24 Eylül 2008 Çarşamba

”DERSHANELER ve 12 EYLÜL”


Adil OKAY / adilokay@hotmail.fr

‘Dershaneler ve 12 Eylül’ başlıklı makaleme gelen eleştiriler ve yanıtlarım

‘12 Eylül ve Dershaneler’ başlıklı yazıma yollanan yorumlardan ve eleştirilerden bir seçki yaptım. Görüşlerimin tümüne olmasa bile, dershaneler konusundaki saptamalarıma en uzun eleştiri ve katkı bir eğitimci ve dershane yöneticisi olan arkadaşım Celal Temel’den geldi. Celal Temel’e yanıt verirken ona ve diğer yorum yazan, katkı ve eleştirilerini sunan arka-daşlara teşekkür ederek başlamak istiyorum söze. Bu yorumlardan birkaçını aşağıda olduğu gibi yayınlıyorum. Celal Temel’in yazısı (eleştiri ve katkıları) bir makale boyutunda olduğu için sona alıyorum. Konuyla ilgilenenlerin okuması dileğiyle.

Celal Temel’in yazısından bir alıntıyla başlamak istiyorum:

“ 1982 yılında Türkiye genelinde 174 özel dershane varken, 12 Eylül’ün Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam özel dershanelerin kapatılmasını istedi. Kapatılmasıyla ilgili bir yasa tasarısı, o zamanki mecliste(Danışma Meclisi) gündeme getirildi. Bir atama meclisi olmasına karşın, konu mecliste uzun uzun tartışıldı ve yasa tasarısı reddedildi. Ancak, beş generalden oluşan Milli Güvenlik Kurulu(MGK), bu kararı veto ederek, 625 sayılı yasanın bazı maddelerini değiştirip, 16 Haziran 1983 tarih ve 2843 sayılı yasayı kabul etti ve özel dershanelerin bu yasanın yürürlüğe giriş tarihinden bir yıl sonra, 31 Temmuz 1984 tarihinden itibaren kapatılmasına karar verdi. Ancak, 1983 yılında yapılan seçimler sonucunda iktidara gelen Özal Hükümeti, 11 Temmuz 1984 tarih (kapanmaya 20 gün kala) ve 3035 yasa ile kapatma hükmünü iptal etti.”

Celal arkadaşın altını çizdiği gibi alınan karara rağmen özel dershaneler 12 Eylül’den sonra kapanmadı. Onlara sadece sopa gösterildi. 12 Eylül memuru Özal’dan sonraki süreçte de özel okullar-dershaneler desteklendi. Sevdiğim ve Barış meclisinde birlikte çalıştığım için duyarlılığına tanık olduğum Celal Arkadaş’la bazı konularda görüş ayrılığımız var. Birincisi ben 12 Eylül’ü ‘1980–1990 arası vahşet yılları’ olarak algılıyorum. İkincisi özel okullara ve dershanelere temelden karşıyım. Ancak Celal Temel’le en azından dershane yozlaşması, tüccarlaşma, eğitim sisteminin 12 Eylül darbesinden sonra daha da bozulması gibi konularda anlaşıyoruz. Örneğin kapitalist Avrupa ülkelerinde neden dershaneler yok denecek kadar azdır. 20 yıl sürgün yaşadığım Paris’i avucumun içi gibi bilirim ama tek bir tane dershane görmedim. Mutlaka birkaç tane vardır. 10 milyonluk kentte. Ama nüfusa, öğrenci sayısına vurduğunuz zaman yok sayılır. Dikkat edin kapitalizme alternatif bir modelden bahsetmiyorum henüz. Elbette bu konuda da söyleyeceklerim(iz) var. Paris’ten söz ederken AB’yi örnek alanlara hatırlatma yapıyorum.

“Eğitimi özelleştirdikçe sosyal devletin en önemli dinamolarından birini yavaşlatırsınız. Sosyal devletin daraldığı yerde, yoksulların çocuklarının kendilerinden daha iyi şartlarda yaşamasının tek yolu olarak gördüğü eğitimi, cemaatleriniz ve özel fonlarınızla yalnızca örgütlenme değil tek tip insan üretme rahlesi olarak da kullanırsınız. Özelleştirme/ticarileştirme girişimi, yaşamın tüm alanlarına dönük bir saldırıdır. Eğitim sisteminde okulları ‘şirket’, öğrenci ve velileri ‘müşteri’ olarak kabul eden düzenlemeler, son dönemlerde yoğun bir yasa ve yönetmelik taarruzu ile basamak basamak hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Müşteri memnuniyetine dayanan bir sistem içerisinde öğrenci müşteri, öğretmen müşterisini memnun etmek zorunda kalan bir pazarlamacı, veli de bu bunu finansörü olarak kurgulanmıştır.”

Dershanelerin, özel okulların yakın tarihine göz atmak

Tarihçe konusunda anlaşabiliriz. 1979–1983 dönemine ait 4.üncü Beş Yıllık Kalkınma Planında özel okulları eleştiren ifadelerin yer aldığı görülmektedir. 1985–1989 dönemini kapsayan 5.inci Beş Yıllık Kalkınma Planında ise özel okullarla ilgili olarak somut destekleyen ifadeler yer almış, özel okulların teşvik edileceği karara bağlanmıştır. Sonuçta eğitimci-tüccar karması bir grup yeni zengin türemiştir. Bu da 12 Eylül faşizminin icraatları arasındadır. (Milli eğitimden sürüldüğü için dershanelerde çalışmaya başlayan idealist öğretmenleri, burjuva hümanist dershane yöneticilerini tenzih ederim.)

Yine 12 Eylül faşizmi döneminde, 1984’ten sonra okullarda vergi muafiyeti süresinin artırılması, KDV oranının azaltılması, Özel okul öğrenci velisinin teşvik edilmesi maksadıyla öğrenci velilerine düşük faizli kredi verilmesi, Özel okul açacaklara faizsiz kredi verilmesi, Eğitim giderlerinin tamamının vergiden düşürülmesi gibi konularda gerekli düzenlemelerin yapılabilmesi için Maliye Bakanlığı nezdinde girişimlerde bulunulmuştur.

Yani işe bakın senin -benim paramla, devlete ödemeleri gereken vergiyle kapitalistler özel okul-işletme açıyorlar, çocuklarını özel okullarda okutuyorlar. Arada bir de fukara çocuklarından başarılı olana sözüm ona bedava eğitim olanağı sağlayarak hayıra giriyorlar. (Hem böylelikle reklam yapıyorlar, onu da masraf gösterip vergiden düşüyorlar. )

12 Eylül hükümetleri döneminde, özel okul çocuklarına ve tuzu kuru velilerine ayrıcalık tanınmış, teşvik edilmişlerdir. Dolayısıyla özel okullar da ‘müşteri’ garantisi görüp sayılarını arttırmışlardır. İşte bu da 12 Eylül ruhudur. TÜSİAD yöneticileri, yani patronlar boşuna mı 12 Eylül darbesini alkışlamışlar ve ‘Bu güne kadar işçiler güldü sıra bizde’ diye katliamları alkışlayıp göbek atmışlardır. Bu sürecin, özel okulların (dershanelerin) devlet tarafından desteklenme kararının alınış tarihi,12 Eylül cuntasının sivil suratlı bir hükümet aracılığıyla kanlı diktatörlüğünü sürdürdüğü tarihtir.

12 Eylül’ün suç dosyaları ve iflas eden eğitim sistemi

1985’te de 12 Eylül mezalimi devam ediyor. MGK astığım astık, kestiğim kestik diye kukla hükümetlere istediğini yaptırıyor. Diyarbakır başta olmak üzere Mamak ve diğer zindanlarda insan aklının anlamakta zorluk çekeceği işkenceler yapılıyor. Milli Eğitim, faşist ve şeriatçı kadrolarla dolduruluyor. YÖK ve yurtlar keza öyle. Ve giderek yozlaşan dershanelerin yanı sıra tarikat dershaneleri ve yurtları mantar gibi çoğalıp, gençlerin –bir zamanlar moda olan değimle- beyni yıkanıyor. Bunların tümü 12 Eylül darbesinden sonraki hükümetlerin ortak suçlarıdır. 12 Eylül anayasasıyla, faşist kurumlarıyla hesaplaşmayan politikacıların ortak suçlarıdır. Bu süreç kapitalizmin insanı, insanın gelişmesini ve mutluluğunu değil, kârı-parayı düşünen, kıble edinen ekonomi-politikasının sonucudur. Kapitalizm kendini aklamak için yüz değiştirse, adını ‘yenidünya düzeni, globalleşme, küreselleşme’ olarak insanların kafasına sokmaya çalışsa da ruhu değişmemektedir: Her şey kâr için. Kâr hırsıyla eğitimi, sanatı, kültürü de endüstrileştiren kapitalizm eğitimciyi de, sanatı ve sanatçıyı da, kültürü ve folkloru da meta (mal) olarak görür. Bu anlamda ben bir dershaneciye ‘tüccar veya patron’ deyince ve çok kötü koşullarda, sigortasız çalıştırılan bir öğretmene de ‘yarı köle’ deyince yanılmış olmam. Kapitalizm kendini aklamaya çalışıyor, maskesini sık sık değiştiriyor derken kavramların da içini boşaltıyor. Artık patron, tüccar, müşteri demeyin deniliyor. İşveren diyecekmişiz. Sanki iş ihsan ediyor, bağış veriyorlar.

12 Eylül ANAP’ı ile 2008’in AKP’si: Aynı ekonomi politika

Türkiye'de muhafazakâr - liberal çevrelerin, 12 Eylül 1980 sonrasında aklına ilk gelen, kamu mülkünün özele devredilmesi olur. Sadece kamu hizmetlerinin özelleştirilmesiyle sınırlı olmayan, doğal ve tarihi ortak mülkiyet alanlarının da özel mülkiyet veya kullanıma devredilmesine kadar giden, çok geniş bir özelleştirme anlayışı ilk fırsatta ve fütursuzca gündeme gelir. AKP, bu açıdan Turgut Özal liberalizminin devamcısı değil midir? Bence öyledir. A. İnsel’in dediği gibi, “Benzer bir durum, eğitim alanında da geçerli. Bir yandan, temel eğitimde kitapların öğrencilere zimmetli olarak bedava verilmesi gibi olumlu bir girişim, ders kitapçıları lobisinin bastırmasıyla ileri bir tarihe atılırken, diğer taraftan iktisadi kriz nedeniyle zor durumda olan özel okullara kamu kaynağı aktarmak için, yoksul çocukları özel okullarda devlet parasıyla okutmak gündeme geliyor. Orta-üst kesimin sınıf okulları konumunda olan bu okullara yoksul çocukları yollama bahanesiyle, bu okulları kârlı hale getirmek yerine, Anadolu Liseleri'nin güçlendirilmesi düşünülmüyor. Birçok bakımdan çökmüş olan Türk eğitim sisteminin göreli olarak en başarılı alanları olan Anadolu Liseleri'nde yabancı dil eğitimini zayıflatacak önlemleri gündeme getirmekten de geri kalmıyor Milli Eğitim Bakanlığı. Amaç, öğrencileri yabancı dil öğrenmek için daha fazla özel dershanelere yönlendirmek mi? Birkaç yoksul öğrenciye de parasını verip, özel dershanelerde dil öğretmek mi?(…)

Ücretli-işveren ilişkilerinden eğitime, ormanlara, çok dikkatli bir koruma gerektiren doğal ve tarihi varlıklara kadar uzanan bir özelleştirmeci iradeyi temsil ediyor AKP. AKP'nin siyasal doğasıyla, sınıfsal desteklerinin özlemleriyle uyumlu olan, "kamu yararını tüccar gibi yönetmek" mantığının tüm çıplaklığıyla özetlediği bu irade, gelecek onyılların Türkiye'sinin toplumun önemli bir bölümü için yaşanabilir olmaktan çıkması anlamına geliyor. Kültürel muhafazakârlık, işte bu noktada, (Özal’ın ANAP’ı gibi. bn.) AKP türü "popülizme" meşruiyet kılıfı sağlıyor. Bu sadece AKP'nin değil, onun özlem ve beklentilerinin taşıyıcısı olduğu yeni orta sınıfın, kamu yararı, toplumsallık, devlet-toplum ilişkileri, dayanışma konularında zihniyet dünyalarına hakim olan benmerkezciliği yansıtıyor. Muhtaç olanların kamu kaynaklarından yardım alması hakkını değil, zenginlerin doğrudan "kendi fakirine" himmet etmesi demek benmerkezci dayanışma.”

YÖK hep gündemde

Elbette bu biriken sorunlar, yozlaşmış eğitim sistemi sadece AKP’nin suç dosyasına yazılamaz. 12 Eylül darbesinden sonra bu sistem daha da aksamaya başlamış ve -bugün artık herkesin üzerinde birleştiği, eleştirdiği gibi- yozlaşan eğitim kurumları dershaneleri yaratmış, çoğalmalarını teşvik etmiş ve dershaneler de yarı köle çalıştıran tüccarlar çiftliklerine dönüşmüştür. Ebeveynler de bu durumu -12 Eylül’ün birçok tahrip ettiği kurum gibi- kabullenmişlerdir. Alışmak ve kanıksamak ve artık empati yapamamak. Sonuç budur. Anımsarsanız YÖK’e karşı duran, YÖK’ün bir 12 Eylül kurumu, faşizmin kurumu olduğunu savunan insanlar giderek YÖK’le barışık yaşamaya başlamıştır. Bırakın kışla disiplini altında tek tipleşen üniversite öğrencilerini, duyarlı, sorgulayan, YÖK’ü eleştiren bilim adamlarının da sesleri eskisi kadar duyulmaz olmuştur. Hatta içlerinden bazıları, ‘AKP’ye karşı bir kurumdur nihayetinde’ diyerek sözüm ona şeriata karşı faşizmi savunmaya başlamışlardır.

Celal Temel arkadaşımın dediği gibi ‘Tüm haklı, haksız eleştirilere karşın, varlığı tartışılan özel dershaneler, gün geçtikçe çoğalırken aynı zamanda bozuluyor, yozlaşıyorlar’.

Barış Meclisinde birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan Mahmut’un yolladığı yorumda ‘ne yapılabileceğini irdelemiş:

“Yani ne yapmalıyım sorusuna sağlıklı bir cevap bulamadım, dün de bulamamıştım bu günde bulamıyorum, anladım ki sağlam alternatifleri hep birlikte üretmeliyiz, pratik çözümler, hemen şimdi çare olabilecek çözümler, devrimden sonra veya iktidara oturduktan sonra değil, çünkü geleceğimizi bu günden kaybediyoruz. Bu günkü noktaya da böyle geldik. Yarın elde hiçbir şey kalmayacak, parça parça alıyorlar. Yani demem o ki, ‘ne yapmalıyız sorusunun cevabını güçlendirmeliyiz. Umudu yeşertecek, güveni verebilecek, dönüştürebilecek çözümler, mesela alternatif eğitim programları ve bunların yasal alt yapılarını oluşturmaya ve eğitimi özgürleştirmeye yönelik eylemlilikler, bunları ilgili kurumlarda sendikalarda vs. tartışmak, eğitmenleri buna zorlamak, amaca uygun kurumlar oluşturmak…”

Bir başka dershaneci arkadaşım olan Cemgil de şöyle diyor: ‘Hocam bu konu çok tartışıldı. Binlerce makale yazıldı. Ama eğitim sistemi hâlâ bozuk.’

Sonsöz: Tarihler konusunda farklı yorumlar yapabiliriz. Ama 1980’den günümüze eğitim sisteminin iflas ettiği, apolitik bir nesilin yetiştiği, linç kültürünün geliştiği, parasız eğitimin tarih olduğu, tüccar öğretmen, tüccar dershanecilerin mantar gibi çoğaldığı aşikar değil midir? Yurtların, milli eğitimin, dershanelerin tarikatlar yuvası olduğu herkes tarafından bilinmiyor mu? Ben farklıyım demek ne kadar inandırıcı olur. Gerçekten farklı eğitimciler, dershane yöneticileri olduğuna ben de inanıyorum ama bunların genele oranı % 0,1 gibi küçük bir değer değil midir? Soruları çoğaltabilirim. Okurlar da çoğaltabilir. Hatta bunlar ayanın beyanı diyenler olabilir. O halde bunu yüksek sesle söylemek ve itiraz etmek, bu itirazı de örgütlemek gerekmiyor mu?

Hiç yorum yok: