Adil Okay / adilokay@hotmail.fr
“Karanlık zamanlarda/ Şarkı da söylenecek mi?/ Elbette, şarkı da söylenecek Karanlık zamanları anlatan.” Bertolt Brecht
“Karanlık zamanlarda/ Şarkı da söylenecek mi?/ Elbette, şarkı da söylenecek Karanlık zamanları anlatan.” Bertolt Brecht
Film kapitalizmin dayattığı tüketim kültürüne ve yabancılaşmaya eleştiri ile başlıyor. Kahraman evin dekoru ile uğraşırken insan ilişkilerini unutuyor. En iyi arkadaş eşya oluyor onun için. Taksitle alınan yeni eşyalar, yeni araba hedef bu. Sonra sonrası yok. İş gereği seyahat eden kahraman ‘tek porsiyon yaşam’ diye durumunu doğru saptayıp kendini ti’ye bile alıyor. Çalıştığı firmanın kazalarda yitirilen insanları eşya-para olarak görmesi. Tek kişilik otel odaları, yalnız seyahatler v.s. Uyku sorunu olan kahraman değişik hastaların toplu terapi seanslarına katılıyor. Kanserliler, tüberkülozlular v.s. hepsinde ortak nokta yalnızlık. Eşleri, çocukları, arkadaşları tarafından güçten, iktidardan düştükleri için terkedilmişler. Kahraman, uykusuz gecelerde hem bunları sorguluyor hem de yavaş yavaş şizofreniye doğru yol alıyor. Buraya kadar gösterilen fotoğraflar iyi. Eleştirel gerçekçilik. Toplumsal gerçekçiliğe bir adım var. Yani çözüm üretme, alternatif gösterme adımına. O adım hiç atılmıyor. İzleyici bu fotoğrafları görüp sorgulamaya başlayacakken film mecrasından sapıyor. Beklentileri havada bırakıyor. Seyirci de sıkılmasın diye heyecan, gerilim sahneleri başlıyor. Bir de gizemli aşk var. Ve seks tabi ki. Ee Amerikan sineması da bu işi iyi yapıyor doğrusu. Sıkılmadan hatta sonu nereye varacak diyerek, bir detektif-polisiye film izler gibi izliyorsunuz. Kendinizi filme kaptırdığınız an beğeniniz artıyor. Başta da dediğim gibi her nabza göre şerbet-çorba sayılan postmodern sanat amacına ulaşıyor. ‘Çok felsefi’ diskurlar da sıradan bir macera filmi izleyicisi için ‘kültürel gıda’ oluyor. Üstelik seyirci henüz Matrix’in postmodern gizini çözememişken.
Tirana Karşı Tiran
Filmde tüketim kültürüne isyan edenler örgütleniyor. Ama tek bir şefin etrafında. O şef yani kahramanımız da peygamber mübarek. Ne anarşistlerin otorite karşıtlığı, ne komünistlerin demokratik merkeziyetçiliğinin izi, ne ikiyüzlü burjuva demokrasisi var. Kati itaat söz konusu. Tirana karşı tiran. Duvara karşı duvar. Şefin yaptığı işkencelere bile, ‘bir himmeti vardır elbet’ diye tevekkülle katlanılıyor. Sonunda kahramanın şizofren olduğu, çift kişilik yaşadığı ortaya çıkıyor. Hasta kahramanımız, boşaltılan iki üç gökdeleni havaya uçurtuyor. Neden bu eylem, neden eleştirilen sistemi sarsmayan böyle bir eylem, sorusunun yanıtı da verilmiyor.
Şimdi bu filmi beğeniyle izleyenler de farkında olmadan postmodern sanattan etkilenmiş diyebilirim. Ya da sisteme yöneltilen en ufak bir eleştiriden umutlanan naif bir yapıları var. Şunu düşünmüyorlar: Sistem kendisini eleştiren ama alternatif sunmadan sadece eleştiren sanata destek oluyor, karşılığını da fazlasıyla alıyor. Hem para olarak, hem de insanları sinema salonlarında, evlerde TV önünde ‘rahatlatarak’. Rahatlayan seyirci hem ‘kültürel gıda’ aldığını, hem keyifli vakit geçirdiğini düşünüp verdiği parayı ‘helal ediyor’. Ki bu uzun bir süredir yapılıyor. ‘Sorunların çözümünü yine bu sistemde bulmalıyız, kapitalizm daha insansal bir sistem olabilir’ inancını körükleyen her muhalif görünümlü çalışma baş tacı ediliyor. 70’li yılların isyancı rockçıları gibi. Onlar da sadece eleştirmiş ve sonuçta LSD özgürlüğünün altında ezilmişlerdi. Şarkı sözlerindeki isyancı mısralar ve kullanılan uyuşturucular da müritlerinde, sadece bira şişelerini kırma, birkaç taş atıp bağırıp çağırma ve dans etme cesareti yaratmıştı. Orta yaşa yaklaştıklarında da, ne Rockçı isyancılıkları, ne devrimci ruhları kalmamıştı.
Alan Parker Pink Floyd ve Duvar Metaforu
Alan Parker’in Pink Floyd mensuplarıyla yaptığı meşhur The Wall filmi bu konuda iyi bir örnektir. Duvar metaforunu çok iyi işleyen ‘eleştirel gerçekçiliğin’ mükemmel bir örneği sayılan bu müzikal filmde, “Kraliyetin şahsında soyluluk, kilisenin şahsında ruhbaniyet, ordunun şahsında şovenizm, hastalık üzerinden sağlık kuruluşları, evlilik ve aile aracılığıyla anne-baba, kadın-erkek ve okul-öğretmen üzerinden eğitim, sistemin köşe taşları olarak tespit edilir ve modernitenin açmazları ve ahlaksız kurumları gayet güzel bir şekilde mahkum edilir. (…) filmin burjuva toplumuna yönelttiği eleştiriler(…) tümüyle doğrudur ama buradaki eleştirinin dönüştürücü bir potansiyeli yoktur.(…) işte burada The Wall ve ‘Rockçı’ isyanın burjuva liberalizmi ile birleştiği noktaya geliyoruz. Burada totalitarizmin imgesi, Alman faşizminin simgesi olan iki başlı şahin ile komünizmin simgelerinden biri olan çekiçten üretilir. Çekiç filmde birkaç kez beliren kızıl bir yumruğun gene çekice dönüşmüş halidir ve sürekli insanların kafasına vurur. Yani sosyalizmde totalitarizmin bir biçimidir. Keskin bir mülkiyet eleştirisiyle köprüleri yıkan Pink Floyd, totalitarizmde sosyalizm ile kapitalizmi eşitleyerek burjuva liberalizminin mutedil sularına yelken açar. Keskin eleştireler yapılmış, büyük sözler söylenmiştir… İyi ama sonuç? Duvar ortada durmaktadır, nasıl yıkılacaktır, film bu konuda bize bir öneri sunmaz…
Fatih Akın ve Duvara Karşı
“The Wall’ın sonunda duvar patlamıştır ama bu kendinden menkul bir harekettir. Aslında patlayan duvar değil, duvarın dışına çıkamamış bireydir. ‘Duvara Karşı’nın yönetmeni Fatih Akın da, filmini hemen burada başlatır. Cahit duvarın altında ezilmiş bir insandır, toplum kendisini ezmiştir(…) ve toplumdan hıncını çıkarmak için sistemi temsil eden duvara son hızla çarpar ve film başlar.(…) Filme fonda hard-core müzikler eşlik etmektedir. Her sekansın arasında çalan musiki orkestrasının dingin sesleri belki filmin en önemli temasıdır. Bu tema aracılığıyla doğucul dinginlik, modernitenin hard-core’una karşı direnir.(…) Cahit ise günümüzün isyancı tipidir. Neyse ki onlar her derdin devası olan doğuyu keşfetmişlerdir ve arınarak gidecekleri bir yer vardır. Cahit’i ve sevgilisini ezen duvar yerinde durmaktadır ama Cahit kokainde bile bulamadığı duvarı göz ardı etme yolunu, mistik yolculuk sayesinde bulmuştur. Hippi hayatı ve hard-core isyancılık, sufi nefesleri ve bizanten müzik ile son bulmuştur. Cahit, dünya jet sosyetesinin ve hatta ferrarisini satan bilgelerin tercih ettiği bu yola çıkarak looser’lıktan trendy’liğe terfi etmiştir. Mistisizmin trendi de(…) daha büyük bir duvardır ama tuğlaları efsunlu cümlelerden yapılmıştır.” 1
(Fatih Akın’ın son filmi ‘yaşamın kıyısında’ için bkz. ‘yaşamın kıyısında ve fatih Akın yaşamın uzağında. Adil Okay. Sendika.org)
Kimberly Pierce ve Erkekler Ağlamaz
Dövüş Kulübü’nden kısa bir süre önce yine bir arkadaşımın hararetle tavsiyesi üzerine seyrettiğim Kimberly Pierce’in Erkekler Ağlamaz" adlı filminde de benzer bir hayal kırıklığı yaşadım. Eşcinsellerin dramının çok iyi anlatıldığı bir filmdi. Oyuncular da rollerinin hakkını veriyordu. Ama o kadar. Ee daha ne olsun diyeceksiniz. İyi ama bu konuda o kadar çok film yapıldı ki. Çok da başarılı bulduklarım oldu. Mükemmel diye tavsiye edilen bu filmde, doğal olarak, diğerlerinden önemli bir fark aradım bulamadım(belki de sinema eleştirmeni olmadığımdan). Filmin en zayıf halkası: Karakterler ne yer, ne içer, nasıl geçinir sorularının yanıtının olmamasıydı. Yani emek, iş, çalışma hayatı yok. Herkes bohem yaşamakta. Film boyunca verilen mesaja göre, kapitalist sistem iyi işlemekte, kimseyi aç bırakmamaktadır. Sadece eşcinsellerin sorunları vardır. Elbette her filmde her sorun anlatılamaz. Ama bu kadar çok karakterin olduğu (ve neredeyse 3 saat süren) filmde kimsenin çalışmaması, buna karşın gül gibi geçinmesi senaryodaki ciddi bir zaaf mı, yoksa bilinçli olarak suya sabuna dokunmayan bir film yapma çabası mı? Yoruma açık. Oysa eşcinsel olan kadın kahraman işçi olsaydı üçlü bir baskı gördüğü daha iyi anlatılabilirdi. Ne demek üçlü baskı: ABD’de Kadın olmak ikinci cins olarak baskı görmek demektir. Eşcinsel olmak artı dışlanmak demektir. Bir de işçi ve/veya işsiz olmak üçüncü handikaptır. Hele bir de üstüne kapitalizm karşıtı yani muhalifseniz. Uzatayım bir de siyah tenliyseniz. Etti beş. Hadi birini ikisini geçelim. Kahramanımız beyaz - kadın ve eşcinsel. Ama nedense sınıfsız.
Yine 3–4 yıl önce izlediğim ABD yapımı bir filmde (adını, yönetmeni unuttum. Cennette beş dakika olabilir) muhafazakâr-orta burjuva bir çiftin dramı çok daha iyi anlatılmıştı. Erkek iyi bir Hıristiyan, iyi bir baba ama eşcinselliğini gizli yaşıyor. Karısıyla bir süre sonra cinsel ilişkiye giremez oluyor. Kadın da bahçıvanları olan bir zenciyle duygusal yakınlaşma yaşıyor. Kocası evi terk edip genç bir erkekle yaşamaya başlıyor. Adamın eşcinselliğinin yarattığı skandal hafif atlatılıyor ama kadının bir siyahla gezmesi, dans etmesi daha büyük bir skandala yol açıyor. En yakınları bile kadını terk ediyor. Sırtını dönüyor. Zenci de beyazların baskısı bir yana bizzat zenciler tarafından da dışlanıyor. Kenti terk etmek zorunda kalıyor. Kadının yaşadığı dram ve burjuva yaşam biçiminden yoksulluğa geçişi kare kare veriliyor. Demek istediğim ‘Erkekler Ağlamaz’ vasat bir film olmuş. Neden bu kadar çok beğenildi, övüldü anlamak zor değil. Çünkü postmodern zamanlarda kimlik, etnisite, eşcinsellik gibi sorunlar sınıf, emek, işsizlik, açlık, savaş gibi sorunların önüne konuluyor. Birlikte ele alınmıyor. (Elbette bu sorunlar da, kimlik, kadınların ve eşcinsellerin yaşadığı trajediler, etnisite, azınlık hakları v.d. de çok önemli.)
Anarşizm mi Postmodernizm mi
1970’lerde Pink Floyd ve benzerlerinin ‘eleştirel gerçeklik’te kaldıklarından söz ediyordum, bu gün ise postmodernizmden. Elbette adlarını andığım bu insanların hepsi bilinçli olarak postmodern sanat yapmamaktadır. Belki samimi olarak bir şeylere karşı çıkmışlardır. Kapitalizmin çirkin yüzünü görmüş ve alternatif sunamadan veya alternatif olarak mistisizmi gösterip duyarlı-demokrat olduklarını düşünmüşlerdir.
Her aydının Che Guevara olmasını, her şairin Nazım Hikmet olmasını beklemek nasıl gerçekçi değilse, her sinemacının da Vertov, Eisenstein veya Yılmaz Güney olmasını beklemek safdillik olur. Üstelik günümüzde postmodern düşünürler sol söylemler kullanıp, Marksizm’i nihilizm, mistisizm ve modernizm ile karıştırıp takiye çorbası pişirirken ve bu zehirli çorbadan bilim insanları ve bazı yarım akıllı solcular bile etkilenirken, sanatçıların kafalarının karışmaması çok zor. Bu anlamda onları ezber sözlerle, sloganlarla mahkum edip dışlamadan önce düşünülmeli? Sezen Aksu ‘Cumartesi Anneleri’ için beste yapmış ve bundan para almamıştır. Sezen Aksu’yu, keza ‘Barışa Rock’ etkinliğine ücretsiz katılan rock gruplarını ‘neden örgütlü muhalif değilsiniz’ diye ne kadar eleştirme hakkımız var? Üstelik ülkemizde sisteme muhalif-alternatif örgüt ve partiler henüz çekim merkezi olamamışken.
Ancak ‘Dövüş Kulübü’ gibi FBI, CİA siparişli filmleri de acımadan eleştirmek gerekir. Bu filmi hem sanatsal-estetik açıdan, hem verdiği mesajlar açısından beğenmek yeni yetme macera düşkünü delikanlılar için doğaldır. Senaryoda anarşizmi keşfetmek ise önce anarşistlere hakaret olur. Başta da dediğim gibi filmde sadizmden, faşizmden, nihilizmden, anarşizmden, mistisizme kadar her şey iç içe geçmiş, ortaya postmodern bir çorba çıkmıştır.
Sonsöz
Son sözü yine Osman Özarslan’a bırakıyorum:
“Nazım’ın en bilinen şiirlerinden birisinde ‘Bu duvarın dibinde/ bizimkileri kurşuna dizdiler/ (…)/ o duvar/ duvarınız/ vız gelir bize vız…’ der. Nazım şiirinde derin bir içlenme ve hınçla, duvar diplerinde katledilen komünarları yad’eder. Adnan Gerger’in ‘Firar Öyküleri’ne göre, 70’li yıllarda, Adalet bakanı Ulucanlar Cezaevini ziyaret eder ve der ki: ‘ Çok güvenli bir cezaevi, mahkumlar huzurlu, asayiş berkemal.’ Bu açıklamanın ertesi günü Ulucanlar cezaevinde yatan devrimci tutsaklar, Mehmet Zeki’nin önderliğinde firar ederler ve geride her şeyi özetleyen bir pankart bırakırlar: O duvar/ duvarınız/ vız gelir bize/ vız… Adalet bakanı istifa eder. Mehmet Zeki bir çatışmada, bir duvarın dibinde katledilir…”
1/Osman Özarslan. Duvarlar-Durumlar-Duyumlar- Duruşlar. Sanat ve Hayat. Mayıs- Haziran 2007.
1 yorum:
Bence de,o duvar/duvarınız/vız gelir/ vız
Yorum Gönder