Adil Okay
“Tüketim toplumu olduk.”
“Tüketiyoruz o halde varız”
“Kredi kartları tüketmeye zorluyor.”
“Borçlanınca da işten atılma korkusu bacayı sarıyor. Mücadeleden kaçmak için bir neden daha doğuyor.”
“Tüketin mutlu olun. Alış veriş tek sosyal faaliyetiniz olsun. “
Yeni bir 15-16 Haziran anması öncesi yukarıda sıraladığım postmodern zamanların sloganlarını düşündüm. Bu sloganları uzatmak olası. “İşçi sınıfı küçüldü, sınıflar tarihe karıştı, sınıf çelişkisi kalmadı, bilgi toplumu olduk, v.s. v.s.”
Elbette bunlar birer safsatadan ibarettir. 1990’larda dillerden düşmeyen, ruhunu şeytana yani kapitalistlere satan ‘düşünürlerce’ uydurulan bu sloganlar, bu gün iyice gözden düşmüş durumdadır.
Bilindiği gibi, “Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1960’lı yıllara kadar yaşadığı altın çağın, 1973 petrol krizi ile birlikte sona ermesi, fordist birikim rejiminden post-fordist birikim modeline geçişi beraberinde getirmişti. Bu modelin temel özelliği fordizmdeki sabitlerin (işgücü, Pazar, sermaye yatırımları, ücret ve sosyal güvenlik destekleme politikalarında sabitlik) yerini esneklerin alması idi. Esnek birikim modeli olarak post-fordizm yedek işgücü ordusundaki birikimin artmasına neden oldu ve bu gelişme, işçi sınıfının örgütlü gücünü büyük oranda aşındırdı.
İşte tam da bu koordinatlarda “Tüketim toplumu ile ilgili literatür o kadar genişledi ve bu konuda o kadar çok şey söylendi ki, üretim kavramı akademik hafızalardan silinmeye başladı. Tüketime konu olan ürünlerin hangi koşullarda ve nasıl üretildiği ihmal edildi. Kısacası Türkiye’de işçi sınıfı unutuldu.”
Bu “unut(turul)uş” karşısında, bilinci köreltilmiş/ bilgisiz ve “kendi için olmak”a yabancılaştırılmış sınıfa yeniden/ tekrar dönmek kilit önemdedir...
Çünkü, sınıftan kaçışın ya da sendikal gerilemenin durdurulması, ancak ve ancak, bu kilit önemdeki soru(n)ların yanıtlanmasıyla mümkündür...
Müthiş bir yıkımın mimarı olan “12 Eylül rejiminin mirası salt baskı, zulüm ve kan olmadı. O Türkiye’yi, sömürge bir ülkeye benzetecek olan sürecin başlatıcısı oldu.”
Pınar Selek’in, “12 Eylül kendi insanını yeniden yarattı; yeni bir gençlik, yeni bir dil, yeni bir kültürel iklim yarattı. Bir yandan çok büyük bir şiddet uyguladı, bir yandan da eğlence sektörüne el attı. Bu arada köşe dönmecilik anlayışını kışkırtarak insanların küçük umutlar peşinde koşmasını sağladı. Tüketim kültürünü geliştirirken insanların yaşamında çok boşluk bırakmamaya özen gösterdi. Bunu sağlamaktaki başarısı ise bütün bu konularda hazırlıklı olduğunu düşündürtüyor. Uyguladığı o vahşi şiddet bile bilimsel yöntemlerle yapıldı. Örneğin hapishaneler bir tür laboratuar hâline getirildi ve muhalefetin iradesinin nasıl kırılabildiği buralarda test edildi,” tarif ettiği 12 Eylül saldırganlığı işçi sınıfını da doğrudan etkiledi...
Söz konusu saldırı küreselleşmenin post-fordist müdahalesini de devreye sokunca, sendikal örgütlenmenin soru(n)ları katmerlendi...
İşte bu gün, 2008 de 15-16 Haziran değerlendirmesi, bu gerçeklerin görülmesi, çözümlenmesi ile birlikte yapıldığında bir anlam taşır.
15-16 Haziran Direnişi, yalnızca burjuvaziye değil -ki o gerçekte işçi sınıfını zaten yeterince ciddiye alıyordu-, fakat özellikle sosyalizm adına konuşan reformist akımlara da işçi sınıfının varlığını, gücünü, devrimci enerjisini, militan karakterini yeterli açıklıkta gösterdi. Bununla da kalmadı, sol adına bel bağlanan burjuva kurumların gerçek niteliğini de gözler önüne serdi.
Hiçbir ideolojik çaba, parlamento ve ordu konusundaki gerici hayallere 15-16 Haziran Direnişinden daha kesin, etkili ve sonuç alıcı darbeler indiremezdi.
Evet bu bağlamda 15-16 Haziran, XXI. yüzyılda gelecek için yeniden okunmalı ve yorumlanmalıdır...
“Post-Fordist koordinatlarda işçi sınıfı “küçülüp”/ “önemsizleşmemekte”dir! Tam tersine “küreselleşme” vahşetiyle “küçük bir köy”e dönüşen yerkürede insanlık bir bütün olarak kolektif işçi sınıfı dönüşmekte ve işçi sınıfının talepleri daha da güncelleşmektedir.”
Bu bağlamda 15-16 Haziran 1970, “Bitmedi O Kavga, Sürüyor Sürecek...” kararlılığının savaş narasıdır...
Ve de 15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfının yürüttüğü kavganın tarihinde parlayan ve yol gösteren bir ışıktır ve hâlâ da parlamaya devam etmektedir..
------------------
Not1: Temel Demirer ve Cahide Sarı’nın araştırmalarından yararlanılmıştır.
Not2: 14 Haziran da, Aka-Der ve Kristal-İş’in birlikte düzenlediği panelde yaptığım konuşma metnidir.
adilokay@hotmail.fr
“Tüketim toplumu olduk.”
“Tüketiyoruz o halde varız”
“Kredi kartları tüketmeye zorluyor.”
“Borçlanınca da işten atılma korkusu bacayı sarıyor. Mücadeleden kaçmak için bir neden daha doğuyor.”
“Tüketin mutlu olun. Alış veriş tek sosyal faaliyetiniz olsun. “
Yeni bir 15-16 Haziran anması öncesi yukarıda sıraladığım postmodern zamanların sloganlarını düşündüm. Bu sloganları uzatmak olası. “İşçi sınıfı küçüldü, sınıflar tarihe karıştı, sınıf çelişkisi kalmadı, bilgi toplumu olduk, v.s. v.s.”
Elbette bunlar birer safsatadan ibarettir. 1990’larda dillerden düşmeyen, ruhunu şeytana yani kapitalistlere satan ‘düşünürlerce’ uydurulan bu sloganlar, bu gün iyice gözden düşmüş durumdadır.
Bilindiği gibi, “Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1960’lı yıllara kadar yaşadığı altın çağın, 1973 petrol krizi ile birlikte sona ermesi, fordist birikim rejiminden post-fordist birikim modeline geçişi beraberinde getirmişti. Bu modelin temel özelliği fordizmdeki sabitlerin (işgücü, Pazar, sermaye yatırımları, ücret ve sosyal güvenlik destekleme politikalarında sabitlik) yerini esneklerin alması idi. Esnek birikim modeli olarak post-fordizm yedek işgücü ordusundaki birikimin artmasına neden oldu ve bu gelişme, işçi sınıfının örgütlü gücünü büyük oranda aşındırdı.
İşte tam da bu koordinatlarda “Tüketim toplumu ile ilgili literatür o kadar genişledi ve bu konuda o kadar çok şey söylendi ki, üretim kavramı akademik hafızalardan silinmeye başladı. Tüketime konu olan ürünlerin hangi koşullarda ve nasıl üretildiği ihmal edildi. Kısacası Türkiye’de işçi sınıfı unutuldu.”
Bu “unut(turul)uş” karşısında, bilinci köreltilmiş/ bilgisiz ve “kendi için olmak”a yabancılaştırılmış sınıfa yeniden/ tekrar dönmek kilit önemdedir...
Çünkü, sınıftan kaçışın ya da sendikal gerilemenin durdurulması, ancak ve ancak, bu kilit önemdeki soru(n)ların yanıtlanmasıyla mümkündür...
Müthiş bir yıkımın mimarı olan “12 Eylül rejiminin mirası salt baskı, zulüm ve kan olmadı. O Türkiye’yi, sömürge bir ülkeye benzetecek olan sürecin başlatıcısı oldu.”
Pınar Selek’in, “12 Eylül kendi insanını yeniden yarattı; yeni bir gençlik, yeni bir dil, yeni bir kültürel iklim yarattı. Bir yandan çok büyük bir şiddet uyguladı, bir yandan da eğlence sektörüne el attı. Bu arada köşe dönmecilik anlayışını kışkırtarak insanların küçük umutlar peşinde koşmasını sağladı. Tüketim kültürünü geliştirirken insanların yaşamında çok boşluk bırakmamaya özen gösterdi. Bunu sağlamaktaki başarısı ise bütün bu konularda hazırlıklı olduğunu düşündürtüyor. Uyguladığı o vahşi şiddet bile bilimsel yöntemlerle yapıldı. Örneğin hapishaneler bir tür laboratuar hâline getirildi ve muhalefetin iradesinin nasıl kırılabildiği buralarda test edildi,” tarif ettiği 12 Eylül saldırganlığı işçi sınıfını da doğrudan etkiledi...
Söz konusu saldırı küreselleşmenin post-fordist müdahalesini de devreye sokunca, sendikal örgütlenmenin soru(n)ları katmerlendi...
İşte bu gün, 2008 de 15-16 Haziran değerlendirmesi, bu gerçeklerin görülmesi, çözümlenmesi ile birlikte yapıldığında bir anlam taşır.
15-16 Haziran Direnişi, yalnızca burjuvaziye değil -ki o gerçekte işçi sınıfını zaten yeterince ciddiye alıyordu-, fakat özellikle sosyalizm adına konuşan reformist akımlara da işçi sınıfının varlığını, gücünü, devrimci enerjisini, militan karakterini yeterli açıklıkta gösterdi. Bununla da kalmadı, sol adına bel bağlanan burjuva kurumların gerçek niteliğini de gözler önüne serdi.
Hiçbir ideolojik çaba, parlamento ve ordu konusundaki gerici hayallere 15-16 Haziran Direnişinden daha kesin, etkili ve sonuç alıcı darbeler indiremezdi.
Evet bu bağlamda 15-16 Haziran, XXI. yüzyılda gelecek için yeniden okunmalı ve yorumlanmalıdır...
“Post-Fordist koordinatlarda işçi sınıfı “küçülüp”/ “önemsizleşmemekte”dir! Tam tersine “küreselleşme” vahşetiyle “küçük bir köy”e dönüşen yerkürede insanlık bir bütün olarak kolektif işçi sınıfı dönüşmekte ve işçi sınıfının talepleri daha da güncelleşmektedir.”
Bu bağlamda 15-16 Haziran 1970, “Bitmedi O Kavga, Sürüyor Sürecek...” kararlılığının savaş narasıdır...
Ve de 15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfının yürüttüğü kavganın tarihinde parlayan ve yol gösteren bir ışıktır ve hâlâ da parlamaya devam etmektedir..
------------------
Not1: Temel Demirer ve Cahide Sarı’nın araştırmalarından yararlanılmıştır.
Not2: 14 Haziran da, Aka-Der ve Kristal-İş’in birlikte düzenlediği panelde yaptığım konuşma metnidir.
adilokay@hotmail.fr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder