtır. Hatta Alevilik, Zerdüştlükten de önceki bir inançtır. Kuzey Mezopotamya kökenli bir inançtır. (…) Alevilerdeki semah, Aleviliğin Müslümanlık olmadığını gösteren çok önemli bir ritüeldir. Bu, kadını kamuda görünür kılan, erkekle eşit kılan bir ritüeldir. İslam’da buna benzer bir ritüel yoktur. (…) Namaz, oruç, haç, zekat, kelime-i şahadet, İslam’ın temel ibadet biçimleridir. Alevi ibadetinde bu kurallara riayet yoktur. (…) Alevileri temsil eden şair ise, 14. yüzyıl sonlarında ve 15. yüzyıl başlarında yaşayan Kaygusuz Abdal’dır.
Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsun kullar geçsun deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı
dizeleri, esas Alevi düşüncesini, Reya Heq düşüncesini aksettirmektedir. İslam’da böyle bir Tanrı eleştirisi var mı?
Alevilik, insana, doğaya değer veren, insanı, doğayı tanrı kabul eden bir inançtır. Mazlumların yanında yer alan, mazlumların acılarını paylaşan bir inançtır.(1)
Alevilik konusunda İsmail Beşikçi’nin, Ermeni meselesinde ise Prof. Baskın Oran’ın cesaretine hayranım. Öğrenme konusunda bu aydınlara çok şey borçluyum. Hepsini saygıyla selamlıyorum.
02.06.2015
*Em. Öğrt.

NOTLAR: