3 Ekim 2008 Cuma

Akılsız Aklın Serüvenleri(III): Emanet-i Sanduka















nalın-ı şerif



Orta-asya’dan Orta-anadolu’ya bir kısrak başı gibi uzanan bizzatihi Süleyman efendinin kendisi miydi yoksa onun dedeleri miydi? Konumuz için pekte önemli olmayan bu sorunun cevabı benim için net değil. Yine bu satırların yazarı için cevabı net olmayan diğer bir soru ise, şaman inancını terkedip müslümanlaşan Süleyman efendiden öncekiler miydi, yoksa Süleyman efendinin kendisi miydi?! Ancak net olan şu ki, Süleyman efendinin aşiretiyle birlikte Anadolu'ya girmeden vefat ettiği ve yüzyıllar sonra ise İngiliz ve Fransızların, Türkiye’nin sınırlarını çizerken, Süleyman efendinin mezarını “misak-i milli”nin dışında tuttuklarıdır. Ama net olan birşey daha varki o da Süleyman efendinin ölümünden sonrada yolculuğun devam ettiği ve Kütahya –Söğütlü'de nihayet noktalanıyor gibi oluşudur. Net olan diğer bir nokta ise Süleyman efendinin zürriyetinden Ertuğrul Gazi'nin, Hayme Sultan’la yaptığı evliliğin meyvası olan Osman’ın, öldüğünde geriye 16.000 km2 lik bir toprak parçası bırakmış olmasıydı. Elbetteki Osman sıfırdan başlamamıştı. Babasından kendisine bir parça toprak kalmıştı ancak o, bu topraklara toprak katarak egemenlik alanını fiziki olarak genişletmişti. Bütün bunlar Tanrıya ''yalvar yakar'' ya da rica ederek gerçekleşmemişti. Küçük ama daha sonra büyüyecek olan ordusuyla ‘ya allah bismillah’ deyip elde kılıç, balta, mızrak, ok gibi öldürücü aletleriyle anadolu kavimlerine saldırıp mallarını yağmalamış, topraklarını ele geçirmişti. Niyahet, Osman’ın ömür seneleri 79 olup, toprak olduğunda oğlu Orhan (ki o da gazidir dedesi ve babası gibi) tahtı devralmış ve ömür seneleri boyunca o da babasının ayak izlerini sürmüş topraklarına toprak katmış ve sonunda babası Osman’dan kalan 16.000km2 yi, 95.000km2 ‘ye kadar çıkarmayı başarmıştı. Yıllar yılları, on yıllar on yılları, yüzyıllar yüzyılları, bir sultan diğer sultanı, işgal işgali, talan talanı izliyerek osmanlı haritası genişlemişti.

Fatih Sultan Mehmed dönemine gelindiğinde işgal edilen topraklar 2.214.000 km2 ‘ye ulaşmıştı. İşgal ve yağmalar Anadolu"yu çoktan aşmış üç kıtaya doğru yayılmaya başlamıştı.

KAN ve KEMİK ÜZERİNE KURULAN İMPARATORLUK

Yavuz Sultan Selim döneminde 6.557.000 km2, Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise toplam işgal edilip yağmalanan topraklar 14.983.000 km2’ ye kadar varmıştı. Sultan ikinci Murad döneminde (1500’ lü yılların sonu)ise işgal edilmiş toprakların büyüklüğü 19.902.000 km2’ ydi. Birkez dönen hep döner misali, çark Osmanlı’nın lehinde dönmeye başlamıştı. Kendilerinden önce ve zamanındaki diğer imparatorlukların izledikleri yolu izliyorlardı. Her imparatorluk gibi Osmanlı imparatorluğu da insan kanı ve kemikleri üzerinden oluşuyordu. Sıra dışı bir durum yoktu aslında. Bir kez kan ve kemik üzerine kurulan imparatorluk, yine kan ve kemiklerle varlığını sürdürmek durumundadır ki’ Osmanlı’nın yaptığı da buydu.

Ancak, katliamdan, yağma ve talandan ve de işgalden oluşan bu aktiviteleri anlaşılabilir ve mazur görülebilir kılacak, bir araca ihtiyaçları vardı. Ve bu öylesine bir araç olmalıydı ki, bütün bu eylemlerin mimarlarını insanlığın nezdinde ulvi ve ulaşılmaz kılabilsin. Nitekim, Osmanlı kendisini ulvileştirecek bu aracı bulmakta pek zorlanmamıştı; İslam. Böylece islam, Osman ve zürriyetinin elinde yüzyıllara yayılan işgal, talan ve yağmaları meşru kılacak, kutsallaştıracak bir araç durumundaydı. Allah ve Hz. Muhammed adına şavaşıp, yeryüzünü tüm iblislerden temizleyip ya da onları imana kavuşturup böylece islamı hakim kılmak gibi bir amaçları olduğunu iddia ediyorlardı. Kendi adlarına birşey istemediklerini aslında bütün bu zahmetlere islam için katlandıklarını belirtiyorlardı. Bu arada, Kutsal kitapta yer alan herhangi bir ayet ve surede Allah adına insanları; kadın ve çocukları katletmelerini, ırzına geçmelerini, servetlerini ve topraklarını gaspetmelerini, erkekleri ya öldürüp ya da esir almalarını teşvik eden yada öneren bir ifadenin olmadığını ayrıca belirtmeye gerek var mı?!.

İslam ve onun peygamberi adına sürdürüldüğü iddia edilen ve giderek süreklilik kazanan bu şavaş, Gülbahar Hatun'un oğlu Yavuz Sultan Selim dönemine gelindiğinde oldukça dikkate değer bir seyir izlemişti. Nedense ondan öncekilerin farkedemediği ya da farkedip- ihtimalki- ahlaki açıdan uygulamaya cesaret edemediği Hz.Muhammed ve kavminin yaşadığı ve müslüman dünyası için kutsal görülen toprakları istilası düşüncesi, Yavuz da hasıl olmuştu. Nitekim, Yavuz Sultan Selim beyninde hasıl olan bu düşünceyi hayata geçirmekte tereddüt etmedi. İslam adına islamın doğdugu topraklar ele geçirilecekti. İlk adım atıldı: Ağustos 1516 yılında Halep istila edildi. Aynı yılın Eylül ayında Halep’in istilasını Hama, Humus ve Şam izledi. İstila istilayı izliyordu: Aynı yılın Aralık ayında Hiristiyan, Müslüman ve Yahudilerin kutsal toprakları olan Küdüs işgal edilip yağmalandı. Hızını almamış olacaklardı ki, Ocak ayında Gazze ve Kahire işgal edildi. Bu arada Hicaz’da kaşla göz arasında işgal edilmiş oldu. Osmanlı hazinesi kutsal toprakların işgaliyle birlikte gasp edilen servetlerle doldu. İşgal ve yağma başarıyla gerçekleşmişti. Hz. Muhammedin doğduğu topraklar- müslümanlığın doğuş toprakları- müslümanlık adına müslümanlardan kurtarılmıştı! Kabe’nin anahtarı artık Yavuz’un cebindeydi. Hazır kabenin anahtarını almışken, fırsat bu fırsat Hz. Muhammed ve ebevynlerinin şahsi eşyalarını da gasp etmeyi ihmal etmemişlerdi. Müslümanlık adına müslüman Osmanlı’nın gerçekleştirdiği bu gaspın Hz. Muhammed’in soyundan gelenleri ve onun kavmini ne derece rencide ettiğini tahmin etmek pek güç olmasa gerek.





Kabe'nin anahtarı

EMANETLER KAMUYA AÇIK

Emanet-i mukaddes adı altında sarayın emanet-i sanduka bölümüne yerleştirilen ve ne hikmetse sahiplerine bir türlü iade edilmiyen ‘emanetler’ kamuya açık alanlarda büyük bir gururla sergilenecekti. Sergilenenler arasında peygamberin ebeveynleri arasında yeralan bayanlara ait giysilerinde bulunduğunu hatırlatarak olayın ahlaki boyutuna özel vurgu yapmakta yarar var. Hz. Fatma, kendisine ait özel giysilerin gaspedileceğini ve yine bu gaspdan yüzyıllar sonra da binlerce kilometre ötede halka sergileneceğini tahmin edebilseydi vasiyetinde ölümünün hemen ardından giysilerinin yakılmasını tavsiye edeceğini tahmin etmek pek güç olmasa gerek. Bırakalım kutsal olarak kabul edilen bir bayanı, sıradan bir bayan (ki eğer şovculuğa meraklı bir manken değilse) için bile kabul edilemez durumlardır. Etik ve vicdani açıdan rahatsızlık uyandıran bu tür gelişmeler Sultan Selim’i pek rahatsız etmemiş olacak ki, kutsal toprakların işgalinden sonra Yavuz ünvanı almakla kalmamış, ayrıca Halifelik kılıcını da beline takarak kendisini, ulviliğin zirvesine ulaştırmış ve böylece islamın biricik temsilcisi olmayı başarmıştı!. Artık bundan sonra, üç kıtaya yayılan iktidarını pekiştirmede ve daha da yayılmada İslam’ın bir araç olarak kullanılmasında rahatlama sağlanmış olacaktı. Hiç kimse diyelim ki herhangi bir müslüman, bundan böyle hangi eylemlerin müslümanlığa uygun olup olmadığını tartışacak hakkı yitirmişti. Ona hüküm verecek olan en yüksek merci biricik halifenin kendisiydi. Sorun çözülmüştü! Bu arada parantez içi belirtelim ki; Kutsal toprakların işgaliyle Sultan Selim, Yavuz Sultan Selim olurken, işgalin başarısında temel rol oynayan ordusuda ’’peygamber ocağı’’ ünvanını almıştı.

’’ OSMANLI’DA DİN VAR İMAN YOK”





sakal-ı şerif


Osmanlı müslüman, müslümanlarda osmanlı sayılıyordu artık. İslam adına topraklar işgal ediliyor ve işgal edilen topraklarda yine islam adına bir şeyler yapmak gerekiyordu ki bu yapılacak olan şeyler toprakların islam adına işgal edildiği iddiasını inandırıcı kılsın. İslamın alametleri olan camiler, medreseler inşa etmek gerekiyordu. Ancak Osmanlı, cami, medrese inşa etmek gibi külfetli ve hiçbir maddi faydası olmayan şeylerle uğraşacak durumda değildi. Daha pratik bir çözüm bulmuştu. Mevcut kiliselerin sağına soluna aceleyle minareler dikerek camiye, kilise okullarınıda işaretlerini değiştererek medreselere dönüştürüyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u işgal ettiğinde ilk işlerinden bir tanesi ünlü zeyrek kilisesinin sağına soluna minareler diktirmek olmuştu. Tabii ki, hep kiliseleri camiye dönüştürmüyorlardı nadirende olsa temelden cami inşa ettikleri de oluyordu. Esasen osmanlı bütün varlığı boyunca anadolu kavimlerinin iki kelamına uygun hareket etti ya da hareket tarzıyla anadolu kavimlerinin iki kelamında ne kadar isabetli olduklarını kanıtladı ki o kelamlar şöyledir:

’’ Osmanlı’da din var iman yok’’ ’’Şalvarı kaltak osmanlı, yemede içmede var ekmede biçmede yok’’.

...............................................................................

Akılsız akıl tarafından gaspedildikten yüzyıllar sonra bu kezde akılsız aklın uzantıları tarafından kamuya açık mekanlarda sergilenen kutsal emanetlerden bazıları:





Hz. Muhammed’in su içtiği tas








Hırka-ı saadet








Hz.Hüseyin’in giysisi








Hz.Fatma’ya ait sandık






Hz.Fatma’nın giysisi






Hz. Ali’nin kılıcı








Hz.Davud’un kılıcı

Hiç yorum yok: