30 Kasım 2013 Cumartesi

Facebook üzerine bir not…





Faiz Cebiroğlu

Sosyal paylaşım ağı ”facebook”, 2004’te Amerikalı Mark Zuckerberg tarafından kuruluyor. Merkezi: Kaliforniya’dır. Amerika’da, Harvard Üniversitesi  öğrenciler için kurulan bu internet ağı, kısa bir süre içerisinde, bir ahtapot gibi, tüm dünyayı sarıyor.

Verilen istatistiklere göre, günde 100 milyon insan;  ayda,  1 milyar facebook kullanıcısı var,  var ama,  ayda 1 milyar insanın,  bu iletişim ağını kullanmasına karşın, bilindiyi gibi, facebook’ta ”ifade özgürlüğü” hep kısıtlanmıştır. Hiç bir gerekçe belirtilmeden, üyelerin hesapları kapatılıyor; hiç bir neden gösterilmeden, paylaşımlar da siliniyor.

Facebook’un, ”fikir özgürlüğüne” karşı yaptığı bu saldırılar, başka medya kanallarında da hep tartışma ve şikayet konusu olmuştur. Ama yapılan şikayetler, facebook yönetimi tarafından hiç dikkate  alınmaz. Alınmaz!

Alınmaz, zira  facebook artık bir özel firmadır. Özel firmanın kanunları da, belli ki, ”özel” oluyor. Özel firmaların, özel kanunlarında, zaten “ifade özgürlüğü” olmaz yani  yok  demek oluyor. Bu bağlamda, facebook’un gadrine uğrayanların bir hak ve hukuktan bahsetmeleri, ya da hak / hukuk aramaları  pek bir anlam ifade etmez. Etmiyor. Bu birinci noktadır.

İkinci nokta ise bir uyarı: Özel bir firma halini alan facebook’un tüm üyelerin hesapları ve paylaşımları CIA tarafından biliniyor, kontrol ediliyor. Silinen ve engellenen paylaşımlar, fotoğlar... CIA’nin ve Amerika’nın ”dış politikasına” uygun olup olmamasıyla da bağlıdır. Örnek olsun, Türkiye’de “Barış ve Demokrasi Partisi’nin facebook sayfasının engellenmesi; Suriye’de gazeteci Şadi Helwa’nın facebook sayfasının engellenmesi,…özel firma halini alan facebook’un CIA ile iç-içe çalışmasıyla da bağlıdır. Bu ve buna benzer binlerce örnekler vardır.

Üç: Facebook şu an bir sermaye sitesidir! Facebook’u oluşturan Mark Zuckerberg’in büyüyüp, şimdi tüm dünyayı ahtapot gibi saran bu özel firması,  dünyada en gelir getiren bir internet firması oluyor.  Zaten Mark Zuckerber’de, Facebook özel firmasından milyonlarca dollar kazandığını kendisi de söylüyor…

Evet, facebook budur. Facebook , önce para, sonra “paylaşım özgürlüğü” demektir.

Facebook, önce para, sonra ahlak demektir!

Facebook’u kullanırken, önce bu noktaları dikkate almak ve bilmek  gerekiyor, diye düşünüyorum.

Bizler de, bu durumu bilerek, facebook’u kullanıyoruz. Dünyada, milyonlarca insan,  farklı fikirden insan da facebook’u kullanıyor. Kim, nasıl, ne için ve hangi amaçla kullanıyor, beni pek ilgilendirmez. Ben se, facebook’u, kullanabildiğim kadarı ile; sömürüye, emperyalizme, siyonizme, inkârcılığa, ırkçılığa… karşı bir ”araç” olarak  kullanıyorum. Kullanacağım. Bunun ötesi, boştur!

Facebook, sevdamıza ve kavgamıza ”araç” olduğu üzere, kullanacağız ve kullanıyoruz. Bunun ötesi boştur.

Facebook,  bir  ”araç” olarak kaldığı sürece, bizler için önemlidir; bunun ötesi boştur!

25 Kasım 2013 Pazartesi

SINIRLARI ZORLAMAK...




Bülent Tekin
  
Bu topraklarda tüm politikacıların ağlaklık (salya sümük ağlamaları) hali bana, işin içinde rol ya da samimiyet olsa da “zalim”in güçlü olduğunu söylüyor. Öyle zalimler var ve doğuyor ki politikacıları dahi ağlatabiliyor. Zalimin yaptıklarına ses çıkartamayıp zamanında alkış tutan ya da gücü yetmediği için sessiz kalan onlarca yıl sonra (bu bazen yüzyılı geçebiliyor) ekranlarda, kameraların önünde ağlayabiliyor. Ağlamak ta bir sanattır, ne diyebilirim. Tabii ki bu sözleri iyi kalpli ve insan sevgisi nedeniyle ağlayanlar için söylemiyorum. Politikacılar artık Dersim’e, 12 Eylül idamlarına, Ahmet Kaya’ya ve diğer üzücü olaylara ağlıyorlar.
İran’daki sözde İslami rejim Allah’a karşı düşmanlık (muhareb) suçlamalarıyla insanları idam ediyor. Rejime karşı gelen herkes Allah düşmanı kabul ediliyor. Rejimin menfaat ve uygulamalarına, haksızlıklarına başkaldırmak Allah’a başkaldırmak şeklinde değerlendiriliyor. Böylesi sapkın bir düşünce ile hareket edenlerin neler yapabileceğini ya da kimleri anında katledebileceğini kestirmek zor olmasa gerek. Bizdeki gidiş te biraz buna benzeyecek gibi. İnsan hakları ve özgürlükleri savunmak karanlık bir taassup içinde günah, haram, yasak ve sapkınlık olarak değerlendirilmeye başlandı. Böylesi bir gidişin iyi olmadığı belli olduğu halde-tam demokrat olamamaktan kaynaklı olsa gerek!-eleştiriler yapılmamakta ve susulmaktadır. Belki de bir gün bakarsınız bizde de gerçekleri savunmak ya da haksızlıklara karşı gelmek Allah’a karşı ya da başka bir değere karşı gibi gösterilebilecektir.
Bugün biraz farklı yazıyorum. Sözümüzü sınırlara aykırı gelecek diye esirgemeyeceğimizi okurlarım bilirler. Ağlamak, bağırmak isteyene de bir şey dediğim yok. Ama zamanında konuşmanın önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Zamanında karşı koymanın, karşı durmanın önemi var. Totalitarizm, siyasal faaliyet tekelinin bir partiye tanıdığı, bu partiye ruh ve güç veren bir ideolojinin egemen olduğu bir siyasi rejimdir. Bu rejimde devlet her türlü kuvvet ve inandırma araçlarını elinde tutar, polisiye ve ideolojik terör öne çıkar. Hitler Almanya’sı, Stalin’in Sovyetler Birliği böyle bir siyasal rejimdi. Burada esas olan tek kişi, tek lider, tek parti(dir). Bu sözler ne(re)den aklıma geldi, bilemiyorum.
Ve bu aralar, herkes Kerbela’ya ağlıyor. Bilirsiniz 10 Ekim 680’de Hazreti Hüseyin 72 (bazı anlatımlarda Hüseyin’le birlikte 72 kişi sayılır) taraftarı ile birlikte Kerbela Çölü’nde Yezit ordusu tarafından susuz bırakılarak vahşice katledildi. Hüseyin’in başı kesildi ve mızrak ucunda Şam sokaklarında gezdirildi. Amaç muhaliflere korku vermekti(r). Büyük olasılıkla Kerbela savaşı(?!) öncesi olmalı, Hüseyin’in taraftarlarına yaptığı bir konuşmada sarf ettiği sözlere gitmek istiyorum: “Zalimlerin hükmü altındaki toprakların neresinde yaşarsanız yaşayın, ezilenlerin ve mazlumların birliği olmadıkça mukadderat değişmez. Kerbela mazlum ile zalimin kavgasıdır. Zalimler dünyası var oldukça bu kavga devam edecek. Kerbela’da açılan yara mazlumların yarasıdır. Akan kan mazlumların kanıdır. Bundan böyle zalimlerin açacağı yaralar benim yaram, akacak kan benim kanımdır. Benim kanım ile ezilenlerin kanı, benim yaram ile ezilenlerin yarası arasında fark görülmez Şartlar ve bedeli ne olursa olsun, hiçbir yerde, zalimlerin dünyasına biat etmeyeceğim, teslim olmayacağım.”

Ağlamak merhamet, iyi düşünceler ve iyiliklerin belirtisidir tabii. Ama ben en çok, haksızlığa karşı mücadele edenin ağlamasına değer verir ve inanırım.

24 Kasım 2013 Pazar

“Müslüman Aleviler-Ateist Aleviler” Uydurması...



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.).
Dünya’da siyasi dengeler hızla değişiyor. Dolayısıyla Türkiye de değişmek zorundadır. O nedenle Alevi kurum ve kuruluşları da bu dengeleri göz önüne alarak örgütlemelerini ona göre yeniden gözden geçirmeleri gerekir diye düşünüyorum.
 Bazı yazar ve çizerler ile Alevi kuruluşlarının yetkilileri; “Aleviler nasıl örgütlenmeliler?”, Aleviler bu güne kadar ne yaptılar?”, “Aleviler ne yapmalı?” ve benzer soruları ortaya koyup, kendilerince çözümler üretmeye çalışıyorlar.
Alevilerin inanç özgürlüğü başta olmak üzere, ötekileştirilen tüm halkların ve bireylerin anayasal eşit vatandaşlık hakkı çerçevesinde demokratik bir Türkiye’yi yaratmak için ortak paydalarda örgütlenip, birlikte hareket etmesi sağlanmalıdır.
 “Hıristiyan Müslümanlar-Ateist Müslümanlar” söylemi ne kadar yanlış ve mantıksızsa, bazı tarikatların;“Müslüman Aleviler-Ateist Aleviler” söylemi de o kadar yalan, yanlış ve mantıksızdır. Çünkü bir insan hem Ateist hem de başka dinde olamaz. Bu söylem Alevileri İslam’ın içine monte etmek için yapılan bir tür propagandadır. O nedenle bir kısım Alevi kurum ve kuruluşlarının yetkilileri bu tür propagandaların tuzağına düşmemelidirler.
 Bizler ateist ya da farklı dinlerde olabiliriz. Ancak, ateist olmak mevcut dinlerle ilgili olarak olumlu-olumsuz görüşlerimizi açıklamayacağız anlamına gelmez.
Devlet “Tanrı” kavramının egemen sınıf tarafından kurumlaştırılmış halidir. Egemen sınıfa göre “Tanrı, Kadri mutlak bir güçtür.” Ezilenler göre “Tanrı, sığınılacak, medet umulacak bir güçtür.” Her iki bakış açısı devlet olgusunda buluşur. Devletin babalığı kul ile efendinin ittifakıdır. (Kemal Bülbül–Gomanweb)
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Sayın Kemal Bülbül’ün yukarıda alıntıladığım analizine aynen katılıyorum.
Yine bazı Cemevlerinin uygulamalarını eleştiren Alevi yazar Sayın Erdal Yıldırım’ın makalesinden kısa bir alıntı yaparak aşağıya aktarıp, sizlerle paylaşmak istiyorum.
Cemevinde devrimcilerin cenaze törenlerinin yapılmasına izin vermeyen sözde Alevi dedeleri var. Bayram cemi, bayram namazı yaratan, devrimci cenazelerini Cemevine almayan, Alevi cenaze törenini Müslüman inancına göre uygulayan / uygulatanların yaptıkları “düşkünlük”tür. Erdal Yıldırım / 14.08.2013-Gomanweb) Çok haklı ve yerinde bir eleştiridir.
Ne yazık ki bu iki değerli yazarlarımız internet üzerinde takip ettiğim kadarıyla “Tartışma Formu” adıyla bazı odaklar tarafından hakaret ve tehditlere maruz kaldılar.
Birçok kişi inandığı değerlerinin eleştirilmesinde rahatsızlık duyarlar. Hatta kendi şahsına yapılan bir kötülük olarak görürler ve şiddette dahi başvurabilirler. Mesela; Türklüğü ve Atatürk’ü, Müslümanlığı ve Muhammed’i eleştirmek ülkemizde hala suç sayılmaktadır. Bu konuda yaptığınız bir eleştiri hukuken suç sayılmasa bile, dinden beslenen baronların etkisiyle toplumsal baskı altında kalma riski büyüktür.
Ne yazık ki, “önce Müslüman’ım, sonra insanım” diyen bir kültürün mirasçısı ve fertleriyiz. Bu mirası reddetmek ya da değiştirmek çok kolay değildir.
Tarihi kişilikler, dinsel inançlar, milli değerler, adet ve örfler toplumun ortak değerleri olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Ancak, bu değerleri eleştirilemez birer tabu haline getiren toplumlar bilime kapalıdırlar. Dolayısıyla çağın gereklerine uygun olarak ilerleyemezler.
Ben tüm değerlerin merkezine her zaman insanı koyarım. İnancım da insan merkezlidir. Bundandır ki; iyiliği de, kötülüğü de, kurtarıcılığı da insandan ararım.
Ben Müslümanlık ve Alevilik konusunda uzman değilim. Benimki daha çok öngörü ve yaşadığım olaylar ile okuduğum birkaç kitap ve makaleden ibarettir.
Artık “maymun gözünü açtı.” Aleviler konusunda kıvıran Resmi ideoloji bu gün renk değiştirse de eskisi kadar başarılı olacağını sanmıyorum.

22 Kasım 2013 Cuma

Barzani, semaya bak!



Serra Güneyli

Barzani, hiç yukarıya baktı mı, sanmıyorum. Barzani, gökyüzü nedir, bilir mi, ihtimal vermiyorum. Barzani, sema nedir, bilir mi, bilmez. Barzani, ne sema ne de yukarıya bakmasını bilir. Bilmez. Barzani, hep altta oldu ve emperyalizmin altlarında Barzani oldu. En altta olmak ve en alttakiler olmak budur.

Barzani, Kürdistan’da en alttakilerdir. Emperyalizmin en alttaki ismi Barzani, Recep olur, Putin olur, Obama olur... Olur. En altta olmak, her kalıba uymak, demek oluyor.

Semaya bakmayan Barzani, hangi yönetimden yana? Barzani, otonomi ya da özerklik nedir, bilir mi? Bilmez. Barzani, en altta kala kala körleşti. Barzani, siyasi bir kör oldu. Barzani, emperyalizmin bir kuklası haline geldi.

Barzani’nin siyasi olarak ne talebi var, var mı? Kendisi de bilmez. Bilmez, zira, Barzani, sömürgeci ülkelerin verdiğine razı olan bir tiptir. Semayı bilmeyen Barzani, başı eğik, verilene ”Allah şükür” der ve diyen bir kişiliktir. Yeni bir ahlaktır! Ya da, buna ” başı eğik yeni bir Barzani” ahlakı demek te mümkündür. Böylesi tipler çoğaldı. Her milliyetten böylesi ”yere bakan”  bireyler oldu. Utançtır. Ezilenler olarak, böylesi kişilikler, utançtır.

Utancın üç ayağı var: Washingon – Zaho ve Ankara. Üçü de kara, halklara kapkara. Kara Obama, kara Barzani ve kapkara Erdoğan! Kürdistan sahasında bu üç kara, ”birlikte” hareket ediyorlar! Üç kara insan, yanlarına, koltuk değneği olarak, Şıvan’ı da aldılar. Kullandılar. Şivan’da, Kürt  semasına yıllarca bakmadı. Hewler’den, yere ve Kürtlere bakan Şivan, ”Lo Berde” (Makaram sarı bağlar) şarkısını, Diyarbakır’da tamamladı:

”Makaram, Barzani, Tayyip bağlar / Şivan söyler, Emine ağlar…”

Üç ayak, ve de  yarım Şivan, üç buçuk ayak oluyor. Budur. Hiç biri,  sema nedir bilmez. Tayyip, semayı, şeriat bilir. Şivan, 37 yıldır yere bakar ve bakıyor. Berzani mi, tek bildiği, emperyalizmin verdiğine razı olmak, demektir.

Bu da şu demektir: Semaya bakmayan Barzani, verilenlere razıdır.

Semayı katleden kara Obamalar da ”Barzani semasına” razıdır.

Semayı şeriat sanan  ilkel Recep’te çok  razıdır.

Hewler’den, Kürtlere bakmayan Şivan’da, şeriatçı Recep semasına razıdır.

Ya Kürt halkı?

Kürt halkı mı,  hep semaya bakar. Kürt halkı, yere bakmaktan yorulan ve gökyüzünü fethedecek bir duruma gelmiştir.

Kürt halkı,  Ortadoğu’da toplumsal değişimin temel merkezi olmuştur.

Kürt halk, Barzani’ye, bir kez olsun, ”Semaya bak” diyecek güce dönüşmüştür!

Kazancımız ve sevincimiz, budur.

Sonuç ta şudur: Barzani, semaya bak!

17 Kasım 2013 Pazar

BARZANİ...





Bülent Tekin
  
Başbakan, Barzani, Şıvan ve Tatlıses’in Diyarbakır’a (Amed’e) birlikte gelmeleri konusu gündem yaratan bir olay oldu. BDP çevresinde önümüzdeki yerel seçimleri etkilemeyi hedef alan bir davranış olarak algılandı. AKP ise böylesine bir vole vurmanın gol getireceği umuduyla hoşgörü ve sakin bir çizgi çizmeye çalışıyor. Demokratik Kürt hareketine sempati duyanlar koskocaman Barzani’nin böylesine sağcı ve dinci iktidara karşı sempati ve destek sunmasına kızgın. Nasıl oluyor da büyük lider Mustafa Barzani’nin oğlu, Kürdistan’ı bombalayan, Kürtleri katleden bir ordunun amiri durumundaki bir başbakanın kankası olma gibi bir duruma nasıl gelir?
Ancak bizim unuttuğumuz ve hatırımıza getirmediğimiz tarih’e nedense danışmıyoruz. Barzani hareketi ve diğer Kürt hareketleri her zaman dost ve müttefik değiştirmişlerdir. Zamanı gelmiş Rusya dost olmuş, Amerika düşman olmuş. Çok geçmeden tersi olmuş: Rusya düşman Amerika dost! Ya da an gelmiş Talabani cahş (hain) olmuş, an gelmiş en büyük yurtsever olmuş. İşte Kürt hareketleri öylesine taktik ve stratejilerle yönetilmişler. Bugün Başbakan Erdoğan’ın en büyük müttefik olmasını nasıl anlamazsınız? Üstelik (Irak Kürdistan’ı) Kürt hareketi devletleşme sağlamış; diplomatik, siyasi ve ekonomik ittifaklar peşinde. PKK ya da legal partisi olarak anılan BDP öyle midir? Daha Türkiye Kürdistan’ındaki ideallerini gerçekleştirememiş ve devletsel desteği de yok! İki farklı pozisyondaki siyasi hareketlerin bakış ve algılama durumları da tabii ki farklı olacaktır.
Bu olaylar bu anlayışlar biraz da Kürtlerin mücadelesi ile bu noktaya geldi. Söyleyeceğimiz her söz, her eylem taşların biraz daha oynamasına sebep oluyor belki. Aslına bakarsanız yangına su taşıyan her insanın değeri var. Bazen nedense yangıncı başı olmak insana paye kazandırabiliyor. Siyasi getirisi de epeyce fazladır. Şöhret olma yolu da biraz da oradan geçer. Bu duruma yine de ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Kürtlerin birbirilerini küçümsemeye hakkı yok diyebilirsiniz. Mücadelenin geldiği aşamada her kesin bir emeği olduğunu kabul edelim o halde. Emek ve demokrasi biraz da öyle değil midir?

Barzani’nin Rojava’yı sıkıştırmasıyla Türkiye’nin duvar örmesini bir arada düşünürsek meseleyi kötü ittifaklara dayandırabiliriz. Şıvan’la Tatlıses’in düet yapmasını bir arada düşünürsek te acaba ortaya çıkacak şarkıya sanat mı diyeceğiz? Aslında Erdoğan’ın seçim öncesi koskocaman Kürt lideri Barzani’yle Diyarbakır’da buluşmasını da bu gidişle analiz edersek korkarım ki sonuç olarak seçim işbirliğini çıkartabiliriz. Ancak bu bakış eksik ve durağan olur. Çünkü Öcalan da Mesut Barzani’ye barış sürecinin başlangıcında gönderdiği mektupta ona dört parçanın lideri sensin, demiştir. Kürdistan’ın yarısını sen kurtardın, diğer yarısını da ancak sen kurtarabilirsin, demiş. Bu deyiş biraz da zaman ve mekâna göre siyasi hareketlerin manevrası olarak değerlendirilebilir. Öcalan’ın da lider ve büyük güç gördüğü birisini zayıf ve politikasız görmek demokratik Kürt hareketi açısından da sorun olacaktır. Diz çökertme ya da utanç anlayışlarından uzak durarak değerlendirmeler yapmada yarar vardır. Hayat ve insanlardan her gün aynı şeyleri bekleyemezsiniz.

14 Kasım 2013 Perşembe

SÜRGÜNDAŞIM ŞIVAN GELİYORMUŞ…



Adil Okay
okayadil@hotmail.com           
SÜRGÜNDAŞIM ŞIVAN GELİYORMUŞ… HOŞ MU GELİYOR?..
Kürtçe bilmiyorum. Yoksa “sürgündaşım” sözcüğünü Kürtçe yazar Şıvan Perwer’e onun diliyle seslenirdim. Ne çok sürgündaşım var… Mahpusdaşlarımdan fazla. Öyle ya, sürgünde bir ömür geçirip, sürgünü de tek bir ülkede değil, Orta Doğu’dan Avrupa’ya uzanan geniş bir coğrafyada ve dolu dolu yaşayınca “sürgündaşlar” çoğalıyor.
 Ne çok yazdım değil mi “sürgün” konusunda. Makale, şiir, öykü, anı belgesel kitabım “12 Eylül ve Filistin günlüğü”… Arkadaşlarım keyifle okudukları söyleseler de yazdıklarımı, “artık yeter. Sürgünü yaşamadık ama artık empati yapabiliyoruz…” dediklerini duyar gibiyim.
 Ama arkadaşım Şıvan geliyormuş ülkesine… 36 yıl süren sürgünden sonra…  
 Şıvan’la ilk kez Moskova’da sohbet ettim
İlk kez Şıvan’ı canlı olarak Paris’te bir etkinlikte dinlemiştim. Sonra Almanya’da. Sonra İsviçre’de. Sonra yine Paris’te.  “Kinem” diyerek başladığı şarkısında sanki trans haline geçerdi Şıvan. Ve sesi yaktığı ağıdın rengine bürünürdü. Geldiği coğrafyanın renklerini yansıtırdı. O hali bana da geçerdi. Yani hüzün ve isyan hali aynı anda. Elbette ikimiz de çok gençtik o zamanlar.
 Ama o konserler-etkinlikler döneminde birebir-baş başa görüşme şansım olmamıştı.  Onunla ilk kez 1985 yılında ‘Dünya Öğrenci ve Gençlik Festivali’nde, Moskova’da tanışmış, aynı otelde kalmış ve sohbet etmiştim. Gorbaçov dönemiydi... ‘Dünya Öğrenci ve Gençlik Festivali’ne davetli bir gruptuk. Ben gençlik kontejanından, Şıvan ise sanatçı kontenjanından davet edilmiştik. Aramızda Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ, Ömer Polat, Yaşar Miraç, Rahmetli Nurşani ve şimdi anımsamadığım yazar şair ve sanatçılar vardı. Gündüzleri mitingler, ziyaretler bitince geceleri de Kaldığımız Kosmos otelinde eğlenirdik. Şıvan ve Nurşani çalıp söylerlerdi. Hatta Şıvan festivalin sloganına uygun doğaçlama beste yapmıştı.
 Şıvan’ın hem Kürt halkının ulusal bilincinin gelişmesine hem de sözel kültürün yaşamasına büyük hizmetleri oldu.
 Ama İbrahim Tatlıses’le ve Başbakan Erdoğan’la olmadı Şivan
Şivan, Mesud Barzani ve Tayyip Erdoğan’ın konuğu olarak 36 yıl sürgün hayatından sonra ilk kez Diyarbakır’a geliyor. Ve rivayete göre İbrahim Tatlıses ile düet yapacak. 
Barzani’ye diyeceğim yok. Kürtlerin liderlerinden biri. Rojawa konusunda politikasını ve bölgesinde uygulanan vahşi kapitalizmi eleştirmem onun Kürt halkının önemli liderlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmez. Şıvan’da Barzani’nin davetine icap edebilir. Ama gönül isterdi ki Diyarbakır Newroz’unda Diyarbakırlıların davetini kabul edip gelseydi ve ana vatanında halkıyla kucaklaşsaydı. Ülkeyi karanlığa sürükleyen Başbakan Erdoğan’la kucaklaşmayı kabul etmeseydi.
Şıvan’a, AKP’nin ve başbakan Tayyip Erdoğan’ın 11 yıllık iktidarı sürecinde yarattıkları yıkımdan, doğa ve insan tahribatından söz etmek gerekiyor. Haziran ayaklanmaları boyunca katledilen, sakat bırakılan, zindanlara doldurulan gençlerden söz etmek gerekiyor. Delilsiz, mesnetsiz rehin politikasıyla zindanlara doldurulan 10 bin Kürt muhalifinden, Milletvekili, belediye başkanı, meclis üyesi, yazar ve gazetecileri hatırlatmak gerekiyor…  Ve Hapishanelerde ölüme terk edilen hasta mahpuslardan…
Şıvan bunları bilmiyor mu? Biliyor elbette. Ve ben de biliyorum ki: Siyasette duygusallık olmaz. Diplomasi var. İnsan düşmanıyla da aynı masaya oturmak zorunda kalabilir… Ama bunu söyleyen siyasi kimliğim. Bir de şair kimliğim var ya. İşte o kimliğim duygularıyla konuşuyor. Yapmasaydın Şıvan diyor. Halkınla kucaklaşsaydın. Halkının temsilcilerinin davetini kabul etseydin. Erdoğan’ı reddetseydin. Sen bir sanatçısın. Politikacı değil.
 “Küçük Orospu”
Şıvan’ın birlikte düet yapacağı düşünülen İbrahim Tatlıses kim. Onu da Hasret Birsel anlatmış “küçük orospu” adlı yazısında. Yazı 3 yıl önce yayınlanmış ama Şıvan’a, Tatlıses’in kim olduğunu hatırlatmak babında iyi bir özet.
 Hani bir adam var sahnelerde imparator olarak anılan. Çorabını seyirci karşısında çıkarmakta bir beis görmeyen, kadın tokatlayan, kendine ait televizyonun canlı yayında olduğu bir esnada mafya babası yürüyüşü ve konuşması ile gencecik bir programcıya, kendi çalışanına “Şerefsiz, derhal bu stüdyoyu terk et” derken ekranları başındaki izleyiciye ve o genç programcıya nasıl hakaret ettiğini hiç umursamayan… … Doğrusu hiç hazzetmem bu adamı. Yok, Kürtlüğünü inkar ettiğinden değil, kendini inkar eden o kadar Kürt var ki, İbo`ya kızmama zaman kalmıyor. Kaldı ki insan kendisini ne hissederse odur. İbo`da kendisini Türk ve mafya ve dahi maganda ve dahi şarlatan hissediyorsa “neden” deme gereği duymam. Doğrusu kabadayılık değil, ama mafya bozuntuluğu tiplemesi adama cuk diye de oturmuş. Bayram nedeni ile lüks bir otelde Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da izleyiciler arasında olduğu bir konser veren İbo, sahneye çıkardığı on yaşındaki küçük bir kızın” Ben seni Antalya’da izlemedim” demesi üzerine “Vay küçük orospu” diyerek, aklı sıra espri yapmış. Buyurun buradan yakın. On yaşında bir kız 800 yüz izleyicinin içinde orospu ilan ediliyor…”
Demiş, Hasret Birsel… ne güzel de demiş… az bile demiş… Sevgili Sürgündaşım Şıvan Perwer duymamış olabilir mi İbo’nun bu “meziyetlerini”. Başka sanatçı mı yoktu düet yapacak…
Sonsöz: Şair yanım, duygusal yanım “başlarım diplomasiye, protokola” diye isyan ediyor. Halkın sanatçısı, halkın davetine icap etmeliydi diyorum.Ezgi Başaran konuyla ilgili yazısını. “Tüm bunlara rağmen bir büyük sanatçının ülkeye dönüşü diye bir gerçekle de karşı karşıyayız. Memleketine, toprağına kavuşacak, halkıyla kucaklaşacaktır diye sevinmek, kalpten bir hoş geldin demek icap eder. Hayırlara vesile...” diye bitiriyor.
Ben de: Ama eleştirilerime rağmen yine de büyüksün Şivan diyorum… Araf’ta bile günahlar-sevaplar tartılır. Şıvan’ın, dili-kimliği yok sayılan, acılarla renkleri soldurulan halkına sunduğu hizmet unutulmaz…
 -----------

11 Kasım 2013 Pazartesi

AHLAKLI DEVLET...




Bülent Tekin
  
 Başbakan özel yaşama oldukça müdahale etmeye başladı. Özel yaşamın ahlaklı (!) olması için kendi anlayışını dayatmak istemektedir. Ahlak nedir, neye göre ahlak tanımlaması yapıyor? Ya da net bir soru soruyorum AKP içindeki tüm milletvekilleri ahlaklı mıdır? Böylesine bir soruya vicdanen cevap verebilir mi? Ben bilirim, tabii hepsi ahlaklıdır diyecektir, ama kendisi de bilir ki verdiği cevap salt politik anlamda olacaktır. Hac’ca gittikten sonra başını örten milletvekilleri ahlaklı mı oldular, ya öncelerinde neydiler? Başını örtmeyenler ahlaksız mıdırlar? Böylesine abes ve saçma sorularla insanların kafalarını darmadağınık edebiliriz. Kime ne kadar yarayacak bu?
Bu ülkede kim kızının ya da oğlunun fuhuş yapmasını, illegal evlilik ilişkilerinde olmasını ister? İsterse de bunu engelleyebilir misiniz? Bir tugay askerle nöbet tutsanız da gözler kararmışsa orta yerde sevişeceklerdir. Devletin böylesine namus bekçiliği yapması ülkede teokratik-faşist bir yönetim kurma amacıyla olabilir ancak. Hem sonra ahlak sadece bu ülkenin yönetim kadrosunda sadece seks ile mi tanımlanacak? İhalelerdeki rüşvetler, bakanlıklarda ve diğer alt kurumlarda dönen rüşvetler, iltimaslar, torpiller, kayırmalar seks konusunu taşımadıkları için ahlak tanımı dışında mı sayılacaklar? Karakollarda devrimci Kürt-Türk kadınlarına yapılan işkenceleri, tacizleri ahlaklı polisler ve jandarmalar mı yapıyor? Ya geçin bunları, sizlerin ahlak anlayışında kapanma ve tecrit etme yatıyorsa bunu ahlakla değil de ahlakı tehlikeye sokan davranışlarla anlatmanız gerekirdi.
Bu konulara fazla müdahale ederseniz altından kalkamazsınız, hem söyleyeyim, arkanızda AKP dahi kalmaz. Çünkü Pozantı Hapishanesi’nde Kürt çocuklarına yapılan taciz ve tecavüzü kimseye anlatamazsınız? Lafa bak: Ahlak devletin güvencesi altındaymış... Sorarım o zaman eyy devlet Pozantı’da sen devlet değil miydin, nerdeydin? Ey devlet tv’lerde popstar ve biri bizi gözetliyor, evlilik programlarını yaptıran yoksa sen değil misin ha? Eyy devlet severim senin ahlak anlayışını, gözlerimi yaşartıyorsun? Başbakan neden kızlı erkekli ayırımı yapmış ki: Halbuki Türk Polisi kız erkek ayırımı yapmadan copu (jop’u) basıyor(du) zaten.  
Birkaç eşi (karısı) olan milletvekillerini, parti yöneticilerini, varlıklı ya da varlıksız insanları hiç kimse ne İslam adına ne de başka bir din/dinsizlik adına açıklayamaz. Eğitim sistemine yapılan müdahalelerle çocuk gelinleri yaratmayı İslam ve sosyal yaşam (sekülerlik) adına da kimse açıklayamaz. İran’da, Pakistan’da, Afganistan’da olduğu gibi 80’lik bir mollaya 80. karısı olsun diye 9-10-12 yaşlarındaki kızları karı (burada ‘eş’ demek istemiyorum) yapan devletler var, biliyorsunuz bunları. Yoksa bu uygulamaları benimsiyor musunuz? İslam adına bu ince işlerin yapılabilirlik fetvaları bir gün (gelecekte) bu devletin projeleri içinde midir? Dilerim tüm bu yazdıklarım benim abartılarım ve karamsarlığımdır, devlet masum ve temizdir, ne dersiniz?

Size çok tuhaf bir olay anlatayım: Bir duyarlı vatandaş mezarlıklar için valileri (sakın Adana valisi duymasın?) göreve çağırmış: “İhbar ediyorum, inceledim ve ispatladım ki, bunların alayı kızlı erkekli yatıyorlar!” demiş. Evet sevgili okurum, ben de mezarlıklarda yatanlarının tümünün erkekli kızlı yattıklarına inanıyorum. Bu anlayışı mezara kadar indirgeyecek miyiz? 

6 Kasım 2013 Çarşamba

Tanrı’ya Değil, Mazlum’lar İçin Yas Tutarım...



Mustafa Elveren*
İnanç; bir kişiye, şeye, Tanrıya, herhangi bir öğretiye ya da görüşe duyulan bağlılıktır. (Vikipedi)
İnançsız insan yoktur. Ateistlik de bir inançtır. Her inancın farklı bir görüş olduğunu söyleyebilirim. Bu çerçevede benim de bir inancım vardır.
İşte Benim İnancım!
Peygamberlerin hadislerine, Allah’ın kitabına değil, evrensel insan hakları ve hukuk kurallarına inanırım.
Mekke-Medine değil, İnsandır bizim kabemiz, her şeyi insanda ararım.
Hayali Cennet-Cehennem’e değil, gerçek yaşamın kendisine inanırım.
Camide tespih çekip ilahiler okumak değil, CEM’de saz çalar deyişler söylerim.
İnsanları kılıçtan geçiren zorba “Hazreti Ali”ye değil, hayalimde canlandırdığım yazan, okuyan “Dost Ali”ye sevdalıyım.
Tanrı ile insanları korkutarak değil, sevgi ve saygı temelinde yaklaşmaya çalışırım.
Tanrı’ya değil, zalimlere karşı direnerek hayatını kaybeden Mazlum’lar için yas tutarım.
Dinlerin şeriatına değil, evrensel laikliğe inanırım.
Kandili-mevlidi bilmem, Yetmiş iki milleti aynı görür, dinlilere-dinsizlere, her inanca saygı gösteririm.
Dünya’nın yuvarlak olduğunu söyleyen ve o nedenle ömür boyu zindana mahkûm edilen Galilei, “Enel Hak” dediği için derisi yüzülen Nesimi gibi direnen aydınları örnek alırım.
“Eline-diline-beline sahip ol!” felsefesini benimsiyorum.
Yaşamımı bu inanç üzerinden sürdürmeye çalışıyorum.
Bu satırları okuyan okuyucuların çoğu Ömer Hayyam’ın aşağıdaki şiirini okumuş olabilirler. Ben yine de yazıya renk katmak için Ömer Hayyam’ın bu şiirini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ömer Hayyam Bu Şiiri Tam 800 Yıl Önce Yazmış!
'Irmaklarından şaraplar akacak' diyorsun
Cennet-i alâ meyhane midir?
'Her mümin'e iki huri' diyorsun
Cennet-i alâ kerhane midir?
* * *
Tanrı bize cennette vaat ettiği şarabı
Niçin haram etsin bu dünyada, akla sığar mı?
Bir sarhoş arap, devesini vurmuş Hamza'nın
Peygamber de yasak etmiş arap'a şarabı
* * *
Beni özene bezene yaratan kim? Sen
Ne yapacağımı da yazmışsın önceden
Demek günah işleten de sensin bana
O zaman nedir o cennet cehennem?
* * *
Kim senin 'yasa'nı çiğnemedi ki söyle?
Günahsız bir ömrün ne tadı kalır söyle.
Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen eğer
Seninle benim aramda ne fark kalır ki söyle
* * *
Tanrı bizi çamurdan yarattığında
Biliyordu bu dünyada ne işimiz olacak
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir
O halde cehennemde beni niçin yakacak?
* * *
İsyan edip karşında duracağım, neredesin?
Karanlığı, ışığa soracağım, neredesin?
İbadete karşılık cenneti alacaksam
'Bağış mı ticaret mi' diye soracağım, neredesin?
* * *
Kör cehalet çirkefleştirir insanları.
Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek bir cevabım var elbet
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye
* * *
Dünya, üç beş bilgisizin elinde
Sanırlar ki tüm bilgiler kendilerinde
Üzülme, eşek eşeği beğenir
Bir hayır var sana kötü demelerinde
* * *
Sen bu dünyanın sırrına eremezsin
Erenlerin dilini de sökemezsin
Öyleyse iç şarabı, cennet et dünyayı
Öteki cennete ya girer, ya giremezsin
* * *
Niceleri geldi, neler istediler
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler
******
İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun kaç para
Hırka, tespih, post, seccade güzel
Ama TANRI KANAR MI BUNLARA?
Sen sofusun hep dinden dem vurursun
Bana da sapık dinsiz der durursun
Peki, ben ne görünüyorsam O'yum
YA SEN NE GÖRÜNÜYORSAN O'MUSUN?
Sen içmiyorsan içenleri kınama bari
Bırak aldatmacayı ikiyüzlülükleri
ŞARAP İÇMEM DİYE ÖVÜNÜYORSUN AMA
YEDİĞİN HALTLAR YANINDA ŞARAP NEDİR Kİ..
Ey kara cübbeli senin gündüzün gece
Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere
ONLAR YARATANIN SANATI PEŞİNDELER
SENİNSE AKLIN ABDEST BOZAN ŞEYLERDE....
Ben kadehten çekmem artık elimi;
Tutmam senin kitabını minberini.
Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık
CEHENNEMDE SEN Mİ DAHA İYİ YANARSIN, BEN Mİ ?..
Seni kuru softaların softası seni
Seni cehenneme kömür olası seni
Sen mi haktan rahmet dileyeceksin bana ?
HAKKA AKIL ÖĞRETMEK SENİN HADDİNE Mİ ?
Yaşamın sırlarını bileydin
Ölümün de sırlarını çözerdin
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok
YARIN AKILSIZ NEYİ BİLECEKSİN
Ey kör!
Bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş !
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş !
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
BİR NEFESTİR ALACAĞIN, O DA BOŞTUR BOŞ !
800 yıl önce yazılmış bu şiire ben şapka çıkartırım. Ömer Hayyam’ı ve tüm aydınları saygıyla anıyorum.
NOT: Ömer Hayyam’ın bu şiiri e-posta adresime Avukat Ömer KAVİLİ tarafından gönderilmiştir.
------------

*Em. Öğrt.

4 Kasım 2013 Pazartesi

RÜYA(LARI)M...



Bülent Tekin

Sık sık rüya görüyorum. Bir arkadaşım rüyalarını yazsan çok ilginç bir kitap olur demişti. Hiç tanımadığım ya da samimi olmadığım (belki de hiç konuşmadığım) biriyle de uzun uzadıya bir rüyam olur. Bazen başbakanla bir diyalogum olur, ya da bir milletvekili ile de ilginç bir maceram olur. Ama çabucak unuturum. Unutmadıklarımı (ilk kalktığımda!) anlatırım zaman zaman, bir roman gibidir anlattıklarım. Tüm bunları gerçekten gördün mü, derler. Evet tüm anlattıklarımı biraz fantastik, biraz abartılı da olsa görmüşümdür. Gökyüzünde mesela saatlerce uçmuşumdur. Elektrik tellerine takılmadan çatılardan kendimi bırakıp tüm kentin üzerinde saatlerce uçmuşum. Bazen bir arkadaşım da uçar benimle ya da kötü insanlarca takip edilirim gökyüzünde. Günlerce etkilendiğim olur. Gerçeküstü bazı kazanımlarımın uyandığımda olmamasını görmek büyük bir hayal kırıklığı yaratır. Böyle bir olanağım nasıl olur diye düşünürüm, böyle bir güce nasıl ulaşabilirim? Ancak hayat rüyadaki gibi değildir, tüm yalın gerçeğiyle içinde bulunduğun şartlar doğrultusunda devam etmektedir. Yapacağın pek de bir şey yoktur!

Çok yakında rüyamda, yolda giderken kazların tavuk civcivlerine saldırdığını gördüm. Deniz’le (tanırsınız onu, küçük kız torunumdur: Onunla ilgili “Deniz ve Başbakan”, “Deniz’in Hikâyesi” adlı yazılarım oldu) birlikte müdahale ettik, ancak bir kazın ağzında büyükçe bir parça vardı. Yaklaştık ve müdahale ettik: Çok şükür ki kesik bir tavuk başıydı o. Kesilmiş bir tavuğun sokağa atılmış başıydı yani, derin bir nefes aldık. Yürümeye devam ettik Deniz’le, yanımızda ailemizin önemli sayıda ferdi vardı. Kaldırımda yanımda aslan büyüklüğünde iki kızıl (kırmızımtırak sarı) kedi geçiyordu. Yan yana yürüyorlardı ve insanların umurunda değildi. Annem (kedileri çok sever!) onlardan birinin arkasından birkaç adım atıp kuyruğundan yakalamak istedi. “Anne!” dedim, “sakın yapma. Baksana aslan büyüklüğündedirler, tehlikelidirler!” Annem kapkalın ve uzunca olan kuyruğa temas etmiş olan elini hemen çekti. Aslında benim kedilerden korktuğumu bildiği için çekti. O canavar kediler geriye dönüp anneme bakmadılar bile! Deniz ise (kedileri çok sevdiğinden!) annemin onları yakalamasını istiyordu. Rüyamı tam anlatmadım tabii, bu sayfalara sığmayacak kadar uzundu, içinden birkaç sahnesini anlattım.

Edebiyat belki de rüya’ya en yakın sanat’tır. İdeallerinizi, yapmak istediklerinizi kolayca görebildiğiniz bir uyku ortamından yazına dökmeye gidebilmek ancak yazma ile (edebiyat ile) olur. Başka bir hayatı tasvir edersiniz, sizin içinde olmadığınız ama olmasını istediğiniz olanı. Ve öyle bir yaparsınız ki istediğiniz sayıda insanı da o hayatın içine sokarsınız. Başka hayatlar gelişir. Böylece insanlar hiç haberleri olmadıkları hayatların içinde kendilerini bulurlar, onlar için yeni bir hayat başlamıştır artık.

Rüyalar işte biraz da böyledir. Sizi edebiyata sürükler. Birçok insanı başka hayatlara sürükler. Tercih etme hakları yoktur. Ama başka hayatların varlığından haberdar olurlar. Esas önem de buradadır. Bir milletvekili ile muhatap olabilirler. Bazen bir başbakanla diyaloglar yaşarlar. Hep naif ilişkilerdir bunlar, düzenin emredemediği pozisyonları yaşarlar. Artık devlet karşınızda kadüktür, yok hükmündedir. Siz daha güçlüsünüz. Çok çok uçar kaçarsınız, kötü adamlar sizi yakalamaya çalışır ama sizin kadar yükseğe çıkamazlar. Öyle uzak diyarlara da sizin gibi gelemezler. Devletin sayfaları hükümsüzdür, o sayfaları artık siz yazıyorsunuz. Başka türlü sayfalar, başka türlü tercihler vardır. Ve başka türlü bir hayat!


Yeniden edebiyata gelmek isterim: Rüyalarınızı sayfa sayfa yazdığınız yeni ve fantastik bir hayatın içine! Devlet ya da hükümet tercihlerinin dışında kendi tercihlerinizin olduğu o fantastik ve tatlı hayata… Rüyalarınızda gördüğünüz o önemli şahsiyetler uyandığınızda yok olurlar. Artık farklı ve çok sıkıcı hayatın içindesiniz. Hayat tüm zorlukları ve oyunlarıyla sizle oyun oynamaya devam edecektir. O çekilmez hayata karşı-bir alternatif hayat için!-sayfalar dolusu yazarak bir yenisini oluşturabilirsiniz. Yeni hayat daha güzeldir, daha yaşanabilirdir. İçinde korku ve zorluklar da olsa uyanık olduğunuzdakinden daha merhametlidir. En azından bir iki isteğiniz gerçekleşmiştir. Belki sevdiğinize, ulaşmak istediğiniz hedefe ulaşamamışsınızdır ama hayatı yönlendirmede büyük gücünüz vardır. O güçle kısa bir süre de olsa yeni tercihler sunabiliyorsunuz. Yeni ve birçok insan devletin direktiflerinden uzak yeni bir hayatta tercihleri dışında bulunurlar. Ne ilginç değil mi?