14 Haziran 2011 Salı

FERHAT TUNÇ BU VEFASIZLIĞI HAK ETMEDİ



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Ferhat Tunç; hazineden bir kuruş yardım almadan, kendi öz gücünü kullanarak %10 seçim barajıyla antidemokratik olan bir seçim sisteminde kurt rakipleriyle yarışmak zorunda kalmıştır. Üstelik bir de Kılıçdaroğlu rüzgârının estirildiği bir CHP’yle Dersimde yarıştı.

Ne yazık ki, Kılıçdaroğlu’nun rüzgarı gelip Dersim’de bir tek Ferhat Tunç’a çarptı. Sayın Kılıçdaroğlu sanki Kamer Genç’i milletvekili yapmak için CHP’ye genel başkan oldu. CHP Kılıçdaroğlu şahsında Türkiye çapında Dersim çıkışını yapsaydı Ferhat Tunç’un kaybetmesine bu kadar üzülmezdim. 40 yıllık milletvekili olan Kamer Genç’i bir kez daha Meclis’e göndermenin Tunceliler için belki bir anlam ifade edebilir. Ancak, Dersimliler için çok üzücü bir durumdur.

Ferhat Tunç’un özelde Dersim halkı, Ortadoğu’da Kürtler ve Genelde ise Türkiye halkları için nasıl bir mücadele verdiğini hep birlikte sorgulamak durumundayız.

Sevilay Yükselir seçimlerden birkaç gün önce “Dersimlinin, Dersimlilikle imtihanının sonuçlarını hep beraber izleyeceğiz” belirlemesinde bulunmuştu. Şöyle ki;

“Hatırlarsınız herhalde. Çoğu kimsenin, Kürtçe şarkılar çalıp söyleyemediği zamanlarda Dersimli Ferhat meydanlardaydı. Özgürlük ve haklar mücadelesinde o hep en öndeydi. Birileri sadece cebini doldururken sazıyla, sözüyle, Ferhat bölge halkının mücadelesi için sokaklardaydı. Ve doğup büyüdüğü toprakların ona kazandırdığı o asi ruhla yıkanmış olmanın kendisine kazandırdığı duruşla var olmayı yeğlediği için de sanatından ve toplumsal yaşamından taviz vermeden yürüdü hep o sokaklarda. Dersim Katliamı'nı ilk gündeme getiren ve sorgulayanlardan biri oldu.” (Sevilay yükselir) Ne yazık ki, Dersim bu sınavda sınıfta kalmıştır. Hem de çok kötü bir puanla. İtiraf etmeliyim ki, bu sınavda Tunçeli kazanmıştır.

Tunçeline karşı Dersim mücadelesi devam edecektir. Mazlumların diyarından Seyit Rıza'ya yakışan Dersim'in gülüdür, Ferhat Tunç. O nedenle Ferhat Tunç bu vefasızlığı hak etmedi.

13.06.2010

İNŞALLAH KAZANIRSINIZ(!)



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

BDP, Diyarbakır’da zaten her gün miting yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun mitingini Başbakan’ın mitingi, sonra da Bahçeli’nin mitingi izliyor. Diyarbakır yolgeçen hanı oldu! Dilin kemiği yok! Salla sallayabildiğin kadar, nasıl olsa kafa sallayacak adam bulursunuz! Mitingler seçimlere kadar devam edecek, konuşmalar da! Ancak kendileri birer “demokratik parti” olmayan mevcut siyasi partilerimizden nasıl bir “gelecek” ya da “Anayasa” bekleyebiliriz? Liderlerinin istediği kişiyi aday gösterdiği, istediğini-küfür bile olsa!-söyleyebildiği, halka tahakkümü ve zulmü uygulamayı olağan sayan bu “demokratik olmayan” siyasi partilerin adının, unvanının, şanının, namının ne kıymeti harbiyesi var? Siyaset kişisel çıkarlardan soyutlandığı zaman ancak hizmet yapabilir, yolsuzluklar olmaz, ülke kalkınır. Çünkü benim hayal ettiğim ülkede yurttaşlar akıllarına hırsızlığı, adaletsizliği, rüşveti, eşitsizliği, ayırımcılığı bile getiremeyecekler. Çünkü insanımızın genleri değişecek, vergi kaçırmayı düşünmeyecek, ihale düzenini usundan (aklından) silecek, siyaset yapmak ta bir “evrak memuru”nun yaptığı iş gibi sıradanlaşacak. Bir “milletvekili”nin ülke’deki forsu (şöhreti) (geliriyle, göreviyle, dokunulmazlığıyla) bir evrak memuru kadar olduğu zaman bu ülkeye “tam demokrasi” gelecektir. İşte bu ülkeye biz “demokratik cumhuriyet” o zaman diyeceğiz.

Böylesi bir düzende “vekil” olmak cazip gelmeyecek, bu işe gönül verenler sıradan bir yurttaş gibi-küçük bir devlet memuru sınavına girer gibi!-bu seçimlere gireceklerdir. Oysa şimdiki demokrasimizde aslında köle olan halk sanki göklerde tapacağı tanrıları (vekilleri) seçmek zorunda kalıyor. Ve biz hiç sıkılmadan bu rejime “demokrasi”, seçilenlere de “milletvekili” diyoruz! Siyaset ve sosyal bilimciler eğer özgür üniversitelerde araştırma yapan bilim adamları olsalardı bu benim dediklerimi-benden önce!-söylerlerdi. Ama söyleyemezler. Çünkü üniversiteler özgür (özerk) değil ve kimse sistem tarafından kara listeye alınmak istemiyor. Ve ülkenin tipine göre bu ülkede profesör yetişiyor, sistemle temas kuran, nemalanan ve ona hizmet eden. Oysa bu bozuk sisteme önce bilim adamlarının karşı çıkması gerekirdi!

Başbakan Diyarbakır’da Kürtlere Zerdüşt dinine bağlısınız dedi. Kürtleri din düşmanı gösterdi. Sözleri dolaylı da olsa (BDP’yi de kastetse) buna dayanıyordu. Oysa Kürtler şimdi Müslüman! Önceleri Zerdüşt dinine tapmış olabilirler. Çok kadim bir dindir ve tek tanrılı dinlere benzerliği fazladır. Türkler de Şaman değiller miydi? Araplar putlara tapmıyorlar mıydı? Başbakan’ın miting ve seçim konuşmaları-danışmanları kim ise?-çok itici ve kırıcı! Dua etsin ki seçim sonuçları-ülkemizde gerçek bir demokrasi olmadığı için-şimdiden belli. Hopa’da kendisine tepki gösteren kitleye “çete ve terörist” dedi. “Meğer Hopa’ya eşkıya inmiş!” sözünü kullandı. Polisin biber gazıyla öldürdüğü emekli öğretmen Metin Lokumcu meğer eşkıyaymış(!) Demek salt Kürtler eşkıya olmuyormuş, size karşı duran Türkler de eşkıya olabiliyormuş. Bir başbakan Hopa’daki eylemi anlatırken nasıl olur da ölümü (öldürmeyi) meşru hale getirebiliyor? Seçim otobüsünden düşen polise (Servet Erkan) çok üzüldüm(acıdım)! Ekmek parası için Başbakan’ın korumalığını yapan biriydi. Ya Başbakan öğretmen Metin Lokumcu’ya gerçekten acıdı mı? Dilerim bitirdiği imam Hatip’ten dolayı acımıştır! Konuşmalarında BDP’nin MHP’yi destekleyecek ses kasetinin bugün yarın yayınlanacağını söyleyebiliyor. Bu talihsiz açıklamaydı(kendini ele verdi). Bu açıklamayla, kasetten haberi olanın yaptıranın olduğunun anlamı çıkabileceğini düşünmesi gerekirdi. MİT ya da Emniyet İstihbaratı’nın dinlediği bu konuşma önce Başbakan’a servis edilmiş olmalı. Öğretmen’e “eşkıya”, BDP’ye “terörist”, Kürtlere “dindışı” diyebilen bir Başbakanımız var, gerçekten çok şanslıyız(!)

Oysa AKP, CHP, MHP ve hatta BDP (Bağımsızlar) yeni anayasadan ve ülkede sınıflar arası ekonomik farkın kapatılmasından bahsetmeliydiler. Hiçbiri ülkeyi yönetmeye hazır değildir, çünkü kendileri “demokratik partiler” değildirler. CHP’nin yaptığı (hazırlıksız olarak) “anayasa üzerinde etnik kökene vurgu yapılmayacak” açıklamasına rağmen ben CHP’yi samimi görmüyorum. BDP toprak ağaları ve korcubaşlarına yalvarıyor! Toprak ağalarını vekil seçtiriyor. [Leyla Zana gibi sırf Mehdi Zana’nın eşi diye eğitimsiz birini-Avrupa ya da Dünya ödül de verse!-“kadın tanrıça” rolüne soyundurmak? KCK tutuklusu olan ve Omeryan Aşireti ağalarından birinin oğlunun eşi olması nedeniyle Gülser Yıldırım’ı vekil adayı yapmak? Cihan Sincar’ı, eşinin ve kendi babasının yine Omeryan Aşiret ağalarından olması göz önüne alındığında-(eşi Milletvekili Mehmet Sincar’ın Hizbulkontra tarafından öldürülmesi nedeniyle) bedel adına!-yıllarca belediye başkanı seçtirmek, üst yönetimlere seçmek ne kadar adalet ve eşitlik ilkeleri ile uyuşur, bu eleştirimi BDP’nin değerlendirmesini isterim. Bu ülkede aday gösterilecek “halk” tanımına giren-iyi eğitim almış, kendini yetiştirmiş-başka kadınlar, erkekler yok mudur?]Osmanlı’dan beri zorbalara dağıtılmış ülke toprağının reforma tabi tutulacağını BDP misyonu söyleyemiyor. Yani yoksul Kürt, zorba ve güçlü Kürt’ün kölesi kalacak. Ben ne edeyim böyle bir Demokratik Özerkliğe? Ya da beni yönetecek oligarşik bir zümrenin Türk ya da Kürt olması neyi değiştirir? Ha Türk oligarşik diktatörlüğü olmuş, ha Kürt oligarşik diktatörlüğü olacak, ne fark eder? Aydınların, entelektüellerin bilimsel inanç ve vicdanla hareket etmelerini öneriyorum.

Şimdi sizi (ajanslara düşen) vicdani bir manzaraya götürmek istiyorum. 5 Temmuz 2000 tarihinde Burdur Cezaevi’nde düzenlenen operasyonda (gaz bombaları, makineli tüfekler, kepçeler kullanılmıştı!) Veli Saçılık’ın kolu koparıldı ve bu kol bir köpeğin ağzında Burdur sokaklarında dolaştı(rıldı). Kopan kolu köpeklere yedirilen Veli Saçılık 12 yıl sonra bu seçim döneminde (Ankara Seyranbağları’nda) DSP adayı-operasyona emir veren dönemin Adalet Bakanı-Hikmet Sami Türk ile karşılaştı. Saçılık’ın-altı aylık bebeği ve eşiyle gezerken tesadüfen karşılaştığı-Hikmet Sami Türk’le arasındaki diyalogu veriyorum. Saçılık: “Beni hatırladınız mı?” Türk: “Yoo, hatırlayamadım.” Saçılık: “Kolumu koparttınız, nasıl hatırlamazsınız?” Türk: “Öyle bir şey yok.” Saçılık: “Siz Bakan’ken Burdur Cezaevi’ne düzenlenen operasyonda buldozer kolumu kopardı. Hatırlayın. Sonra çöplükte köpekler yerken bulundu.” Türk: “Olayın benimle ilgisi yok. Operasyon talimatını adalet Bakanlığı vermez.” Saçılık: “Size tehlikeli görünüyor muyum?” Türk: “Hayır, niye olsun?” Saçılık: “Bize ‘tehlikeli’ diye neler yaptılar. Siz hatırlamadınız ama biz televizyonda sizi her gördüğümüzde anıyoruz. Kucağımdaki bebeğimi hiç kucağıma alamıyorum. Mecburen boynuma astığım ana kucağında taşıyorum…” Türk: “Operasyonun bizimle ilgisi yok, jandarma yapmıştı, umarım sorumlular cezalandırılmıştır.” Saçılık: “Kimse ceza bile almadı. AİHM’e gittim.” Türk: “İnşallah kazanırsınız.” Saçılık: “Siz de bu tabloyu hiç unutmazsınız umarım.”

11 Haziran 2011 Cumartesi

’Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na Oy Yer!




Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu destekliyoruz. Yarın, oyunu düzenin partilerine ( AKP, CHP ve MHP… ) verme! Oyunu, yıllardır direnen Kürt halkına ve onun yasal sözcülüğünü yapan BDP’nin bağımsız adaylarına ver!

Yarın sandığa git ve tarihten silinmek istenen Kürt halkıyla birlikte ol ve oyunu ver!..Unutma, kurtuluş, birlikte olacaktır!

Bu bilinçle, oyunu, BDP’nin öncülüğünde gerçekleştirilen, bağımsız adaylara ver, diyorum.

Unutma, Kürt Ulusal Sorunu çözülmedikçe, Türkiye’de hiçbir sorun da çözülmez!

Unutma, 1965’te Türkiye İşçi Partili ve Bursa doğumlu Behice Boran, Bursa’dan değil, Urfa’dan milletvekili seçilmiştir! Bunun da bir tesadüf olmadığını da unutma!

Yine; Türkiye İşçi Partisi’nin (29 – 31 Ekim 1970) 4. Büyük Kongresi’nde alınan ”Kürt Sorunu ” kararları vesilesyiyle ”bölücülükten” kapandığını unutma!

Yine; 1984’te PKK öncülüğünde gerçekleşen, Eruh ve Şemdinli eylemlerini, Behice Boran: ” Haklı ve meşru eylemler” olarak değerlendirdiğini, unutma!

Unutma, bugün, Türkiye’nin en acil sorunu Kürt sorunun çözümüdür.
Bu bilinçle; TİP, TKP, TKP-İşçinin Sesi, TSİP, TKP-B, THKP-C, THKO, TKP-ML… geleneğinden gelenler ya da bu geleneği destekleyenlere sesleniyorum: Yarın, 12 Haziran 2011, oyunu düzenin partilerine verme!

Yarın, oyunu ’Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na o yer!

Unutma, oy kimliktir! Kimliğine ve oyuna sahip çık!

Yarın, 12 Haziran 2011 seçim sandığından Türk, Kürt, Arap, Laz ve tüm Anadolu halkları kazançlı çıksın, diyoruz. İstiyoruz.

12 Haziran 2011 seçimleri, Anadolu’nun aydınlık geleceğinin önemli basamakları olsun!

Bugün Türkiye’nin en acil sorunu Kürt sorunun çözümüdür.

”Boykot” gibi ”sol pasifist” tutum içine girenleri uyarıyor; Anadolu’nun kaderinde önemli bir mevzi olacak olan bu seçimlerde, hep birlikte; Demokratik Toplum Partisi’ ne oylarımızı verelim, diyoruz!..

Notumun sonucu; BDP’nin öncülüğünde gerçekleştirilen, bağımsız adaylara oy ver, veriyoruz. Vereceğiz.

Onurumuza ve geleceğimize sahip çıkamanın yolu buradan geçiyor, diyorum.

Onurumuza ve geleceğimize sahip çıkacağız; Demokratik Toplum Partisi ve bağımsız milletvekili adaylara oylarımızı vereceğiz!

9 Haziran 2011 Perşembe

Hakkı Devrim'e mecburi ve gerekli bir cevap hakkı




"...Eğer dürüst bir gazeteci ve yazar iseniz buyrun cevap hakkımı köşenizde yayınlayın!"


Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.com

Hakkı Devrim’in Radikal gazetesi de “Leyla Zana ile kavga etmeye de sohbet etmeye de hazırım.” Başlıklı yazısı ile ilgili bir e-mail yazıp kendisine göndermiştim. Hakkı Devrim 03.06.2011 tarihinde yine kendi köşesinde “Zana'yı savunan iki mektubun biri cevaba değer nitelikteydi.” başlığıyla bana hakaret eden bir yazı yazmış. Ben Hakki Devrime özetle şunu yazmıştım: “Leyla Zana andilini savunduğu için siz, asimilasyonist bir mantıkla onunla kavga etmeye hazır olduğunuzu yazmışsınız. Kürtler bir yüzyıldır bu inkarcı ve asimilasyonistt mantıkla kavga ediyor. Eğer bu mantık devam ederse bir yüzyil daha kavga edeceklerdir.”

Bunun üzerine O da benim için şöyle yazmış:”Abdulkadir Ulumaskan ciddî bir cevabı hak edecek seviyede değil. Beni asimilasyoncu olmakla suçluyor. Uzun ve terbiye özürlü mektubunun özeti bu. Zana’ya hayran olması da anlaşılır bir haldir, çünkü o da saldırgan tabiatlı birine benziyor.”

Ben de onun bu hakaretine karşı mecburi ve gerekli bir cevap yaziyorum
Sayin Hakkı Devrim, doğrusu siz yaşınıza başınza yakışmayan bir şekilde, bana ahlak, edep ve nezakete uymayan bir tarzda hakaret ediyorsunuz. Tabi siz, Kürtlere hakaret etmeyi kendinize bir hak bildiğiniz için ve bunun da yanınıza kâr kalacağını sanarken, aslında Kürtlerin de bunu, sizin gibi Kemalist asimilasyoncuların sayısıyla çarparak size iade edeceklerini hesaba hiç katmıyorsunuz. Siz Kürtlere basın yolluyla saldırarak hakaret ederseniz -onlarda şimdi benim yapacağım gibi- aynı yolla, misliyle, size cevap vereceklerdir. Çünkü artık sadece sizin değil, Kürtlerin de yazabilecekleri basın-yayın organları vardır. Onun için bundan sonra yaptıklarınız ile yapacaklarınız artık yanınıza kâr kalmıyacaktır.

Ama siz, etik erdem göstererek Kürtlerden özür dilemek yerine, kalkıp hakaret ediyorsunuz. Bu ahlaki değildir. Ben kamuyouna açık değil, size kişisel bir yazı yazıp göndermiştim. Ama siz kalkıp bunu kulanarak ve tahrif ederek hakaret ediyorsunuz. Ben de size bu cavabı yaziyorum ki, kimin terbiye özürlü yada terbiyeden yoksun olduğuna okuyanların kendileri karar versinler.

Benim size yazdığın yazının özü ve başlığına hiç değinmeden sadece size asimilasyoncu dediğim üzerinden, -şimdi size misliyle iade edeceğim- hakaretlerinizi üretiyorsunuz. Benim sizin asimilasyoncu olduğunuzu söylediğim ve öyle olduğunuz da doğrudur. Ama sizin esas yazı başlığınıza karşı: „Kürtler bu asimlasyonist mantıkla daha çok kavga eder!“ anafikiri üzerinden atlayarak kendinize göre çarpıtma ve hakaret malzemesi yapiyorsunuz. Öyle anlaşılıyor ki yılların yaşlılık tercübesi sizi bu konuda da bayağı uzmanlaştırmıştır. İşinize geleni alıp, esası gizleyerek bunun üzerinden insanlara saldırma marifetini iyi öğrenmişsiniz. Bu konuda basın ve yayn terbiyenizin de gözden geçmeye muhtaç olduğunu düşünüyorum.

Sizi eleştirmek neden „terbiye özrü“olsun? Siz, polis, savcı, hakimlikten sonra şimdi de terbiyeci mi oluyorsunuz? Bence siz, mazlumlara terbiye vermek yerine kendi terbiyenizi bir gözden geçirirseiz daha iyi edersiniz. Belki o zaman “özrün”nerede ve kimde olduğunu daha iyi görebilirsiniz. Bu Kemalizmin kendini beğenmişlik ve üstün görme terbiyesi midir nedir bilmiyorum? Ama doğrusu pek anlaşılır bir durum değildir.Yani anlaşılmıyor değil ama mantıksal ve vicdani bir anlaşılırlığı yoktur. Ancak bence en büyük terbiye ve ahlak özrü, bir halkın kendi doğal, insani ve demokratik hakkı olan anadilini savunmasına “ilkellik” demektir. Ben anadilimi savunuyorum ve bu terbiye özrü değildir. Ama bu işte illaki bir terbiye ariyorsanız, ben de size asimilasyonu savunmanın, terbiyeden, ahlaktan ve insanlıktan yoksunluk olduğunu hatırlatmakta bir mahsur görmem.

Sizin başbakanınız Almanya’da “Asimilasyon insanlık suçudur.” Diyor. Ve utanmadan kendi ülkesinde asimilasyonu savunup uyguluyor. Eminim ki siz de Almanya için bunu söyleceksiniz. Ama öbür yandan kalkıp 20 milyon Kürt kalkının anadilini savunmasına da “ilkellik”diyerek bu insanlık suçuna ortak oluyorsunuz.

Benim dilimi yasaklama hakkını kendinizde görürken, müsaade edin bende sizin asimilasyoncu olduğunuzu size söyleyim. Sanırım asimilasyonu eleştirmek asimilasyonu savunmaktan daha ağır insani bir suç değildir.

Sayın Leyla Zana’nın anadil ile ilgili söylediklerine “ilkellik” demek sadece asimilasyonist bir mantık değil, aynı zamanda bir insan hakları ve demokrasi ayıebıdır da. Ben sadece bu mantığınzı ortaya koymaya çalıştım, çalışıyorum. Ama terbiye ile ahlaki yanınızı pek sorgulamadım. Madem siz, terbiye ve ahlakı gündeme getirip hakarete başladınız, o zaman buyrun, bu terbiye ile ahlak meselesini incleyelim ki, terbiye ve ahlak özrünün ne olduğunu ve kime ait olduğu iyice anlaşılsın diye, size bu cevabı yazıyorum.

Benim asimilasyonu eleştirerek anadili savunan sözlerim bunca yaşınıza rağmen neden sizi yerinizden hoplatırıyor? Sayın Zana, Kürtlere “anadilnizi koruyun”derken neden çılgına dönüp kendisine saldırıyorsunuz? En doğal, insani haklara karşı böyle tehamülsüzlük ve saldırı ahlaki mıdır sizce? Ya da Kemalizm dışında, hangi ahlakta böyle bir terbiye vardır acaba?

Ciddi bir cevabı hak etmediğimi söylüyor ve arkasından da hakaretlerinizi savuruyorsunuz. Eğer cevaba değer bulmuyorsanız cevap vermez geçersiniz. Ancak hangi düşüncenin cevaba değer ya da değmez olduğu konusu herkesin düşünceye olan saygısı ya da saygısızlığı ilgili bir şeydir. Bunu izah etmenin de bir terbiyesi vardır ve cevap verirken terbiyeli bir şekilde verilmesi gerekir.

Benim de, Leyla Zana gibi saldırgan olmam ise iki kere yalandır. Çünkü ne ben ne de O, biz kimseye saldırmadık ve biz Kürt olarak hep saldırılan olduk. Yani sizin gibilerin saldırılarına maruz kaldık ve kalıyoruz. Şimdi de saldırılarınıza boyun eğmedik diye sözlü hakaret ve saldırılarınızla karşı karşyayız. Ben bugüne kadar Zana’nın kimseye saldırdığını duymadım. Ama sizin gibi asimilasyoncu düşünen savcının anadil konusunda Leyla Zana mahkemede savunmasını yaparken direkt ona saldırıp dövmek istedigini duydum. Tabi siz de ondan geri kalmayıp yazılı ve sözlü olarak saldırıyorsunuz.

Elbette size göre modernliğin ölçüsü Kemalizm ve asimilasyon ise, siz Leyla Zana ve onun gibi anadillerini savunanları ilkel görebilirsiniz. Sizin gibi modern asimilasyonist olmaktansa biz insani haklarımızı savunma ilkelliğini onur biliriz.

Ancak modern dünyadaki uluslararası bilimsel kurum ve kuruluşlar (UNESCO vb.) sizi yalanlıyor. Size göre ilkel olan bilim, bilim adamları ve pedagoglar, anadilin çocukların zihinsel, ruhsal ve sosyal gelişimleri için temel olduğunu söylüyorlar. Ama siz hala Donkişotvari misali buna karşı direniyorsunuz. Bu konuda onlarca bilimsel araştırmanın sonuçları var. İsterseniz ve haberiniz yoksa size gönderebilirim. Ancak eğer bunları bilmenize rağmen bunu savunuyorsanız, bu daha da vahimdir. Çünkü siz bana ve sayın Zana’ya pedagoji dersi verirken, bu bilimi de çarpıtmaya kalkıp asimilasyonist mantığınıza alet etmek istiyorsunuz. Bu ayiptır. Bilime ve insani etiğe sığmaz.

Padagoji dersini veren Hakkı Devrim’in bu bilimle ne kadar ilgisi var, diye merak edip hayat hikayenize bir baktım. Pedagoji bilim dalında hiç bir selahiyetinizin olmadığını görünce bir kez daha hayret ettim. Pedagoji bilimiyle ilgisi olmayan birinin kalkıp, bu bilim dalında ahkam kesilerek ona, buna bu bilimin dersini vermeye kalkışmasının ne kadar ahlaki olduğunu bilmiyorum?

Sonuç olarak; Hakki bey! Siz, beni babam yaşında olan kendinize teedeb (edebe gel / edepli ol!) demeye cebr ediyorsunuz. Bu da, benim almış olduğum terbiye gereği bana zulümdür. Ama sadece bana hakaret etmekle kalmayıp, benimle birlikte bir halka da hakaret ediyorsanız kusura bakmayın, cebrende olsa size haddininizi bildirmek zorundayım.

Eğer dürüst bir gazeteci ve yazar iseniz buyrun cevap hakkımı köşenizde yayınlayın.

05.06.2011

5 Haziran 2011 Pazar

MERT DAYANIR, NAMERT KAÇAR…








Turgut Koçak / TSİP Genel Başkanı

MERT DAYANIR NAMERT KAÇAR YA DA BAY TAYYİP’İN İNCİLERİ



İster politikacı, ister gazeteci ne olursanız olun tutarlı olacaksınız. Rüzgârgülü gibi rüzgâr ne yandan eserse ona göre bir tutum almayacaksınız. Tutarlı duruşunuzun size zararı olsa da, bu inanç ve kararlılığınızdan asla ödün vermeyeceksiniz. Bir konuda düşünce belirtecekseniz o konu ile ilgili olarak da iyi donanımlı olacaksınız. Nuray Mert bir konu ile ilgili olarak düşüncesini belirtmiş ve bu düşüncesi de Bay Recep Tayyip Erdoğan’ı çileden çıkarmıştır. Nuray Mert kapitalizmin ne olduğunu iyi bildiğinden Güneydoğu’da yapılan yollar ve duble yollar için özet olarak kapitalist sistem para kazanacağını düşünmese böyle bir yatırım yapmaz demiştir. Başbakan ise bu konuda (bu benim düşüncem) sömürüyü, çıkarı, vurgunu, talanı, köşe dönmeciliği iyi bilse de kapitalist sistemin ne olduğunu Nuray Mert kadar bildiğini hiç sanmıyorum. Bu yüzden de Bay Tayyip, Nuray Mert’in görüşlerini ele alarak hakaret etmiş ve Nuray Mert’e “namert” diyerek hezeyanlarına bir hezeyan daha eklemiştir.

İlginçtir, kendisine gün yirmi dört saat yağ çeken gazetecilere dönüp de; bugüne kadar, bu kadarı da fazla dememiş, yağdanlıkları gerçek gazeteci sanarak onların dünyalığına katkı koymak için “açıl susam açıl” örneğinde olduğu gibi bu yağdanlık gazeteciler için şans perisi olmuştur. Nuray Mert’se onun düşündüğü tipten bir gazeteci olmadığı için kurnazlığa ve milliyetçiliğe sarılarak Nuray Mert’e ağzını doldura doldura “namert” diyebilmiştir. Hoş Bay Tayyip bir gazeteci için tersini söylüyorsa biraz o hakaret yerine geçer ya neyse…

Daha önceki yazılarımızda da Bay Tayyip’in üslup bozukluğuna değindik. Onu bu kadar saldırgan yapan şeyinse bir sonun başlangıcı olduğunu düşünüyoruz. Yani kim ne derse desin Bay Tayyip gidici. İşte bu yüzden külhani ağızlarla önüne gelene saldırıyor. AKP’nin 2011 seçimlerinde aldığı oy tek başına iktidar olmasına yeter mi bilmiyoruz ya oyunun olabildiğince düşeceğini daha şimdiden söyleyebiliriz. Hoş tek başına iktidar olsa bile bundan böyle ne mecliste ne de dışarıda rahat yüzü göremeyecektir. Çünkü kendi deyimiyle çıraklık ve kalfalık döneminde bu ülkenin geniş emekçi yığınlarının anasını ağlatmış, şikayetlenen bir vatandaşa da; “ananı da al git” diyerek gerçek kimliğini açıkça ortaya koymaktan çekinmemiştir.

The Economist dergisinin seçimlerle ilgili yorumuyla iyice gözler dışarı fırlayan Bay Tayyip verip veriştirmekten geri kalmamıştır.Herkese haddini bildirdiği gibi bu dergiye de haddini bildirmiş, gözünü korkutmuştur.Çok ilginç,daha önce pek çok uluslararası dergi ya da gazetelerde övgü dolu düşünceler dile getirilmiş,kendisinin dışındakilerse en acımasız şekilde eleştirilmiştir. O zamanlar bu övgüleri kendisi için propaganda olarak kullanan Bay Tayyip’in rüzgâr tersinden esmeye başladığı zaman bu denli değişik tepki veriyorsa biz bunu olsa olsa köylü kurnazlığı olarak görürüz.

Bu seçimler gerçekten de Türkiye emekçileri için yaşamsal öneme sahip.Bu seçimlerde sempati ile baktığımız kimi sol görüşlü adaylar ve dost partiler olsa da durum değişmiyor. Bu seçimlerde Türkiye Sosyalist İşçi Partisi olarak temsil edilmediğimize göre herhangi bir sol görüşlü kişi ya da parti üzerinden de AKP ve diğer burjuva partilerine karşı mücadele yürütemeyiz. Bu yüzden de durumun zorluğu bütün çıplaklığı ile ortada duruyor. Parti olarak seçimlere girseydik sistem partilerine karşı daha kararlı mücadele yürütmek için kuşkusuz zorlanmazdık. İşimiz kolay değil, sistem partilerinin meşruiyetini tartışmaya açıyor ve AKP’nin iktidarının yıkılması gerektiğini savunuyoruz. Herkesi ama herkesi, başta AKP olmak üzere düzen partilerine oy vermemeye çağırıyoruz.

Biz sandığa gideceğiz ve kimseye oy yok, oyumuz kendimize, oyumuz sosyalizme diyeceğiz.Ancak o zaman Bay Tayyip gibilerinin mumunu söndürür padişahlanıp durmasına izin vermeyiz. Vermeyeceğiz de… Bay Tayyip’in ne yapacaklarından, ne saldırganlığından, ne de gücünden küçücük bir korkumuz yoktur. Nasıl geldiyse onu öyle göndereceğiz. Bu kez onunla birlikte onu bu noktaya taşıyanlara da hanyayı konyayı göstererek.Mert dayanır namert kaçar.

Bizler dayanacağız. Bay Tayyip’in incilerini ise yarın kimse anımsamayacak…


4 Haziran 2011 Cumartesi

DEVLETİN MÜHRÜ KİMİN ELİNDE?


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


İki ağa birbirleriyle (arazi nedeniyle) sürekli mücadele ediyorlardı. Bunlardan biri (biraz da kavgaların sorunlarından) yaşlanmış. Oğlunu çağırmış, ağalığı ona devretmiş: “Yaşlandım artık, ağalığı sana verdim. Karşı tarafla sen mücadele et!” Tam o arada (yani genç ağanın döneminde) bu iki aşiret arasında kavga çıkmış. Çevre köylüler, akil adamlar araya girmişler, gelin sizleri barıştıralım, demişler. O dönemler “barış”ı şeyhler yapıyordu. Şeyh’in huzuruna çıkmışlar. Şeyh önce-barışın nimetlerini anlatan!-iyi bir vaaz vermiş: “Kavga iyi değil, barış iyidir!” Genç Ağa-tecrübesizliğinden!-hile hurda, kurnazlık yöntemlerini yaşlısı kadar bilmiyordu. Şeyh sormuş: “Kavga neyin üzerine çıktı?” Yanıtlamışlar: “Ya, bir bağ yüzünden kavga ettik.” Şeyh: “Mesele nedir?” Aracılar söze karışmış: “Bu ağa bağ bizim sınırımızdadır diyor, diğeri de bağ bizimdir diyor Efendim. Bağ sınırda olduğu için konu tartışmalıdır!” Şeyh: “Mademki kavga bağ üzerinedir bir taraf diğer tarafa satsın, bu iş bitsin!” Genç Ağa bu öneriye destek vermiş: “Birimiz bu bağı satalım, mesele ortadan kalksın. Bu konuda tutanak ta tutalım!” Şeyh: “Kim satacak?” Yaşlı Ağa: “Şeyhim, eğer Genç Ağa satıyorsa ben alırım.” Genç Ağa: “Tamam! Ben 120 bin liraya sattım!” (O dönemlerde bağın içindeki ağaçlar 100 bin lira ediyorsa, Genç Ağa biraz fazlasını, 120 bin lira istemiş!) Yaşlı Ağa: “Tamam, ben aldım. Paranızı vereceğim. Tutanağı tutalım!” Biz bu bağı şu kadara şu aşirete sattık şeklinde bir tutanak tutulmuş, şahitlerle birlikte imzalanmış.

Genç Ağa sevinçle eve dönmüş. Babası: “Ne yaptın?” Oğul: “Barıştık!” Baba: “Barış iyidir. Nasıl barıştınız?” Oğlan olanları anlatmış. Baba öfkelenmiş: “Ahmak oğlum! Bağın içindekiler yalnızca 100 bin lira eder. Toprak giderse, bağ giderse, neyin üzerine aşiretçiliği (hâkimiyeti, ağalığı) sürdüreceğiz?” Oğul: “Ben söz verdim! İnsanlarla tutanak tuttuk, imzaladık!” Baba: “Bunun (tutanağın) üzerinde sultanın mührü mü var? Söz nedir? Ağalıktan da seni indirdim. Sen ağalığı yapamazsın. Ben devam edeceğim. Git şimdi köyün imamına söyle, karşı tarafın ağasına gitsin, bizim anlaşmayı bozduğumuzu söylesin!”

 Devlet (Hükümet) İmralı’da Abdullah Öcalan’la müzakere ediyor. Eylemsizliğe devam edin, biz de operasyon yapmayacağız, dağdaki militanlarınızı öldürmeyeceğiz, diyor. Sizinkiler de taş atmasın! Tamam diyorlar. Birbirlerine söz veriyorlar. Sonra bakıyoruz ki TSK’nın operasyonlarıyla onlarca PKK’li öldürülüyor. BDP’nin kadroları, sempatizanları tutuklanıyor. Tıpkı bizim hikâyemizdeki ağanın sözü gibi. Müzakerelerin altında Sultan’ın Mührü mü var, değil mi Başbakan? Kangrene dönüşmüş bu konunun bir orta yola da olsa çözülmesi gerekiyor. Tersini düşünmek istemiyorum. Eğer bizim ağalar gibi TSK, Polis, Hükümet, Devlet ve PKK hâkimiyetlerini bu yöntemlerle sürdüreceklerse sözlerinde durmasınlar! Ama gerçekten bu ülkede barışı, kardeşliği, demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını kurmak istiyorsak Kürt Sorunu’na hikâyemizdeki bağın satışı gibi bakmamalıyız. Bu söz hepimizedir.

 Uludere’de öldürülen [12(10?) kişiden biri olan] Adem Aşkan’ın doğup büyüdüğü [Otluca (Xenasis) Köyü’ndeki] ev ajanslara düştü. Taş bir binaya yaslanmış tek katlı kerpiçten (ben öyle tahmin ettim) bir ev. Dış boyası bile yok! Damı toprak olmalı? Onlar da dama örgütün bayrağını asmışlardı. Ev halkının yoksul olduğu evin biçiminden belli: Eğri büğrü! Baba Hamit Aşkan, “Ben oğlumla gurur duyuyorum. Bütün Kürt halkının başı sağ olsun!” dedi. Ve yazmak istemiyorum, daha fazla sözler söyledi. Bu sahne bu ülkede tıpkı damına “Türk Bayrağı” asmış “Mehmetçik”in babası gibi acıyı ve gururu birlikte yaşıyor(luğ)u anlatır gibiydi. Böyle bir şey olamaz! Bakanların, Milletvekillerin (bu vekillerin içine BDP misyonunun vekilleri de dâhildir), Başbakanların, toprak ağalarının, Kürt ve Türk zenginlerinin çocukları ölmüyor! Ölenler garip ve kimsesizlerin çocukları! Barışı, birlikte kardeşçe yaşamayı ve demokrasiyi sağlayamazsak yazık! Çok yazık!