1 Ocak 2010 Cuma

Sokaklar…


Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

1992 yılında, yöneticisi olduğum Melsa Yayınevi’ne bir bebek getirip bıraktılar. Bebeğin üniversiteli olan anne ve babası dağlara gitmiş. Bebeği masamın üstüne bırakan kız öğrenci, çocuğa bakamayacağını, anne ve babasının hiçbir zaman dönmeyeceğini ve bana bırakmaktan başka çaresinin olmadığını söyledi. Ne kadar ısrar ettimse, birkaç aydır bebeğe bakan üniversiteli kız, çocuğu almadan yayınevini terk edip gitti. Kız çıkıp gittikten sonra masamın üstünde duran bebeğe ve biberonuna baktım. Kolundaki süs bandında bebeğin adının Şervan olduğu yazılıydı.

Bebeği kucağıma aldım, biraz oyalandım, acıkınca mama verdim. Bu ara bebeği kime vereceğimi düşünüyorum. Sürekli polis takibinde olduğumuz için, bebeği kucağıma alıp sokağa çıkmayı isabetli bulmadım. Tanıdığım yurtsever aileler vardı, bazen evlerinde kalırdım, o ailelerden birine telefon açtım ve boş bir bebek arabasıyla yayınevine gelmelerini söyledim. Bir-iki saat sonra çocuk arabalı bir bayan çıktı geldi. Bebeği ona verdim ve akşam uğrayacağımı söyledim. Daha sonra gittiğim evde ne kadar ısrar ettimse aile bebeğin sorumluluğunu alamayacağını söyledi. Birkaç gün idare ettiler. Birkaç gün sonra, beş çocuğu olan Muşlu bir aile buldum. Çocuğu gelip aldıklarında, onlara, çocuğun masraflarını karşılayacağımı söyledim. O sıralarda bir gazete veya yayınevi çalışanı 2-3 milyon Türk lirası maaş alıyordu. Neredeyse asgari ücret düzeyinde bir aylıktı. Milyon dediğime bakmayın, bugünün işçi aylığı kadar bir şeydi.

Kendi aylık gelirimden düzenli olarak bir milyon Türk lirasını bebeğe ayırdım. İstanbul’un uzak bir semtinde oturdukları için bebeği ancak ayda bir kez, para vereceğim zaman ziyaret edebiliyordum. Bebeğe bakan kadın kederliydi, emanetin ağır olduğunu söylüyordu, bebeğe bir şey olursa suçlanmaktan korkuyordu. Güven ve cesaret vermeye çalışıyordum, fakat başka bir derdi daha vardı. Anne ve babası dağlara gitmiş bir bebeğe parayla bakmak…

“O parayı almak bana ağır geliyor,” diyordu.

Kadına, başka bir aile bulana kadar bakmasını söyledim, fakat o aileyi bulamadım. Herkes emanetin ağırlığından ve yaşam koşullarının güçlüğünden söz ediyordu. Bir defasında üç aylığına İstanbul’dan ayrıldım. Döndüğümde Antep terminalinden bebeğin bakıldığı evi aradım. Kadın ağlayarak bebeğin ölümcül derecede hasta olduğunu söyledi. İstanbul’a kadar o otobüs yolculuğu nasıl geçti hatırlamıyorum. İstanbul’a gece inmiştim, terminalde taksi tutup eve gittim. Şervan gerçekten ağır hastaydı. Boynu incelmiş, gözleri çukura kaçmıştı. Onun, süt kokan yüzünü yüzüme yasladım. İçten gelen hırıltılarını dinledim. Nefes almakta zorlanıyordu. Sabah mesaisinin başlamasına birkaç saat kalmıştı. Oturup gün ışımasını bekledik. Kadın, Şervan’ın, hastalıklara karşı çok dayanıksız olduğunu söyledi. Bunu da bebeğin doğuşta yeterince anne sütü emmemesine bağladı. Doğruydu, anne sütü çocuklar için doğal koruyucular içerir. Şervan’ın anne babası aceleden dağlara koşmuştu.

Sabah gün ışır ışımaz Şervan’ı alıp Aksaray’a bir çocuk doktoruna gittim. Araya ne kadar zaman girerse girsin, Şervan beni tanırdı. Onun için yüzünü boynuma gömer öylece dururdu. Doktor Şervan’ı muayene ettikten sonra, çocuğu doktora geç getirmiş olmaktan dolayı beni azarladı. Azarını kabul ettim, uzak bir yerde olduğum için ailemin bilinçsiz davrandığını söyledim. Orada ilk kez, çocuklar için farklı fiyatlarda ilaçlar olduğunu öğrendim. Doktor, pahalı olan Avrupa ilaçlarıyla ancak Şervan’ın bronşit olmuş ciğerlerini kurtarabileceğini söyledi. Ne gerekiyorsa yapmasını söyledim. İlaç kullandığı bir hafta boyunca kaldığı evde yatağımı Şervan’ın yanına serdim. Şervan bizi sevinç göz yaşlarına boğarak iyileşti, hayata gülümsedi.

Şervan’ı artık o evden o eve, o elden o ele vermekten bıkmıştım. Şervan da bıkmıştı. Alıştığı ortamlardan alıp başka ortamlara verdiğimde Şervan kucağımdan inmek istemiyordu. Bu ara Şervan’ın babasının şehit olduğu haberini almıştık. Annesinin de şehit olduğuna dair haberler geliyordu… Bu haberler beni Şervan’a daha çok bağlıyor, kahroluyordum. Aksaray’da bürosu olan Avukat Ferda Çetin ve Yurtsever Kadınlar Derneği ile ilişkide olan Hayriye ile birkaç kez bu konuyu konuştuk. Şervan için en doğru şeyin, kalıcı şekilde bir aileye verilmesi olduğunu söylediler. Dört koldan böyle bir aile aradık, ailenin yurtsever olmasını istiyorduk. Sonunda bulduk o aileyi. Çok istedikleri halde çocukları olmayan tutarlı bir aileydi.

Şervan’ı vermek için avukat bürosunda buluştuğumuzda, kadın ve kocası çocuğu almayacaklarını söylediler. Şervan kucağımdayken çakılıp kaldım. Kadın ağladı:

“Biz büyütürüz, bağlanırız, sonra elimizden alırsınız,” dedi.

Kadını ikna etmeye çalıştım. Çocuğu asla almayacağımızı söyledim. Üstelik adreslerini ve soyadlarını bilmediğimizi kanıtladım. Gerçekten soy adlarını bilmiyorduk. Semt değiştirmeleri halinde kendilerini bulabilmemizin artık olanağı yoktu.

“Buradan çıktıktan sonra gider Şervan’ı evladınız olarak nüfusunuza alırsınız,” dedim. “Semt değiştirirsiniz. Gideceğiniz yeni yerlerde Şervan çocuğunuz olarak görünür artık.”

Kadın ikna oldu, Şervan’ı çağırdı kucağına, Şervan gitmedi. Şervan, yeni bir yere verileceğini anlamış gibi, boynuma ve yakama sıkıca sarılmıştı. Yere bir kalem düşürdüm. Şervan’ı kalemin yanına indirdim. Biraz oynadı kalemle. Kadın, elinden tutup Şervanı kendisine doğru çekti. Şervan itiraz etmedi. Kadın, elindeki kaleme dalmış olan Şervan’ı kucağına aldı. Şervan, sırtını kadının göğsüne yasladı. Alışması için bir iki saat bekledik öyle… Kalemle oynarken Şervan’nın bir gözü bendeydi yine. Denemek için çıkıp gittim, ağlamadı. Geri döndüm ve Şervan’ı artık alıp götürebileceklerini söyledim.

Herkesten önce çıktım dışarı. Kumkapı’dan Marmara kıyısına indim. Sevinç ve hüzünle ağladım, fırtınalı denize doğru bağırdım. Şervan emin ellerde olduğu için mutluydum artık. Şervan’ın hikayesini, bu ağır emaneti ilk devralan üniversiteli kızın bakışından romanlaştırdım. Bir çok insan için etkileyici bir roman oldu.

Sürgüne gideceğim 1993 yılının yazında, Gülhane Parkı’ndan çıkarken Şervan’ın anne ve babasını gördüm. Şervan’ı sordum, gösterdiler.. Şervan, bebek iken, altından bir çok kez geçirdiğim yüksek kestane ağacından dökülmüş yapraklarla oynuyordu. İki yaşı geride bırakmıştı. İsmini seslendim, gelmedi; yanına gittim. Çok bakımlıydı. Elini tutmak isterken koşup annesinin eteğine sığındı… O zaman bir kez daha indi gözyaşlarım…

Bu sürgün gecesinde, sokaklarımızın çiçekleri, direniş halindeki Kürdistan yetimlerinin gözlerinden öpüyorum… 2010 yılına gireceğimiz gece, onlarla aynı barikatlarda, anne ve babalarını öldüren sömürgeci güçlere birlikte taş atmanın hayallerini kuracağım…

Hiç yorum yok: