Prof. Fikret BAŞKAYA
Aylardır Ergenekon çetesine dair haberler yayınlanıyor, soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar nihayet dava ve Ekim ayında başlayacak yargılama... Çete operasyonu, asıl devlet partisi çevresi ve genel olarak kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlarla onun dışında kalan geniş kitle arasında bir tür kamplaşmaya da dönüşmüş durumda. Aslında devlet çeteleri Türk siyasi sistemine içkindir, dolayısıyla ne yeni ve orijinal bir şeydir ne de istisnaidir. Aslında söz konusu ‘operasyon‘ Susurluğun devamıdır... Susurluk da yüzyıllık bir gelenektir. Sorun hükümetle muhalefet arasında bir tür kavgaya dönüşmüş durumda ama ne hükümet hükümet, ne de muhalefet muhalefet.
Ergenekon operasyonu bürokrasi içinde yürüyor, operasyonun kapsamı ve derinliği de gerçek iktidar odağı olan bürokrasinin “etkin ve yetkin kesimi” tarafından belirleniyor. Durum böyle olunca da sonucu tahmin etmek zor değil. Oysa olup-bitenlere şaşmak yerine, 21. Yüzyılın başında neden hâlâ böyle şeyler olabiliyor? Sorusunun cevaplanması gerekirdi. Neden devlet bu kadar rahatlıkla cinayet işleyebiliyor? Neden siyasi cinayetler bu kadar yaygın? Neden bunlar adıyla çağrılmıyor da “faili meçhul cinayetler” deniyor? Bu durum “faili meçhul” nitelemesine uyuyor mu? Faili meçhul katliam mümkün müdür? Devlet kendi vatandaşlarını bu kadar rahatlıkla katlederken neden toplumdan ciddi bir tepki gelmiyor, neden insanlar olup-bitenleri uzaktan seyretmekle yetiniyor? Neden darbeler ve darbecilik istisna değil de kural? Darbeciliğin rejimin işleyişinde mündemiç bir ‘gelenek’ olduğu apaçık ortadayken, nasıl olup da Türkiye’deki rejimin ‘demokratik bir hukuk devleti’ olduğu söylenebiliyor? Neden medya gerçek anlamda medya değil ve işlevini yapmıyor? Neden akademi en çok demokrasiden korkuyor? Ya da bu ne menem bir üniversite? Neden üniversitenin diğer bürokratik devlet kurumlarından bir farkı yok? Neden bu ülkenin okumuş diplomalı taifesi aydın sayılıyor ve neden gerçek anlamda entelektüel işlev görmesi gerekenler bu kadar cılız, bu kadar yetersiz? Neden eleştirel bilinç bu kadar azgelişmiş durumda? Siyasi kültür düzeyinin bu kadar geri oluşunun gerisinde yatan ne? Neden bu ülkenin insanları yurttaş bilinci taşımıyor da bir tür misafir, sığıntı, mülteci bilinci karışımı tuhaf bir bilinç taşıyor? Neden Genel Kurmay Başkanı bir ordu komutanı gibi değil de bir başbakan veya siyasetçi gibi konuşuyor ve öyle davranıyor? Ordunun devlet içinde devlet oluşu ve sivil yargının askeri yargıdan ayrılığı veya yargı ikiliği söz konusuyken, hukuk devleti teraneleri ne anlama geliyor? Rejim neden sorunları çözmek yerine üstünü örtüyor, erteliyor, müzminleştiriyor? Neden iç ve dış düşmansız yaşayamıyor? Türkiye’de özerk kafaların ve kurumların yetersiz oluşunun gerisinde yatan nedir? Velhasıl onca modernlik, çağdaşlık, muasır medeniyeti yakalama söylemine rağmen, Türkiye neden hâlâ 780 bin kilometre karelik bir kışlayı andırıyor? Yüzyıldan fazla zamandır peşinden koşulan, yakaladık, yakalıyoruz dedikleri muasır medeniyet ne menem bir şey, gerçekten öyle bir bir şey var mı? Yakalamak mümkün mü? Yakalamaya değer mi? 28 yıl sonra bile cuntacılardan hesap sormayı akıl edememiş bir toplumun gerçek gündemi yakalaması mümkün mü? Türkiye neden insanlığın gündemini hep bir gecikmeyle izliyor veya yakalayamıyor? Bu ve benzer soruları sormadan ve tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışmadan Ergenekon da dahil, olup-bitenleri yetkin bir biçimde kavramak ve gereğini yapmak mümkün değildir. Zira anlamak aşmaktır denmiştir...
Söz konusu soruları sorup, cevaplamanın olmazsa olmazı,asgari iki şeyin olmazsa olmazlığı durumunda mümkün: Birincisi, bağnaz resmi ideolojinin tahakkümünden kurtulmak; ikincisi de, Avrupa-merkezli olmayan, Avrupa evrenselciği dışında gerçekten evrensel evrenselci bir yaklaşıma sahip olmak. Aksi halde aldatılmaktan, oyalanmaktan, oyuna gelmekten kurtulmak mümkün olmayacak. Resmi ideolojiden kurtulmak demek, tartışma konularınızı özgürce kendiniz seçebilir, tartışabilirsiniz demektir. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan kurtulmak demek de, bilincinizin sömürgecilikten kurtulması, özgürleşmesi demektir ki, bu kendi gerçekliğinize kendi gözümüzle bakabildiğiniz anlamına gelecektir. Başka türlü söylersek, tartışabilmek için önce tartışabilir duruma gelmek gerekli... Şeylerin ne anlama geldiğini, gelmesi gerektiğini egemenlerden, yeryüzünün muktedirlerinden öğrenenlerin yapacakları tartışmaların bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Bir toplumun gelişmişlik kriteri olarak ekseri maddi zenginlik düzeyi ön plana çıkarılır, oysa bir toplumun gelişmişlik, uygarlık düzeyi sadece maddi zenginliğin artışıyla ilgili değildir. Bugün gelişmiş denilen ve imrenilen ülkelerin durumu bunu açıkça göstermiyor mu? Elbette görmek isteniyorsa... Bir toplumun gelişmişlik düzeyi onun eleştirel yeteneğinin düzeyiyle de ilgilidir. Türkiye’de olup-bitenlerin yetkin bir biçimde anlaşılması, bilince çıkarılması, düşünce dünyasında bir devrim olmadan, eleştirelliği içselleştirmeden mümkün görünmüyor.
Öyleyse öncelikle yapılması gereken iki şey var: Birincisi, Türkiye’nin yakın tarihini [Osmanlı İmparatorluğunun son yüz yılından bugüne] politik, sosyal, ekonomik, kültürel-ideolojik-estetik, vb. veçheleri itibariyle ama bir bütün olarak, Avrupa-merkezli olmayan bir tahlile tâbî tutup, yeniden düşünmek; İkincisi de resmi tarihin ve resmi ideolojinin çoraklaştırdığı ideolojik alanın dışına çıkmak. Buna, aldığınız eğitimle hesaplaşmak da diyebilirsiniz. Zira, düşünce dünyasında bir kopuş olmadan bir arpa boyu yol almak mümkün olmayacak. Türkiye’ye dışardan [Batıdan] bakan biri her şeyin azçok-yerli yerinde ve olması gereken gibi olduğu ama kimi aksaklıkların da var olduğu izlenimine kapılabilir, nitekim öyle algılanıyor. Oysa Avrupa-merkezli olmayan, içerden ama ‘evrensel evrenselci’ bir bakış, şeylerin, olguların ve süreçlerin pek de öyle olmadığı sonucuna varacaktır... Zira Türkiye’de rejime modernlik, çağdaşlık, demokratiklik görüntüsü veren ve öyle bir izlenim de yaratan kurumlar, mekanizmalar ve söylemler aslında gizlenmiş otokratik zihniyetin ve otokratik iktidarın hizmetindedir. Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Demokrasi denilenin içi boş bir söylem olmanın ötesine geçememesi, hukuk devletinin -ki, mülkiyetin ve piyasanın kutsandığı koşullarda hukuk devleti denilenin ne demeye geldiği tartışmasına girmeden- sadece yasa metinlerinde, mahkeme duvarlarında, ders kitaplarında, köşe yazarlarının, hukuk profesörlerinin, siyasilerin ve hukukçu taifesinin ağzında bir yeri oluşu, bürokrasinin özellikle de onun militer kanadının dokunulmazlığı, hesap vermezliği, hesap sorulamazlığı geçerliliğini korudukça, çetelerden hesap sorma söyleminin seyirciyi oyalamanın dışında bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değil.
Fakat bu vesileyle bir yanlış anlamaya da yer vermemek gerekir: Söz konusu operasyonu AKP hükümetiyle asıl devlet partisi ve çevresi, veya başka bir deyişle AKP ile reel Atatürkçüler arasında birçıkar çatışması, rant ve statü savaşı olarak görüp, ‘bırak birbirlerini yesinler’ demekten daha büyük azmazlık olamaz. [Kaldı ki söz konusu iki ‘taraf’ arasındaki çelişki temelli bir çelişki de değildir]. Başta sosyalist sol olmak üzere, tüm demokratik güçler ve demokrasiden yana olanlar, bu durumu rejimi ve onunu resmi ideolojisini teşhir etmek üzere kullanmalıydılar, zira Ergenekon operasyonu uzaktan seyredilecek kadar önemsiz değil. Sol, söz konusu operasyonu gazete köşelerinde tartışacağına, büyük mitingler. gösteriler, etkin kampanyalar, canlı tartışmalarla rejimi teşhir edecek ve bu vesileyle de kendi önünü de açacak bir fırsata dönüştürebilirdi...
Neden mi yapmadı, yapmıyor, yapamıyor? Bu başka bir yazının, değilse kapsamlı bir tartışmanın konusu... Solun bu alanda etkinlik sağlaması için, rejimle birlikte kendi geçmişini, kendi ‘resmi ideolojisini’ de sorgulaması gerekmiyor mu?
Ergenekon operasyonu bürokrasi içinde yürüyor, operasyonun kapsamı ve derinliği de gerçek iktidar odağı olan bürokrasinin “etkin ve yetkin kesimi” tarafından belirleniyor. Durum böyle olunca da sonucu tahmin etmek zor değil. Oysa olup-bitenlere şaşmak yerine, 21. Yüzyılın başında neden hâlâ böyle şeyler olabiliyor? Sorusunun cevaplanması gerekirdi. Neden devlet bu kadar rahatlıkla cinayet işleyebiliyor? Neden siyasi cinayetler bu kadar yaygın? Neden bunlar adıyla çağrılmıyor da “faili meçhul cinayetler” deniyor? Bu durum “faili meçhul” nitelemesine uyuyor mu? Faili meçhul katliam mümkün müdür? Devlet kendi vatandaşlarını bu kadar rahatlıkla katlederken neden toplumdan ciddi bir tepki gelmiyor, neden insanlar olup-bitenleri uzaktan seyretmekle yetiniyor? Neden darbeler ve darbecilik istisna değil de kural? Darbeciliğin rejimin işleyişinde mündemiç bir ‘gelenek’ olduğu apaçık ortadayken, nasıl olup da Türkiye’deki rejimin ‘demokratik bir hukuk devleti’ olduğu söylenebiliyor? Neden medya gerçek anlamda medya değil ve işlevini yapmıyor? Neden akademi en çok demokrasiden korkuyor? Ya da bu ne menem bir üniversite? Neden üniversitenin diğer bürokratik devlet kurumlarından bir farkı yok? Neden bu ülkenin okumuş diplomalı taifesi aydın sayılıyor ve neden gerçek anlamda entelektüel işlev görmesi gerekenler bu kadar cılız, bu kadar yetersiz? Neden eleştirel bilinç bu kadar azgelişmiş durumda? Siyasi kültür düzeyinin bu kadar geri oluşunun gerisinde yatan ne? Neden bu ülkenin insanları yurttaş bilinci taşımıyor da bir tür misafir, sığıntı, mülteci bilinci karışımı tuhaf bir bilinç taşıyor? Neden Genel Kurmay Başkanı bir ordu komutanı gibi değil de bir başbakan veya siyasetçi gibi konuşuyor ve öyle davranıyor? Ordunun devlet içinde devlet oluşu ve sivil yargının askeri yargıdan ayrılığı veya yargı ikiliği söz konusuyken, hukuk devleti teraneleri ne anlama geliyor? Rejim neden sorunları çözmek yerine üstünü örtüyor, erteliyor, müzminleştiriyor? Neden iç ve dış düşmansız yaşayamıyor? Türkiye’de özerk kafaların ve kurumların yetersiz oluşunun gerisinde yatan nedir? Velhasıl onca modernlik, çağdaşlık, muasır medeniyeti yakalama söylemine rağmen, Türkiye neden hâlâ 780 bin kilometre karelik bir kışlayı andırıyor? Yüzyıldan fazla zamandır peşinden koşulan, yakaladık, yakalıyoruz dedikleri muasır medeniyet ne menem bir şey, gerçekten öyle bir bir şey var mı? Yakalamak mümkün mü? Yakalamaya değer mi? 28 yıl sonra bile cuntacılardan hesap sormayı akıl edememiş bir toplumun gerçek gündemi yakalaması mümkün mü? Türkiye neden insanlığın gündemini hep bir gecikmeyle izliyor veya yakalayamıyor? Bu ve benzer soruları sormadan ve tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışmadan Ergenekon da dahil, olup-bitenleri yetkin bir biçimde kavramak ve gereğini yapmak mümkün değildir. Zira anlamak aşmaktır denmiştir...
Söz konusu soruları sorup, cevaplamanın olmazsa olmazı,asgari iki şeyin olmazsa olmazlığı durumunda mümkün: Birincisi, bağnaz resmi ideolojinin tahakkümünden kurtulmak; ikincisi de, Avrupa-merkezli olmayan, Avrupa evrenselciği dışında gerçekten evrensel evrenselci bir yaklaşıma sahip olmak. Aksi halde aldatılmaktan, oyalanmaktan, oyuna gelmekten kurtulmak mümkün olmayacak. Resmi ideolojiden kurtulmak demek, tartışma konularınızı özgürce kendiniz seçebilir, tartışabilirsiniz demektir. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan kurtulmak demek de, bilincinizin sömürgecilikten kurtulması, özgürleşmesi demektir ki, bu kendi gerçekliğinize kendi gözümüzle bakabildiğiniz anlamına gelecektir. Başka türlü söylersek, tartışabilmek için önce tartışabilir duruma gelmek gerekli... Şeylerin ne anlama geldiğini, gelmesi gerektiğini egemenlerden, yeryüzünün muktedirlerinden öğrenenlerin yapacakları tartışmaların bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Bir toplumun gelişmişlik kriteri olarak ekseri maddi zenginlik düzeyi ön plana çıkarılır, oysa bir toplumun gelişmişlik, uygarlık düzeyi sadece maddi zenginliğin artışıyla ilgili değildir. Bugün gelişmiş denilen ve imrenilen ülkelerin durumu bunu açıkça göstermiyor mu? Elbette görmek isteniyorsa... Bir toplumun gelişmişlik düzeyi onun eleştirel yeteneğinin düzeyiyle de ilgilidir. Türkiye’de olup-bitenlerin yetkin bir biçimde anlaşılması, bilince çıkarılması, düşünce dünyasında bir devrim olmadan, eleştirelliği içselleştirmeden mümkün görünmüyor.
Öyleyse öncelikle yapılması gereken iki şey var: Birincisi, Türkiye’nin yakın tarihini [Osmanlı İmparatorluğunun son yüz yılından bugüne] politik, sosyal, ekonomik, kültürel-ideolojik-estetik, vb. veçheleri itibariyle ama bir bütün olarak, Avrupa-merkezli olmayan bir tahlile tâbî tutup, yeniden düşünmek; İkincisi de resmi tarihin ve resmi ideolojinin çoraklaştırdığı ideolojik alanın dışına çıkmak. Buna, aldığınız eğitimle hesaplaşmak da diyebilirsiniz. Zira, düşünce dünyasında bir kopuş olmadan bir arpa boyu yol almak mümkün olmayacak. Türkiye’ye dışardan [Batıdan] bakan biri her şeyin azçok-yerli yerinde ve olması gereken gibi olduğu ama kimi aksaklıkların da var olduğu izlenimine kapılabilir, nitekim öyle algılanıyor. Oysa Avrupa-merkezli olmayan, içerden ama ‘evrensel evrenselci’ bir bakış, şeylerin, olguların ve süreçlerin pek de öyle olmadığı sonucuna varacaktır... Zira Türkiye’de rejime modernlik, çağdaşlık, demokratiklik görüntüsü veren ve öyle bir izlenim de yaratan kurumlar, mekanizmalar ve söylemler aslında gizlenmiş otokratik zihniyetin ve otokratik iktidarın hizmetindedir. Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Demokrasi denilenin içi boş bir söylem olmanın ötesine geçememesi, hukuk devletinin -ki, mülkiyetin ve piyasanın kutsandığı koşullarda hukuk devleti denilenin ne demeye geldiği tartışmasına girmeden- sadece yasa metinlerinde, mahkeme duvarlarında, ders kitaplarında, köşe yazarlarının, hukuk profesörlerinin, siyasilerin ve hukukçu taifesinin ağzında bir yeri oluşu, bürokrasinin özellikle de onun militer kanadının dokunulmazlığı, hesap vermezliği, hesap sorulamazlığı geçerliliğini korudukça, çetelerden hesap sorma söyleminin seyirciyi oyalamanın dışında bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değil.
Fakat bu vesileyle bir yanlış anlamaya da yer vermemek gerekir: Söz konusu operasyonu AKP hükümetiyle asıl devlet partisi ve çevresi, veya başka bir deyişle AKP ile reel Atatürkçüler arasında birçıkar çatışması, rant ve statü savaşı olarak görüp, ‘bırak birbirlerini yesinler’ demekten daha büyük azmazlık olamaz. [Kaldı ki söz konusu iki ‘taraf’ arasındaki çelişki temelli bir çelişki de değildir]. Başta sosyalist sol olmak üzere, tüm demokratik güçler ve demokrasiden yana olanlar, bu durumu rejimi ve onunu resmi ideolojisini teşhir etmek üzere kullanmalıydılar, zira Ergenekon operasyonu uzaktan seyredilecek kadar önemsiz değil. Sol, söz konusu operasyonu gazete köşelerinde tartışacağına, büyük mitingler. gösteriler, etkin kampanyalar, canlı tartışmalarla rejimi teşhir edecek ve bu vesileyle de kendi önünü de açacak bir fırsata dönüştürebilirdi...
Neden mi yapmadı, yapmıyor, yapamıyor? Bu başka bir yazının, değilse kapsamlı bir tartışmanın konusu... Solun bu alanda etkinlik sağlaması için, rejimle birlikte kendi geçmişini, kendi ‘resmi ideolojisini’ de sorgulaması gerekmiyor mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder