15 Şubat 2012 Çarşamba

Türkiye soluna soldan bakmak

Fikret Başkaya

Tarihsel, sosyal, politik nedenlerin bir sonucu olarak, Türkiye’de sol hareketin politik arenanın bir aktörü olarak ortaya çıkışı görece geç oldu. Sosyalist hareket ancak 1960’lı yılların ortalarına doğru politik, ideolojik bir aktör olarak etkili olmaya başladı. Bu durumun gerisinde elbette Türkiye’nin emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir sosyal formasyon oluşunun rolü vardı ama bu, ‘gecikmenin’ asıl nedeni değildi. Esas itibariyle 1915 ve sonrasında Ermeni, Rum ve diğer Hristiyan unsurların tasfiyesi, önemli bir kaynağın kurutulması anlamına geliyordu. Zira, ilk sosyalist örgütlenmeler daha çok başta Ermeniler olmak üzere, Müslüman olmayan unsurlar arasında filizlenmekteydi. İkincisi, 1923 sonrasında rejimin tek parti diktatörlüğü altında bağnaz bir otokrasiye dönüşmesi, sol muhalefet de dahil, her türlü muhaletin varlık nedenini ortadan kaldırmıştı. Bu durum 1946-50’den sonra “çok partili sisteme” geçişle bir değişikliğe uğramadı. Esasen “çok partili sistem” denilen, bir retorikti, reel bir karşılığı yoktu. “Demokrasiye geçiş” otokratik rejimin partisi olan CHP içinden DP’nin çıkarılmasından ibaret bir manipülasyondu. Zira düşünce ve örgütlenme özgürlüğü alanında bir ‘yenilik’ söz konusu değildi. Aynı şekilde yasakçı mevzuat ve zihniyette de bir esneme söz konusu değildi. Sadece ‘devletin istediği’ partiler kurulabiliyor ve yaşamasına izin veriliyordu. Zaten Demokrat Parti [DP] de bir “muvazaa partisi” olarak kurulmuştu. Kuranlar ve kurduranlar mâlumdu. Elbette yeni durumun önceki dönemden bir farkı da vardı. Kemalist otokrasinin geçerli olduğu 1923-50 döneminde [İsmet İnönü dönemi de dahil] devlet, hükümet, parti bütünleşmeşti. Bu üçü iç içe geçmiş durumdaydı. 1946-50 sonrasında devlet partisi sayısı ikiye çıktı. Fakat ikinci parti ‘asıl iktidar odağı olan ve ülkenin kaderini elinde tutan, benim asıl devlet partisi dediğimin ‘taşeronu’ olarak işlev görecekti. Asıl devlet partisi, taşeronun kendisine tanınan sınırı aştığını düşündüğü durumlarda, ya da “yeni dezenleme gerektiğinde” bir darbeyle aracı “rotasına” sokuyordu. Nitekim, 1960, 1971, 1980 darbeleri taşeronların kendilerine tanınan sınırı aştıkları düşünüldüğü için yapılmıştı.

