21 Ağustos 2011 Pazar

CAN YÜCEL’İ ANARKEN...





Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Can Yücel’i (1926-1999) babasından dolayı-1938-1946dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel (1897-1961)-sever miyim, bilmem! Askerliğini Kore’de yaptı. Ankara ve Cambridge’de Latince ve Yunanca okudu. Türkiye’ye döndükten sonra (1958) bir süre Bodrum ve Marmaris’te turistlere rehberlik yaptı. Güler Yücel ile evlendi(1956). iki kızları (Güzel ve Su) ve bir de oğulları (Hasan) oldu. Üyesi olduğum “Edebiyatçılar Derneği”ne eşi Güler Yücel tarafından yazılmış-“3. Datça Edebiyat Günleri” için yazdığını düşündüğüm “CAN’IN VASİYETİ” başlıklı-bir mektup geldi. Bu aynı zamanda bana da yazılmıştı. Sizlerle paylaşmak istedim:

CAN'IN VASİYETİ

Yine Ağustos geldi, yine incir sıcağı, toprak güneş kokuyor, yine
bademler çatladı, yine çırçır böcekleri caz yapıyor, yediveren limon
salkım salkım, Taşçı Mehmet yerli tohumdan on dönüm karpuz ekmiş
yine... Hani vasiyet etmiştin ya ona "yerli tohum bankası kurun"
diye... Sözünü unutmamış... Muhtar yine seni anlatıp duruyor;
yaşadığımız yeri görmek için insanlar akın akın evimize geliyor. Hasan
geldi, Güzel ve Su geldiler, bir sen yoksun...

Vasiyet ettiğin gibi seni Datça'ya yerleştirdik. Önünden her
geçtiğimde selamlaşıyoruz yine. Diğer vasiyetin de tamam. Aklıevvel
bir galerici adını resim galerisine vermek istemişti de "sen de
KERHANEYE adımı vermeyin" demiştin. Hatırladın mı? Vermedik tabii ki.

İçin rahat olsun.

Güç geliyor, zor geliyor kırk yılı aşmış bir yaşanmışlık hakkında bir
şeyler anlatmam. Tenimin sıyrıldığını hissediyorum Zaten yaşam kendi
başına bir yumak. İpin ucunu kaçırmamak için öyle bir dolanıyorsun ki
yaşamın alıp götürüyor, savuruyor, dolanıyor; sen de ipin ucunu tutmak
için çabalayıp duruyorsun. "Yaşam" dediğimiz bu yumağı çözmesi zor.
Zira sıradan bir yaşam değildi benimki. Tuhaf bir adamdı, tuhaf bir
rastlantıydı karşılaşmamız, yaşamımız. Hiçbir şey sıradan değildi.
Acayip gelebilir bazılarına ama bana göre çok anlamlı bir yaşamdı.

Onun için olsa gerek, eskiden bana "Can'la nasıl yaşıyorsun?" diye
sorarlardı. Benden nasıl bir cevap beklediklerini çok iyi tahmin
ettiğim için bu tür soruları cevaplamaz, gözlerimi ufka daldırıp boş
boş bakardım onlara. Şimdilerde "nasıl bir şey onsuz yaşamak?" diye
soruyorlar. Yine cevap vermemeyi yeğliyorum.

Kolay mı bir doğa olayını anlatmak. Yağmurun damlalarını, toprağın
kokusunu, meltemin esintisini, bir hortumun anaforunu, incir sıcağının
yakıcılığını veya ayazın donduruculuğunu anlatmak ne kadar zorsa Can'ı
anlatmak da o denli zordur. Bir doğa olayıydı Can. Bütün duyuları
ayakta, duygularıyla yaşar ve bir o kadar akıllı, coşkulu, heleCANlı,
keyifli, sarsıcı bir yaşam. Bir o kadar da eğlenceli... İnandığını
sonuna kadar savunur. Ve o kadar da doğru. Ve korkusuz.

Zaten yaşamında gıllıgışlı insanlar yanına yanaşamazdı. İnsanların ne
menem olduklarını sezer, sezdiğini de onların yüzüne usturupluca
söylerdi. Kimsenin arkasından konuşmaz, söyleyecek sözü varsa yüzüne
söyler -hele kimi şairler gibi- öldükten sonra arkasından konuşmazdı.
Ödlek değildi yani.

Son zamanlarda onu gerçekte hiç tanımayan insanlar, birilerine
söylemeye cesaret edemedikleri şeyleri Can'a mal ederek söylüyorlar.
Bugünlerde bazı insanların böyle bir cesarete ihtiyaçları olsa gerek!
Hala hiç tanımadığım insanların bana telefon açıp "bu durum karşısında
Can Bey ne düşünürdü?" diye sordukları oluyor. Ben de onlara "ya siz
ne düşünüyorsunuz?" diye soruyorum, "siz de düşündüğünüzü yüksek sesle
söyleyin" diyorum, "Can ile aranızdaki fark bu." Çok ufak bir farkmış
gibi görünse de aslında derin bir ayırım.

Son zamanlarda dikkatimi çeken bir diğer husus da şu: hangi kesimden
olursa olsun insanlar her türlü herzeyi yedikten sonra bir şairin
mısralarına sığınıyorlar kendilerini aklamak için. Kolaysa eğer,
şairler gibi yaşayın. Korkusuz, akıllı, dolambaçsız ve kıvırtmasız!

Bak Ağustos geldi yine. Yine incir sıcağı kavuracak ortalığı, yine
ufuk kızıllaşacak, yine ağustos böcekleri cazlayacaklar, yine
alakargalar bademi çıtır çıtır kıracak, yine Taşçı Mehmet yerli
karpuzları dökecek avluya. Yine, yine de... AMA...

GÜLER YÜCEL


Babasını benim pek sevdiğim belli olmayan Şair’le-Nedense oğlum da beni pek sevmiyor!-paradoksal bir durumumuz var. Çünkü o, babasını seviyordu ve oğluna “Hasan” ismini vermiştir. Benim oğlumun ise beni çok sevdiğini sanmıyorum. Can Yücel’in “Ben Hayatta En Çok Babamı sevdim” şiirine sizleri götürmek isterim. “Ben hayatta en çok babamı sevdim/Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk/Çarpı bacaklarıyla-ha düştü ha düşecek/Nasıl koşarsa ardından bir devin//O çapkın babamı ben öyle sevdim(…)sevinçten uçardım hasta oldum mu,/Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a/Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi oğluyla!/Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,/Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,(…)Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Hakkını yemeyelim Can Yücel’in, salt “baba”sını sevmedi tabii. “Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz?” sorusuna şöyle bir yanıt vermiş: “Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim!” Ama biz eşini çok sevdiğini biliyoruz Can Yücel’in: “Bir eşi olmalı insanın/Rüzgâr onun kokusun getirmeli,/Yağmur O’nun sesini/Akşam onu görecek diye, pır pır etmeli yüreği,/Ayakları birbirine dolaşmalı heyecandan eve dönerken,/…Cennetten köşe almışçasına/Sevdiği, sakındığı, bakmaya kıyamadığı…(…)

Biz bu Ağustos sıcağında Şair’i anmak için yazımızı yazdık. 12 Ağustos 1999 gecesi ölen şair o şimdi Datça’da yaşıyor. Güler Hanım’la her karşılaştıklarında selamlaşıyorlar. Bir selam da biz çakalım!

Hiç yorum yok: