24 Aralık 2011 Cumartesi

Ermeni sempozyumu panelistlerinden Adil Okay ile söyleşi(*)



Adil Okay
adilokay@hotmail.fr


Y.D.İ. Çağrı: 24−25 Nisan’da Ankara’da gerçekleştirilen “Öncesi ve Sonrasıyla 1915: İnkâr ve Yüzleşme” başlıklı sempozyum sona erdi. 95 Yıllık bir yasak delindi. Bir ilk gerçekleşti. Siz de Baskın Oran, Mahir Sayın ve Sibel Özbudun’la aynı panelde konuşmacıydınız. Ayrıca sizin yazdığınız ve Merhaba Sanat Tiyatrosu tarafından sahneye konulan oyunun Hrant Dink bölümü sinevizyon olarak gösterildi. Kutluyoruz. Konuşmanızda ‘soykırım meselesi’ne dolaylı olarak değindiniz. Çağrı okuyucuları için ‘soykırım’ konusundaki düşüncelerinizi açar mısınız?


Adil Okay: Konu sadece bir kelime değil. Konu insanlık trajedisi. Biz, 12 Eylül dönemini ‘mikro soykırım’ olarak tanımlarken, Başbakan Erdoğan İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamları soykırıma benzetirken, 1995’te Srebrenica’da çoğunluğu çocuk 8 bin kadar Boşnak’ın katledilmesi kimileri tarafından soykırım sayılırken, yüz binlerce sivil Ermeni’ye karşı yapılan, insan aklının anlamakta, kabul etmekte zorluk çektiği katliamlara neden soykırım demiyorduk. Bunun sorgulanması gerekmekte demiştim. Bu yaşananlara karşılıklı katliam da denilemezdi. Zira güçler arasında eşitlik yoktu. Bırakınız eşitliği, yer yer baş kaldıran Ermeniler yenilmiş ve silahsızlandırılmışlardı. Sonuçta savunmasız, çocuk, kadın ayırmadan sivil halk katledildi. Dikkatinizi çekerim, Osmanlı döneminde bu yapılanlar kabul edilmişken, katledilen Ermeni sayısı 800 bin olarak verilirken, cumhuriyet Türkiye’sinde sayı 300 bine düşürüldü. Kaldı ki 300 bin olsa 30 bin olsa bu ne kadar mazur görülebilir.

- Neden cumhuriyet bu konuda Osmanlı’dan daha geriye gitti?


Adil Okay: Aslında Cumhuriyet de Osmanlının devamıdır. Aradan geçen 95 yılda sağ kalan tanıkların hemen hepsi öldüğü için yeni nesli aldatabiliyorlar. Tanık derken sadece Ermeni tanıktan söz etmiyorum. Bundan 20−25 yıl önce her ailenin yaşı ferdi, Türk, Kürt, Arap bu katliamlara şu veya bu biçimde tanıktı.

-Tanıklar hayatını kaybetti diyorsunuz. Peki resmi arşivler. Tanıklarla söyleşiler. Belgeler. Onlar nasıl yok sayılıyor?

Adil Okay: Aslında yok sayılamıyor. Ama basına verilmiyor, burjuva basını yok sayıyor. Malum radikal sol basın geniş halk kitleleri tarafından okunmuyor. Hatta Mustafa kemal 1 ağustos 1926 da Los Angeles Examiner’e verdiği röportajda tehcirde yapılan kırım ve failleri hakkında şunları söylemiştir. “Milyonlarca Hıristiyan uyruğumuzun acımasızca kitleler halinde evlerinden sürülüp katledilmesinden sorumlu tutulması gereken bu eski Jöntürk fırkasının artıkları…” Keza, 1918−1920 yıllarında İstanbul’da yayınlanan ‘Alemdar’, ‘Tasfir−i Efkâr’ ve ‘İstiklal’ gazetelerinde yayınlanan yazı ve haberler, Ermenilere karşı uygulanan kırımın itiraflardır. 1919 yılında İstanbul Alemdar gazetesinde, dört bölüm halinde yayınlanan Çerkez Hasan Bey’in makaleleri, kanıtlar arasında sayılır.

- Peki, Osmanlı’da Ermenilere karşı hoşgörü daha fazlaydı savına ne diyorsunuz?

Adil Okay: Siz bakmayın o, ‘Osmanlı’da 1915’e kadar var olan hoşgörü, cumhuriyet Türkiye’sinden çok daha iyiydi, Osmanlı’da Gayrı Müslimler parlamentoya giriyor, üst düzey bürokrat oluyorlardı’, safsatalarına. Bunların tümü görecelidir. Osmanlı döneminde merkez bankası müdürü belki Ermeni kökenli olabiliyordu, mecliste bir dönem Ermeni mebuslar vardı, el üstünde tutulan kaymak tabaka Ermeni tüccarlar, mimarlar, sanatçılar vardı ama Osmanlı’da da gayrimüslim ahali (dolayısıyla Ermeniler) özel türden baskılara maruz kalıyordu. Örneğin: “Hıristiyanlar, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslüman ile karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı. Peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları yasaktı. Ermenice konuşmak ve öğrenmek yasaklanmıştı. Ve benzeri.

- Cumhuriyet Türkiyesinde de benzeri uygulamalar yok mu?


Adil Okay: Var tabi. Zaten resmi ideoloji aynı. Ancienne rejimden köklü bir kopuş da yok. Kemalizm her dönem egemenler için bir ideolojik kılıf olmuştur. Birkaç örnek vereyim. Tabi ne yazık ki her örnek, yüreğimizi dağlayan, trajik bir örnek oluyor. Ancak yeni nesil gerçekleri öğrensin diye tekrarlamak zorundayız. Örneğin: 1915’te korkunç işkencelere maruz kalan ve baş eğmeden ölmek isteyen bazı Ermenilerin, Osmanlı cezaevlerinde kendilerini yaktığını, 1982 Yılında da Cumhuriyet Türkiyesinde Kürt tutsakların, dayanılmaz fiziki ve psikolojik işkenceye baş eğmemek için Diyarbakır cezaevinde kendilerini yakması. Osmanlı zindanlarında, “şahadet getirin, padişahımız çok yaşa deyin”, diye işkence yapan ittihatçı artıklarının, 12 Eylül 1980’den sonra da tutsak devrimcilere zorla İstiklal marşı söyletmeye, onuncu yıl marşını ezberletmeye çalışması. Aynı katiller örgütünün, 12 Eylül faşist darbesinden sonra bir milyon insanı zindanlara doldurup, 17 yaşındaki delikanlıları asması, çoğunluğu Kürt kökenli 17 bin insanın katledilmesi ve adlarına ‘fail−i meçhul’ denmesi… Bunlar teşkilat−ı mahsusa’nın kapatılmadığını ad değiştirerek faaliyetlerine devam ettiğini göstermiyor mu?

Bir örnek daha vereyim: İttihatçılar, Haziran 1915 de Sosyal Demokrat Hınçak partisi yöneticilerini evlerinden toplamış, Askeri Mahkemede bir günde idama mahkum etmiş, başta PARAMAZ (Madteos Sarkisyan) olmak üzere içlerinden 20 yöneticiyi Beyazıt Meydanı'nda idam etmişlerdi. Paramaz idam sehpasında: "Siz yalnız bizim vücudumuzu ortadan kaldırabilirsiniz, bizim ideallerimizi asla, ideallerimiz sosyalizmdir..." diye slogan atmıştı. Aynı ittihatçı artıklarının, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinden sonra onlarca Türkiyeli devrimciyi idama yolladığını, Türkiyeli devrimcilerin de İdama giderken Paramaz gibi ‘yaşasın sosyalizm ve halkların kardeşliği’ sloganları atmışlardır. Osmanlı döneminde Ermenice konuşmayı yasaklayan zihniyetin, cumhuriyet Türkiye’sinde de Kürtçeyi yasakladığını, Kürt annelerin tutsak çocuklarıyla Kürtçe konuşmasına yasak getirildiğini, Kürtçe bir kelime hatta harf kullanmanın hapis cezası öngördüğünü unutmadık.

- Son olarak ne söylemek istersiniz?

Adil Okay: Türk devleti, 1915’te Ermeni tehciri ve kırımı, 1920 ve 1930’larda Kürtlere yönelik katliamlar üzerine inşa edilmiştir. 1915’ten 6−7 Eylüle, 12 Marttan, 12 Eylüle, Susurluktan Ergenekona kadar aynı zihniyetin ve çetelerin dolaylı dolaysız iktidarı sürmüştür. Bu gerçekleri bilmeden, kabul etmeden yüzleşmeyi ve yargılamayı 1915’e kadar götürmeden 12 Eylül’le de hesaplaşamayız.

-Ne yapılabilir?


Adil Okay: Ermeni Sorunu, toplumsal, tarihi bir sorun olması yanında; “Tarihle yüzleşmenin ‘olmazsa olmaz’ iki şartı olarak özür dileme ve tazmin etme”yi de içeren politik bir meseledir. Dolayısıyla, Hrant Dink’in de altını çizdiği gibi, geçmişle hesaplaşmak, kapanmayan ve hala kanayan yaraların sağaltılması için önce resmi olarak özür dileyip diğer adımları atmak gerekmektedir.

---------------

(*)“Yeni Dünya İçin Çağrı” dergisinin benimle yaptığı eski bir söyleşiyi Ermeni meselesi güncel olduğu için yeniden paylaşıyorum. A.O.


http://www.ydicagri.org/Sayilar/145/adil_okay_soylesi.html

20 Aralık 2011 Salı

Aleviler, Cumhuriyet Ve Atatürk



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Alevilik, cumhuriyet ve Atatürk ile ilgili yapılan en ufak bir eleştiriyi içine sindiremeyen bazı kişilerin; “Atatürk ve Cumhuriyeti yıkmak, ülkeyi kardeş kavgasına sürüklemek...”(1) paronası içinde olduklarını görüyorum.

“Cumhuriyeti ve Atatürk’ü koruma / kollama” gerekçesiyle insanları baskı altında tutmak, kendine benzetemeyenleri de öldürmek için yeraltında-üstünde kurulan gizli güçler tarafından korunan bir rejimin sadece adının “cumhuriyet” olması militarizmden başka hiç bir anlam taşımaz.

“İran nasıl bir ‘şii molla cumhuriyeti’ ise, TC de kuruluşundan bu yana laik ve demokratik olmayan ‘Sünni bir Cumhuriyettir’..”(3)

Osmanlı rejimi Alevileri sürekli katletmesi ve “1924’te Hilafet kaldırılınca, laiklik geldi Sünni baskısı bitti”(2) gerekçesiyle Alevilerin çoğunluğu Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yanında yer almaları bence bir gereklilikti. “Hastaya çorba, mazluma tutunacak dal sorulmaz” deyimi bu durumu net ifade ettiğini düşünüyorum.

Dersim’de katliam yapan militarist cumhuriyet rejimi katliamcılarına karşı direnen Seyit Rıza’yı ve arkadaşlarını idam eden zihniyet ne ise, Diyarbakır zindanında işkencecileri ve baskıları protesto etmek için bedenini ateşe veren Mazlum Doğan’ı ölüme gönderen güç de aynıdır.

19 Aralık 2000 yılında yani 11 yıl önce cezaevlerinde “Hayata Dönüş” adı altında tutsaklara yapılan katliam ile 33 yıl önce (19-24 Aralık) tarihlerinde yapılan Maraş katliamı ve devamı Sivas, Çorum… Katliamlarının yapılması da bu sahte “cumhuriyet”in eserlerindendir.

Amacım Mustafa Kemal düşmanlığı yapmak değildir. Her ülke kendi tarihlerine göre bir kurucu lider yaratmıştır. Tam tersine Var olan Cumhuriyet’i demokratikleştirmek suretiyle Mustafa Kemal üzerinden (sevabıyla-günahıyla) ortak paydalarda bir uzlaşma sağlanabilir. Bu konu postalcılar ile takunyacılara bırakılamayacak kadar hassastır.

“Atatürk çok büyük adamdır, bu kesin. Ama ulus-devlet adına çok tatsız işler de yaptı ve bunların örtülmek istenmesi Atatürk’ü putlaştırmaktır, insanlıktan çıkarmaktır. Marifet, Atatürk’ün anısını, 21. yy. “Muasır Medeniyet”ini alarak yüceltmektir. Dersim’in verdiği en büyük ders galiba budur.”(4)

Militarist sistemlerde hiç bir zaman modernleşme olamaz, ancak demokratik rejimlerde modernleşme olabilir. O nedenle, gerçek demokratik bir cumhuriyetin temelini atmak suretiyle demokrasi mücadelemizde önemli bir adım olacağını düşünüyorum.

19.12.2011

-------------

NOTLAR: (1) – Peyikçi Mail Gurubundan gelen mesaj
(2) – Prof. Baskın Oran
(3) - F. Acar / Gomanweb
(4) – Baskın Oran / 27.11.2011 / Gomanweb)

-----------
Web sitehttp://www.gomanweb.net/

ANAYASA NASIL HAZIRLANIR?



TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)

Partim, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin düzenlediği ‘ANAYASA NASIL HAZILANIR?’ konulu söyleşide konuştum. Cemil Çiçek’in meclis dışındaki siyasi partilere göndererek; görüş ve önerilerimizi iletmemizi istediği mektubuna, yaptığım konuşma bir anlamda açık mektup niteliğinde bir yanıttı. Ayrıca; partimizin basın açıklamasını kısaca basına da sunduk.

Partimizin ta başından beri Anayasa ile ilgili düşünceleri çok açıktır. Bu meclisin hem anayasa hazırlayamayacağı görüşündeyiz hem de mecliste grubu bulunan partiler bir uzlaşıya varsalar bile, bu uzlaşı ile geniş emekçi yığınlarının ne iradeleri yansımış ne de isteklerine yanıt verilmiş olacaktır. Ortada Recep Tayyip Erdoğan iktidarının halk yığınlarından sakladığı koskocaman bir yalan vardır. AKP iktidarının sözcüleri her ağızlarını açtıklarında “ileri” demokrasiyi amaçlayan bir anayasa hazırlamak istediklerini dile getirseler de, gerçek hiçbir zaman bu değildir. Gerçek; uluslararası sermaye güçlerinin Bay Tayyip ve iktidarından kendi çıkarlarının öne alındığı bir anayasa hazırlanmasıdır. Bu yüzden de bu anayasa hazırlığını doğru anlamalı ve cepheden karşı çıkmalıyız. Bugün mecliste temsil edilen partilerin ise demokrasicilik oyunu içinde olmalarını ise asla içimize sindirmemeli, AKP iktidarından uluslararası sermaye güçlerinin istediği anayasayı çıkarmasına siyaseten toplumsal gücümüzü örgütleyerek ve ortaya koyarak karşı çıkmalıyız.

Meclis Başkanı Cemil Çiçek, sözümona demokratlık görüntüsü altında kapitalist-emperyalist sisteme karşı çıkan sol kesimleri “…anayasa ile ilgili görüş ve önerilerinizi 31 Aralık 2011 tarihine kadar ilgili komisyona iletiniz” diyerek oyunun içine çekmek istemektedir. Bu oyuna gelenler; anayasa ile ilgili engin bilgilerini ilgili komisyona sunabilir, komisyonu çağdaş birikimlerinden mahrum bırakmayarak görevlerini yapabilirler. Ya da meşrutiyeti olmayan işbirlikçilere meşrutiyet kazandırmak için koşa koşa Cemil Çiçek’in isteğini yerine getirebilirler. Ancak bizim partimiz 1974 yılında kurulmuş köklü sosyalist bir partidir. Egemen güçlerin oyununa gelmeyecek kadar da birikimli ve deney sahibidir. Bu yüzden meclis dışında siyasi parti, sendika, dernek, kurum kuruluş ve kişileri bu oyuna gelmemeye davet etmektedir. Yarın bu anayasa kabul edilse ki, bu anayasa asla demokratik hak ve özgürlükleri gözeten bir anayasa olmayacağı gibi, yaşamın her alanında eşitliği ortadan kaldıran, emperyalizmin dayattığı bir anayasa olarak karşımıza çıkacaktır. İşte o zaman Bay Tayyip gibiler çıkacak ve toplumun her kesiminin bu anayasanın hazırlanmasında iradesi yansımıştır yalanını dön döne hem de örnekleriyle kullanacaktır. İlgili anayasa komisyonuna sunulacak olan görüş ve öneriler bir ibret belgesi olarak meclisin tozlu dosyaları arasından yerlerini alacaklar ama asla bu önerilerden yararlanılmayacaktır. Bu yüzden TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in mektubu bir tuzaktır, bu tuzağa düşmek ise aymazlığın ta kendisidir.

Bu gerçekler ışığında partimiz ilerici, devrimci ve sosyalist kesimlere çağrıda bulunarak bu oyunun bozulmasını istemektedir. Partimiz görüşleri ışığında ilerci, devrimci ve sosyalist kesimlere bir çağrıda bulunacak, bu oyunun hep birlikte bozulması için üstüne düşeni yapacaktır. TÜRKİYE SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ’Nİ tanıyanlar bilir. Partimiz aynı uyanıklılıkla 12 Eylül anayasası olan 1982 Anayasası’na da var gücüyle karşı çıkmış, o dönemde pek çok üyesi illegal çalışma yürütmekten tutuklanıp işkenceden geçirilip cezaevlerine doldurulmuştu. O dönemde kararlılıkla iradesini gösteren bir parti hiç kuşku yok ki, bu dönemde de oynanmak istenen oyunu bozmak için dik duruşunu dost düşman herkese kanıtlayacaktır.

12 Eylül 2011 referandumu ile 25 Anayasa maddesinin değişikliği sonrasında yaşadıklarımız yeni anayasa hazırlığı sonucunda ortaya konulacak olana Anayasa ile ilgili nelerin olacağı, nelerin olmayacağı konusunda bize gerekli bilgiler vermiş olmalıdır. Bununla birlikte ortada olan her türlü nesnel koşullara karşın küçük burjuva bilgiçliğine soyunarak uluslararası sermayenin işbirlikçilerine akıl satmaya kalkacak olanlarla arımızdaki çizgi bilinmelidir ki Çin Seddi ile ayrılmıştır. Siyaseten, ekonomik ve askeri olarak ülkemizi ve bölgemizi ateşin içine atmaya hazır bir iktidardan demokratik hak ve özgürlüklerin korunduğu bir anayasa beklemek emperyalist/kapitalist dünyayı da onun işbirlikçisi AKP iktidarını da hiç mi hiç tanımamaktır.

Sonuç olarak hiçbir kurucu işlevi olmayan bu meclisin, 12 Eylül anayasasından daha ileri bir anayasa çıkarabileceğini beklemek koskoca bir hayaldır. 12 Eylül 2011 anayasa değişikliği ile birlikte yargıyı bu hale getirenlerin muradı kimsenin kuşkusu olmasın ki burada kalmayacaktır. Onlar karanlık amaçlarını adım adım gerçekleştirmek için bu kez de sahneye bu oyunu koymuşlardır.

Ya figüran olacaksınız ya da dik duruş sergileyerek her türlü alicengiz oyunlarını boşa çıkarıp işçilerden, emekçilerden yana bir tutum alacaksınız.

SEÇİM SİZİN!
SEÇİM HEPİMİZİN!


------------

TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN "HER GÜN" BAŞLIKLI ÖNCEKİ YAZILARI:

http://www.tsip1974.com/yeni_sayfa_317.htm

TSİP WEB SİTESİ:  http://www.tsip1974.com/

10 Aralık 2011 Cumartesi

HERKESİ İÇERİYE Mİ ATACAKSINIZ?



 TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)‏


Politikacıları, öğrencileri, gazetecileri, yazarları, bilim insanlarını, askerleri, say sayabildiğin kadar kim ki AKP iktidarının işine gelmiyor onlar bir sabah bir şafak operasyonu ile içeriye yollanıyor. Aydınlık Gazetesi İmtiyaz sahibi Mehmet Sabuncu ve öteki gözaltına alınanlar tutuklanma isteği ile isteği ile yargıç önüne gönderildiler sonra da salıverildiler. Madem tutuklanmalarını gerektiren bir durum yok idiyse bu apar topar operasyon niye yapılmaktadır da adı geçen kişiler davetiye çıkarılarak sorguya çağrılmamaktadırlar? Böylesi bir operasyonla gözdağı mı verilmek istenmektedir? Yargının olağan yolu izlemesi gerekirken gözü bu kadar mı dönmüştür de yargı kuralları hiçe sayılarak benzeri operasyonlardan bir türlü dönülememektedir?

Uzun süredir görevli olarak yurtdışında bulunan biri dönüp gelir ve Silivri mahkemesine başvurup, “beni arıyormuşsunuz ifade vermeye geldim” derse tutuklanır, tutuklanma gerekçesine nasıl olmaktadır da “kaçma şüphesi” gerekçe gösterilebir? Hopa’da başbakanı protesto eden kişiler başbakanın, “eşkıya, terörist bunlar” demesinden sonra işe nasıl olur da özel yetkili mahkemeler el atıp kuzu kuzu yargılama sürdürebilirler? Hopa olayları sırasında atılan gaz bombaları sonucu kalp krizi geçirerek yaşamını yitiren Metin Lokumcu ve tutuklanan Hopalılar için Ankara’da yapılan gösteride emniyet güçlerinin orantısız güç kullanması sonucu çıkan olaylar nedeniyle gözaltına alınan ve 6 aydır Sincan F Tipi Cezaevi’nde bulunan öğrencilerden birisinin saçının kesilmesini kınamak için arkadaşlarınca ve çeşitli kesimlerce saç kesme eylemi nasıl olmaktadır da iddia makamı “bunlar tanınmamak için saçlarını kesmişlerdir” savıyla bu saçmalığa iddiasında yer verir? Nasıl olmaktadır da tutuklanan kişiler; Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi devrimcilerin resimlerini taşıdıkları için geçmişten örnekler verilerek terör örgütü üyesi oldukları savına iddiada yer verebilir? 12 Eylül faşist darbesini gerçekleştirenler yüzbinlerce kitabı suç suç saydıkları için yaktırmış, 12 Eylül mahkemeleri ise kitapları kanıt sayarak yargıladıkları kimselere ceza yağdırmışlardı. Hani bunlar 12 Eylül’ü yargılayacaklardı? Aynı zihniyetin 2011 yılında işbaşında olan savcı ve yargıçlarda da olması oldukça düşündürücü değil midir?

6 aydır içerde bulunanlar salıverilmişlerdir. Öğrencileri 6 aydır içerde tutarak öğrenim özgürlüklerini engelleyenler hiç mi vicdan muhasebesi yapmak gereği duymamaktadırlar? AKP iktidarının yargıyı yürütmenin emrine alma isteği birçok yargıç ve savcı tarafından çok mu istenmekteydi ki, hukuki nesnellik hiç mi hiç dikkate alınmamaktadır? Diktatörce davranışlara hevesli olanlar tabi ki, tek başlarına ne kadar bu işe hevesli olurlarsa olsunlar, isteklerini gerçekleştirme olanakları yoktur. Onları hevesleri doğrultusunda destekleyenler olmasa onların da bu heveslerini gerçekleştirme olanağı hiç kuşkunuz olmasın ki yaşam bulmayacaktır. 12 Eylül faşizmi sonrasında bulundukları yerden sanıklara ceza yağdıran sözüm ona yargıçların Kenan Evren ve çetesinden ne farkları vardır? Hatta onların suç işlemeye devam etmeleri için bu gibi davranışlar çok mu masumdur? Bunca yargıcın hepsi mi teslimiyetçi ya da korkutulmuştur da gıkları çıkmamıştır? Hiç mi sesini yükseltecek savcı ya da yargıç yoktur?

Bugün de aynı durumu yaşamaktayız. Yargıdan şikayet ede ede, yargıyı kontrol altına alan bir iktidar söz konusudur. O AKP iktidarıdır ki, bir yandan saldırmış, bir yandan da anayasal düzenlemeler gerçekleştirerek yargıyı kontrol altına almakla kalmamış, yandaş bir yargı da yaratarak geniş halk yığınlarının gözünde yargıyı güvenilemez konuma düşürmüştür. Bugün yaşanan sıkıntıların hepsi AKP iktidarının dikensiz gül bahçesi arayışının sonucudur. İşçi hak arayışında bulunmayacak sesini kısacak, öğrenci akademik demokratik hakları ve ülke sorunlarıyla ilgili sesini çıkarmayıp susup oturacak, kamu çalışanları onca haksızlığa uğrayacaklar iktidara velinimet gözüyle bakacaklar, köylü soyulup soğana çevrilecek bin şükür çekecek, bilim insanlar iktidar ne derse dümensuyundan gidecek Tayyipgiller de semirdikçe semirecekler. İşbirlikçi politikalar sonucu ülke tehlike çukuruna itilecek, muhalefet edenler organize suç örgütü ilan edilip toplama kamplarına gönderilecek sonra da ülke de AKP’nin “ileri” demokrasisi kuzu kuzu yoluna devam edecek? Toplumun gözü demokrasi masallarıyla boyanıp bir kez daha 12 Eylül Anayasası’na taş çıkartacak bir anayasa hazırlanması ve kabul ettirilmesi için AKP iktidarı güle oynaya yoluna devam edecek. Yok, öyle yağma! AKP ne kendilerine muhalefet edenleri susturabilecek ne de bu yöntemle iktidarda kalmayı başarabilecek.

HERKESİ İÇERİYE Mİ ATACAKSINIZ?
Diyelim attınız sonra? Sonrasını günü gelince söyleyeceğiz.
Korkun bu ülkenin geniş emekçi yığınlarının demokratik tepkisinden korkun!
Bekleyin göreceksiniz!

----------

TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN "HER GÜN" BAŞLIKLI ÖNCEKİ YAZILARI:
http://www.tsip1974.com/yeni_sayfa_317.htm

TSİP WEB SİTESİ: http://www.tsip1974.com/

BU TELAŞ NİYE?



TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, İzmir konuşmasında; yargının iktidarın arka bahçesi olmasını eleştirmesine Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan yıldırım gibi yanıt geldi. Yapılan açıklamada CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun özür dilemesi isteniyor ve yargının kimsenin arka bahçesi olmadığı vurgulandıktan sonra onların görevlerini hakkiyle yürüttüklerine döne döne vurgu yapılıyordu.

Acaba gerçekler, HSYK’nın açıkladığı gibi miydi? Hiç sanmıyoruz. Eğer öyle olsaydı bu ülkede şafak sökerken evler basılmaz, arama adı altında evde ne var ne yok darmadağın edilip kendilerince belge diye nitelendirilen kişilerin çalışmalarında olağan olarak bulundurdukları araç ve gereçler çuvallanıp emniyete götürülmezdi. Örneğin son olarak Aydınlık Gazetesi İmtiyaz Sahibi Mehmet Sabuncu, Çorlu’da avukatlık yapan emekli bir asker, İşçi Partisi Çorlu İlçe Başkanı’nın evi ve İşçi partisi ilçe örgütü erkenden basılıp aranmaz, ilgili kişiler savcılığa çağrılarak konu ile ilgili kendilerinden ifade alınabilirdi. Ne yazık ki, böyle yapılmıyor. Emniyet güçleri ortalığı toza dumana katarak geliyorlar ve kamuoyuna korku salan bir tutumla hiç de hukuki olmayan mahkemenin verdiği arama ve gözaltına alma işlemini gerçekleştiriyorlar.

Bu tür uygulamalar onca eleştirilere karşın hiç değiştirilmeksizin sürdürülüyor. Hukukta kişi hak ve özgürlüklerinin dokunulmazlığı görevli savcı ve yargıçlar tarafından açıkça ihlal ediliyor. Çoğu tutuklama ile sonuçlanan bu tür girişimlerin sonuçları ise medya aracılığı ile karartılıp hayali suçlar yaratılarak tutuklamaların haksızlığı gündeme bile getirilmiyor. 3-4 yılı bulan tutuklamalar ise kuvvetli suç şüphesi olduğu gerekçesiyle yargıçların keyfiliğinde tutukluluk süresi hükümlülüğe dönüştürülmüş oluyor.

Hukuku çiğneyen kimselerin meslekleri yargıç ya da savcı da olsa bu keyfiliği sürdürmelerinin olanağı yoktur. Bu keyfilik ancak ve ancak siyasi iktidarın isteği ile gerçekleşebilir. Bu tür uygulamaların ülkemiz tarihinde sayısı hiç de az değildir. Bir düşünelim; 12 Eylül 1980 faşizminden önce yargıçlık görevini yapan kimseler yazılı hukukta olanları uygularken 12 Eylül 1980 sonrası aynı yargıçlar darbeyi gerçekleştirenler kendilerinden ne istemişlerse o yönde kararlar vererek tarihe geçmediler mi? Sivil yargıçların çoğu Sıkıyönetim Mahkemeleri, daha sonra da Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde görev aldıklarında adeta birer cellada dönüşmediler mi? Şimdi aynı görevi üstlenen Özel Yetkili Mahkemelerde görev alan yargıç ve savcıların durumu çok mu farklı?

Bizler faşist dönemleri yaşayarak bugünlere geldik. Açıkça gördük ki, yargı kim iktidardaysa ya da iktidara el koymuşsa o yönde rahatlıkla davranmakta, yazılı hukuku bir kenara iterek vicdanı hangi görüşe yakınsa o yönde kararlara imza atmaktadırlar. Ne yazık ki, böylesi dönemlerde yargının büyük bir bölümü sessizliğe gömülerek gıkını çıkarmamakta sözüm ona görevlerini sürdürmektedirler. Bana değmeyen yılan bin yaşasın örneğinde olduğu gibi.

12 Eylül 1980 sonrası dönemi anımsayalım. Ülkemizde yapılan uygulamalarla ilgili olarak bu ülkenin aydınları, sanatçıları ve işçi önderleri bildiri yayınlayıp durumu protesto ederken o dönemde niçin görevde bulunan bir tek yargıç ve savcıdan yürekli bir çıkış yapılmasına rastlamış değiliz? Değiliz, çünkü iktidara el koyanların baskılarıyla karşılaşacaklarını çok iyi bilmekteydiler. Bugün de aynı şeyler yaşanıyor. AKP’nin kendilerine uygulayacağı yaptırımların korkusuyla sinenler sinmiş, bir kısım görevliler de iktidarın dümensuyunda hukukçuluk oynamaya suyunmuşlardır.

Yazık gerçekten de yazık. Bir avukatın bürosu basılıyor, bütün dosyaları talan ediliyor, sonra da kelepçelenerek götürülüyor. Avukatlarda çıt yok. Üstelik bu kişi ordudan emekli onlarda şeriatın kestiği parmak acımaz diyerek sağıra yatıyorlar. Kısacası ülkemiz insanlarının çoğu burjuva hukukunu bile içselleştirmiş değiller. Sessizlikleri ve zalimlikleri olağanmış gibi görüyor oluşumuzun da sakatlığı ortada. Bugün burjuva demokrasilerinin işlediği hangi ülkede böylesine keyfiliğe rastlıyoruz? İngiltere’de böyle bir gözaltı ve tutuklama gerçekleştirilebilir mi? Ya da Avrupa’nın diğer ülkelerinde?

AKP iktidarı gerçekten de işin sonuna gelmiştir. Çünkü onlara ABD talimatlarıyla medyanın ele geçirilmesi emri verilmiştir. Medya ele geçirilmelidir ki, iktidarın ABD emperyalistleri ile işbirliği her alanda yapılabilsin ve yaşama geçirilsin. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ve öteki yetkililerin Türkiye’den istediklerini almaları için basının susturulması gerekiyor. Ulusal Kanal ve Aydınlık susturulamadığı için yıldırımları üzerine çekiyor ve ikide bir tutuklama ve mali inceleme kapılarına dayanıyor. Ne demiş Kılıçdaroğlu; YARGI İKTİDARIN ARKA BAHÇESİ HALİNE GELDİ. Bu yüzden de HSYK hop oturup hop kalkarak Kılıçdaroğlu’nun özür dilemesinden söz ediyor. Perşembe günü bütçe görüşmeleri sırasında yanıt vereceğini söyleyen Kılıçdaroğlu ne der bilemeyiz ama biz size açıkça söylüyoruz,

SİZ ÖZÜR DİLEYİN BAYLAR SİZ. ÇÜNKÜ KIRDIĞINIZ YUMURTA KIRKI GEÇTİ.
BELKİ DE TELAŞINIZ ONDANDIR KİMBİLİR?


---------------
TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN "HER GÜN" BAŞLIKLI ÖNCEKİ YAZILARI:


http://www.tsip1974.com/yeni_sayfa_317.htm


TSİP WEB SİTESİ: http://www.tsip1974.com/

3 Aralık 2011 Cumartesi

İFADE VERMEK DEĞİL, İFADE ETMEK İSTİYORUM…



Adil Okay
okayadil@hotmail.com

Yazının başlığı olan, “İfade vermek değil, ifade etmek istiyorum” cümlesi, İHD’nin başlattığı “İnsan Hakları Haftası” kampanyasının temel sloganı. Konumuz: “İnsan hakları haftası.” “Halkların kardeşliği.” Bu kulağa hoş gelen bir söylem, bir slogan. Bir zamanlar bu sloganı atan insanlar ‘bölücü ve anarşist’ diye zindanlara tıkılıyordu. Hatırlarsınız bu ülkeyi kan gölüne ve devasa bir cezaevine çeviren 12 Eylül cuntası, dönemin Barış Derneği yöneticilerini bile idamla yargılamışlardı. Aradan geçen 31 yıllık zaman diliminde, her hükümet döneminde “demokrasiye geçtik - geçiyoruz, cunta anayasası değişecek” nutukları atıldı. Ama yargısız infazlar, tutuklamalar, cezaevinde katliamlar devam etti.

Bu gün, 2011 yılı biterken koşullar çok da farklı değil. AKP hükümeti ülkeyi, “Açılım, insan hakları” adı altında, 12 Eylül faşizmini aratmayacak boyutta kararttı. Seçilmiş belediye başkanlarından, gazetecilere kadar binlerce insan tutuklandı. Tek suçları vardı: O da düşüncelerini konuşarak, yazarak ifade etmek. En son Barış Meclisi’nde birlikte çalıştığım, barış ve özgürlük tutkunu Mahmut Karabulut, merhum babam Süleyman Okay’ın arkadaşı, aile dostumuz yazar Ragıp Zarakoğlu ile barış temalı bir panelde birlikte olduğum için onur duyduğum Prof. Dr. Büşra Eraslanlı’nın ve arkasından avukatların tutuklanması, hükümetin faşist yüzünü tartışılmayacak biçimde ortaya koydu. Artık ABD destekli, Fethullah Gülen icazetli “Yeşil Ergenekon” sahnede. “AKP zorbalığı, suçsuz insanlara, hem suçlu hem de ‘güçlü’ pervasızlığın yalanlarıyla saldırırken; önce devrimcileri, yurtseverleri içeri aldılar… Sonra da Ragıp Zarakolu kardeşimiz gibi aydınlar(ımız)ı… Şimdi de Ayşe Batumlu gibi (karnı burnunda hamile) avukatlar(ımız)ı… Savunmanın da saldırı altında olduğu vaziyet-i umumiyeyi despotizmin çılgınlık hâli olarak nitelemekte hiçbir sakınca ve abartı yoktur…”

Cezaevleri doldu taşıyor dediğimiz 12 Eylül faşist darbesi döneminde, zindanlarda 80 bin insan vardı. Bu gün ise bu sayı 120 bin. Ve (c)eza evlerinde hak ihlalleri, keyfi cezalar, tecrit içinde tecrit had safhada. AKP’nin ‘demokratlığının’ en açık göstergesi.

Halklar kardeş mi
Değiştirmek zorunda olduğumuz bu kara tabloyu betimledikten sonra, bu haftanın önemine ve çıkış nedenlerine değineyim: Bir metafor olarak, evrim teorisine göre de insanlar kardeştir, idealist felsefeye yani semavi dinlere göre de hepimiz Adem ve Havva’dan geldik yani kardeşiz. Ama bazı insanlar, üretim − bölüşüm ve tüketim sürecinde akıllarını kötülük için kullanarak özel mülkiyet alanlarını genişletmeye başladıktan sonra, halkların − insanların kardeşliği tarih olmuştur. Önce hamilelik ve emzirme döneminde zayıf düşmelerinden yararlanılan kadınların emeği gasp edilmeye başlanmış, daha sonra kabileler, klanlar arasında süren savaşlarda edinilen esirler, bedava işgücü olarak birilerinin emrine verilmiş, böylelikle kardeşliğin, eşitliğin nesnel koşulları ortadan kalkmıştır.

İşte ataerkil dediğimiz, sömürü ve özel mülkiyet dönemi böyle başlamış ve halkların kardeşliği yerini, halklar arası düşmanlığa bırakmıştır. Dünya tarihinde savaşların temelinde ekonomik çıkar ilişkileri yatar. Prudhon, ‘mülkiyet hırsızlıktır’ derken, Jaures, bu bağlamda ‘zenginlik suçtur’ demiştir. Egemenler kendi çıkarları için halkları birbirlerine karşı vatan, millet, toprak ve bayrak söylemeleriyle kışkırtmış ve savaşlara sürmüştür. Homeros’un İlyada’da anlattığı Truva savaşı, Paris’in Helen’i kaçırmasıyla başlar. Ancak savaşın asıl nedeni güzel Paris değildir, yine ekonomiktir. Çanakkale boğazını elinde tutan Truva’nın amacı, Elen tüccarlarının Karadeniz’e açılmasını engellemektir.

Ermeni, Süryani, Arap ve Kürt kardeşlerimize ne yaptık
Türkiye’de Ermeni ve Süryani kırımının, 6−7 Eylül olaylarının kökeni yine ekonomiktir. Bu katliamlar, Ermeni, Süryani ve Rum mallarının Türk burjuvazisine peşkeş çekilmesi ile sonuçlanmıştır. Konu mal ve para olunca, halkların kardeşliği unutulmuştur. 4 bin yıldır kök salan, ev sahibi olan halklar, kadın, çocuk, yaşlı denmeden katledilmiş, göçe zorlanmış, toprakları kardeş kanıyla sulanan Anadolu kısır hale getirilmiştir. Elbette bu katliamlar sadece Anadolu coğrafyasında olmamıştır. ABD’de ev sahibi yerlilerin, Avustralya’da Auberjin’lein, 2. Dünya savaşında Yahudilerin uğradığı soykırımlar tarihin utanç sayfalarına yazılmıştır. Yakın tarihte Uganda’da, Fransa’nın suç ortağı olduğu soykırım gerçekleşmiştir. Örnekler uzatılabilir.

Benzer gelişmeler kadim kentim Antakya’da da olmuştur. Önce Ermeniler göçe zorlanmış, 25.000 Ermeni, kenti terk etmek zorunda kalmıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinde ise geriye kalan Arap asıllı Hıristiyan ve Yahudiler birer ikişer, ev barklarını satarak, yaşlı gözlerle ata topraklarını terk etmiştir. Geriye az sayıda Gayri Müslim kalmıştır. Onların da sayısı, “Çan, Ezan, Hazan” belgesellerinde abartıldığı kadar değildir. Artık Antakya’da ‘Mozaik’ten değil, çatlamış, kırık bir ‘mozaik’ten bahsetmek daha doğrudur. AKP, ABD patentli, işgalci BOP projesinden çok farklı olmayan, “yeni Osmanlıcılık” projesi ile Suriye’ye saldırı planları yapmakta ve Hatay’da yaşayan halklar arasına yeni düşmanlık tohumları ekmeye çalışmaktadır.

1980’den itibaren ise hedefe “hak isteyen Kürtler” konulmuş, bu gün devletin bile kabul etmek zorunda kaldığı rakamlarla ifade edecek olursak, binlerce Kürt köyü boşaltılmış, Kürt tehciri başlamıştır. İkinci AKP hükümeti döneminde baskılar ve tutuklamalar fütursuzca artmış, yeni Dersim trajedileri planlanmaya başlanmıştır.

Akılçağı - Modernizm - Kapitalizm
Velhasıl Dünya halklarına, kardeş oldukları unutturulmuştur. İlk çağlardan bu yana savaşlar, din savaşları, mezhep savaşları adı altında egemenlik savaşları devam etmiştir. Bu Pazar − paylaşım savaşları, ‘akıl çağı, modernizm, ulus devletler’ döneminde de hız kesmemiş, milyonlarca insanın katline neden olmuştur. Unutmamalı ki, 1. Ve 2. Dünya savaşı kapitalizmin eseridir. İkinci dünya savaşından sonra savaşta hayatını kaybeden on milyonlarca insandan özür dilenir gibi, 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Beyannamesi yayınlanmıştır. BM’nin 1948 de yayınladığı bu bildirge, Türkiye’de Bakanlar Kurulu Kararı ile 27 Mayıs 1949 da kabul edilmiştir.

Söz konusu genelgeden iki madde aktarıp bugüne bakalım.
Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.

Bu iki maddeden hareketle yorumlarsak: Hiç kimsenin ana dilinde konuşması, türkü söylemesi, çocuklarına ad vermesi, ana dilde eğitim yapması yasaklanamaz. Ama bizim ülkemizde on yıllar boyu bu en insani haklar yasaklanmıştır. Türkiye, imzaladığı İnsan Hakları beyannamesine uymamış, BM’de bu durumu görmezden gelmiştir. Irak’a, Libya’ya sözüm ona ‘demokrasi’ götüren, Suriye’ye de saldırmak için fırsat kollayan kapitalist dünya, Suudi Arabistan da yaşanan ortaçağ gericiliğine, İsrail saldırganlığına ve Türkiye’nin faşizan uygulamalarına karşı kılını kıpırdatmamış, üç maymunları oynamıştır. Ve sonuçta kardeş kardeşe düşman edilmiştir.

Bu gün AKP hükümetinin, bir avuç dolar için, Füze Kalkanlarının Türkiye’ye konuşlandırılmasını kabul etmesi, ülkeyi tetikçilikten Truva atına dönüştürmesi de halkların kardeşliğine değil, halkların düşmanlığına hizmet eden bir adımdır.

Sonsöz
Sonuç olarak, ‘Halkların kardeşliği’ şiarının henüz bir ütopya ve−veya dilek olduğunu söyleyebiliriz. Zira kapitalizm savaşlardan, halklar arası düşmanlıklardan, sömürüden beslenmektedir. Büyük tekellerin, savaş tacirlerinin emri altında, adlarının başında ‘prof’ unvanı olan koca koca adamlar ve kadınlar çalışmaktadır. Bunlar azgın sömürü amacıyla doğanın katledilmesini halklardan gizlemek için gözümüzün içine bakarak yalanlar söylemekte, yalan raporlar hazırlamaktadırlar. Keza ‘sanatçı− gazeteci− akademisyen’ kimliği taşıyan birçok insan da ya açıktan ya da suskun kalarak mevcut hükümete ve büyük patronlara hizmet etmektedir. Bu kesim, İşçiler işten atılırken, öğrenciler polisten işkence görürken, seçilmiş belediye başkanları, muhalif gazeteciler, yazarlar, avukatlar, Ragıp Zarakoğlu’lar, Büşra Eraslanlı’lar tutuklanırken susmaktadır. Oysa Halil Cibran’ın sözleriyle, ‘Zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz kalamaz.’

Tarih, zalimleri olduğu gibi, onların destekçilerini de er geç mahkum edecektir. “Bu saldırı karşısında da hayat; Dalai Lama’nın, “İnsan kararlılığına inanın. Tarih boylu boyunca göstermiştir ki; insan iradesi bilinen tüm silahlardan daha güçlüdür,” sözünü anımsatan Ragıp Zarakolu gibi savunulmalıdır; savunulacaktır da…”

Sözlerimi, tüm düşünce-ifade ‘suçlularına’ adadığım ‘Gereği Düşünüldü’ adlı şiirimle bitirmek istiyorum.

“son noktayı koydu yaşlı kadın
kapattı daktilosunu
postaya verdikten sonra yazdıklarını
uzun bir yolculuk zamanı diye düşündü


gürültüyle çalındı kapı
hadi teyze hanım dedi kibar polisler
hazır mı valizleriniz
hakkınızda tatil müzekkeresi var


gereği düşünülünce
konuştu ak saçlı yazar
pişman değilim baylar
yarın yine imzalarım yazdıklarımı
son sözüm bu dedi…


kırıldı kalem…”

01 Aralık 2011 http://www.adilokay.com/
----------

Bu yazı Aralık 2010’da ‘Seyhan Sosyal Kültür ve Sanat Derneği’nin düzenlediği ‘Halkların Kardeşliği’ temalı panelde sunduğum tebliğden yola çıkılarak hazırlanmış ve güncellenmiştir.


Kamuoyunun Dikkatine, Ankara Düşünceye özgürlük Girişimi, Ankara, 22 Kasım 2011

Hatay’da yaşanan mahalle baskısı için Bkz. “Mahalle baskısıymış günaydın.” Adil Okay. www.adilokay.com. Veya Güney dergisi s.42. http://www.guneydergisi.com/sayilar/63-guney-42/223-gueney-say-42-cindekiler.html

Temel Demirer, ırkçılık depreminde sosyo-politik topoğrafya(mız)! Newroz, Yıl:5, No:193, 17 Kasım 2011.