Elbette yasakların her koşulda etkili olacağı diye bir kural yoktur. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden iki yıl sonra [1962], bazı sol yayınların [ Yön dergisi gibi] çıkmaya başlaması ve bir grup sendikacı tarafından Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması [1962] ve 1965 sonrasında öğrenci gençliğin radikalleşmesiyle, sol hareket ilk defa ülkenin sosyal –politik yaşamına etkili bir aktör olarak dahil oluyordu. Gerçi 1920’li yıllardan beri Türkiye Komünist Partisi [ TKP] varlığını sürdürüyordu ama bütün bu zaman zarfında kayda değer bir varlık gösterememişti. Bir tür ‘diyaspora örgütü’ olarak varolmuş, ülke içinde yeteri kadar kök salmayı başaramamış ve tabii etkili bir politik aktör de olamamıştı. Bunun başlıca nedeni, TKP’nin kuruluşundaki terslikti. Nitekim TKP içerde değil dışarda kurulmuştu. Ve tüm diğer III. Enternasyonal [Komintern] komünist partileri gibi, Sovyetler Birliği’nin her dönemdeki politikasının hizmetine koşulmuştu. Sovyet devriminin yozlaşıp, Stalinist otokrasiye dönüştüğü koşullarda Komintern de artık Sovyetler Birliği Devleti’nin diplomatik bir manipülasyon aracına dönüşecek ve kuruluş amacına ve varlık nedenine yabancılaşacaktı. Böylesi bir ortamda TKP’nin Kemalist otokrasiye karşı izleyeceği politika, Moskova tarafından belirleniyordu. Kaldı ki, daha kuruluş aşamasında TKP, Mustafa Kemal’e ve onun liderliğinde yürütülün siyasete açık destek vererek kendi yolunu kapatmıştı. Milli Mücadele denilen ama aslında Yunanlılara karşı sınırlı bir ‘savunma savaşı’ olan hareketin anlamını kavrama konusunda yetersiz kalmıştı. Bu hatanın bedeli de çok ağır olmuş, Parti’nin Lideri Mustafa Suphi ve diğer 15 parti yöneticisi hunharca katledilmişlerdi... Zaten Moskova’nın “devlet çıkarları’ politikasına göre rota değiştiren bir partinin başarılı olma şansı olmazdı.

1960’lı yılların ortalarından itibaren solun yükselişe geçtiği koşullarda, sosyalizm konusunda tam bir ideolojik-entellektüel boşluk söz konusuydu. Hareket yükselişe geçtiğinde ve kitleler nezdinde yankı bulduğunda, başlıca iki zaaf söz konusuydu. Birincisi, sosyalizm konusunda entellektüel birikim son derecede yetersizdi. Genel anlayış sosyalizmi bir “kalkınma” sorunu olarak algılama yönündeydi. Başka türlü söylersek, sosyalizm “farklı bir toplumsal düzen” veya “başka bir şey“ olarak değil de, kalkınmanın daha etkili ve hızlı yolu olarak ‘anlaşılıyordu’... Batıyı yakalamanın kestirme yolu olarak görülüyordu. Dolayısıyla sosyalizimin teorik mirasından haberdar olmama gibi bir zaaf söz konusuydu. [1963 veya 1964 kışı olacak, bütün bir gün Ankara’nın tüm kitapçılarını dolaşıp, sosyalizmle ilgili kitap aradığımda, sadece bir İngiliz İşçi partisi üyesi tarafından yazılmış, üstelik sosyalizmle de pek ilgili olmayan bir broşür bulabilmiştim...]. Bağnaz yasakçılığın kural olduğu koşullarda bu şaşılacak bir şey değildir elbette... İkincisi, işçi sınıfı cephesinde de köklü bir mücadele geleneği mevcut değildi. 1946 sonrasında çok sayıda sendika kurulmuş ve 1952’de de TÜRK- İŞ Konfederasyonu kurulmuş olsa da, bir işçi sınıfı mücadele geleneğinden söz etmek zordu [zaten sendikalar grev ve toplu sözleşme haklarından mahrum örgütler olarak, bir bakıma içi boş midye kabuğu gibiydiler...]. İşçilerin sendika çatısı altında toplanan kesimi önemli olsa da, TÜRK-İŞ Amerikan ekolünün rahle-i tedrisinden geçmiş sendika bürokratlarının denetimi ve devletin sıkı gözetimi altındaydı. Ve TÜRK-İŞ daha çok devlet işletmelerinde örgütlenmişti. Patronu devlet olan işletmelerin işçilerinde bir tür “memur bilincinin” oluşması söz konusuydu. 1967’de TÜRK-İŞ’ten kopan DİSK bu yapıda bir gedik açmayı başarsa da, kendisi de bürokratik yozlaşmaya uğramış bir konfederasyon olmaktan kurtulamayacaktı... Velhasıl sol hareketin üzerinde yükseldiği temel zayıftı.

Herhalde Türkiye’de sol hareketinin en temel zaafı, kemalizmle arasına mesafe koyamaması, o konuda sergilenen aymazlıktı. Kemalizmle arasına mesafe koyamamak demek, onun “devletçi” bir sol olması demektir ki, bu durum büyük bir ideolojik-entellektüel zaaf oluşturuyordu. Nerdeyse tüm sol fraksiyonlar, Türkiye’nin anti-emperyalist ulusal bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna dair resmi tarih/resmi ideoloji tarafından üretilen efsanenin büyüsüne kapılmışlardı... Başka türlü söylersek, bizdeki sol hareket, resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından üretilmiş safsataları ve yalanları, yaşanmış “gerçeklikler” mertebesinde görüyordu... Bağnaz resmi tarihin ve resmi ideolojinin sorun edilmemesi büyük bir aymazlıktı. Bu, kendini rejimin tuttuğu aynada görmek demekti. Kendi tarihine bu ölçüde yabancılaşmış bir hareket neyi ne kadar başarabilir? Resmi tarihin ve resmi ideolojinin ürettiği ideolojik safsataları ve yalanları içselleştirmiş bir sol hareketin rejimle arasına mesafe koymasının, rejime radikal bir eleştiri yöneltebilmesinin ve o tür bir eleştiri üzerinden kendini var edip meşrulaştırmasının/kabullendirmesinin yolu daha baştan zaafa uğramıştı. Türkiye’de 1960’lı yılların ortalarından itibaren varlık gösteren sol, sadece dünya sol hareketinin tarihinden değil, kendi öz tarihinden de habersiz olarak ‘politika yapar’ durumdaydı. Rejimin “resmi doğrularıyla” hesaplaşmadan burjuva düzenine, kapitalizme, emperyalizme karşı nasıl mücadele edilebilirdi? Fakat solu kendi “gerçekliğine” yabancılaştıran sadece resmi ideoloji değildi. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla da mâlûldü. Bu ikili yabancılaşmanın diyalektiği, Türkiye insanını kendi tarihine, kendi geçmişine, kendi gerçekliğine, kendi coğrafyasına yabancılaştırmıştı. Tabii Türkiye solu da bu yabancılaşmanın etkisi altındaydı.. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın etkisi altında olmak demek, kendisine, kendi toplumuna ve kendi coğrafyasına Avrupa’dan ve Avrupalı ideoloji üreticilerin gözüyle bakmak demektir.

Solun nerdeyse tüm kesimleri bu tür bir ideolojik yabancılaşmadan muzdarip olmaktan ötürü, Türkiye’nin yarı-feodal ve yarı-sömürge bir sosyal formasyon olduğuna inanmışlardı... Oysa Türkiye ve benzer ülkelerin geçmişinde Batı Avrupa’da olduğu gibi bir feodal sistem hiç bir zaman yaşanmamıştı. Son beş yüzyıllık dünya tarihini yazan Avrupalılar, kendi geçmişlerini herkesin geçmişi saymışlar ve dünyanın geri kalanındaki “diplomalı taifeyi” de [sömürge aydınlarını densin] buna inandırmışlardı. Dolayısıyla Türkiye’nin feodal, olduğu tezi, Avrupalı tarihçilerin bir tevatürüydü. 1960’lı yıllarda Türkiye’de geçerli sistemin “yarı-feodal” olduğu teziyse, Stalinist otokrasinin maaşlı memuru ideoloji üreticilerinin bir uydurmasıydı. Bilindiği gibi “Stanilist resmi ideoloji” tüm toplumların beş aşamadan geçtiğini iddia eden bir tarihsel devrim şeması peydahlamıştı... Bu yanlış anlamanın kaynağında da gerekli bir soyutlama olan üretim tarzı [mode of production] kavramıyla, bir sosyal formasyonun o andaki ‘somut durumunu’, ifade eden sosyo-ekonomik formasyon kavramlarından habersiz olmak yatıyordu. Zira üretim tarzı, tartışma konusu yapılan toplumda o anda geçerli hakim ilişkinin ne olduğunu gösterir ve 1960’ların ortalarında Türkiye’de kapitalist üretim tarzının hakimiyeti söz konusuydu. Elbette bu başka üretim biçimlerinin, ağalık-şıhlık gibi kalıntıların var olmadığı anlamına gelmez ama o kadarı onun kapitalist sayılmasına engel değildir. İşte soyut bir kavram olan ve hakim ilişkileri ifade eden üretim tarzı kavramının bu zaafını, somut durumu olabildiğince tüm çeşitliliğiyle kavrayan sosyo-ekonomik formasyon kavramı tamamlıyor. Türkiye’de özellikle Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerde pre-kapitalist bir tarz olan ağalığın-şıhlığın varlığı, ve ülkenin bazı bölgelerinde kendine yeter tarımsal üretimin hâlâ önemli oluşu bu durumu değiştirmezdi. Kaldı ki, 15-16 Haziran “işçi isyanı”, sol tarafından dillendirilen ‘yarı-feodal Türkiye’ tezinin cepheden ve radikal bir yalanlanması demeye geliyordu...

Yarı-sömürge Türkiye tezine gelince, bu Stalinist solun bir uydurmasından ibaretti ve Stalinizmle doku uyuşması olan Türkiye solunun tartışmasız benimsediği bir şeydi. O halde iki şey: Birincisi, Türkiye dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, hiç bir zaman kolonyalist-emperyalist Batı Avrupalı güçlerin doğrudan sömürgesi olmamıştı. Osmanlı imparatorluğu her zaman siyasi bağımsızlığını koruyan bir devlet olarak varoldu. Bu durum 1908-1923 sonrasında da öyleydi. Üstelik 1908 Jön Türk darbesinin ardından Türkiye ulusal bir devlete dönüşmekteydi. Ekonomik plandaki geriliğine rağmen, kendi kararlarını kendi veren bir devletti. Bir tarafta sürekli ve bıktırırcasına somut durumun somut tahlilinden söz edenler, öte yanda somut durumla ilgisi olmayan tespitler, tahliller yapıyorlardı. Aslında ortada bir ilişki tersliği geçerliydi: tahlil somut durumu yansıtmıyor, tam tersine somut durum teoriye uyduruluyordu. Lâkin bu tür ideolojik manipülasyon, sizin kendinizi, belki başkalarını da kandırmanızı sağlasa da, bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Elbette ve eğer Türkiye’deki sistem yarı-feodal ve yarı-sömürge ise, o zaman devrim de sosyalist değil, ulusal bir muhteva taşıyacaktır. Yani Milli Demokratik Devrimin gerçekleştirilmesi gerekecektir... Oysa, milli demokratik devrim Sovyetler Birliği tarafından üretilip, Türkiye ve benzer durumdaki ülkelere ihraç edilmiş taktik amaçlı bir uydurmaydı. Sovyetler Birliği duruma göre Üçüncü Dünya ülkeleri için stratejiler üretiyordu ve tabii üretilen bu stratejilerin, onları ithal eden ülkelerin gerçekliğiyle uyuşması gerekmiyordu... İşte, kapitalist olmayan kalkınma yolu gibi... Eğer kapitalist değilse o halde nedir denmeyecek midir? Komintern’in yozlaşıp-bürokratlaşıp asıl amaca ve varlık nedenine yabancılaştığı tarihten sonra, dünyanın geri kalanına ne önerilmişse Sovyet devletinin çıkarları gözetilmiştir. Netice itibariyle Sovyet kökenli ‘milli demokratik devrim’ tezi, radikalleşmiş öğrenci gençlik tarafından kolaylıkla benimsendi ve bir dizi ayrışmanın temelini oluşturdu. İlk bölünme, Mihri Belli tarafından temsil edilen Milli Demokratik Devrim [MDD] ile Mehmet Ali Aybar’ın lideri olduğu Türkiye İşçi Partisi [ TİP] arasında gerçekleşti. Onu MDD içindeki bölünmeler izledi. MDD içindeki bölünmeler rahatsız edici bir hızla ilerliyor olsa da, aslında hepsinde ortak olan özellikler baskındı. [1970’lerin sonuna gelindiğinde fraksiyon sayısının 40 civarında olduğu tahmin ediliyordu... Böyle bir ayrışma da, teorik, ideolojik, politik nedenlere değil, patolojik nedenlere dayanabilirdi... ] Başka türlü ifade edersek, birlikte olmalarını gerektiren unsurlar, ayrışmalarını sağlayanlara açıkça baskındı.

Bölünmeler Türkiye’nin gerçekliğinden hareketle değil, ekseri dışardaki farklılaşmalar üzerinden, dışardaki tartışma ve deneyimlerden esinlenmenin sonucu olarak tezahür ediyordu... Referanslar hep dışarıyı işaret ediyordu. Moskovacı, Pekinci, Latin Amerikacı, Arnavutlukçu, vb. Kimse Sovyetler Birliği’ndeki, Çin’deki, Arnavutluk’taki, vb. rejimlerin ne menem şeyler olduğunu dert etmiyordu. Söz konusu rejimlerin niteliğine dair bir tartışma açmaya yanaşmıyordu... Bu durum solun genel bir çerçevede “kalkınmacı” olmasıyla da ilgiliydi. Türkiye İşçi Partisi [TİP] dışında hiç bir sol örgüt işçi sınıfıyla bağ kurmaya, işçi sınıfı içinde çalışmaya niyetli değildi. Kimse öyle zahmetli, sabır ve sebat isteyen işlere itibar etmiyordu... Türkiye İşçi Partisi [TİP] de işçi sınıfı içinde kök salmak için fazla çaba harcıyor değildi. Bazı sendika bürokratlarıyla temasta olmaktan, sendika bürokratlarını partiye davet etmekten öteye geçemiyordu. Türkiye İşçi Partisi dışında kalan solun tüm fraksiyonları için zaten işçi sınıfının esamesi bile okunmuyordu... Her biri kestirme yoldan iktidarı ele geçirme peşindeydiler... Kimi bunu kır gerillası yönetemiyle, kimi şehir gerillası geliştirerek, başkaları ordu içinde bir ayrışma yaratıp askerî bir darbeyle... yapmaya çalışıyorlardı. Kemalizmin ne olduğundan habersiz olanların Kemalist orduyla devrim yapmaya kalkması elbette şaşırtıcı olmazdı ama tam bir aymazlıktı. Bir NATO ordusuyla devrim yapmaya kalkmanın ne demek olduğunun anlaşılması için fazla zaman gerekmedi... Kemalist ordu gerçek yüzünü önce 12 Mart 1971’de, sonra da 1980’de gösterecekti...... MDD’nin teorisyeni Mihri Belli, sadece orduyu değil, devlet bürokrasinin öteki kanadını da devrimin “asli unsuru” sayıyor ve şöyle diyordu: “ Bürokrasinin kaleleri, Yargıtay, Danıştay, Yüksek Hakimler Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Tabii Senatörlük müessesi... Bütün bunlar kemalist asker-sivil aydın zümrenin kaleleridir”. Mihri Belli, 1950- 1960 aralığını “karşıdevrim”, 27 Mayıs’ı devrim olarak gördüğüne göre, bürokrasinin yükseklerini de “devrimci’ sayması neden şaşırtıcı olsundu. Eğer Demokrat Parti’nin gelişi bir “karşı-devrimse” o zaman 1950 öncesine dönüş de “devrimci bir eylem” sayılacaktır.... Resmi ideolojinin ve resmi tarihin rahle-i tedrisinden geçmenin ne demek olduğu ortada değil mi? Böyle bir sol hareket Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve daha sonra Kıbrıs sorunuyla ilgili “düzgün” bir tavır alabilir, uygun bir yaklaşım geliştirebilir miydi? Kendi gerçekliğine bu ölçüde yabancılaşmış bir sol hareket ne demektir? Böyle bir sol hareketin enternasyonalizm bahsinde sınıfta kalması kaçınılmazdı. Bu konuda Gün Zileli şöyle diyor: “Bize şu öğretildi: Enternasyonalizm demek bir sosyalist ağabey ülkeyi kıble almak demektir; enternasyonalizm diye bunu öğrendik. Kıble alınan bu ülke, yerine göre Sovyetler Birliği olabilir, o “revizyonistse” Çin olabilir, o da sapmışsa Arnavutluk olabilir; o da olmazsa Küba olabilir ama bu ülke, mutlaka hakkında efsaneler uydurulan, devrim yapmış bir ülke olmalıdır.... İşte bu sakat enternasyonalizm anlayışı biz solcu gençlerin oralardan gelen her şeyi kayıtsız şartsız benimsememize yol açtı. Milli kurtuluşçuluk da esasen buradan geldi [başka nedenleri de var elbette. Örneğin Atatürk kültüne kolayca sırt dayamak işimize gelmişti] demokrasiyi küçümsemek de, profesyonel devrimcilik de, sert, katı disiplinli parti anlayışı da, her şey her şey. Eğer bu tür bir üst belirlenme olmasaydı inanıyorum ki, Türkiye solu 1960’ların ilk yarısındaki özgür ve şenlikli gelişmisiyle çok büyük ve sağlıklı bir hareket haline gelebilirdi”.

Bir başka zaaf demokrasi sorununa yaklaşımda ortaya çıkıyordu. Demokrasi burjuva demokrasisi sayılıp savsaklanıyordu. Oysa demokrasi sosyalist mücadele verdiklerini söyleyenler için tam bir olmazsa olmazdır... Demokrasi yoksa sosyalizm de yoktur veya aynı anlama gelmek üzere, sosyalizm yoksa demokrasi de yoktur... Demokrasiyi önemseyip içselleştirmeyen bir politik hareket asla sosyalistlik iddiasında bulunamaz. Ne bir ilke ve pratik olarak ‘demokrasi’ önemseniyor ne de sol örgütler kendi iç işleyişlerinde, demokrasiye yaşama şansı tanıyorlar... Aslında bu durum sadece Türkiye solunun bir zaafı değildi, tarihsel sol pratik de bu alanda hep bir aymazlık içinde oldu, dolayısıyla demokrasinin önemini kavramada yetersiz kaldı. Oysa, komünist perspektifi esas alan bir sol muhalefet demokrasiyi dışladığında, daha baştan misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşmış demektir.

Elbette Türkiye’de sol hareketin demokrasiyi dert etmemesinin ‘sınıfsal’, tarihsel nedenleri de vardı. Sol hareketin omurgasını üniversite gençliği oluşturuyordu. Liderleri öğrenciler arasından çıkıyordu. Üniversitelerse birer ‘sınıf’ değiştirme yerleridir. Öğrenciler oraya sınıf atlama amacıyla gelirler. Zaten aldıkları eğitim de onlarda “farklı olma”, “sıradan insan gibi olmama” bilincini yerleştirecek biçimde kurgulanmıştır. Hiyerarşiyi üretmenin, yeniden üretmenin bir gereği olarak... Bu yüzden de eğitim süreleri sürekli uzatılır. Zira farklı olma bilincinin yerleşmesi belirli bir zaman gerektirir. Bir kere ‘farklı olma’ bilinci yerleşince, o bilinci taşıyan şöyle demeye başlar: Eğer farklıysam farklı yaşamaya, otorite kullanmaya, yönetmeye de hakkım vardır... Bu yüzden bu kesimden gelen unsurların sosyalizm mücadelesine katılımı, ancak bu bilinçle hesaplaşıldığı durumda ve mücadele içinde bir önem kazanabilir. Bu aşamada çelişik bir sorun söz konusudur. Eğetimli gençlik hem mücadelenin önemli bir unsurudur, hem de ‘çelişik bir konumda bulunmaktadır... Bu yüzden bu çelişkiyi sorun etmek önemlidir. Sol fraksiyonların yönetici kesimlerindeki tavır demokrasiyle bağdaşır değildir. Örgütler tipik birer ‘askerî‘ işleyiş görüntüsü veriyor. Yöneten-yönetilen, buyuran-buyurulan ayrımının ve hiyerarşinin bu ölçüde köklü olduğu bir örgüt bu yapısıyla bir şeyler başarabilir mi? Eğer başarırsa nasıl bir rejim kurabilir? Kurduğu rejim neye benzeyebilir? Genel olarak Türkiye’deki sol örgütlerin derin bir bürokratik yozlaşmayla mâlûm olduklarında şüphe yoktur. Elbette her zaman ve her konuda olduğu gibi bunun istisnaları olabilir ama mâlûm, “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denmiştir. Sol içinde şiddetin varlığı da demokrasiyi özümlememenin bir sonucudur. Kendi içinde şiddete başvuran bir sol hareket mümkün değildir. Kendisi gibi düzeni değiştirmek üzere yola çıkmış ‘kardeşlerini’, ‘yoldaşlarını’ sadece kendilerinden farklı düşünüyor ve farklı örgütleniyor diye “düşman” olarak görmek ve çatışmak hangi sosyalist ilkeyle, hangi sosyalist etikle bağdaşabilir? Böyle bir durum geçerli olduğunda, sosyalizm mücadelesi verdiğini söyleyen örgütlerin birbirleriyle uğraşmaktan burjuva sınıfıyla ve onun devletiyle uğraşmaya pek vakti kalmaz, nitekim kalmıyor...

Bizdeki solun bir başka açmazı da bağnaz ikâmecilik saplantısı ve örgüt fetişizmidir. Devrimi öncünün, profesyonel devrimcilerden oluşan örgütün yapacağı saplantısıdır. Oysa devrimi sadece halk yapar. Ezilen-sömürülen sınıflar yapar. Örgüt veya örgütler devrim öncesinde muhalefetin yükselmesi ve devrim sonrasında da rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engenlleyici bir işlev görebilir. Bu yüzden örgüte hak etmediği değeri vermek, onu bir fetiş mertebesine yükseltmek, hem saçma ve gereksiz, hem de tehlikelidir. Aslında bir şeyin fetişleştirilmesi söz konusu olduğunda, amaç bir şeyleri gizlemektir. Zira örgütü fetişleştirmek, örgütün yönetici kesiminin iktidarını meşrulaştırmak ve sürdürmek içindir. Bu yüzden bürokratik yozlaşmaya uğramış örgütler mutlaka karşı devrimcidirler. Bürokrasi, demokrasinin dolayısıyla da sosyalizmin inkârıdır. Bu anlayışın geçerli olduğu yerde, kitle eğitilmeye, bilinç götürülmeye muhtaç, kendiliğinden hiç bir şey yapma yeteneği olmayan, edilgen, ‘profesyonel devrimcilerin’ örgütü tarafından adam edilmesi, ‘kurtarılması‘ gereken pasif bir nesne olarak görülür... Özne öncüdür, örgüttür, her şeyin doğrusunu bilen ‘profesyonel devrimcilerdir...’ “İşçi sınıfının, ezilenlerin kurtuluşu onların kendi eseri olmayacak mıydı?”

Aslında solun neden iktidarı ele geçirme perspektifine kilitlendiği ve neden nasıl bir düzen kurulacak sorusunu sormaya yanaşmadığı, yukarda kısaca değindiğimiz zaaflar ve yanlışlarla doğrudan ilgilidir. Zira nasıl bir düzen kurulacak sorusu sorulduğunda, o halde oraya nasıl gidilecek sorusu da işin doğası gereği sorulacaktır. Komünist topluma doğru evrilecek yolun başlangıcı olacak olan sosyalist devrim, demokrasiyi savsaklayarak mümkün değildir. Eğer nasıl bir toplum düzeni arzuluyoruz, hedefliyoruz sorusu yetkin bir biçimde sorulup-tartışılabilseydi, bu alanda yeterli bir ideolojik-entellektüel netleşme sağlanabilseydi, bir dizi tutarsızlığı, yanlışı ve yanlış anlamayı bertaraf etmek mümkün olabilirdi.

Herhangi bir olguyu veya sosyal süreci açıklamak için bir dizi neden sıralamak adettendir ve gereklidir de, lâkin bu kadarı o olguyu veya süreci yetkin bir şekilde anlamak, açıklamak, bilince çıkarmak için yeterli değildir. O halde Türkiye’deki tüm zaafların gerisindeki asıl zaaf nedir denecektir? Asıl sorun “Tarihsel Solun” kendi kayanağına yabancılaşmasıyla ilgiliydi. Marks sonrası Avrupa solu Marks’ın öğretisine yabancılaştı. Marksizm devrimci-teorik özünden arındırıldı. Belirli bir eşik aşıldığında da artık Marksist teori işçi örgütlerinin, sol, sosyalist, komünist partilerin, “sosyalist” denilen rejimlerin “meşrulaştırıcı ideolojisi” haline gelecekti. Sovyetler Birliğinde Stalinizmin iktidar olmasıyla da, Marksizm-Leninizm adı altında dünyanın her yerine ihraç edilen bir “resmi ideolojiye” dönüştürüldü. Oysa bu ihraç öğretinin adında Marx’ın isminin bulunması yakışık almıyordu... O tarihten sonra Dünya solu artık III. Enternasyonal solu olarak varoldu ve devrim perspektifine yabancılaşıp, “sosyalizmin anavatanı” sayılan Sovyet Devletini koruyup-yaşatmanın hizmetine sunuldu. İşte Türkiye sol hareketinin zaaflarının gerisinde bu sapma bulunuyordu...

Elbette bunları söylemek, inandıkları dava uğruna samimiyetle mücadele eden, sınıfların, sınırların, sömürünün olmadığı, eşitliğin, demokrasinin, kardeşliğin ve özgürlüğün egemen olduğu, doğayla uyumlu bir gelecek için gerektiğinde hayatlarını bile ortaya koymaktan çekinmeyen, yiğit, kahraman, özveri sahibi binlerce, onbinlerce devrimcinin, emekçinin saygıdeğer anısına haksızlık etmek değildir. Tam tersine onların bu onurlu, saygı değer mücadelesi, en değerli mirasımızdır. Sosyalizm/ komünizmin yolunda ilerleyenlerin onlara sonsuz minnet borcu vardır... Velhasıl bu alanda öğünebileceğimiz şanlı bir miras var. Lâkin, yiğitlik, kahramanlık, davaya bağlılık gerekli ve önemli olmakla birlikte o kadarı başarı için yeterli değildir. Dolayısıyla asıl başarılması gereken politik etkinliği gerçekleştirmektir.

İnsanlığın komünist toplum perspektifi dışında bir geleceği yoktur. Bu iki nedenden dolayı öyledir: Birincisi, insanlık sınıfsız toplum idealini ve ütopyasını çoktan gündemine almış bulunuyor. XX. yüzılın sosyalist deneyleri başarısız oldu diye bu ideale ve ütopyaya elveda demesi mümkün değildir; İkincisi, bu günkü eğilimlerin ve süreçlerin [kör gidişin] her ileri aşamasının artık tam bir yıkım demeye geldiği ortadadır. İnsanlığın geleceğini kurtarmanın yolu vakitlice bu netâmeli sürecin dışına çıkmayı gerektiriyor ve o yol da kelimenin jenerik anlamında bölüşmeyi, paylaşmayı, eşitliği, kardeşliği, özgürlüğü, demokrasiyi, doğayla uyumu esas alan komünizmden başkası değildir... Öyleyse yeni bir perspektif oluşturma gereği var ki, o da solun ikircikli olmayan eleştirisinden hareketle mümkün olabilir...

Notlar:
1- Mihri Belli, Yazılar, Türkiye’de Karşı Devrim 1965-1970, s. 104-105
2- Yazarın bize gönderdiği 24 Kasım 2011 tarihli nottan.

Hiç yorum yok: