Nadir Nadi Çelik / nadirnadicelik@hotmail.com
Türban üç kez tıkladıktan sonra araladığı kapıdan içeriye süzüldüğünde takvimler henüz yeni yılın ilk günlerini işaret etmekteydi. Gazeteciler, hemen alışılagelmiş bir refleksle yüzlerini ve kameralarını genel kurmaya doğru çevirdiler. Son yüzyılın gelmiş geçmiş en büyük medyatik paşasından alışılagelmiş tehditkar üslub yada aba altından sopa gösteren ifadeler yerine "ordunun bu konudaki görüşü malumdur,malumun ilanı tekrar olur’’cevabı ile karşılaştıklarında uğradıkları şaşkınlığa burada ayrıca yer vermek ne derece doğrudur bilmiyorum. Ancak doğru bildiğim bir şey varki o da gazeteciler için şaşkınlık yaratan bu ifadelerin tarihçiler ve politikacılar için bir hayli dikkat çekici olduğudur. Sözkonusu tepkiyi dikkat çekici kılan ise kemalistlerle, islamcılar arasında yeni bir izdivacın yada başka bir ifadeyle öteden beri aralarında süregelen nefretin aşka dönüşeceğine dair izlenim bırakmış olmasıdır. Nefretin aşka, aşkın nefrete dönüşme durumları kemalistlerle islamcılar arasında yaklaşık 90 yıldır süregelen ilişkinin bir karakteristiğidir.
Her aşk, aynı zamanda kendi içinde nefreti, ihaneti, barındıran bir öykü durumu ise o zaman izninizle kemalistlerle türban arasındaki öyküyü de anlatabilmem için yaklaşık 90 yıl öncesine gitmem gerekecektir.
Birinci dünya savaşının galiplerinden Fransa ve İngiltere, saltanatı mı yoksa saltanada karşı muhalif eğilimler içinde olan Mustafa Kemal hükümetini mi muhatap alıp almayacakları konusunda bir süre yaşadıkları kararsızlığın ardından nihayet Mustafa Kemal hükümetini onaylayıp beşyüz yıllık sömürgeci saltanatın temsilcisi olan Vahadettin’i, dümenini Malta’ya çevirmiş gemiye yerleştirip, günlerce süren bir yolculuğa çıkarttılar. Orta rütbeli ve çok güvendiği subayı tarafından sırtı hançerlenmiş Vahdettin, ezeli düşmanı ingilizlerin yarı tutsağı görünümünde, Malta’ya varmayı beklerken bir yüzyıla yayılacak ''İngiliz ajanı'' olduğu yalanı Ankara’nın sınırlarını çoktan aşmıştı.
Saltanatın İngilizler tarafından derdest edilmesi, Ankara hükümetini bir hayli memnun kılmakla kalmamış aynı zamanda hareket alanını genişletmişti. Yenilgiye uğramış 500 yıllık osmanlı devleti, ismen yapılan bir değişiklikle yeni kurulan bir devlet olmuş, gidemiyen yada kaçamıyan veyahutta kaçma gereksinimi duymayan ittihatçılardanda yine yeni bir hükümet kurulmuştu. Ancak bütün bunlar bir devletin devlet olması için yeterli değildi. Devletin, devlet olarak varlığını sürdürülebilmesi için sınırları belli bir toprak parçasına hükmetmiş olması gerekir. Nitekim bu sınırlarda Lozan'da önemli ölçüde belli olup vatan diye adlandırılacak ve böylece devletin varlığını ispat edeceği bir toprak parçası da ortaya çıkmış oldu. 'bir gece ansızın gelebilirim' durumunda olan, Mustafa Kemal’e uykularını kaçırtan ideolojik önderleri ve komutanları Talat, Cemal ve Enver’in çok uzaklarda kurşunlanmaları ile saha bütünüyle temizlenmiş sayılırdı. Osmanlı devleti isim değiştirirek Tc devleti, İttihatı Terakki Fırkası isim değiştirerek Cumhuriyet Halk Fırkası, ittihatçıların kendileride isim değiştirirek kemalistler olmuştu. Bu isim değişikliğinden şimdilik nasiplenmiyen Teşkilatı Mahsusa kalmıştıki, o da en sonunda nasibini alıp Milli İstihbarat Teşkilatı olmuştu.
Artık Ankara hükümeti, İngiliz ve Fransızlar için batı yanlısı ve batı medeniyetini anadolu topraklarına yaymaya hevesli güvenilir bir hükümet, Sosyalist Sovjetler için ise İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı verdiği kurtuluş mücadelesini zaferle taçlandıran ‘anti-emperyalist bir hükümet’ti.
''anti-emperyalist'' tespitinin doğal bir sonucu olarak, hükümeti emperyalist dünyaya karşı yanlız bırakmamak için büyük bir devrimci coşkuyla, genç Sovyetlerden yola çıkan komünist önder Mustafa Suphi ve arkadaşları, Trabzon’da ‘adabına uygun’ karşılanıp, hemen ardından Mustafa Kemal’in tetikçilerine teslim edildikten sonra kurşunlanmış bedenleri Karadeniz sularına bırakıldı. Bu olaydan sonra sosyalistler Ankara hükümetine layık gördükleri ’anti-emperyalist’ rütbesine ’’tutarsız’’ ifadesi eklemek zorunda kalmışlardı. Ancak kimler tarafından ne tür rütbelerin kendisine verildiği ve verilen rütbelere daha sonra ne tür eklemeler ve çıkartmaların yapıldığı Mustafa Kemal’i pek ilgilendiren konular değildi. O daha çok, en son komunistlerinde diskalifiye edilmesiyle bir hayli temizlenmiş olan sahada, ittihatı Terakki’nin birinci dünya savaşındaki yenilgisiyle, sekteye uğrayan türkleştirme projesinin kaldığı yerden devreye sokulması ile ilgiliydi. Her nekadar İttihatçı önderlerin bir kısmı sürgün bir kısmı mezara gönderilmiş olsada onların düşünceleri iktidardaydı. Değilmidiyki, tarih dram, tragedya ve komedyalarla doluydu. Bu zaman diliminde de her üçü birarada yaşanıyordu.
Gidenler vardı. Gidemiyenler vardı. Gidemeyipte yok olanlar vardı. Birinci dünya savaşı sona erdiğinde vede yeni sınırlar galip devletler tarafından çizildiğinde anlaşılıyorduki, Arablar gidenler arasındaydı. Yüzyıllarca osmanlı egemenliği altında yaşarken ‘din kardeşleri', 'peygamber kavmi' olarak adlandırılan Arablar, savaş koşullarını çok iyi değerlendirerek osmanlıdan yakalarını kurtardıklarında çoktan ’kalleş arablar’’ olmuşlardı. Ve yine yeni sınırlardan anlaşılıyorduki, Kürtler gidemiyenler arasındaydı. Ermeniler ise gidemeyipte buhar olanlardı. Geriye binlerce yıldır yaşadıkları toprakları ve bu topraklar üzerinde kemiklerini bırakmışlardı yalnızca ve yalnızca. Ermenilerin, ayrı bir ulus olmanın yanısıra hiristiyan olmaları türkleştirme projesinin önünde en büyük engel olarak görülmesine yol açıyordu ki, bu engel Talat ve Enver şurekası tarafından imha yoluyla zaten ortadan kaldırmıştı. Böylece Ankara hükümetinin yükü daha hafiflemiş oluyordu. Kürtlere gelince, onların müslüman olmaları asimilasyonunu kolaylaştıran bir faktör gibi görünüyordu. Ancak, kemalistler, böyle bir tespit yapmakla ne derece yanılmış olduklarını anlamaları için on yılların geçmesi gerekiyordu. Ortak din faktörü kürtleri belkide muhtemel bir soykırımın eşiğinden kurtarmış olabilirdi. Ve hepsi bu kadardı.
Anadolu’yu türkleştirme projesi büyük bir atakla tekrar uygulamaya konulduğunda kürtler cephesinden gelen ilk reaksiyonlar kanlı ve kanlı olduğu kadar da vahşi yöntemle cevaplandırıldı. Bu cevap, batının oryantalist aydınlarında Mustafa Kemal hükümetinin medenileştirme reformlarına karşı direnen vahşi ve ilkel halkın tepkisine verilen zorunlu bir cevap olarak algılanıp derin bir hoşgörü ile karşılandı. Şüphesizki, ’vahşi ve cahil bir halk’’ın medenileştirilmesinde barışcıl yöntemler her zaman geçerli olmayabilirdi. Medenileştirme sürecinde yer yer şiddeti bir yöntem olarak devreye koymak kaçınılmaz olabiliyordu. Ki, işte tamda bu anlamda Mustafa Kemal hükümetini anlamak gerekiyordu oryantalistlerin tavsiyesine uygun olarak.
Böylesine insanlık dışı gelişen süreç, batının sömürgeci düşünce sistematiğinin sapkın ürünü olarak ortaya çıkan oryantalistleri fazlasıyla memnun ederken, batılı politik temsilcileride Vahdettin’e karşı Mustafa Kemal alternatifini destekleme kararı aldıklarından ötürü bir kez daha kendileriyle övünmelerine yolaçıyordu.
Artık bundan sonra dini kimlikli yada değil, muhalif eğilimli her hareketin 'şeriata karşı mücadele' ve 'medenileştirme' adı altında gerektiğinde şiddet yöntemine başvurularak bastırılmasında bir mahsurun olmadığı ortaya çıkıyordu.
Tek partili dönemin, aynı zamanda inançlarının gereği hareket eden sıradan müslümanlar için zulüm dönemi olduğunu söylemek abartılı bir ifade olmayacaktır. Bu dönem, camiye gitmek için evinden çıkan sıradan bir müslümanın, giderken hane halkı ile vedalaşmak ihtiyacı duyduğu dönemlerdir. Çünkü, camiye gidipte dönmemek vardı. Bulunduğu kentin yada kasabanın meydanındaki elektrik direğinde asılı olmak vardı. Müslümanlar varlıklarından ötürü özür dilercesine yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardı. Yine bu dönem, bir çok imam, boynunda kıravat, sırtında cüppe gibi komik görüntüler içinde, okudukları duadan bir sonraki duaya geçerken ‘mustafa kemal sagolsun’’ ifadeleriyle soluklanarak yaşamlarını kısmen güvenceye alabildikleri dönemdir. ‘vahşi ve cahil halk’ kamu kurumlarında işlerini kazasız belasız ve de aşağılanmadan, fazlasıyla hakaretlere uğramadan halledebilmek için başında fötr şapka yada kasket bulundurma gibi ancak anadolu insanına has dahihane icatlar yaratmak zorunda kalmıştı. Hernekadar ekonomik çaresizlikten yada başka nedenlerden vücudunu bütünüyle batı giysileriyle kuşatmıyor olsa bile üç beş kuruşa satın alıp başına taktığı fötr şapkayla medenileşmeye açık ve kılık kıyafet devriminine itiat ettiğinin mesajını vermiş oluyordu böylece. Batı giyim kuşam parçaları olan çeket, pantolon, kıravat , fötr şapka, anadolu insanın elinde kemalistlere karşı kendisini koruma ve savunma, açık ifadeyle yaşamını güvenceye alma araçları haline dönüşmüştü.
’’Barbar ve cahil' anadolu insanını medenileştirmenin yolu türkleşmekten geçiyordu. Ancak türkleşene bir de din gerekli olduğundan o da etiket düzeyine indirgenmiş olan bir islamdı. Sıradan insanın ne kadar Müslüman olması gerektiğine karar verecek olan ise kemalistlerin kendisiydi. Doğuştan türk olanlar ise bütün bu gelişmelerden habersiz ve hatta Vahdettin’in akıbetinden de bütünüyle habersiz olarak orta anadolu yaylalarında hayvancılıkla uğraşırken padişahlarına dualarını eksik etmeden sessiz sedasız yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Yine bu dönemde yaratılan modern insan tipi dini kimliğinden uzaklaştığı ölçüde modernleştiğini sanan insan tipiydi. Dini kimliğinden utanması ve uzaklaşması yetmiyordu, aynı zamanda kılık kıyafetinin batılıya benzemesi gerekiyorduki, bu iki şart, batılılaşmanın olmazsa olmaz kuralı olarak algılanmıştı. Bu arada modern kadın tipi yaratmak gerekiyorduki, yaratılan bu tip, kemalistleri avrupa sokaklarında öpülesi hale getirecekti! Ve nitekim modern kadın tipini yaratmakta pek zor olmadı. Hiç bir ekonomik ve sosyal güvencesi olmayan evinde şiddete yada hakaretlere maruz kalmış kadın, şalvar üstü mantosuyla sokağa sürülmüş ve ayrıca sokaktaki modern kemalist erkeğin pornografik tacizlerine hazır hale getirilmişti. Bu bir kıyam dönemiydi (Rabb, birinci dünya savaşının yol açtığı acılar ve sefaletler ortasında bir başına kalmış anadolu insanını bu kezde büyük bir komedyanın ortasına atmıştı).
İzlenen bu politika anadolu islamında, batı ve batı taklitçisi kemalistlere karşı bir yüzyıla yayılacak bir nefretin doğmasına yolaçmıştı. Nefret ilişkisinin yer yer bir aşk ilişkisine dönüşmesi bu gerçeği değiştirmiyordu.
Hiristiyan mal mülklerinin uygun gaspı, sahiplerinin buharlaştırılması yada göçertilmesi, alevilerin ibadet evlerinin yasaklanması ve bu toplumsal gruplar üzerindeki kemalist zulüm dönemleri islam ile kemalistler arasındaki nefret ilişkisinin aşka dönüştüğü dönemlerdir. Birde demokrasi, özgürlük düşmanlığı konusunda kemalistlerle girdikleri derin muhabettlerde filizlenen aşk dönemlerinide buna eklemek gerekir. Ancak kısa aralıklı bu aşk dönemlerine rağmen ilişkiye damgasını vuran nefretti.
Soğuk savaş yılları başladığında Kemalistlerle İslamcılar arasındaki ilişki seyri yaklaşık olarak yukarıda özetlediğim gibiydi.
Tanrı, soğuk savaş yıllarında, kemalistlere bir kez daha ' yürü ya kulum' demişti ve onlarda tanrının buyruğuna uyarak bu yolda bazen kan dökerek bazen ikna ederek yürüyorladı. İkinci dünya savaşının sona ermesi ve soğuk savaş yıllarının başlamasıyla artık kapitalist dünyanın efendisi batı avrupa değil, Amerika’nın kendisiydi. Amerika için kemalistlerin ne kadar ''vahşi ve cahil'' insanı medenileştirdiği daha geride ne kadar ''yarı vahşi türk'' ile ''vahşi arap ve kürd''ün kaldığı ve bunların yüzde kaçının dinin buyruklarını yerine getirerek yaşamakta inat ettikleri entellektüel sohbet konusundan başka bir şey değildi. Onun gündeminde ebedi düşman ilan ettiği ve dünyanın diğer super gücü olan Sovyetler’e-komunizme karşı mücadele vardı. Bu mücadelede Türkiye’yi ileri bir karakol haline getirip güçlendirmek gibi bir sorunla karşı karşıyaydı. Bunu gerçekleştirmek için mümkün olan bütün araçları kullanması gerekiyordu. Ki, islamı da bu araçlar arasında görüyordu. Ancak bu aracı kullanırken, batı avrupa emperyalistlerinin şımarık çocuğu olan ''anti-emperyalist'' kemalistleride fazla ürkütmemek gerekiyordu. Amerika için mesele 'ne olursan ol yeterki anti-komunist ol', kemalistler için ise mesele 'ne olursan ol yeterki (birazcıkta olsa) kemalist ve türk ol'. Meseleleri farklı olan bu iki güç bir şekilde komunizme karşı ittifak kurmak zorundaydı. Ve buda pek zor olmadı.
Soğuk savaş yıllarına kadar gerek ‘kafir batıya’ ve gerekse ‘kafir batını’nın yerli işbirlikçileri olarak görülen kemalistlere karşı sırtı dönük, içe kapanık, müslüman insan tipi, komünizme karşı mücadelenin temel aktörlerinden birisi olarak sahnede yerini aldığında kendisini saran kalın dış kabukta çatlamaya hazır hale gelmişti. Bu mücadelede kemalistlere karşı ürkek, Amerika'ya karşı kuşkucu ve mesafeli olan islam, demokrat, liberal, anti-emperyalist gençliğe vede komunistlere karşı ise oldukça cesurdu!.
İslamcılar, demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlere karşı, ucuna ingiliz çivileri takılmış sopalarla ara sokaklarda sürek avını başlattıklarında tarih onları çoktan ''kafirler''in müttefiki yapmıştı.
Yaklaşık yarım yüzyıla ulaşan soğuk savaş yılları boyunca bu müteffiklik durumu ağır aksakta olsa devam etti. Kemalistler ise soğuk savaş döneminde de aslolan anadoluyu türkleştirme projesini ufak tefek aksamalar dışında büyük bir başarıyla sürdürdüler. Ancak bu kez şeriata karşı mücadele adı altında değil, degişen koşullar gereği komunizme karşı mücadele adı altında sürdürülmüştü. Türkleştirme projesine karşı çıkan herkes, ama istinasız herkes bu kezde komunist damgası yiyerek zindanları boylamıştı.
Soğuk savaş yılları aynı zamanda islamın nefes aldığı, dış dünya ile arasındaki kalın kabuğun çatladığı yıllardır. Bu yıllar İslamın, Demokrat daha sonrada Adalet Partisi gibi yapılanmalar içinde yada bu yapıların kuyruğuna takılarak politik arenada yeralmak yerine, bağımsız aktör olarak siyasi arenada yer alacak kadar kendine güveni kazandığı yıllardır. Daha sonra Milli Selamet adını alacak olan, Necmettin Erbakan öncülüğünde ki Milli Nizam hareketi bu özgüvenin somut ifadesidir. Bu hareket, hernekadar yüzü Arap dünyasına dönüktüysede, ABD için hazmedilmesi zorunlu idi. Kemalistler için ise ürkütücü olan bu aktör, ABD nin yüzü suyu hürmetine bağrına basacağı bir taş durumuydu.
1990'lı lara gelindiğinde artık soğuk savaşta sona ermişti. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte kemalistlerde Komunizme karşı ileri karakol konumunu yitirmişti böylece. Kemalizm batı ile ilişkisinde kendisine yeni misyonlar yükleme çabası ve telaşı içindeyken, islami hareketin tabanı ise kendisini yenileme çabası içindeydi. Zaten 90 yıldır tanrının yürü ya kulum dediği ve çarkın hep leyhine döndüğü kemalist yapıdan böylesi beklenmedik bir durumda değişen koşullara uygun olarak kendilerini ideolojik, politik ve örgütsel düzlemde yeniliyebileceklerini beklemek onları tanımamak olurdu. Kaldıki şansı her durumda yaver giden ciddi engel ve zorluklarla karşılaşmamış ve üstelik hep batı desteğinde ve şımarıklığında varlığını sürdüren bir yapının yenilenme gibi bir yetisinin gelişme fırsatını bulabilmeside ayrı tartışma konusudur.
İslami hareketin genç kadrosu, önderlerinin aksine İslam adına, hiristiyan batı dünyasının bilgi birikimlerine ve teknolojik ürünlerine sırt çevirmek yerine diyaloga ağırlık verdi. İslami kimliği koruyarak Batı dünyasının birikimlerinden faydalanmanın ve modernleşmeyi sağlamanın mümkün olduğunu kavradı. Bu kavrayış, pratikte dinsel kimliğinden utanç duymayan özgüvene sahip modern müslüman tipini yarattı. Kemalist iktidarla arasındaki sorunun, iddia edildiği gibi şeriat sorunu olmadığını, inanç özgürlüğü sorunu olduğunu, batı dünyasına anlatmaya çalıştı. Elbetteki, sorunun bu şekilde formulasyonunda sol aydın kesimin büyük bir katkısı olduğunu gururla vurgulamak gerekir, gururla vurgularken de islamcıların, kemalistlerin anti emperyalist gençliğe, demokratlara ve aydınlara karşı yıllarca uyguladıkları vahşete uclarına ingiliz civileri çakılmış sopalarla katkıda bulunduklarınıda unutmamak gerekir ve hatta alevi katliamlarında oynadıkları rolleri ise hiç ama hiç unutmamanın gerekli olduğunu parantez içi vurgulamak gerekir.
Kemalistler, artık uluslararası ideolojik desteklerini yitirmişlerdi. Kaldıki onları büyük bir hayranlıkla izliyen ve destekleyen oryantalist aydınlar yine avrupanın kendi aydınları tarafından çöp sepetine atılmıştı. Batı, artık azınlığı temsil eden totaliter kemalistleri desteklemek yerine, çoğunluğu oluşturan ve modernleşme sürecine gönüllü olarak girmiş islamın siyasi örgütüyle ilişkiler geliştirmeyi çıkarlarına daha uygun görüyordu. Tanrı artık kemalistlere 'yürü ya kulum demek yerine' “işte burada dur ya kulum!” diyordu ve onlar da durdular.
Avrupa evinin şark köşesinde asılı duran çercevelerdeki resimler yer değiştirmişti;
Gelişmelere yenilenmeye modernleşmeye karş çıkan şeriatçı müslüman tipi yerini modern dünyayla ilişkiler kurup geliştiren inanç özgürlüğünü savunan demokratik reform yanlısı modern müslüman tipine bırakırken, vahşi ve yarı vahşi asyalıları ehlileştirmeye çalışan kemalist tipi yerini özgürlük ve demokrasiye saygısı olmayan, totaliter, yenilenmeye ve reformlara karşı, militarist kemalist tipine bırakmıştı.
Tanrı bu kez islamcılara yürü ya kulum diyordu ve onlarda yürüyorlardı. Ancak bu kez bir elinde kuran diğer elinde ucuna ingiliz çivisi takılı sopalar yerine , içi, Kuran da olmak üzere birdizi batı ve doğu filosoflarının eserleri ile dolu çanta ile yürüyorlardı vede ‘çan çalıp deveyi ürkütme’den yürüyorlardı.
İslamcı yürüyüş, kemalistlerin 90 yıllık burkası olan siyasanın kapısına vardığında kortejin en arka sırası ilk adımı atmaya yelteniyordu. Bu milyonların yürüyüşüydü. Kemalist projenin sonucu olarak türkleşenler Mustafa Kemal’in milleti olmak yerine Muhammedin ümmeti olmayı tercih ederek proje sahiplerini aldatmışlardı.Türkleşerek ümmetleşenlerin yürüyüşü siyasaya vardığında ve öndeki türban, kapı aralığından süzüldüğünde 90 yıllık ilişki yeni bir safhaya girmiş oluyordu. Huşuları ve de mistik haliyle içeri süzülen Türban-kadın, teskin edici öpücüğünü kemalistin yanağına kondurduğu an kemalist biraz islamlaşacak, türban-kadında biraz kemalistleşecekdir. Artık bundan sonraki dönem benzeşerek ilermeyi dost ve düşmana onaylatma dönemidir. Onaylatmadaki hız ve başarı şüphesizki kemalistlerin, Mustafa Kemal'in aslında dini bütün bir müslüman olduğunu ve onun şimdiye kadar yanlış anlaşıldığını ve bu yanlış anlaşılmanın tek müsebbinin İsmet İnönü (=günah keçisi) olduğunu topluma anlatmaya çalışmadaki hızıyla yakından ilgili olacaktır.
Ey Rabb, bu ne yaman çelişkidir!..
1 yorum:
Bu ne yalin, güzel bir anlatim. okurken bana nini dinler gibi geldi.. cok güzel satirik ve komik bir sekilde ele alinan yazi türlerini okumak ne kadar da hossss...Tarihin cok güzel halk dilinde ifade edlisi bu olmali.. Tebrikler!!! Alkis tutuyorum...
Yorum Gönder