23 Ağustos 2008 Cumartesi

AMİK’TE BİR YAZ YOLCULUĞU VE DOSTLUKLAR


Müslüm Kabadayı


Doğu seferimizi 31 Temmuz sabahı bitirip Zübeyde sabah 06.00 uçağıyla Antep’ten Ankara’ya havalanırken, ben de Kilis yolu üzerinde bulunan havaalanından Antakya’nın yolunu tuttum. Doğrusu Kilis’i hiç görmemiştim. Saat 06.30 sularıydı ve zeytin bahçelerinin, fıstıkların arasından süzülüp sırtıma vuran güneşin ışınlarını emerek Kilis’ten fotoğraflar çektim. Aslında bir bakıma hayati tehlike yaratabilecek çekim işi de yapıyordum ama sabahın köründe yollar çok sakin olduğundan, güzergahı çok iyi kontrol ederek ve riskli yerlerde durarak fotoğrafla kamera çekimini gerçekleştiriyordum.

Antep Havaalanı’na giderken Elbeyli tarafına dönmüştük. “Elbeyli” tabelasını görünce aklıma birden 1969’da Filistin cephesinde ölen ilk Türk gerillası Mustafa Kemal Çelik’in babası Davut Amca geldi. Çünkü Antep’teki Eblehan Mahallesi’ndeki evlerinde kendisiyle yaptığım görüşmede Elbeyli’nin bir köyünden olduklarını söyleyip 1930’lardan itibaren bildiği kadarıyla oranın kültürü hakkında düşüncelerini anlatmıştı. Türkmenlerin yoğunlukta olduğu ve geçimini tarım, hayvancılık, kaçakçılıkla sağlayan insanların yaşadığı bu coğrafyadan gerillaların yetişmesi dikkatimi çekmişti. Karısı Sultan Teyze’nin giyimi-kuşamı da annemlere, özellikle fiziki görünüşü de Yayladağlı dostum öğretmen Ali Uğraş’ın annesine çok benziyordu. Elbeyli’ye gitmek bir başka bahara kalsa da topraklarına alıcı bir bakış fırlatmış olmanın sevinciyle Kilis yolunu tutarken, sevgili eşim Zübeyde’nin de sağ salim Ankara’ya ulaşmasını içimden diliyordum. Çünkü bu ara hem uçak hem otobüs yolculuğuyla çok haşır neşir oldu ve içimde hep bir tedirginlik bıraktı.

Kilis, çocukluğumuzdan beri kaçakçılığın aleni yapıldığı yer olarak belleğimizde yer edindiğinden, bugüne kadar hiç görmemiş olmanın eksikliğini hissederdim. Türkiye son 20 yıl içinde adım adım açık Pazar sömürge haline getirildiğinden, artık Kilis’in eski hükmü erimişti. Yine de içimde bir merakla girerken Kilis’e önce Balkanlar adlı bir fabrikayla karşılaştım. “Balkanlar” adının burada ne işi vardı, diye de düşünmedim değil. Ardından küçük bir organize sanayi bölgesiyle karşılaştım, şehre doğru bir bulvar uzanıyordu, onu takip ederek Halep yol ayrımına kadar geldim. Şehir merkezine girmedim, ancak güneyini dolaşan yol boyunca değişik yerlerden fotoğraflama yaptım. Valiliğin de bulunduğu resmi binalar kentin yeni bölümündeydi ve Antakya yolu üzerinde çok katlı apartmanlar yükseliyordu.

Daha önceleri Antakya-İslahiye güzergahında yaptığım yolculuklarda Akbez yol çatında “Kilis” tabelasını gördüğümden, yolu çok uzatmadan sabah kahvaltısını yapacağım lokantaya yetişebileceğim biçimde bir ilerleme hızı belirledim. 60-70 km’yi geçmeyecek biçimde gaza basarken, yolun çok virajlı, aynı zamanda dar olduğunu gördüm. Yine de ilginç gördüğüm geçitlerde, farklı yapılaşmanın bulunduğu köylerde, eski köprülerde fotoğraf çekerken birden Tahtaköprü Barajı’nın mavi sularıyla karşılaştım. Ondan önce de Musabeyli kasabasının tabelasını görüp uzaktan fotoğrafını çekmiştim. Barajla ilgili de birkaç poz çektikten sonra yolun giderek düzleştiği Amik Ovası’nın uzantısına ulaştım. “Hassa 20 km” yazan yerde durarak insülinimi vuruldum. Akbez’i geçtikten 3-5 km sonra da sağlı sollu lokantaların bulunduğu yerde durup güzel bir çorba içtim. Lokantanın sahibine Akbezli emekli öğretmen Duran Yaşar ağabeyi sordum, tanıdığını söyledi. Bu yakınlaşmayla, o sırada tv’de verilen haberler üzerinden memleket meselelerini değerlendirdik. Halkımızın aslında birçok şeyin farkında olduğunu bu konuşmadan da anlamamak mümkün değildi, ancak havaya göre davul çalmak eğilimi baskın olduğundan ve örgütsüzlükten ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

Bu arada Antep’teyken en çok görmek istediğim yer Yesemek’ti; sorduğum arkadaşlar sadece İslahiye’den oraya gidildiğini söylemişlerdi, ben Kilis üzerinden gelince de sapa düşen bu tarihi mekanı görme olanağı bulamadım. Ancak Antakya’da görüştüğüm sevgili dostum elektrik mühendisi ve fotoğraf sanatçısı Sabit Akdeşir, Tahtaköprü’den Akbez’e doğru gelirken Yesemek’e ayrılan bir köy yolunun bulunduğunu açıkladı. Ancak ben böyle bir tabelayı fark edememiştim. Sabit, Karasu boyunca ilerleyen o yolun bozuk olabileceğini de belirtti.

Çorbamı içtikten sonra saat 07.45 olmuştu ve Kırıkhan Belediyesi’nde çalışan müzisyen dostum Beyazıt Bilgin’i cep telefonundan aradım. Şanssızlık o da izinliymiş, dolayısıyla uykudan kaldırmış oldum. Yarım saat sonra Kırıkhan Belediyesi’nde buluşma kararı verdik. Nerdeyse 5 yıldır görüşemediğim Beyazıt’la özlem dolu bir kucaklaşmamız oldu. Çaykara’dan gelip buraya yerleşmiş olan Tuncay adlı Karadenizli bir delikanlının işlettiği çay bahçesinde çaylarımızı yudumlarken, su gibi akıp giden konuşmalarımızda neler yaptığımız ve neler hissettiklerimizi paylaşmaya çalıştık. Bu kıraçlaşmış Kırıkhan topraklarında kendini müzik çalışmalarına veren Beyazıt, 12’yi aşkın beste yaptığını ve bunları evde kurduğu amatör stüdyoda kayda aldığını açıkladı, çok sevindim. Belediye’deki bilgisayarına yüklediği bu besteleri bir cd’ye aktardık sonra. Arabada dinlediğimizde de oldukça temiz bir kayıt yaptığını fark ettim.

Kırıkhan’da yaşayan gazeteci-yazar Vasi Köse’yle görüşüp görüşemeyeceğimizi sordum Beyazıt’a; hemen cep telefonundan ulaştı ve 15-20 dakika sonra Vasi Bey yanımıza geldi. Kucaklaştık. Görüşemediğimize ve özellikle yazışamadığımıza hayıflandık. O, bir yıldır merkezi İstanbul’da bulunan Hatay adlı aylık popüler kültür dergisini çıkartanlardan biri olarak yaşadıkları sıkıntıları anlattı. Kültür-sanat insanlarının her yerde karşılaştığı sorunların başka versiyonlarıydı yaşadıkları, bizden farkları ise reklam ilişkileri… Savon, Narin, Dedeman otelleri başta olmak üzere Antakya’nın “yeni zengin”lerinden kaynak yaratma girişimleri. Vasi Bey’den derginin bende olmayan sayılarını aldıktan ve alanıma giren konularda yazabileceğime dair söz verdikten sonra Beyazıt’la Reyhanlı yolculuğumuza çıktık. Hazır arabayla Hatay topraklarına basmışken, Ankara’da aynı okulda iki yıl birlikte çalıştığımız ve geçen aylarda kaybettiğimiz Fizik Öğretmeni Ercüment Karaca’nın mezarını ziyaret etmek istemiştim. Sevgili Beyazıt da Antakya’da Defne Hastanesi’nde yatan babası Hasan Bilgin’in (Şamo) ziyaretine gideceğini söylediğinden, programımızı birlikte planladık.

Reyhanlı’ya giderken Beyazıt’ın bestelerini dinledik, her bestesinin öyküsünü de anlatan bu dostumun, yüreğini kıskaca alan, beynini kemiren Kırıkhan’ın bugünkü çürümüşlüğüne karşı, müzikle yaşama sevinci bulduğunu ve kendini var edebilmenin yolunu okumakla açtığını gördüm. Gerçekten de bu denli zengin tarihi ve kültürel birikimli Anadolu coğrafyasının bir yangın yerine dönüştürülmesinin bizlerde yarattığı travmayı aşmak, çubuğu tersine bükmek için bilinçli eylem taşımak, pek de kolay bir mesele değil taşrada. Hele Şamo’yla, yani yüzündeki benden dolayı halkın verdiği bu lakapla anılan Arap aşiret lideri havasındaki bir babayla boğuşarak kişilik geliştiren Beyazıt’ın bu başarısına saygı duymamak mümkün mü?


Reyhanlı’ya girişte Şifa Eczanesi’ni sorduk, “yolun solunda” dediler. Arabayı uygun bir yerde park edip eczaneye girdiğimizde 60’larında gözlüklü ve beyaz formalı bir insanın masasında kimyasal malzemeleri karıştırdığını görüyoruz. O arada karşısındaki insanlara da sürekli bir şeyler tarif ettiğini duyuyoruz. Seslenmelerimizi başlangıçta duymayınca, bir süre kendisini izliyoruz, sonunda o başını kaldırıp bize bakınca ne istediğimizi soruyor. Bunun üzerine kendimizi tanıtıyor ve niçin geldiğimizi söylüyoruz. Gözleri buğulanan ve bize hemen yer açan bu eczacı, Ercüment öğretmenin amcası Hasan Karaca. Nerdeyse 20 yıl önce Güneyde Kültür dergisinde avcılık ve Amik üzerine yazılarını okuduğum bu insanla, sonunda tanışıyorum. Beyazıt da Hasan Bey’i dinledikçe, kafası ve yüreği dolu insanların taşradaki zorluklarının birbirine çok benzediğini teyit ediyor. Eğer buralarda biraz uçuk ve yarmaca yaşanılmadığı zaman, böyle yeteneklerin kısa sürede silinip gittiklerini vurguluyor.

Hasan Karaca’yla Reyhanlı’da yaptığı çalışmalar üzerine söyleştik bir süre, o arada zaman sorunumuz olduğundan bir an önce Ercüment öğretmenin mezarını görmek istediğimizi de hatırlatmak durumuna kaldık birkaç kez. Öğle yemeği yedirmeden bizi serbest bırakmayacağını kesinleyen Hasan Bey, lehm-i varak (kağıt kebabı) söyledikten sonra yeni yayımlanan av ve doğa korumasıyla ilgili kitabından bir tane armağan etti bana. Dergilerde çıkan yazılarından söz ederken, yaptığı ilacın ne olduğunu sorduğumuzda, saçkıran başta olmak üzere deri hastalıklarına, yara bereye iyi gelen bir ilaç formülü geliştirdiğini, yararını görenlerin birçok bölgeden sipariş verdiklerini açıkladı ki, bizim yanımızda Dörtyol’dan gelen bir siparişle ilgili durum değerlendirmesi yaptı. Mesleğine, insana bakış açısındaki sağlamlık, doğrusu çok hoşumuza gitti.
Yemekten sonra eczacı kalfası bir arkadaş, ki Ercüment Bey’in akrabasıymış, bizi mezarlığa götürdü. Karaca’ların mezarlığına gömülü, üzerine çiçek ekilen yeni mezarın başında Ercüment öğretmeni manevi huzurunda saygıyla selamlayıp birkaç fotoğraf da çektikten sonra, acılar içinde kahrolup aramızdan ayrılan dostla vedalaşıp Antakya’nın yolunu tuttuk. Ölümün soğukluğunu arkamızda hissederek Reyhanlı’dan Amik Ovası’nda Antakya’ya doğru ilerlerken, Atçana höyüğünü ziyaret etmeyi önerdim Beyazıt’a; o da yakınlarda kazı yapıldığına dair haber izlediğini anlattı tv’de. Yaklaşık 10 yıldır Aslıhan Yener başkanlığındaki kazı ekibinin yürüttüğü kazı çalışmalarının çok ilerlememiş olduğunu gözlemledik. Dünya’nın sayılı site devletlerinden birinin başkenti olan Atçana’da var olduğu belirtilen Girit sarayının ne zaman gün ışığına çıkarılacağını, bilim insanları başta olmak üzere yöre halkının yeni bilgi ve verilerle aydınlanacağını, doğrusu acilen öğrenmek istiyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle buradan da birkaç fotoğraf çekip görevli kişiyle konuştuktan sonra yolculuğumuza devam ettik.

Amik’ten her Reyhanlı’ya gidip gelişimde, henüz 5 yaşımdayken ve kardeşim Musa henüz yürümeye başlamışken (1965 olabilir) annemin dayısı Yusuf Özbay’ın elcilik yaptığı Devlet Üretme Çiftliği’ndeki pamuk tarlasında yaşadıklarımız gelir aklıma. Suriye sınırındaki tel örgünün etrafından dolanarak ovaya inen kırmızı renkli Reyhanlı minibüsünün havalı klaksonunu her duyduğumda, “Bir gün bizi de buradan Antakya’ya götürmez mi ola?” diye içimden geçirdiğim o çocuk dünyamı hatırlarım. Çünkü, pamuk tarlasındaki sineklerin, güneşin tüm ışınlarını saldığı öğle sıcağının kahrını çekmenin zorluğunu, o yazı yüzünde çalışanlar, yaşayanlar bilir ancak. Buradan aklımda kalan hoş anlardan biri de, Mehmet ağabeyim ve arkadaşlarının, tarlanın yanı başından akan dereye kurdukları balık tuzaklarından çıkan kara ve bıyıklı balıkları pişirip tadına varmak… Daha önce hiç balık gördüğümü hatırlamıyorum. Beyazıt’la 43 yıl sonra buradan geçerken hissettiklerimi paylaştım. O da Amik çocuğu olarak küçüklüğünde Gölbaşı’nda ve Karasu’da yaşadıklarını anlattı bana. Balık, kurbağa, yılan avcılığının çok para ettiği dönemlerde çevre halkın topladıklarını Adana’daki fabrikaya sattıklarından, yılan ve kurbağaların azalmasıyla birlikte çevredeki sineklerin, böceklerin çoğaldığından, böylece hastalıkların arttığından söz etti.

Atçana höyüğünden Antakya’ya yöneldiğimizde yeni yol Demirköprü’nün güneyinden geçtiği için eski taş köprüyü göremedik. Buna hayıflanır gibi oldum. Yine 1960’lı yılların sonuna doğru Asi kenarındaki Yusuf Mıstıkoğlu adlı toprak ağasının tarlalarında pamuk toplamaya gittiğimiz günler geldi aklıma. Orada da Asi nehrine girip yüzen büyüklerimize özendiğimiz, onların korumasında kıyıda yüzdüğümüz, bazı günler köylümüz Yusuf Yıldırım başta olmak üzere gençlerin balık tuttukları, hatta nehre dinamit attıklarında suyun yüzeyinde parlayan balık ölülerine üzüldüğüm günleri hatırladım. Yağmurun güçlü yağdığı bir gün, dinlenen ameleden ayrılarak Demirköprü’ye alışverişe gelen ağabeyimle nehrin köprüden akışını izlediğim sırada nehirde çiftleşen beygirle atın suya kapılmaktan nasıl kurtulduklarına tanık olduğum sahnenin, film şeridi gibi beynime kaydedilmiş olmasına şaşırdım. İnsanın çocukluk izlenimleri, yaşantıları kolay kolay unutulmuyor demek ki…

Narlıca’yı geçtikten sonra Sen Piyer levhasının karşısından sağa dönüp Asi nehrini geçerek Antakya-İskenderun yoluna çıktık; çünkü Beyazıt’ın babası Hasan Bilgin Odabaşı’nda açılan Defne Hastanesi’nde yatıyormuş, onu ziyarete gittik. Türkiye’de büyük rant kapısı haline gelen sağlıkta özelleştirme politikalarının bir sonucu olarak, Eski SSK Hastanesi doktorlarından bazılarının da küçük hisselerle ortaklaştırıldığı bu hastanenin, mevcut iktidarın nimetlerinden de nemalandığı halk arasında konuşuluyor. Sağlık başta olmak üzere ülkenin can damarlarının özelleştirilmesinin, kamuya ait olanların yağmalanmasının kimlere hizmet ettiği apaçık görülüyor böylece. Şamo dayıyı odasında ziyaret ettik, küçük oğlu yanındaydı. Kalple ilgili ameliyat geçiren bu insanın, giderek iyileşiyor olmasına sevinmekte olan Beyazıt’la duygudaş olduk. Babasıyla çocukluğundan beri pek anlaşamadıklarını, Arap aşiret reisi ve Amikli havasıyla hareket eden babasına haklı olduğu birçok noktada karşı gelen tek çocuğun da kendisi olması nedeniyle babasının hep kendinden uzak durduğunu belirten Beyazıt, bu hastalık nedeniyle kefeni görüp gelen babasının, kendine bakışının, davranışının değişmeye başladığını anlattı. Şamo’nun adının, 5 Mart 1971 Kırıkhan olaylarında ilerici insanlara saldıranlar arasında geçtiği geldi birden aklıma. Sünni Arap aşiretlerinden olan bu insan gibi nice cahillerin, buna benzer olaylarda nasıl kullanıldıklarını çok yakından bildiğimden, iyi ki Beyazıt gibi bir oğul bu yanlış adama kafa tutmuş, diye geçirdim içimden. Biraz sohbet ettikten sonra sevgili Beyazıt’la ve kardeşiyle vedalaşıp hastaneden ayrıldım, Menekşe ablamı telefonla arayarak evde olduğunu öğrenince doğru oraya gittim. Yol yorgunluğu ve sıcağın mayıştırıcı etkisiyle bitkin düşen bedenimi, ablam kucaklaştıktan sonra koltuğa bırakıverdim.

Benim 3 Ağustos 2008’de tuttuğum bu günlükten sonra, sevgili Beyazıt Bilgin’den bir değerlendirme yazısı aldım. Onun vefalı haline çok sevinmekle birlikte bana dair “övgü” içerdiği için de utandım. Takdir edilmek önemli bir insani durum, övülmekten utanmakta öyle… Bunlar çok önemsememiz gereken etik değerler. Benim utanmamın nedenini saklı tutarak, Hatay’ı, Kırıkhan koşullarından değerlendiren duyarlı bir insanın gözüyle yansıtmakta yarar gördüğüm için Beyazıt’ın yazısını aktarıyorum.

“Sabah saat sekiz, cep telefonum çalıyor. Zor uyandım, telefondaki ses Müslüm Kabadayı’nın idi. Ne kadar hoşuma gitti, yıllardır görmemiştim. Hatay’da olduğuna ve Kırıkhan’a beni görmeye geldiğine çok sevinmiştim. Yıllardır burada yoktu, yokluğunda bana göre Hatay’ın tadı yoktu.
Ankara’ya gitmeden önce Amik dergisini çıkarıyorlardı ve birçok arkadaşla o süreçte tanıştım. O arkadaşları, Müslüm hoca gittikten sonra hiç görmemiştim. Amik dergisi sürecinde hocamın yanına giderdim Antakya’ya, günüm çok anlamlı geçerdi, kendimi çok özel ve şanslı hissederdim;çünkü Hatay’ın tarihi ile ilgili o kadar çok şey öğrendim ve yaşadığım coğrafyamı daha çok severdim. Kültürmiras kafeye gider, birçok değerli sohbetlere katılırdık, o günü dolu dolu yaşardım. Aramızda şair, yazar dostlar vardı. Farklı görüş ve yaklaşımlarından bir sürü şey öğrenirdim. Tabi bu anlattıklarım kendimce hissettiklerim…

Derken hocam evlendi, Ankara’ya yerleşti. O süreçten sonra hocamın Hatay için ne kadar önemli olduğunu anladım. Hocam, çok aktif bir insandı; sanat organizasyonları yapar ve etkisi büyük olurdu. Birinde Hassalı şair Mehmet Hameş’i davet etmişti, Hatay TRT FM ‘de konuk olarak konuşuyorlardı; yani Hatay’ a anlam katarak, sanki Antakya’da bir sanat şehri havası oluşurdu.
Hatay FM’de duyurular yapılırdı. Bense Kırıkhan da yaşıyordum. Kırıkhan’dan bakılınca bana göre çok önemliydi. Dergi, sanat, şairler… ben burada heyecanlanıyordum; bu tür faaliyetlerin Antakya’da olmasından ve genelde cumartesileri Antakya’ya gitmeye başladım. Müslüm hoca Antakya’nın dışından gelen arkadaşlara çok değer verirdi. Reyhanlı’dan gelen, Kırıkhan’dan gelen, Samandağ’ından gelen kişilere ilgi gösterirdi. Birleştirici ve kaynaştırıcı özelliğe sahipti çünkü. Hocamla bir sohbetimde Hatay’ın kapalılık özelliği olduğunu söyledim, yani Samandağ’ındaki insan Kırıkhan’ı bilmez, Hassa’daki insan Reyhanlı’yı bilmez, Dörtyol’daki insan, Kumlu’yu bilmez ve anlamaz bir durumda. Amik dergisi bu açıdan önemliydi; çünkü Samandağı’ndan yazan bir yazar arkadaş bana orayı anlatıyor ve bu tür yazılar Samandağı’nda birilerinin yaşadığını hatırlatıyordu.

Hocamı beklerken tüm bunlar aklımdan geçti ve saat 09.00’a doğru hocamla kucaklaştık, merhabalaştık. Kırıkhan’da parkta oturduk, poğaça ve çay eşliğinde sohbete başladık. Muhabbet o kadar hızla akıyordu ki, birbirimize anlatacak o kadar çok şey vardı ki, zamanın avucumuzdan kayıp gitmesine hayıflanıyorduk. Gazeteci Vasi Köse’yi aradık, ortam oluşturduk, birer çay içtikten sonra Reyhanlı’ya doğru yola çıktık. Hocamın öğretmen dostunun mezar ziyareti ve oradan Antakya’ya; bu ara Atçana’ya uğradık Kazı çalışmalarını gördüm. Yolda benim yaptığım bestelerden oluşan cd’yi dinliyoruz. “Ömrüm benim, boşa geçti ömrüm benim” şarkımı dinliyoruz. Hocama dedim ki “Kırıkhan şehri insana hayatının harcanmış olduğu hissini veriyor.” Aynı şeyleri Reyhanlı’da uğradığımız Eczacı Hasan Karaca arkadaş da söyledi. Küçük, taşra ilçelerinde şamat hiç yokmuş gibi, özgürlükler, farklılıklar hiç yok gibi.”

Hiç yorum yok: