3 Eylül 2008 Çarşamba

12 Eylül Darbesinin Edebiyatımızdaki İzdüşümü


Haber: Murat ALTUNÖZ

Ünlü şair-yazar Adil Okay, Antakya Merkeze Bağlı Yeşilpınar belediyesinin düzenlediği 5.Defne Kültür ve Sanat Festivali kapsamında “12 Eylül Darbesinin Edebiyatta İzdüşümü” konulu bir konferans verdi.

Okay, Yeşilpınar beldesi sosyal tesislerinde düzenlenen ve yoğun katılımın sağlandığı konferansında, 12 Eylül darbesinin toplumun tüm kesimlerini olduğu gibi sanatı ve edebiyatı da olumsuz etkilediğine dikkat çekti:

”Sanatın her dönem hem insanlığa ayna tuttuğunu, hem de toplumsal altüst oluşlara tanıklık yaptığını, bunda özellikle şiir ve edebiyatın payının büyük olduğunu söyleyen” Okay, ”edebiyat her dönem tarihin ve kamunun vicdanı olduğunu, bir sanatçının eserleriyle değerlendirilirken toplumsal alt üst oluşlarda aldığı tavırla bunun sanatına nasıl yansıdığıyla da birlikte değerlendirildiğini belirtti” ve “Örneğin Homeros veya Gılgamış’ı okurken empati yapmaz binlerce yıl önceki yaşam koşullarını düşünmezsek o eserlerin gücünü verdiği mesajı anlamaz çok da keyif almayız. Veya tüm zamanların en iyi filmi sayılan ‘Yurttaş Kane’i izlerken, Yılmaz Güney’in ‘Umut’unu seyrederken de o yıllara dönmezsek, bu filmlerin o dönemde bir ilerleme olduğunu anlayamayız. Büyük sanatçılar boşluk doldurur. Çağın tanığı olurlar. İlkleri başarırlar. Geleceğe pencere açarlar.

İşte edebiyat da öyle. Toplumsal altüst oluşlarda tanıklık, duruş, estetikte-akımda yenilik, gelişme ve tabi ki yetenek. Bunlar büyük sanatçılığın olmazsa olmazlarıdır. 12 Eylül bir toplumsal alt üst oluştur. Mikro düzeyde de olsa bir iç savaştır. Katliamdır. Trajedidir. Ve bu insanlık düşmanı rejim yıllarca sürmüştür. İzleri hâlâ vardır. İlk on yıl yani 1980-1990 arası yüz binlerce insan kırılmıştır. Sağ kalanlar da yaşayan ölü haline getirilmiştir. Bu mezalimin edebiyata yansımaması mümkün değildir. Yansımış mıdır? Ne ölçüde, nasıl ve hangi estetik boyutlarda yansımıştır” dedi.

”Edebiyatçıların büyük çoğunluğu, yaşadıkları-gözlemledikleri trajedi karşısında susmuştur … Ülkemizde, faşist olarak nitelendirdiği 12 Eylül darbesinin edebiyata da saldıdığını, 12 Eylül’den sonra piyasanın edebiyatta belirleyici olduğu yeni bir kültürel atmosferin başladığını, bunun güdük-çapsız bir kültürel atmosfer olduğunu" söyleyen Okay:

“Son söyleyeceğimi baştan söyleyecek olursam: Güçlü bir 12 Eylül edebiyatı yapılamamıştır. Edebiyatçıların büyük çoğunluğu bu konuda, yaşadıkları-gözlemledikleri trajedi karşısında susmuştur. İkrar içinde olmuşlardır.

Konuya girerken 12 Eylülü hazırlayan sürece, 1970-1980 arası dönemde edebiyatın durumuna göz atmakta yarar var. Türkiye’de demokrasi mücadelesinin yükseldiği, ülke genelinde milyonlarca insanın daha özgür-eşit bir hayat uğruna sokaklara döküldüğü bu dönemde aydın ve yazarlar toplu olarak saf değiştirmişler, devlet kapısından çıkıp halk kapısını tıklatmaya başlamışlardı. Dünyada sosyalizmin ve sosyalist gerçekçi akımın prestiji oldukça fazlaydı. Her ne kadar ‘ben kendim için yazarım’ dese de bir şair ve yazar, okuyucu kitlesinin dayanılmaz cazibesine kapılmaması olası değildi. Okuyucu kitlesi de bu ayaklanan halktı. Dönem dönem sloganla sanatın karıştığı bu dönemde iyi edebiyat eserleri ve şiirler kitleyle buluşmuştu.

12 Martın fiili olarak yok ettiği devrimci önderlerin bıraktığı bayrak yerden alınmış ve daha yükseklere daha kitlesel olarak taşınmıştı. 12 Mart edebiyatı – romanı ağıt-destan türünde de olsa (Erdal Öz-Adalet Ağaoğlu, Vedat Türkali, Sevgi Sosyal örnekleri gibi) yaratılmış ve okuyucuyla buluşmuştu.

Oysa güçlü bir 12 Eylül edebiyatı yapılmadı. Şiirde denemeler oldu. Şükrü Erbaş’tan, Yılmaz Odabaşı’na, Murathan Mungan’dan, Nevzat Çelik’e kadar birçok örnek verebiliriz. Keza öykü de öyle. Çok iyi 12 Eylül öyküleri yazılmıştır. Ama romanda güçlü bir kalemin güçlü bir romanı yazılmadı. Dikkat edin bu konuda yazabilecek yazarlar 1980-1990 arasını yok saymışlardır”
dedi.

”Kitap okumanın suç sayıldığı bir ülkede solcu olmanın ölümle özdeşleştiği bir kesitte yazmak da kolay değildi … 12 Eylül faşist darbesinden sonra Türkiye’de halk kapısından giren aydınlar ve yazarların önce bir suskunluğa gömüldüklerini, ölülerin yanında yer almak istemediklerini belirten Okay, meydanı boş bulan fırsatçılar olarak nitelendirdiği yazarlar Ahmet Altan, Pınar Kür’ün, devrimcilerin psikolojik sorunları, cinsel sorunları olduğu için silahlı eylemlere katıldığını anlatan romanlar yazdıklarını, özellikle Ahmet Altan’ın Sudaki İz adlı romanının tam bir küfür olduğunu, katliamlara alkış tuttuğunu, Kürşat Başar’ın da TV çocuğu olmadan önce Eylülist yazar olarak rüştünü ispatladığını savundu”

ve şunlara değindi:

“Kitap okumanın suç sayıldığı bir ülkede solcu olmanın ölümle özdeşleştiği bir kesitte yazmak da kolay değildi. 12 Eylülden sonra siyasal iktidara karşı mücadele birçok yazar için ölüme karşı mücadele gibi olanaksız görünmeye başlamıştı. Aynı zamanda ölümle özdeşleştirdikleri devrimci militana karşı düşmanlık duydular. Bunun da bir riski yoktu. Ölüme karşı düşmanlık hiçbir zaman siyasi iktidarın evren rejiminin kan dökücülüğüne karşı düşmanlık biçimini kazanmadı. Bunu yıllar sonra Pınar Kür şöyle itiraf etmişti: 12 Mart’ta hayatlarını kaybedenler masumdu. 12 Eylülde ise masum değildiler. Yani işkence, yargısız infazlar, idamlar mubahtı. 12 Martta birer İnce Memet sayılan devrimciler, o yazarlara göre 12 Eylül sürecinde yoktular.

Bu eleştirdiğim eylülist yazarların yanı sıra, Küfür romanı sayılmayan denemeler de yapıldı. Ama hemen hepsinde ölüme teslimiyet vardı. Kahramanlar sonunda ölüme mahkumdu. Kafka’nın ‘Dönüşüm’ adlı romanında evin içinde giderek böcekleşen Samsa ile kız kardeşi arasındaki ilişki yazarla- darbe mağdurları arasında yaşanmaya başlamıştı.

Edebiyat da halk gibi 12 Eylül darbesini utangaç biçimde desteklemiştir. Anne ve babalar çocuklarımızdan onur duyuyoruz diyenlerin bile büyük çoğunluğu öleceklerine hapiste olsunlar söylemine sarılmışlardı. 12 Eylüle karşı yazmak, yazarak direnmeye çalışmak bir çok yazar için ölüme karşı imkansız direniş olarak değerlendirilmeye başlanmış ve yazarlar devrimci karakterleri öldürmeye başlamışlardı. 12 Eylül sadece zor-idam-işkence ve zindanla edebiyatı geriletmemiş, postmodern söylemle kendine yandaş bulmuştur.

Türkiye’de edebiyatçılar arasında süren modern-postmodern tartışması ve yazarların suskunluğu 12 Eylülcülerin işlediği suçları ’o yazarlar açısından’ zaman aşımına uğratmıştır. Göreli özgürlük ortamı, psikolojik rahatlık sağlayan postmodern yazın kapitalizmi eleştirmekle birlikte, kapitalizmin düzeltileceği sonucuna ulaşmıştır. Deneysel yazın adı altında Marcel Düchamp’ın ”Sidik Ördekleri”, Dadacıların yıkıcılığı kötü bir biçimde kopya edilmiştir.

O güne kadar düşene vurulmazdı. 12 Eylülden sonra da eylülist yazarlar düşene bir tekme de ben vurayım diye sıraya girmişlerdir. Sözüm ona tarafsız kalanlar, susanlar da ikrar ile Samsa’nın kızkardeşi rolünü almışlardır. Acımak ama onlardan uzak durmak. Kapıya gelene bağış vermek, ara sıra bir kampanyaya imza atmak.

Neden çeyrek yüzyıl beklenmiş ve 12 Eylül bu yaralı insanların kaleminden anlatılmayı beklemiştir. Oysa Türkiye’de bu dönemi işleyecek, yazacak usta kalemler vardı. 1980-1990 arası vahşet dönemini bu usta kalemler örneğin Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk yazmamışlardır. Yazmamalarının farklı nedenleri vardır. Orhan Pamuk başka dünyaların insanıdır ama Yaşar Kemal bizden biridir. Pınar Kür gibi idam ve işkenceleri haklı sayan veya Ahmet Altan gibi solcu çocukları aşağılayan yazarlardan elbette farklı konumda yazarlardır bunlar. Belki onlar tanık oldukları o dehşet yıllarını gömmüşler ve hatırlamak istemiyorlar. Adorno’nun Austwich’ten sonra edebiyat yapılamaz saptaması gibi. Yani bu dehşeti ancak yaşayanlar yazabilirdi. Onlar da ölmüştü. Ya da yaşayan ölülerdi”

Anta haber Ajansı Murat Altunöz

Hiç yorum yok: