5 Nisan 2008 Cumartesi

AKP ve Kürt Sorunu





Sosyolog. Dr. İsmail Beşikçi


”Adalet ve Kalkınma Partisi bu konuda ne yapmıştır? Düşün yasaklarının kaldırılması konularında bir çabası olmuş mudur? Bu bakımdan AKP’nin yapmadıklarından söz etmek daha doğrudur. Türbanı gündeme getirmek, bu konuda ısrarlı olmak, özgürlükleri yaşama geçirmek şeklinde değerlendirilmemelidir. Bu, İslami yaşam biçimini geliştirme doğrultusunda bir tercih olarak algılanmalıdır… Bazı Türk yazarları, durmadan, PKK’ye silah bırakmaları için çağrı yapmaktadır. “PKK silah bırakmadan hiçbir soruna çözüm gelmez” demektedir. Fakat, devlete, “Kürtleri inkar ve imha politikasından vazgeç, Kürtlerin haklarını tanı, Kürt sorununda adım at…” şeklinde bir önerileri yoktur. Bu da sağlıklı bir tutum değildir…”


Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinde Kürt sorununa demokratik çözümler getirecek bir siyasal irade yok. AKP hükümetinde, soruna demokratik çözümler getirecek bir niyet var mı, AKP hükümeti, bu konuda bir şeyler yapma gereğini hissediyor mu, düşünüyor mu, emin değilim. AKP, 22 Temmuz 2007 seçimleri sırasında böyle bir niyeti olduğuna, düşündüğüne dair izlenim veriyordu. Artık o izlenimi veremiyor. Bir şeyler yapma gereğini düşünüyorsa, hissediyorsa bile onları yaşama geçirmesi için gerekli siyasi iradesi hiç yok.

Önce sorunun temel niteliğini kavramak gerekir.

Kürt/Kürdistan sorunu denildiği zaman, her şeyden önce, sorunun temel niteliği konuşulmalıdır. Neden böyle bir sorun vardır? Sorunu ortaya çıkaran ana olgular nelerdir? Sorun, neden çözülmeden günümüze kadar gelmiştir? Çözüm konuşulmadan önce bu gibi temel olgular, süreçler konuşulabilmelidir, tartışılabilmelidir. Bu, düşün özgürlüğü ortamında, ifade özgürlüğü ortamında gerçekleştirilebilecek çabadır. Esasında, ifade özgürlüğü, düşün özgürlüğü, tam da bu gibi konuları araştırabilmek, konuşabilmek ve tartışabilmek için gerekir.

Türkiye’de düşün özgürlüğü, ifade özgürlüğü kurumlaşmamıştır. Çok yoğun düşün yasakları vardır. Bunlar, başta, Kürt/Kürdistan sorununu konuşulmasını, tartışılmasını engellemek için konulmuştur. Bu gibi sorunların konuşulmasına, tartışılmasına engel olmak için, bu yasaklara gerek duyulmaktadır. Resmi ideoloji kurumunun varolduğu bir siyasal sistemde, düşün yasaklarının varolması, ifade özgürlüğünün kısıtlanması doğaldır. Türk siyasal sisteminde resmi ideoloji çok önemli bir kurumdur. Düşün hayatını, bilimi, sanatı, belirleyen, yönlendiren resmi ideolojidir. Resmi ideoloji kurumunun böylesine etkin olduğu bir yerde, özgür düşüncenin, bilimin gelişmesi, dinamik, sağlıklı bir düşün hayatının olması mümkün değildir. Resmi ideoloji kurumu sağlıklı bir bilim ortamının oluşmasına engel olur. Böyle bir siyasal sistemde, böyle bir toplumda bilim özgürlüğünün olması mümkün değildir. Resmi ideoloji kurumunun düşün hayatının belirlediği ve yönlendirdiği, özgür düşüncenin ifadesinin kısıtlandığı, engellendiği, düşün yasaklarının egemen olduğu bir siyasal sistemde, bilim özgürlüğünün varolmasından, gelişmesinden söz edilemez. Üniversite kurum olarak düşün özgürlüğüne karşıdır. Üniversitenin, düşün özgürlüğüne karşı olan kurumların başlarında yer aldığı da söylenebilir. Üniversitede özgür düşünceli öğretim üyeleri şüphesiz vardır. Fakat bunların sayıları çok çok azdır. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığı, idari ve cezai yaptırımlarla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu belirtmek gerekir. Resmi ideolojiyi birazcık eleştirdiler diye profesörler hakkında soruşturmalar açılması, davalar açılması, mahkumiyetler ortaya çıkması, üniversitede bilim özgürlüğünün olmadığının çarpıcı bir göstergesidir. Bazı profesörler hakkında verilen mahkumiyet kararlarının Yargıtay tarafından bozulması, yargının hukuktan, adaletten koptuğunu resmi görüşün icracısı gibi bir organa dönüştüğünü gösterir.


Bilimin temel koşulu özgür düşüncenin varolmasıdır. Bilim ortamı ancak özgür düşünenin varolduğu, kurumlaştığı bir yerde oluşur. Demokrasinin temel koşulu da budur. Özgür düşüncenin engellendiği, ifade özgürlüğünün kısıtlandığı bir toplumda demokrasi kurulamaz. Demokrasi, ancak, ifade özgürlüğünü kısıtlayan mevzuatın yürürlükten kaldırılmasıyla gerçekleşir.

AKP’nin yapmadıkları

Adalet ve Kalkınma Partisi bu konuda ne yapmıştır? Düşün yasaklarının kaldırılması konularında bir çabası olmuş mudur? Bu bakımdan AKP’nin yapmadıklarından söz etmek daha doğrudur. Türbanı gündeme getirmek, bu konuda ısrarlı olmak, özgürlükleri yaşama geçirmek şeklinde değerlendirilmemelidir. Bu, İslami yaşam biçimini geliştirme doğrultusunda bir tercih olarak algılanmalıdır. Düşün yasaklarıyla mücadele konusundaysa hükümetin hiçbir adım atmadığı açık bir gerçektir. Türban konusunu da düşün özgürlüğüne en çok karşı olan bir siyasal partiyle, Milliyetçi Hareket Partisi’yle işbirliği yaparak kotarmaya çalışması, konunun özgürlüklere ilgili olmadığını açıkça göstermektedir. Böyle bir ortamda çözüm üzerinde konuşmalar yapılmaktadır.

Kanımca hükümet, Kürt sorununu çözecek, Kürt sorununa çözüm getirecek bir iradeye sahip değildir. Burada da çözümün, izafi bir kavram olduğunu belirtmekte yarar vardır. Örneğin, sizin çözüm dediğiniz, savunduğunuz bir önerme, bir başkası için yeterli görülmeyebilir. Hükümetin Kürt sorununa çözüm konusunda siyasal bir iradeye sahip olmadığı belirgindir. Bunu, Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında kapatma davasından hareket ederek anlatmak mümkündür. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, 14 Mart 2008 günü, Anayasa Mahkemesi’nde, AKP’nin kapatılması için dava açmıştır. Demokratik bir toplumda, demokratik bir siyasal sistemde, siyasal partilerin kapatılması sık sık görülen bir olay değildir. Hele hele % 47’ye yakın bir oy alarak tek başına hükümet kurmuş bir partinin kapatılması, elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydır. Türkiye ise demokratik bir siyasal sisteme sahip olmadığı için, siyasal partilerin kapatılması olgusuyla sık sık karşılaşılmaktadır. Türk siyasal sisteminin en önemli kurumu resmi ideolojidir. Remi ideolojiyi korumak ve kollamak için çok geniş düşün yasakları vardır. Ceza Yasası’nda, Terörle Mücadele Yasası’nda, Siyasal Partiler Yasası’nda, Seçim Yasası’nda, Yüksek Öğretim Kurumları Yasası’nda, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nda, daha pek çok yasada, düşün yasakları dile getirilmiştir. Ceza mevzuatında düşün yasaklarının böylesine geniş tutulması demokratik toplum anlayışına aykırı bir durum yaratmaktadır.
Resmi ideoloji, başta ordu olmak üzere, üniversite, yargı, basın-medya gibi temel kurumlar tarafından sıkı bir şekilde savunulmaktadır. Resmi ideolojinin sahipleri, resmi ideolojiyi koruyanlar ve kollayanlar, bu dava ile hükümete, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne, şunu hatırlatmak istiyorlar: Sen % 47 oy alarak hükümet kurabilirsin, Oy oranın daha da yükselebilir. % 52’ye, 53’e yükselebilir. Daha yükseklere de çıkabilir. Bunun bizim için bir değeri yoktur. Türkiye’nin sahibi biziz. Sen hükümet kurabilirsin ama iktidar biziz. Bizim fiili ve geleneksel iktidarımız karşısında senin hiçbir ağırlığın yoktur. TBMM’de, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazabilir. Bu bir slogandır. Hakimiyet kayıtsız şartsız bizdedir.

AKP, hükümet, hükümeti savunan kişi ve kurumlar, medya, “seçimlerde 16 buçuk milyon oy almış bir siyasal parti nasıl kapatılır?” diye sitemler etmektedir. Bütün bunların demokratik bir süreç olmadığı açıktır. Ama AKP, hükümet, siyasal partilerin faaliyetleri ve kapatılmaları konularında nasıl bir zihniyete sahiptir? Buna bakmak gerekir. AKP’nin kapatılması konusunda dava açılmasından dört ay kadar önce, 20 Kasım 2007’de Demokratik Toplum Partisi hakkında kapatma davası açılmıştı. Bu dava Anayasa Mahkemesi’nde görülmektedir. Bu dava açıldığı zaman Adalet ve Kalkınma Partililer bayram etmişlerdi. “Anayasaya aykırı davranan, bölücülük yapan partiler kapatılır” diyorlardı. 14 Mart 2008 gününü hatırlayalım. O gün Başbakan Recep Tayip Erdoğan, “Ben başbakan olarak DTP ile görüşmem” diyordu. “DTP ile görüşebilmem için, onların, ‘PKK terör örgütüdür’ demeleri temel bir koşuldur” diyordu. Başbakan’ın halkın oylarıyla seçilmiş milletvekilleriyle, bu milletvekillerinin partisi Demokratik Toplum Partisi’yle görüşmemesi, onlarla görüşebilmek için şartlar ileri sürmesi, anti-demokratik bir tutumdur. Bu, Başbakan’ın demokratik bir zihniyete sahip olmadığını gösterir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler çerçevesinde kurulan, Avrupa Birliği tarafından desteklenen “Medeniyetleri Uzlaştırma Projesi” veya “Medeniyetler İttifakı” nın, İspanya Başbakanı Jose Luis Rodrigez Zapetero ile birlikte Eşbaşkanlığını yapmaktadır. Kürt sorunu elbette, Türkiye’de temel sorunların başında gelmektedir. Bu konuda dışlayıcı bir tutum sergileyen Başbakan’ın, Doğu-Batı medeniyetlerinin uzlaştırılması gibi çok büyük bir projede rol üstlenmesi sadece tebessümle karşılanır. Buna rağmen Başbakan 31 Mart 2008 günü yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında, “Ayrıştırıcı değil, birleştirici olduk” demektedir. Başbakan’ın Kürtler karşısındaki, Kürt sorunu karşısındaki tutumu bu sözlerini de çürütmektedir.

Başbakan, Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında dava açıldığı zaman ise şöyle söylüyor: “Seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi 17 milyona yakın oy almıştır. Böyle bir partinin, tek başına hükümet kurmuş bir siyasal partinin kapatılması, kin ve garezle hareket edildiğini gösterir.” Düşün özgürlüğünün kurumlaşmadığı bir siyasal sistem demokratik değildir. Resmi ideolojinin düşün hayatına, bilime, sanata, siyasal yaşama egemen olduğu bir siyasal sistem demokratik değildir. Seçimlerde iki milyon oy almış bir siyasal partiyi, o partinin milletvekillerini dışlamak, elbette demokratik bir tutum değildir. Sen böyle bir siyasal partiyi dışlarsan, o partinin kapatılmasını teşvik edersen, başka bir güç de, egemen bir güç de seni dışlayabilir, görmezden gelebilir, senin kapatılman konusunda çaba sarfedebilir. Siyasal sisteme anti-demokratik bir tutum egemen olursa, bunların olması, yaşanması doğaldır.

Kürt sorunu konusunda temel politika

Resmi ideolojinin, Kürtler konusundaki Kürt/Kürdistan sorunun sorunu konusundaki temel görüş, politikası, inkar ve imhadır. Türkiye’de bütün hükümetler, resmi görüşü benimseyerek, içselleştirerek hükümet olurlar. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi fiili olarak Anayasa’nın da üzerinde olan bir belgedir. Bu belgenin gereklerini yerine getirdiğini zaman, hükümet olabiliyorsun. Bu da aslında siyaset alanını daraltan, siyasal yaşama resmi görüşü egemen kılan bir belgedir. Böyle bir belge çerçevesinde, asker, üniversite ve yargı çok sıkı bir işbirliği oluşturmaktadır. Basın-medya bu sıkı işbirliğini koruyan, kollayan, teşvik eden bir tutum içinde olmaktadır. Böyle anti-demokratik bir siyasal yapıyla mücadele etmeden demokrasiyi kurmak mümkün değildir. Türkiye’de siyasetin önünü tıkayan, Türk siyasetinin açılıp gelişmesini engelleyen bu işbirliğidir. Türk siyasal hayatının ana olgusu budur. Kürt sorunun paketler hazırlanarak çözülebilecek bir sorun değildir. Kürt /Kürdistan sorunu Avrupa Birliği istedi diye yapılan çok küçük yasa değişiklikleriyle çözülebilecek bir sorun değildir. Bu sorunun çözümü, çok güçlü bir zihniyet değişimini, demokratik bir zihniyete sahip olmayı gerekli kılar. Bunun için anti-demokratik siyasal yapının bilimin ve siyasetin kavramlarıyla köklü bir şekilde eleştirilmesi gerekir. Siyasal partilerin olması, siyasal partilerin çok olması, belirli aralıklarla seçimlerin yapılması, basının, mahkemelerin olması demokrasi için yetirli değildir. Düşün özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün kurumlaşmadığı bir yerde, demokrasi kurulamaz. Düşün özgürlüğü, ifade özgürlüğü bilimin temel koşulu olduğu gibi demokrasinin de temel koşuludur. Hükümetin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin., Anayasa Mahkemesi’nde açılan kapatma davasını , Anayasa’da ve yasalarda bazı değişiklikler yaparak, Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerinin azaltarak, kısıtlayarak aşmaya çalışması da demokratik bir tutum değildir. AKP, hükümet, bu tür anti-demokratik yasalarla, yasa maddeleriyle hükümet olur olmaz, mücadele etmeye başlasaydı bu çok değerli olurdu. Ama AKP’nin, hükümetin hiç böyle bir tutumu olmadı. Anti-demokratik yasalarla, yasa maddeleriyle hükümet olmayı sürdürdü. Hatta seçim propagandası sırasında, değiştirmeyi vaad ettiği bazı yasalara, yasa maddelerine bile dokunamadı. Demokratik Toplum Partisi hakkında açılan kapatma davasını “Oh olsun” anlayışıyla, “Oh olsun” duygularıyla karşıladığı bilinmektedir.
9 Kasım 2005 gününü hatırlayalım. Şemdinli’de bir kitapevine bomba atılması, bombayı atanların halk tarafından yakalanması, yakalananların devlet görevlileri olması…Bundan sonraki gelişmeler de yakından biliniyor… Bu olgu, yargı bağımsızlığının, hakim teminatının hiç olmadığını gösterir. Hukukun üstünlüğü anlayışının hiç olmadığını gösterir. Yüksek yargı organlarının temsilcileri sık sık, “Yargı bağımsızdır, hiç kimse hiçbir makam veya merci yargıya direktif veremez, ilham veremez…” deyip durmaktadırlar. Yazarların, basın mensuplarının davalarla ilgili bazı eleştirileri, bu çerçevede değerlendirilerek soruşturmalar, davalar açılıyor. Peki, Şemdinli’de bir kitapevine bomba atan devlet görevlileri hakkında, askeri görevliler hakkında, Genelkurmay Başkanı’nın, “Bunları tanırım, bunlar iyi çocuklardır” açıklaması nasıl değerlendirildi? Yüksek yargı organlarının temsilcilerinin iddianame yazdığı için, iddianamede bazı generallerin isimleri geçtiği için, görevden uzaklaştırılan Van Cumhuriyet Savcısı’na neden sahip çıkmadığı, yargı bağımsızlığının nasıl bir durum olduğu hakkında bilgi vermektedir.

AKP, Şemdinli olayında da, devletin çelik çekirdeği karşısında kaybetmiştir. Bu çelik çekirdeğin anti-demokratik tutumuyla mücadele edememiş, bilakis bu anti-demokratik tutumla bütünleşmiştir. Bu da hükümetin otoritesini, yönetme etkisinin azaltan, aşındıran bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Hükümetin otoritesinin, yönetme yetkisinin böylesine kısıtlandığı bir yerde, “Ergenekon çetesi” nin güçleneceği açıktır. Güçlenen Ergenekon çetesinin ilk hedeflerinden biriyse herhalde hükümet olacaktır. Hükümetin bu çeteyle kararlı mücadelesi, hükümeti güçlendireceği kadar, Türkiye’nin de önünü açacaktır.

Türk siyasal hayatındaki Anti-demokratik yapının temel nedeni

Burada şu sorunun sorulması önemlidir: Bütün bu anti-demokratik siyasal yapı neden oluşturulmuştur? Bu anti-demokratik siyasal yapıya, düşün yasaklarına neden ihtiyaç vardır? Bu soruların cevapları Kürt sorunuyla organik olarak bağlantılıdır. Kürtleri, Kürt sorununu baskı altında tutmak, sorunun anlaşılmasını, kavranılmasını engellemek, Kürtlerde bir umut yaratmamak, umudun yeşermesine engel olmak için böyle anti-demokratik yapıya, düşün yasaklarına ihtiyaç duyulmaktadır. Türk egemenlik sistemi budur. Siyasal partiler, sendikalar, basın, seçimler bu anti-demokratik yapıyı gizleyici bir işleve sahiptir.

AKP, hükümet, soruna, din kardeşliği, İslam kardeşliği anlayışıyla çözüm getirmeye çalışmaktadır. Yani sorunu, din kardeşliği, İslam kardeşliği anlayışı içinde eritmeye çalışmaktadır. Kürtlerdeki milliyetçi gelişimi, yani Kürtlerin kendi kökenlerini arama-bulma sürecini, kendilerinden gasp edilen değerleri tekrar kazanma sürecini dinsel gelişim içinde tasfiye etme gayreti içindedir. Türkiye’de din tam anlamıyla devletin denetimi altındadır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti, laik bir devlet de değildir. Dinsel akımları, dinsel gelişmeleri Kürt hareketine karşı kullanmak da çok önemli bir devlet politikasıdır. Hizbullah’ın, devletin gizli güçleri tarafından kurulduğu, askeri kışlalarda eğitildiği bilinmektedir. Örneğin Türkiye’deki Hizbullah ile Lübnan’daki Hizbullah arasında düşünce, eylem, amaçlar bakımından çok büyük farklar olduğu görülmektedir. Türkiye’deki Hizbullah’ın, devletin direktifleri doğrultusunda, Batman, Silvan, Diyarbakır, Bismil, Nusaybin, Bitlis, Tatvan gibi Kürt şehirlerinde, yurtsever Kürtlere karşı, örneğin, terzilere, berberlere, ayakkabı tamircilerine, esnafa , din hocaları melelere karşı ölümüne varan saldırılar yaptığı biliniyor. Lübnan’daki Hizbullah ise, halkın eğitim, sağlık, barınma gibi temel sorunlarıyla ilgilenen, toplumsal faaliyetler yürüten bir örgüttür.

Fetullah Gülen de dinsel bir kisveyle Türk milliyetçiliğini, Türk ırkçılığını geliştirmeye, yaygınlaştırmaya çalışan bir kişidir. Fetullahçı hareketin, Said Nursi’nin, Said Kürdi olarak anıldığı dönemlerde, yanı 19. yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın ilk on yılında, Kürtlere ilişkin olarak yazdığı yazıları tahrif ederek yaygınlaştırdığı da biliniyor. AKP’nin, hükümetin, İslam kardeşliği anlayışı içinde, Kürtleri oyalamaktan, Kürtlerin aklını ve duygularını çelmekten başka bir düşüncesi olduğu kanısında değilim. Devletin, Kürt bölgelerinde dinsel akımları geliştirmek için çok yoğun bir çaba içinde olduğu örneğin, Kuran kurslarını, İmim Hatip Okullarını Kürt bölgelerinde geliştirmek için çaba sarf ettiği de dikkatlerden uzak değildir. Kürtlere ilişkin olarak geliştirilen bu anti-demokratik projelerin ekonomik ve toplumsal gelişmeleri olumsuz yönden etkilediği, gelişmeleri frenlediği de biliniyor.

Köklü bir zihniyet değişikliği gerekir


O halde, bu soruna sağlıklı çözümler düşünmek gerekir. Türkiye’de Kürt sorununa sağlıklı ve kalıcı çözümler getirmeden demokrasiyi kurmak mümkün değildir. Kürt sorunu ancak, köklü bir zihniyet değişikliği sürecinde, yani demokratik bir zihniyetin oluşumu sürecinde anlaşılabilir, kavranılabilir. Soruna çözüm, ancak, bu süreçte konuşulabilir, tartışılabilir..

Zihniyet değişikliği nasıl oluşur? Devlet son sınır ötesi operasyonda ( 21 Şubat-29 Şubat 2008) 240 PKK’linin öldürüldüğünü söylemektedir. Çatışmalarda bir asker yaşamının yitirdiği zaman, devlet ve hükümet yetkilileri, siyasal partiler, basın-medya ağıtlar yakmaktadır. “Bir yıllık evliydi”, “Henüz bir aylık babaydı”, “Üç gün sonra terhis olacaktı.”, “İki ay sonra düğünü olacaktı”, “Nişanlısı karalar bağladı” gibi ifadelerle, ölen asker için sempati oluşturmaya, sempati çoğaltmaya çalışmaktadır. Asker ailesinin duyguları ve düşünceleri görüntülü olarak ekrana getirilmektedir. Çatışmalarda, onlarca PKK’li yaşamın yitirdiği zaman ise, bunlar, “geberdiler”, “on hain daha yok edildi” gibi ifadelerle duyurulmaktadır. Bunların da anaları, babaları, kardeşleri olduğu hiç dikkate alınmamaktadır. Bunlar görmezden gelinmekte, yok sayılmakta, hiç umursanmamaktadır. Bu anaların, bu ailelerin duyguları, düşünceleri hiç söz konusu edilmemektedir. İşte zihniyet değişikliği, bunların da insan olduğu, bu gerillaların da anaları olduğu, babaları, kardeşleri, aileleri olduğu onların da duyguları, düşünceleri olduğu, bunları da anlamak gerektiği şeklindeki duygularla düşüncelerle başlar. Askeri bir yetkili, Genelkurmay Başkanı, son sınır ötesi operasyonda, çekilmeden sonra, bazı eleştirilerle karşılaşınca, “Siz de 24 saat oralarda bir durun da görelim” demiştir. Bu duyguların ve düşüncelerin analizi de gerekir. Peki, gerilla neden yıllardır oradadır? Gerillanın beklentisi nedir? Duyguları ve düşünceleri nelerdir? Gerilla bu zor koşullara, soğuğa, kışa, ağır mahrumiyetlere neden katlanmaktadır? İşte zihniyet değişikliği bu empatiyle, bu empatinin kitlelerde de oluşmasıyla başlar. Yukarıdaki söz, gerilla için yapılmış olumlu değerlendirmelerden biridir. Bu değerlendirmenin savaşan güç tarafından yapılması ayrıca değerlidir.

Eve dönüşten, PKK’nin silah bırakmasından söz edilmektedir. Gençlerin neden evi terk ettikleri elbette düşünülmesi gereken bir konudur. İşte zihniyet değişikliği bu düşüncelerle başlar.
Newroz 2008

2008 Newroz’unu Kürtlerin nasıl kutladığı da incelenmesi gereken bir konudur. Daha doğrusu, sınır ötesi operasyondan sonra başlayan süreci dikkatle incelemek gerekir. Şubat 2008 sonlarından itibaren Kürtler ayaktadır. Diyarbakır, Doğubeyazıt, Van, Hakkari, Batman, Kızıltepe, Nusaybin, Yüksekova, Muş gibi şehirlerde bazan yüzbinlerce, bazan onbinlerce

insanın toplandığına tanık olunmuştur. Bunlar sınır ötesi operasyonu protesto etmek için yapılan toplantılardır, mitinglerdir, yürüyüşlerdir. Newroz kutlamalarında gösteriler, mitingler, yürüyüşler doruk noktasına ulaşmıştır. Newroz’da, Diyarbakır’da yarım milyon insan kutlama alalındadır. Doğubeyazıt’da 20 bin civarında insan Newroz’u kutlamaktadır.Van, Siirt, Hakkari, Yüksekova gibi alanlarda yasaklanmasına rağmen Newroz kutlanmıştır. Kürt halkı, 2008 Newroz’unu yerel yöneticileriyle ve TBMM’deki ulusal temsilcileriyle birlikte kutlamıştır. Çok yoğun devlet terörüne rağmen, ölümlere ve yaralanmalara rağmen Newroz kutlanmıştır. Tepeden tırnağa silahlı özel timlerin, milli kıyafetleriyle Newroz’a katılan kadınlara engel olması, sataşması, tekmelerle, silah dipçikleriyle onları yere yapıştırması, bu kadınları sürükleyerek götürmesi, panzerlere ve güvenlik mensuplarına taş atan çocuklara kurşun sıkması dikkate değer görüntülerdir. Newroz’un normal olarak kutlandığı yerlerde, Newroz çok büyük kitlelerle ve coşkuyla kutlanmıştır. Newroz’un kutlanmasının yasaklandığı Van, Siirt, Hakkari, Yüksekova gibi yörelerdeyse, kutlamalar sırasında çok büyük olaylar yaşanmıştır. Devlet terörünün tırmandırılmasıyla ölümler ve yaralanmalar olmuştur. 15 yaşındaki çocukların kolları kırılmıştır.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan, 75 milletvekiliyle, Doğu’yu, (Kürtleri) AKP temsil ediyor diyor. Bu bir slogandır. Bu, toplumsal gerçeklikleri ve yaşanan süreci aksettirmiyor. Bu 75 milletvekilinin, Kürtlerle, Kürt sorunuyla ilgili olarak ciddi bir isteklerinin olmadığı bilinmektedir. Örneğin, Newroz günlerinde, Van, Siirt, Hakkari, Yüksekova gibi şehirlerde, tırmandırılan devlet terörüne karşı 75 milletvekilinin bir tepkisi olmuş mudur? Bunun ötesinde hükümet tırmandırılan devlet teröründen sorumlu değil midir? Bu 75 milletvekili de, bu sorumluluğa ortak değil midir? Bunlar kadar önemli olan başka bir soru daha: Bu 75 milletvekili, kendilerin seçenlerle birlikte Newroz’u kutlayabilmiş midir? Bugün, TBMM’de, Kürtleri temsil edenler elbette Demokratik Toplum Partisi’dir. Demokratik Toplum Partisi bu temsili çok yoğun risklere rağmen yürütmektedir. AKP Genel Başkanı Tayip Erdoğan, 22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra, “Diyarbakır’ı da istiyorum, Batman’ı da istiyorum” demeye başladı. Mart 2009’da yapılacak yerel seçimlerde, bu illerin de AKP tarafından alınacağını söylemeye başladı. Newroz kutlamaları gösterdi ki, AKP değil, Diyarbakır, Batman gibi belediyeleri alsın, bölgede, epeyce aşınmıştır,silinmekle yüz yüzedir.

Bu arada Güney Kürdistanlı yöneticilerin AKP, hükümetle ilgili düşüncelerine de bakmak gerekir. Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Kürtleri, AKP’yi ve hükümeti destek vermeye çağırmaktadır. Kürtlere, oylarını bu partiden yana kullanmalarını önermektedir.Bu, yanlış bir yönlendirmedir. Kürtler oylarını elbette Kürt partilerine ve Kürt partilerinin gösterdikleri adaylara vermelidirler.

2008’de, Kızıltepe, Nusaybin, Batman, Tatvan, Şırnak, Adana, Mersin, İzmir, Aydın, Manisa, Edirne, Çanakkale gibi alanlarda da çok yoğun bir Newroz kutlaması oldu. “Edi bes e” temel bir slogandı. “PKK halktır, halk burada” önemli bir slogandı. Kürtler bir aya yakın bir süre içinde, bu coşkuyla ayakta kaldı. Kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar, her kesim halk ayaktaydı. Bu süreç artık, Kürtlerin bir millet olduklarına da işaret etmektedir. Bu, ayağa kalkma üzerinde düşünmek, empati geliştirmek zihniyet değişikliği için ciddi bir başlangıç olabilir.

Türkiye, Kürtleri neden muhatap almıyor?

Hükümetin, AKP’nin, kısa vadede Kürtlerle, Kürt sorunuyla ilgili olarak adım atacağı kanısında değilim. Orta vadede bunu yapabilir mi, kestiremiyorum. Bu konuda siyasal bir iradeye sahip olmadığını belirtmekte yarar var. Devlet, hükümet, Kürtleri muhatap almıyor. Devletin, Kürtleri muhatap almamasının temel nedeni, Kürtlere hiçbir şey vermemek, Kürtlere haklarının tanımamak niyetinde olmasıdır. Etnik sorunlar yaşayan öbür ülkelerde bu sorunlar nasıl çözülmüştür? Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da, bu sorunlar nasıl algılanmış, nasıl çözülmüştür? Örneğin, Afrika’da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle 1960’lardan sonra, sorunlar nasıl çözüldü? Herhangi bir ülkede, ulusal kurtuluş cephesi, mücadelenin belirli bir aşamasında, emperyalist veya sömürgeci devlete öneriler sunuyor, isteklerini belirtiyordu. Emperyal veya sömürgeci devlet, bu isteklere, bu önerilere cevap veriyor. “Şu şu önerileri hiç dikkate almayız, konuşmayız, tartışmayız, ama, şu konuda görüşmemiz olabilir” deniyordu. İşte o noktada görüşmeler başlıyor, zamanla ilerliyor ve sonuca da ulaşıyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, Afrika’da 2-3 bağımsız devlet vardı. Bugün bu sayı, 55 civarında. Bunlardan sadece, Fransız sömürgesi Cezayir, Portekiz sömürgeleri Gine Bisseau, Mozambik ve Angola’da silahlı mücadeleler oldu. Geriye kalan bütün Afrika sömürgelerinde, İngiliz, Fransız, Belçika, İspanya, İtalya sömürgelerinde, anayasal görüşmelerle bağımsızlıklar elde edildi. Türkiye ise Kürtlerle hiçbir şekilde görüşmüyor, Kürtleri muhatap almıyor. Korucubaşlarıyla, “Türküm” diyenlerle görüşüyor, ama, hak talep edenlerle görüşmüyor. Bunun nedeni, kanımca, Kürtlere herhangi bir hak vermemek niyetinde olmasıdır. Türk egemenlik sisteminin Kürtlere ilişkin politikası budur. Kürt sorunu konusunda çözümsüzlüğün temel nedeni de budur.

Yaşanması gereken dil-kültür ve Yapılması gereken temel görevler

Hükümet ne yaparsa yapsın, ister yapsın, ister yapmasın, Kürtlerin yapacakları var, yapılması gerekenler var. Devlet politikasına karşı en etkili Kürt tutumu, Kürtlerin kendi dillerine kültürlerine sahip çıkmasıdır. Bu, masaya oturularak, masada konuşularak çözülecek bir sorun değildir. Bu, fiilen yaşanacak bir durumdur. Filistinliler’de, Çeçen’lere böyle bir sorun yaşanmıyor. Onlara, “anadilinize, kültürünüze sahip çıkınız “ denmiyor. Çünkü onlarda, zaten bunlar, fiili olarak yaşanıyor. Kürtlere bunu söylemek neden gerekli oluyor? Bu, Kürtlerdeki bir sakatlıkla ilgili. Dillerine yabancılaşan Kürtlerin kendilerini sorgulamaları gerekiyor. Egemen ulusun diliyle kurtuluş olmaz. Dili sadece haberleşme aracı olarak algılamak doğru değildir. Türk egemenlik sisteminin dil aracılığıyla taşındığı da bir gerçektir. Hangi dili konuşuyorsanız, o dilin kavramalarıyla, o dilin temel varsayımlarıyla, temel ideolojik görüşleriyle düşünürsünüz. Bu çok açık…. Bütün bu süreç içinde, bazı Kürtlerin, bölücü olmadıklarını anlatmak için yanıp tutuşmaları, “Kur’an’a el basayım ki bölücü değilim” diye hasım tarafı ikna etmeye çalışmaları, sadece hüzün vericidir. Çünkü, bölünen, parçalanan ve paylaşılan Kürtlerdir, Kürdistandır. “Bölücü değilim” diye hasım gücü iknaya çalışanların, 1920’erde, Kürtlerin başına getirilen bu felaketin, bilincinde oldukları kanısında değilim. Bu da ayrı bir hüzün konusudur.

Kürtlerin, özellikle Kürt aydınlarının Kürtçe’ye yaklaşımları olumlu değildir. Kürtçe’ye duyarlı bir yaklaşımdan söz etmek mümkün değildir. Filistinli aydınların, Gazze’de veya Batı Şeria’da bir toplantı düzenlediklerini düşünelim. Bu toplantıda, “İbranice mi konuşalım, Arapça mı konuşalım?” şeklinde bir tartışma olmaz. Doğal olarak Arapça konuşulur. Kimse de İbranice konuşma gereğini duymaz. Veya Çeçen aydınlarının, böyle bir toplantı düzenlediklerinin düşünelim. Orada da, “Rusça mı konuşalım, Çecence mi konuşalım?” şeklinde bir tartışma yaşanmaz. Doğal olarak Çeçence konuşulur. Kimse Rusça konuşma gereğini duymaz. Ama, Kürtlerde bu durum çok farklı yaşanıyor. Kürt aydınları, basın mensupları, değil, politik, toplumsal, tarihsel bir konuyu konuşmak, Kürt dili ve Kürt edebiyatıyla ilgili bir toplantıda bile Türkçe konuşuyorlar. “Kürtçe konuşalım” şeklindeki bir öneriyi tartışmaya açıyorlar, “Oylama yapalım” diyorlar. Bu sakatlığa sadece Kürtlerde, kuzey Kürtlerinde rastlanıyor. Olumlu bir durum olmadığı, hastalıklı bir yapıya işaret ettiği besbellidir. Egemen ulusun diliyle kurtuluş olamayacağını belirtmek gerekir.

Kürtlerin yapmaları gereken ikinci husus diplomatik faaliyetleri yoğunlaştırmaktır. Kürt sorunu, Ortadoğu’da devletlerarası bir sorundur. Kürdistan, zengin petrol alanları üzerinde bir ülke olduğu için, sorun Avrupa ölçeğinde, dünya ölçeğinde bir sorundur. Bugün, dünyanın her tarafında Kürtler var. Kürtler, Kürt aydınları bulundukları her yerde, 1920’ler konusunda, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konularında batılı bilim çevrelerini, basın-yayın organlarını, insan hakları kurumlarını eleştirmelidir. Özellikle İngiltere ve Fransa’da bilim çevreleri ve basın-yayın organları çok köklü bir eleştiriye tabi tutulmalıdır. Dönemin bu iki emperyal devleti, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasında çok önde rol oynamışlardır. Bugün de milli hakları için mücadele eden Kürtlere karşı devlet terörünün yanında yer alarak yine, Kürtlerin ezilmesi doğrultusundaki politikalara destek olmaktadırlar. 1920’lerde, Kürtlerin başına lanetli bir çorabın geçirilmesinde, bunların çok büyük rolü, desteği ve teşviki vardır. Gerek İngiltere’de, gerek Fransa’da üniversite çevreleri, basın-yayın çevreleri, Kürtler tarafından, Kürt aydınları tarafından yoğun ve sürekli bir eleştiriye tabi tutulmalıdır. Burada, sağcılar, solcular, liberaller, komünistler diye bir sınıflama yapmak anlamsızdır. Kürt sorunu karşısında, hepsi de aynı derecede olumsuz bir rol sahibidir, aynı şekilde, hepsi de devlet terörünün yanında yer almaktadır. Batılı devletlerin, batılı siyaset adamlarının ikiyüzlülüğü vurgulanmalıdır. Kürtleri, Kürt sorununu yakından algılayan siyaset adamları, üniversite mensupları, profesörler, gazeteciler vs. elbette vardır, Gerek Avrupa’da, gerek ABD’ de, gerek dünyanın başka yerlerinde bunların sayıları da artmaktadır. Biz devletlerden ve kurumsal yapılardan söz ediyoruz.

AKP’ye Kapatma davası ve Avrupa Birliği

AB, AKP hakkında, kapatma davası açılması karşısında, büyük bir tepki göstermiştir. Öbür siyasal partilerin, örneğin Kürtlerin kurduğu partilerin arka arkaya kapatılmalarında sessiz kalan AB, AKP hakkında açılan kapatma davasında yoğun bir tepki vermiştir. Bu, AB’nin, AKP’yi tercih ettiğini gösterir. Halbuki, AB; Türkiye’de, demokrasiyi, bilimin ve demokrasinin temeli olan düşün özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü savunabilmelidir. AB’nin temel tercihi bu olmalıdır. Demokrasinin kurulmasının, ifade özgürlüğünün kurumlaşmasının önündeki en önemli engel ise, Kürt sorunudur. Kürt/Kürdistan sorunu konusunda takınılan anti-demokratik tutum, baskılar, düşün yasakları, demokrasinin kurulmasını ve ifade özgürlüğünün kurumlaşmasını engellemektedir. Bu konuda dikkate değer bir gözlem şudur: Kürt/Kürdistan sorunu karşısında, Adalet ve Kalkınma Partisi’yle, bu parti hakkında kapatma davası açan bürokratik güç, bürokratik seçkinler arasında ciddi bir düşün ve tutum farkı yoktur. Her iki grup da, her iki anlayış da şu veya bu şekilde yok etmeden, ezmeden yanadır. Her iki grup için de Kürt sorunun yoktur. “Asimilasyon insanlık suçudur” diyen Başbakanın, Kürt halkına karşı bu suçu sistematik olarak işlediği açık bir gerçektir. AB gibi kurumlar, Türkiye’de elbette, demokrasiyi, ifade özgürlüğünü savunmalıdır. İşte bu bağlamda, Türkiye’de, devletin, hükümetin ve AKP’nin Kürt politikasının incelenmesi gerekli olmaktadır.

Yeni bir anayasa yapılmasından söz edilmekte, bununla ilgili bazı tartışmalar, konuşmalar olmaktadır. Kürtlere, Kürt haklarına vurgu yapmayan bir anayasanın “yeni” olma niteliği yoktur. Kürtlere vurgu yapmadıktan sonra yeni bir anayasaya da gerek yoktur.

PKK’ye, silah bırak çağrıları

Bazı Türk yazarları, durmadan, PKK’ye silah bırakmaları için çağrı yapmaktadır. “PKK silah bırakmadan hiçbir soruna çözüm gelmez” demektedir. Fakat, devlete, “Kürtleri inkar ve imha politikasından vazgeç, Kürtlerin haklarını tanı, Kürt sorununda adım at…” şeklinde bir önerileri yoktur. Bu da sağlıklı bir tutum değildir. PKK’nin yayın organlarını, örneğin, ROJ TV’yi, gazeteleri, dergileri, internet sitelerini izleyenler, durmadan “barış”tan söz edildiğini rahatlıkla görebilir. Bu şu anlama geliyor: Devlet, sorunun çözümü konusunda küçük bir adım bile atmış olsa, PKK birkaç adım atabilir. Ama, devletin, şu aşamada bile, ezmeden, yok etmeden, kök kazımadan başka bir söylemi yok. Bu bakımdan, yazarların, sivil toplum kurumlarının, önce, Kürtlerin doğal haklarını tanıması konusunda, Kürtleri inkardan ve imhadan vazgeçmesi konusunda hükümete, devlete çağrıda bulunmaları gerekir. Yazarlar, şiddetle bir yere varılamayacağını, şiddet yolunun kullanarak bir kazanç elde edilemeyeceğini sık sık dile getiriyorlar. Fakat, bunu yazarlar, sadece PKK için söylüyorlar. Şiddet yolu ile bir kazanç elde edilemeyeceğinin devlete de söylenmesi gerekir. Kürtler güçlü ve inançlı bir şekilde ayağa kalkmıştır. Artık bu aşamadan sonra Kürtleri durdurmak mümkün değildir…

Newroz-Nevruz

Newroz Kürtlerin bayramıdır. Bu çok açık. Newroz’u Kürtler coşkuyla kutlamaktadır. Devletin Kürt politikası inkara ve imhaya dayalı olduğu için, Kürt kültürel değerleri de imha edilmektedir. İmha edilemeyenler ise, Türk kültürünün değerleriymiş gibi benimsenmekte, yani gasp edilmektedir. Örneğin Kürt şarkılarının, gerek sözleri, gerek melodileri Türkçeleştirilerek, Türkleştirilerek icra edildiği görülmektedir. 14-15 yıldır Kürt televizyon kanallarının pekişmesi, Kürt şarkılarının, Kürt folklorunun bu televizyonlarda otantik olarak icra edilmesi devletin bu gaspçı politikasını hem deşifre etmiş, hem de geriletmiştir. Kürtlerin Newroz bayramını kutlamalarına engel olamayan devlet, Newroz’a sahip çıkarak, bu sorundan kurtuluş yolunu aramaktadır. Newroz’a devletin sahip çıkışı iki Newroz’un yaşanmasını getirmiştir. Kürtler doğal olarak Newroz’u Newroz olarak telaffuz etmektedir. Devlet ise, Nevruz diye telaffuz etmektedir. Newroz şeklindeki yazımı yasaklamaktadır. Bu yasağa gerekçe olarak da, “Türk alfabesinde w harfi yoktur” demektedir. Türk alfabesinde w harfi olmayabilir, Bu harf Kürt alfabesinde vardır. Zaten Newroz sözcüğü de Kürtçedir. X, Q, harfleri için de durum aynıdır. Newroz günlerinde Türk basını medya, hep Kürtlerin Newroz’unu anlatmıştır, fakat bunu, hep devletin diliyle, Nevruz olarak anlatmıştır. Bu, medyanın, Kürtlerin temel değerlerine bile saygı duymadığını gösterir. Newroz’u Newroz olarak yazan, konuşan Türk yazarları elbette vardır. Fakat bunlar çok azdır. Büyük çoğunluk devletin dilini, yani Nevruz’u kullanmaktadır.

Medyanın bu konuda anti-Kürt bir tutum içinde olduğu açıktır. Medyadaki iki haber anti-Kürt tutumu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. 15 Mart 2008 tarihli Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinin manşeti, “PKK’cı Meclis’te. AKP’ye Kapatma” şeklindedir. AKP için karşı çıkılan kapatma davası Kürtler için, Demokratik Toplum Partisi için çok doğal karşılanmaktadır. Böyle çifte standartlı bir tutumdan demokrasi çıkar mı? Aynı tarihte, internette, internet haber sitesinde şöyle bir haber yayımlandı. “PKK itirafçısı söyledi. 360 PKK’lı öldürüldü, 289 yaralı var” İnternet haber, sınır ötesi operasyonların başarısını değerlendiriyor. Genelkurmay 240 PKK’linin öldürüldüğünü söylese de internet haber bu sayının 360 olduğunu duyuruyor. İnanılır, güvenilir haber kaynağı da itirafçılar. Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinin ve internet haberin bu tutumunun genel olarak medya tarafından benimsendiği de bir gerçektir. İnternette, mynet sitesinde, 31 Mart 2008 tarihinde şöyle bir başlık vardı. “Şimdiye kadar böyle bir görüntü izlemediniz. Mağarada kıstırılan teröristlerin imha anı!” Yukarıda, Yüksekova, Hakkari, Van, Siirt gibi yörelerde, Newroz günlerinde kadınlara yapılan işkencelerden, kadınların sürüklenip götürülmelerinden söz edildi, 15 yaşındaki çocukların kollarının kırıldığından söz edildi. Bu görüntüler Türk televizyonları tarafından hiç gösterilmedi. Bu görüntüler ROJ TV tarafından verildi ve batı basını tarafından dünyaya gösterildi.

Bu haberin hiçbir ahlaki içeriği yoktur. Özgürlük için mücadele edenlerin, bu mücadele sürecinde binbir türlü mağduriyete katlananların, mücadelenin belirli bir aşamasında kıstırılanların, böylesine keyifli bir şekilde verilmesi, Kürtlerle, medya arasındaki duyguların ne kadar derin ve uzlaşmaz olduğunu gösterir. Böylesine dışlayıcı, küçümseyici, düşmanca bir tutumla “kardeşlik” “entegrasyon” nasıl sağlanır? Bu koşullarda Kürtlerin kendi milli değerlerine sahip çıkmaları, başka dil olmak üzere, bu değerleri yaşamaları büyük bir gerekliliktir.

Kürt Konferansları

Son yıllarda gerek Avrupa’da, ABD’de, gerek Türkiye’de, Kürt konferansları düzenlendiğini görmekteyiz. Bu konferansların Kürt sorununun anlaşılmasında ve kavranılmasında önemli ve olumlu bir işleve sahip olduğu açıktır. Bu konferansların ana özelliklerini şu şekilde belirtmek mümkündür. Kürt sorununun temel nedenleri, örneğin 1920’lerde, Kürtlere, Kürdistan’a karşı nasıl bir uluslar arası politika izlendi, Milletler Cemiyeti döneminde Kürtler/Kürdistan uluslar arası gelişmelerden nasıl etkilendi gibi konular bu konferanslarda konuşulmuyor. Konferanslarda daha çok, bugünkü duruma, sorunun çözümüne ilişkin konular üzerinde konuşmalar, tartışmalar yapılıyor. İkinci olarak çözüm konusu üzerinde durulurken, Kürtlere, nelerin olamayacağı ısrarla duyuruluyor. Federasyon olmaz, bağımsızlık hiç olmaz. Bunlar zaten Kürtlerin yararına da değildir. …vs. Bu konferansların üçüncü özelliğiyse şudur: Çözüm konusunda şu olabilir denmiyor, Çözüm demokrasiye havale ediliyor. Yani demokrasi geldiği zaman sorun kendiliğinden çözülmüş olacak deniyor.

Kürt sorununda çözümsüzlüğü sürdürmek, Türkiye’yi zora sokar

Türkiye Kürtlere, Kürt sorununa karşı inkar ve imha politikası izlemektedir. Bu politika 1980’lerde, bir gerilla mücadelesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 25 yılı aşkın bir zamandır süren bu mücadele sürecinde Kürtler ayağa kalkmış, politikleşmiş, milli haklarının arama sürecine girmiştir. Kadınların politikleşmesi, mücadelenin gücünü ortaya koyan önemli bir süreçtir.

Bu mücadele nasıl durdurulabilirdi? Elbette Kürtlerin haklarını tanıyarak. Kürtlerin doğal haklarını tanımak, demokratik bir süreç başlatırdı. Devlet Kürtlerin haklarını tanımamış, anti-demokratik yollarla, bunu bastırmaya çalışmıştır. Bu anti-demokratik yöntemler, uyuşturucu kaçakçılığına, silah kaçakçılığına, kayıt dışı ekonominin güçlenmesine, kara parayla birikim yapılmasına yol vermiştir. Bütün bu yasadışı ilişkilerde, devlet görevlilerinin de rol alması, devletin itibarını sarsıcı bir etki yaratmıştır. Susurluk, 3 Kasım 1996 da, böyle bir ilişkiler ağında patlak vermiştir. Silaha ve savaşa yapılan harcamalar, ekonomik gelişmeyi engellemiş, gelir dağılımının bozulmasına, gelir dilimleri arasında uçurumların oluşmasına neden olmuştur. Bu süreçte, üniversite, yargı gibi devletin temel kurumları özünden çok şey kaybetmiş, aşınmıştır. Kürtlerin kendilerini anlama, kavrama çabalarını, Kürtlerdeki milli gelişmeyi ve politikleşmeyi engelleyebilmek için çok geniş düşün yasaklarına gerek duyulmuştur. Düşün yasakları, üniversiteyi, yargıyı, siyasal partileri esas işlevlerinden uzaklaştırmış, onları devletin bekçileri halin getirmiştir. İnsan hakları, özgürlükler çiğnenmiştir. Bütün bunlara rağmen Kürtlerdeki mücadele gelişmiş, boyutlanmıştır. Devlet ise bu boyutlanmayı bastırabilmek için, daha geniş, daha yaygın bir şiddete gerek duymaktadır. Buysa devlet terörünün iyice kurumlaşmasını getirir. Devlet terörünün kurumlaşması, sadece güvenlik güçlerinin, ordunun itibarını aşındırmaz, bir bütün olarak kamu yönetiminin, üniversitenin, yargı organlarının, basını-medyanın da itibarını aşındırır. Devlet aygıtı içinde çeteler bu ilişkiler ağında oluşmuştur. Yine bu ilişkiler ağında, 2002-2004 yıllarında, orduda görevli bazı generaller darbe tezgahlamaya çalışmışlardır. Bu bakımdan devletin, artık, demokratik politikalar geliştirmeyi düşünmesi gerekli olmaktadır. Şiddete dayalı politikalar, devlet terörünün tırmandırılması, devleti, hükümeti, çok daha zor durumlarla karşı karşıya bırakabilir. 4 Nisan 2008 Cuma
-----------------------------------------
Kaynak: kurdistan-post.com
-----------------------------------------

Hiç yorum yok: