30 Haziran 2013 Pazar

KEKLİK VE ŞAHİN...






Bülent Tekin


                      Kürtlerde keklik güvenilmeyen bir hayvandır. Bunun nedeni, tıpkı kendi ırklarından çoğunun yaptığı gibi kendi soyundan olanları yakalatma amacında kullanıldıklarından olmalıdır. Yine de çok konuya ders verecek ya da benzeşim yapılabilecek Kürt hikâyeleri (masalları) oldukça farklıdırlar ve kendilerine özgü anlatımları kapsar. Kürt hikâyelerinde zaman zaman açık ve hakaretamiz ifadeler yer alabilir. Hatta gülmece ya da der verici nitelikte kimi erotik sayılabilecek anlatımları da kapsayabilir. Neyse biz anlatacağımız hikâyeye dönmek istiyoruz.
                      Kekliğin biri çok güzel ötüyormuş. Şahin onu başkalarından işitmiş ve sesini duymaya karar vermiş. Sesi duyunca da çok hoşuna gitmiş. Bir gün dalın üstüne tünemiş. Keklik öterken şahin ona, “Seninle arkadaş olmak istiyorum?” demiş. Keklik ürkmüş. “Korkarım!” demiş kendi(si)ne güvenmeyen keklik.  “Korkma” demiş kendisine güvenmeyen kekliğe şahin. “Bana güven. Hatta seninle tüm keklikler ve şahinler adına bir anlaşma yapacağım.” Ürkek bakışlarını değiştirmeyen kekliğe anlatmaya devam etmiş şahin: “ Şahinler sizi ürkütmesin diye alçaktan uçmasınlar! Yani sizlerin üstünden hiç uçmasınlar!” Bu anlaşma kekliğin hoşuna gitmiş olacak ki arkadaşlar olmuşlar. Şahin artık kekliğin yuvasına bile gidiyormuş.
                      Çok geçmeden bu sevgi bitmiş, artık şahin bahane aramaya başlamış. Bir gün çıkışmış: “Nedir gece gündüz başımıza durmadan okuyorsun, durmadan ötüyorsun? Bu ötmekten bıkmadın mı?” Durumu çakan keklik korkmuş ve hiç ses çıkaramamış. Bir gece şahin çok acıkmış. Kekliğe bahane bulmaya başlamış. “Konduğun dalda güneş ışınlarının üzerime gelmesini engelliyorsun. Gölge yapıyorsun?” Keklik dayanamamış bu kez. “Görmüyor musun gecedir? Gecede güneş yok ki?” “Ooo demek ben yalan söylüyorum. Beni yalancı çıkarıyorsun?” demiş şahin ve kekliği pençesiyle öldürüp yemiş.
                      Evet, (şahinin) keklikler korkmasınlar diye şahinler alçaktan uçmasın, yakınınızdan uçmasın! şeklindeki kekliğe sunduğu dostluk(?!) anlaşması ihanetle sonuçlanmış. Bu hikâyenin “dost ve ihanet” vurgusu üzerine anlatılacağını düşünüyorum.
                      Kürtler kendilerini daha çok ihanete uğramış bir halk olarak görürler. Bu nedenle de öykümüzdeki anlattığımız keklik örneği ürkek ve çekingendirler. Bu öyküde keklik-belki?-bilmeyerek kendi ölümüne neden olmuştur. Ama onun bu saflığı bütün keklik ırkının yok edilmesine neden olabilirdi. Tabii hikâyede anlatılan kekliklerin bulunduğu mıntıkayı kastediyorum. Tuhaftır ki hayvanlar arsındaki diyalog günümüzdeki insanlar arasındaki diyaloga her zaman benzemektedir. Bu tür diyalogları belki insanlar daha anlamlı ve faydalı olur diye hayvanlara yaptırmaktadır. Ben de bu hikâyeyi kurgularken belki böyle düşünmüş olabilirim. Ne de olsa benim anlattıklarım Kürt hayvanlarıdır. Belki de Türk ya da başka ırkların hayvanları böyle diyaloglara pek girmezler, ne dersiniz ha(?!) Yani anlayacağınız benim böyle başka ırkların hayvanlarına laf etmeye niyetim yok. Kürt hayvanlarına gücüm yeter benim. Söylediklerime pek kimsenin sen çıkaracağını düşünmüyorum.
                      Bugünlerde Türk devleti ile PKK (KCK) Abdullah Öcalan üzerinden anlaşmışa benziyorlar. Bunun bir türlü müzakere olduğunu ya da süreç içerisinde sistemde değişikliğe yol açacağını düşünüyoruz. Hapiste olan bir mahkûmla yapılan görüşmelerin ne tür pazarlıkları ihtiva ettiğini pek bilmiyoruz. Aslında hiçbir şeyin pazarlık edilmediğini iddia edenler de vardır. Bunu hükümetin dilinden ve son zamanlarda PKK yanlısı legal ve illegal örgütlerin söylemlerinden çıkarabiliyoruz.
                      Biz Kürtlerle Türklerin yapacağı sözleşmenin bir şahin tarafından yok edilmesinden korkuyoruz. Bu belki bir provokasyon şeklinde olmayacaktır. Beklentiler ve konuşulanların çok uzağında ortaya çıkacak sonuçlarda belki kendini gösterecektir. Bakın, Bahoz Erdal dahi TAK  (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) denilen örgütün PKK ile bir ilişkisi olmadığını söylemektedir. Bakın işte, onların bile şahinleri var, daha ne demeliyim?

                      Abdullah Öcalan’ın pozisyonundaki değişikliğin olmamasının bazı şahinler tarafından bahane edileceği kuşkusunu taşımak fazla ürkek olma anlamına gelmemelidir. Keklikler her zaman avlanmak için vardırlar. Bu hayvanlar dünyasının bir bölümüdür. Ama öbür taraftan kekliklerin de yaşamaya hakları vardır ve onların da bir dünyası vardır. Modernizmin getirdiği çıkarsal ilişkiler ve düşünceler ne yazık ki en naif düşünceli olan insanda dahi değişiklikler yapmaktadır. İnsanlar bu nedenle şahin veya keklik şeklinde görülebilmektedirler. Kapitalist Modernite işte öyle bir dünya yaratmıştır, bundan çıkış ta ancak demokratik bir dünyayı inşa etmekle olur. Bunu belki insanlar bir gün Demokratik Modernite’de elde edecekler ve belki de şahinlerin sivri ve güçlü pençeleri insani sözleşmeleri o zaman(lar)da yırtamayacaktır.

23 Haziran 2013 Pazar

Yavuz’un Torunları, Kemal’in Askerleri ve Madımak Katliamı...



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)

Yavuz’un torunları, imamın ordusu ve Kemal’in askerleri iktidarı ele geçirmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Hatta danışıklı dövüş bile yapıyorlar. Binlerce Alevi-Kızılbaş’ın katliamından sorumlu olan Yavuz’la övünen başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın fetvaları nedeniyle Taksim Meydanı halkların eylem yapma alanı haline dönüşmüştür. İşte Başbakan Erdoğan’dan birkaç tane örnek fetva;
- En az üç çocuk yapmak,
- Sevgililerin “kucakta oturma rezaleti”,
- Yavuz Sultan Selim Köprüsü
- Gezi parkı,
- Topçu Kışlası,
- Tıksırıncaya kadar içiniz,
- Kıyak kafa,
- Benim, benim, benim…
Yukarıda sıraladığım bu ifadeler bizzat TC. Başbakanı’nın ağzından çıkmıştır. Halklar da bu fetvalara karşı demokratik tepkisini Taksim Meydanı’nda ortaya koymuştur.
12 Eylül hukukuyla baskılar her gün artmakta ve insanların yaşam biçimlerine müdahale edilmektedir. Dolayısıyla hak ve özgürlükleri kısıtlayan bir zihniyete duyulan tepkilerdir. Yani yıllardır halklarda biriken öfkenin patlamasıdır.“Çözüm süreci” deyip Kürtleri bir belirsizliğin içine sürüklemiştir. Roboskî katliamı ile Reyhanlı bombasını da eklemek gerekir.
AKParti hükümetinin tüm bu olumsuzlukları nedeniyle çok farklı siyasi görüşteki insanlar zorunlu olarak bir araya gelebilmiş ve ortak tepkilerini göstermişlerdir.
Bir önceki yazımda; Atatürk-Muhammed-Apo çizgisinin gezi eylemlerinde etkili olduğunu belirtmiştim. Deniliyor ki, hiçbir zaman yan yana gelemeyecek gruplar Gezi Parkı eylemleri sayesinde birlikte hareket ettiler. Bu görüşe kısmen katılmakla birlikte, itirazlarım da vardır.
Birçoğumuzun öfkesi ve tepkisi ortak olmasına rağmen, bir araya gelenlerin gönüllü birlikteliği olmayıp, zorunlu bir dayanışma olduğunu düşünüyorum.
12 Eylül darbesi döneminde cezaevleri başta olmak üzere, insanlarımıza ister-istemez, olur-olmaz yerde marş söyletirlerdi.  Gezi Parkı eylemlerinde de “ULUSOLCU”lar tarafından HDP, BDP ve diğer sol ve sosyalist örgütlere karşı sık sık bayrak sallayıp, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganı ardından Onuncu Yıl ve İstiklal Marşı’nı söylüyorlardı. En azında Antalya’da böyle olduğunu bizzat ben tanık oldum. Sanki kendimi resmi devlet töreninde hissettim.
Hal böyle olunca; toplu yürüyüşlerin ardından herkes siyasi görüşüne yakın olan çadırlar etrafında kümeleniyorlardı. Zaten böylesi birliktelikler siyasi dengeler ve çıkarlar göz önüne alarak yapılmaktadır. O nedenle postalcı ve takunyacı Kemalistlerin çelişkisinden yararlanmak mümkündür. Gerekirse “Şeytanla da taktiksel işbirliği yapılabilir”. Ben gezi olayları ile ilgili ortak tepkilerin taktiksel olup, stratejik bir birliktelik olmadığını düşünüyorum. Ancak buradan stratejik bir ortaklık da yaratılabilir.
Bu gün Yavuz’un torunları, İmamın ordusu, Kemal’in askerleri iktidarı paylaşmış durumdalar. Ne kadar da birbirlerine benziyorlar! Al birini vur ötekisine!
Pir Sultan’dan Seyit Rızaya, Deniz Gezmiş’den İbrahim Kaypakkaya’ya, Demirci Kawa’dan Mazlum Doğan’a kadar devrimci bir mücadele geleneğimiz vardır. Ne Yavuz’un torunları, ne İmamın ordusu, ne de M. Kemal’in askerleri devrimcileri yıldıramaz. Yeter ki SOL’un duayenleri eleştiri adı altında birbirlerini yıpratmasınlar.
Yaklaşık bir hafta sonra Sivas katliamının 20. Yıl dönümünde Alevi-Bektaşi-Kızılbaşlar tüm engellere rağmen her yıl olduğu gibi bu yıl da yine çeşitli etkinlikler yapmaya çalışacaklardır.
Dün Sivas’ta yakanlar bugün halka saldıranlardır... Madımak’ta insanları yakanlar kafası kıyaklar değil, kafası kine, nefrete çalışan insan görünümlü yobazlardı. Ve meyhaneden değil Camiden çıkmışlardı…” (Faceboox’ta paylaşılan bir mesaj)
Dönemin Başbakan’ı Tansu Çiller ise, “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” diyebiliyordu. Yani otel dışındaki halkımız dediği eli taşlı, sopalı, zincirli saldırganlardır. Yine dönemin iktidar ortağı SHP şimdiki devamı olan CHP de çaresizlik ve acz içinde kalındığı söylemiş, ancak bu kadar korkunç bir olayın ardından büyük bir pişkinlikle iktidar ortaklığına devam etmiştir.
Madımak katliamı sanıklarını savunan 30’dan fazla Avukat bu gün AKParti’den milletvekili, bakan, bakan yardımcısı, belediye başkanı, müsteşar, danışman olarak görev yapıyorlar. Hatta devletin yargı organlarında ve kurumlarında üye olarak görev yapmaktadırlar. Bu yapıdan adalet çıkar mı?
Davanın zaman aşımıyla ilgili mahkeme kararına “hayırlı olsun” diyen ve Tansu Çiller’den, Süleyman Demirel’den daha beter bir başbakanla karşı karşıyayız.
Basından öğrendiğime göre “Hükümet, 2010’da hazırlanan ve önerilerinin büyük bölümü hayata geçirilmeyen Alevi Açılım Paketi’ni güncelliyor”muş. Bir-iki üniversiteye veya tesise Hacıbektaş ismini vereceklermiş. Kendilerine yakın Alevi dedelerine maaş bağlayacaklarmış. Yani “parayı veren düdüğü çalar” mantığıyla hareket ediyorlar.
Bunların amacı Alevileri Müslümanlaştırmaktır. Yani Diyanet’ten bir-iki temsiliyet vermek suretiyle İslam’ın içine monte etmektir. Umarım Aleviler bu defa hükümetin tuzağına düşmezler. Çünkü bu hükümetin Alevi sorununu çözmek diye bir niyeti yoktur.
On yıl önce (02 Temmuz 2003) mülga Antalya FM Radyosu’nda katıldığım söyleşide bana sorulan sorulardan güncelliğini koruduğu için bir tanesini yanıtımla birlikte aynen aşağıya aktarıyorum.
Bir daha Sivas katliamları ve benzeri olayların yaşanmaması için nasıl bir yol izlemeyi düşünüyorsunuz? (Sunucu sorusu)
Yanıt:
Örgütlenirsek eğer, savaşın değil barışın, ölümün değil yaşamın esas olduğu anlaşılır. Yaşam hakkı anlam bulur. Düşünce özgürlüğü özgürleşir, kimse söylediği sözden, yazdığı yazıdan, yaptığı notadan, konuştuğu dilden dolayı suçlanamaz. Cezaevlerinde tecrit ve ölüm oruçlarında ne kimse hunharca öldürülür, ne de ölüme terk edilir. Yani tek çözüm yolu, başta alevi-bektaşi örgütlemeleri olmak üzere emekten, özgürlükten, barıştan ve demokrasiden yana olan tüm örgüt ve kuruluşların birlikte mücadele vermeleri gerekir, diye düşünüyorum.
10 yıl önceki düşüncelerimi bu gün de aynen koruyorum.
23.06.2013


TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN...




Bülent Tekin
Bulenttekin47@gmail.com


                      Devletin gizli ve ifşa edilmeyen (açıklanmayan) hareketlerini göz önüne alarak ihtiyatlı konuşmak gerektiğini düşünüyorum. 15-16 Haziran (2013) günlerinde Diyarbakır’da yapılan Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı devletin bilgisi dahilinde Abdullah Öcalan’ın talebi (çağrısı) üzerine yapıldı.  Çok etnisiteli-kültürlü-inançlı-dilli-ideolojili katılımcılar (delegeler) adeta Türkiye Kürdistan’ının (hukuki) statüsünü belirlemeyi hedeflediler. Ortak bir mutabakatla bir sonuç bildirisi yayınladı(lar).  Bu (sonuç) bildirisi en azından yurtiçinde iki tarafa (Öcalan’a ve Hükümet’e) verilecek. Neler oluyor, neler olmuyor?
                      Ortak bildiriye göre Kürtlerin en azından üç tip statüyü talep ettiği görüldü: Özerklik, federasyon ve bağımsızlık. Statü olarak bu üç isim anıldı. Kürtlerin bu statülerini (kendilerince) ulusların kendi kaderlerini tayin etme haklarına göre belirleyeceği vurgulandı. Bu üç talep Öcalan’ın çözüm ve barış için öngördüğü “eşit yurttaşlık ve genişletilmiş yetkili yerel yönetimler” talebinin ilerisinde olduğunu söyleyebilirim.
                      Konferans’ta yine Öcalan’ın isteği doğrultusunda bir komite (Birlik ve Çözüm Komitesi) oluşturulması kararı çıktı. Anlaşılan bu statünün elde edilmesi için işin içine Türkiye’nin dışında BM, AB, İKÖ (İslam Konferansı Örgütü) gibi kuruluşlar da girecek. Bu olanlar (yaşananlar) gerçek mi?
                      Türkiye Cumhuriyeti’nin bilgisi dahilinde Kürtler (Öcalan, KCK, PKK, BDP, DTK) tarafından adımlar atılırken devletin durgun ve sessiz kaldığı, hatta adım atmadığı görülüyor. PKK sınır dışına çekilmeyi bitirirken Başbakan’ın kullandığı dil barış veya çözüm için bir umut vermiyor. Neler oluyor, neler olacak?
                      Coğrafi anlamda olmasa dahi kültürel alanda inşa edilecek bir Türkiye Kürdistan’ının-bu konferans bileşenlerine bakıldığında!-yeni politikacılar yaratacağı gerçeği var. Kürtlerin yaşadıkları bu topraklardaki tüm etnisite, dil, kültür ve inanç bileşenlerinin temsilcilerinin eski sistemin burjuva, feodal bey ve (kanaat/cemaat) önderleri olduğu gerçeğinden yola çıkarak alt sınıflar, kimsesizler ve sahipsizler açısından değişen bir durumun olmayacağı gerçeği de kendini göstermiştir. Bir anlamda aynı sınıf ve güçteki bizi, sizi yönetenin Kürt ya da Türk olması bir şeyi değiştirmeyecektir. Bir benzetme yapmam gerekirse şunu söyleyebilirim: Türkiye Kurtuluş Savaşı’nda Sivas, Erzurum kongreleri, Amasya Protokolleri’ne ve hatta (T)BMM’ne katılanlar hep o dönemin etkin feodal, asker ve varlıklı sınıf temsilcileri olmuştur. Türkiye ve Kürdistan topraklarındaki eski ve yeni politikacı tiplerinin yönetilenlerden her alanda farklı olduğunu söylemek istiyorum. Böylesi bir bölüşüm ya da oluşum Türkiye veya Kürdistan coğrafyasında ne tür iyilikler, güzellikler, yenilikler ortaya çıkarabilecektir. Bunlar meçhuldür!
                      İnsan hakları, hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve kardeşlik taleplerinden kimler yararlanacaktır? Evet evet, bu değerler kavramından bu değerlere susamış insanlar mı (ezilenler, baldırı çıplaklar, çarıksızlar) yaralanacak ya da sınıf, nüfuz ve konum itibariyle zaten her zaman yukarılarda olan ekâbirler mi?

                      Eğer insan hakları açısından düşünülecekse burada önemli olanın Türkiye ya da Kürdistan olarak iki ayrı yönetsel veya coğrafi alan olmadığıdır. Her iki durumda ya da şimdiki durumda olan veya olacakların kurnaz adam iktidarının olacağı durumudur. Kurnaz Adam için Türk ya da Kürt olmak önemli değildir. Önemli olan kendi iktidarı ve çıkarlarıdır. Bu “Kurnaz Adam” her durumda ve şartta yeni bir rolle karşımıza çıkar ve bizleri yüzyıllarca yönetir. Devletin veya devletlerin kurnaz adam politikalarıyla yönetildiklerini de unutmamak gerekir. 

16 Haziran 2013 Pazar

POLAT ALEMDAR DEMOKRASİSİ...



Bülent Tekin
Bulenttekin47@gmail.com

Önce bir şeyi itiraf etmek istiyorum. Kurtlar Vadisi dizisini hiç izlemedim ama hep duydum. Polat Alemdar ismini de bu nedenle biliyorum. İnanın bugüne kadar Polat Alemdar rolünü oynayan kişinin Necati Şaşmaz olduğunu yeni öğrendim. Yani anlayacağınız Necati Şaşmaz ismini ilk duydum, tanımıyordum, inşallah ta ismini yanlış yazmamışımdır. Beni ilgilendirmeyen bir dizi çekiyor ve şahsıyla da bir ilişkim olmaz. Öyleleriyle işim olmaz. Ama tuhaftır ki bu ülkenin Başbakanı, Taksim Gezi Parkı eylemleriyle ilgili birçok ilgisiz insanla görüştü ve bu arada da onunla da görüştü. Neden öyle yaptı, yoksa atılan gaz bombaları az mı etki yapmıştı. İnsanlara gülme krizi veren bir gaz mı daha sunulmak istendi, bilmiyorum. Dilerim bu ülke (yöneticileri) bundan böyle muhataplarla konuşur(lar). Bu ülkenin muhatapları da sıradan halktır. Evet çarıksızlar, kimsesizler, baldırı çıplaklar ve avukatsızlardır. Yoksa bu ülkenin öyle muhatapları Hülya Avşarlar ya da Polat Alemdarlar filan değildir. Eğer bu tipler olacaksa, bu ülkede bizlerin yurttaş olarak sayılmamızın bir gereği de yoktur. Öyle parya sayılalım, köle filan da olur. Hizmetçi sınıfından yani.
Şöyle Polat Alemdar’ı bir dinleyelim: “Yurtdışından birçok dostum ve arkadaşım aradı. Türkiye’ye güvenin, demokratik, özgürlük söylemlerimizi sadece söylemlerde değil keşke görselde de dünyaya verebilsek. Maalesef dünya böyle görmüyor. Elbette güzel şeyler olsun istiyoruz. İnşallah olur da. Bizim akademisyenlerin, sosyologların, bilim adamlarına, düşünce adamlarına ihtiyacımız var ki, bize bu olanları anlatabilsinler. Akademisyenlerimizin tarafsız olmaları lazım. Bize gösterilen doğru ve aydınlanmış olan yoldan ilerlemeye devam edeceğiz, inşallah sağlam bir yere varacağız. Birbirimizi Allah için sevelim. Allah hepimize tahammül versin tahammülümüzü arttırsın. Bana göre bu ülkeye nazar değmiştir. Dua okuyalım. Hiç kimse bu ülkenin kötü duruma düşmesini istemez. Bu gemide hepimiz varız, batarsak hepimiz batarız. Ben düşüncelerimi anlatmak istedim. Topçu Kışlası’nı detaylarıyla, son haliyle görmek ve dinlemek istedim. Bana animasyonu çok sevdim, orada daha fazla yeşilin olduğunu gördüm. Orayı illegal örgütlerden dışarıda tutabilirsek, orası hepimizin. Ben Gezi Parkı'na gitmem. Atatürk'ün askeriyim diyenle bir başkasının askeriyim diyenle aynı ortamı paylaşmak Atatürk’e hakarettir. Orda da samimi dostlarımın yanında bulunmayı ben de isterim. Her taraf Türk Bayrağı olursa inanın ben oradayım. Ben başka bir şey istemem. Bugünleri unutmayalım. Allah hepinize yardım etsin.”
Bu ülkede konuşacak akademisyende mi yoktu? Taksim Dayanışma Platformundan ilgililerle konuşulmalıydı. Öyle AKP’nin ayarladığı sahte heyetlerle olmazdı bu. Ben Gezi Parkı eylemlerini yaptığı görev itibariyle ikircikli görüyorum. Bir taraftan çevreci-yeşil bir anlayışla başlayıp yaşam tarzlarına müdahaleye tepki olarak desteklenir buluyorum. Ama diğer yandan da Kürt sorununun Çözüm Süreci’ni ortadan kaldırmaya yönelik olarak ta bir yerlerden kullanıldığını da düşünüyorum. Başbakanın ve Hükümetin yapacağı şey demokrat bir tavır takınmak ve demokrasi yanlısı olmaktır. Taksim Meydanı ile ilgili düzenlemeyi referanduma götürebilir, bu konuda gerekli yasal prosedürü hazırlayabilir. Halkın çoğunluğu neye kara verirse o olabilir. Tabii mimarlar ve mühendisler odaları ve üniversitelerin de görüşleri alınabilir. AB tipi uygulamalar referans alınıp bu sorun barışçıl ve acil bir şekilde çözülmelidir. Yoksa Gezi Parkı öyle devrim amaçlı bir organizasyonun içinde değildir. AKP Hükümeti de öyle bir karşıdevrim tavrı içine girmemelidir. Bu ülkenin en acil işi Kürt sorununu çözmek ve ülkeyi tam demokrasiye kavuşturmaktır. Çünkü Kürt sorunu çözülmeden bu ülkeye asa demokrasi gelmeyecektir.
AKP Hükümeti eğer bu ülkeye AB tipi bir demokrasiyi getirmeyi düşünüyorsa oligarşik cumhuriyetin uygulamalarını tahkim etmekten kaçınmalıdır. Bu ülke öyle Polat Alemdar tiplerinin filmleri ile derin devlet, cinayet, katliam ve demokrasi dışı faşist rejimlere sevdalı gençler yetiştirecek sanat(?!) yapımlarından vazgeçmelidir. Ve bu roller gençlere idol olmamalıdır. Bu ülkenin Ogün Samastlar ihtiyaçları yoktur. Bu ülkedeki kadınlar Hülya Avşarların zenginliği ve şöhreti içinde yaşamamaktadırlar. Bu ülkenin halkı asla Polat Alemdarlara ya da Hülya Avşarlara ulaşamazlar. Bu figürler bizim insanımız için ancak ekranda olurlar. Bizim için bir çeşit sanal figürlerdir onlar. Bu ülkenin insanı sıradan halktır. Eğer sizin bu halka saygınız varsa bu halkla muhatap olacaksınız, başkasıyla değil!





11 Haziran 2013 Salı

Taksim Direnişi’nde Üç Lider: Atatürk-Muhammed-Apo



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
Benim gözlemlerime göre; “Taksim-Gezi Parkı Eylemi”ne üç lider damgasını vurmuş durumdadır. Bu liderler; Türklerin atası Mustafa Kemal Atatürk, İslam dininin kurucusu ve peygamberi Muhammed Mustafa ile Kürd Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır (devrimci-sosyalist önderleri Apo kategorisinde varsayıyorum)
Bu kanıya nasıl vardım? Hem Taksim-Gezi Parkı’nda ve hem de Türkiye genelinde bu eyleme destek veren alanlarda kılınan Cuma namazı ile yapılan konuşmalarda, taşınan pankartlardan anlamak mümkündür.
Buradan hareketle; İslam’ın kurucusu ve peygamberi Muhammed Mustafa’yı, Türklerin atası Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Kürtlerin önemli bir kesimi tarafından liderliği kabul gören Abdullah Öcalan’ı kendi penceremde değerlendirmek istiyorum.
Ülkemizde Muhammed’i ve Atatürk’ü eleştirmek hala bir tabudur. Es kazara biraz ileri gidip sert bir eleştiri yaparsan hemen savcılar hakkınızda dava açıyor. Fazıl Say hakkında açılan dava bu uygulamaların en açık kanıtıdır.
Tabuları kırmak için eleştiri yapan insanları “İslam, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı” olarak nitelemek doğru olmadığı gibi insaflık ölçülerine de sığmaz.
“Hakikattin dışında hiç bir şeyi tanımıyorum. Onun için hiç ama hiç korkmuyorum. Cennet derdimin olmadığı gibi, Cehennem korkum da yoktur. İşte bu nedenden dolayı yazdıkça yazıyor ve dokunulmayan konuları hiç bir güçten çekinmeyerek işliyorum. Bu noktada ortaya çıkan durum cesaret oluyor; halbuki ben sadece ve sadece iyi, doğru, güzel, estetik ve mutluluğun adresi Hakikatin peşinden gidiyorum,” (Mehmet Serhat Polatsoy / özel mesajdan)
İsimlerimiz aynı fakat Fikirlerimiz farklı olabilir ve olmalıdır da. Örneğin; benim ismim Mustafa ama Mustafa Kemal’in de Muhammed Mustafa’nın da düşüncelerini benimsemiyorum. Ancak, yaşadıkları çağın şartlarına göre yaptıkları birçok olayı görmezlikten de gelemeyiz.
Her çağda olumlu-olumsuz davranışlar gösteren politik liderler olmuştur. Tarih sayfalarında bu liderlere bolca rastlamak mümkündür. Türkiye halklarının etnik yapısı, dini inançları ve siyasal yaşamını göz önüne alıp, son günlerdeki Taksim-Gezi Parkı Direnişi açısından önem taşıdığı için ben sadece bu üç liderden bahsetmek istiyorum.
Bu üç liderin en önemli ortak özelliği yok olmak üzere olan kendi ulusunu yeniden var etmektir. Muhammed’in Arap, Atatürk’ün Türk ve Apo’nun Kürd ulusunu yok olmaktan kurtardığı bilinen bir gerçektir.
Muhammed; Mekke'nin fethedilmesiyle birlikte İslam dini Arap yarımadasında üstünlük sağlamaya başladı. Arap Yarımadası’nda birbirleriyle kavga eden dağınık kabileleri bir araya getirip, İslam dini altında bir Arap ulusunu inşa etmiştir.
Atatürk; Kurtuluş savaşıyla birlikte Türk olmayan çok sayıdaki diğer ırkları da Türklük kavramı içine yerleştirmiştir. Dolayısıyla adeta azınlık durumunda olan Türkleri toparlamış ve asli unsur haline getirerek yeni bir Türk ulusunu meydana getirmiştir.
Apo; Resmi ideoloji tarafından asimile yöntemiyle Türkleştirilen ve yok edilmek üzere olan Türkiye Kürdlerini Mazlumların desteğiyle adeta betonun altından çıkarıp, Kürdlere yeniden kimlik kazandırmıştır.
Bu durumda; Arap olup Muhammed’i, Türk olup Atatürk’ü, Kürd olup Apo’yu sevmeyenlerin aklına şaşarım! Bu cümleden dolayı hiç kimse beni ırkçılıkla suçlamaya kalkışmasın. Ben sadece bir gerçeği tespit etmeye çalışıyorum.
Bir bilim insanı Laboratuvarda inceleme yaparken ne kadar dindar ya da ırkçı olursa olsun kullanacağı yöntem bilimsel metotlardır. Bilimsel yöntemin dışına çıkarsa insanlık için zerre kadar hiç bir şey üretemez.
O nedenle kimliklerimizi arka planda bırakarak olayları irdelememiz gerekir. Ben bu çerçevede hareket ettiğimi düşünüyorum.
İnternet üzerinden edindiğim bilgilere göre; bazı üniversiteler tarafından yapılan anketlerde insanların %47’si kendini din ve millet üzerinden tanımlamaktadırlar.
Bu anketlerden anlaşıldığı üzere; “Taksim-Gezi Parkı Direnişi” eylemliklerinde insanların yarısı kendini bu çerçevede ifade ettiğini söyleyebiliriz.
“Aslında Gezi Parkıyla başlayan süreç bir dönemin sonunu ve yeni bir başlangıcı temsil ediyor....” (F. Başkaya)
Umuyor ve diliyorum ki; Gezi parkıyla başlayan eylemler bu süreci yeni bir dönemin başlangıcını temsil eder duruma gelmesidir.
11.06.2013



9 Haziran 2013 Pazar

PATLAMA...



Bülent Tekin

                      Gezi Parkı eylemlerini tek kelimeyle açıklamak gerekirse “patlama” diyebiliriz. AKP iktidarını sarsan ve bunu oya indirgeyebilen bir olaydan bahsediyorum. 30 yıllık PKK silahlı mücadelesi bile böylesine bir oy tahviline neden olamamıştı. PKK’nin özellikle 2009 sonrası tırmandırdığı silahlı mücadele tarzı AKP iktidarını görüşme (müzakere) durumuna itebilmişti ama olumsuz yönde bir oy tahviline neden olmamıştı. Bu en son Gezi Eylemleri’nde PKK (KCK) de yer aldığını deklere etmiş bulunmaktadır.
                      Taksim Gezi Parkı eylemlerine kısmen ulusalcı, ırkçı ve hatta faşistler de katılmaktadır. Katılanların yelpazesi dindar Müslüman’dan sosyalistlere, Kürtlere, liberallere, faşistlere kadar dayanmaktadır. Her çeşitten insanın içinde olduğu bu eylemler ağaç kesme nedeniyle başlasa da bugün farklı bir noktaya gelmiş bulunmaktadır. Borsayı dahi etkilemiş bu eylem Başbakan Vekilini özür dilemeye zorlamıştır. Ülkede-göreceli de olsa!-TSK vesayeti kısmen kırılmış olsa da her türlü vesayetin olmadığı demokratik bir düzen bugüne dek kurulamamıştır. Ordu hizaya gelmiş olabilir ama içinde yine de Çözüm Süreci’ni kırmak isteyen figürleri barındırmaktadır. Tam demokrasi inşa edilemediğinden askeri vesayet iktidar vasıtasıyla başka türlü bir sivil vesayet eliyle devam ettirilmek istenmiştir. Polis teşkilatı başka bir güç olarak kullanılmaktadır. Adalet sisteminin durumu ortadadır. Bugün itibari ile 12 Eylül Anayasası bazı düzenlemelerle yürürlüktedir. General Evren sözde yargılanmaktadır ama duruşma salonuna onu kimse getirememiştir. Onu kimse de hapishane koğuşuna koyamayacaktır. Bu o kadar da açıktır. 
                      Ülkede işkence vardır. Cezaevlerinde işkence ve tecavüzlerden bahsedilmektedir. İşkenceden ve cinayetlerden sorumlu olan bir kısım memurlar terfi edilmiştir. Hrant Dink’in öldürüldüğü kentin valisi İçişleri Bakanı yapılmıştır. O kentin emniyet müdürü de valiliğe terfi edilmiştir. Bu konularda daha fazla örnek vermek istemiyorum.
                      Tüm bunlara karşın AKP iktidarı bugünkü haliyle mevcut parlamentodaki durum karşısında en iyi olanıdır. Tabii muhalefet partileriyle karşılaştırarak bu belirlemeyi yapıyoruz. CHP-MHP iktidarlarıyla karşılaştırıldığında AKP iktidarının daha iyi durduğunu söyleyebilirim. Tabii bu belirlemem mükemmel olduğu anlamına gelmemektedir. Bunlar olacağına bu olsun anlamındadır. AKP iktidarı insanların yaşam tarzına çok fazla karışmaya başlamıştır. Başbakan nerdeyse jinekolog görevini üstlenmiştir. Kürtaj, üç çocuk ve fazlası, sarhoş, dindar nesil gibi uygulamaların öyle görüldüğü gibi masumane değerlendirilmeyeceğini biliyoruz. Bu ülke her tipten insanın kendini özgür ve mutlu hissettiği bir yer olmalıdır. İnsan haklarından asla taviz verilmeyen bir demokratik düzenden bahsediyorum. Herkesin dinine, inancına, görüşüne göre yaşayabildiği bir ülkeden bahsediyorum. Dindar Müslüman ibadetini ve giyimini inandığı şekilde yerine getirmelidir. İnançsız biri de özgür ve eşit bir yurttaş olmalıdır. Bu topraklarda Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Alevi, Yezidi, Türk, Kürt, diğer inançlar ve ırklar eşit ve özgür yurttaş statüsünde mutlu yaşabilmelidirler. Biz öyle bir demokratik ülkeyi yani ortak vatanı hayal ediyoruz.  

                      Gezi Eylemleri sadece ülke içinde bir kırılma yaratmadı, uluslararası bir değerlendirme de başlattı. ABD iki kez Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni uyardı. AB ve diğer ülkeler de bu konuda hassasiyet gösterdiler. Arap Baharı tipi bir hareketin Türkiye’de olamayacağını iddia etmek doğru değildir. Bakın günlerdir polis Taksim’e gidemedi. Tek tutuklama de yok. Resmi rakama göre üç ölü ve yüzlerce yaralı var. Altmış bin kişinin öldüğü Kürt hareketi savaşında bile polis ve adliye bu hale gelmedi. Hükümetin olanları ve davranışlarını dikkate alması gerekir. Hükümet hayat tarzlarına karışmaktan vazgeçmelidir. En kısa sürede Çözüm Süreci’ni sonuçlandırması ve Kürt sorununu çözmesi gerekmektedir. İnsan hakları, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet bu ülkenin bayrağı olmalıdır. Üç ölü bu ülkede sarsıntılar yaratabilmiştir. Ölümleri istemiyoruz. Irkçılığı ve faşizmi lanetliyoruz. Demokrasi maskeli otoriter, totaliter ve tek adamlığa dayalı bir sistem milyonlar tarafından kabul edilemez. Tam demokrasi ve kardeşlik sağlanmalıdır.  Kısacası anayasal ve yasal düzenlemelerle insanca yaşamak istiyoruz.

8 Haziran 2013 Cumartesi

HAZİRAN DİRENİŞİ’NİN İLK SONUÇLARI



Adil Okay

Gezi parkı, bardağı taşıran son kıvılcım oldu. 10 yıla yaklaşan AKP iktidarının adım adım ördüğü, alıştırarak, kanıksatarak uygulamaya soktuğu ve muhafazakârlıkla kardığı neo-liberal politikalar nihayet ters tepti. Kendinden olmayanlara karşı kurmaya çalıştığı "korku imparatorluğu" çatırdadı. Homojen olmayan, tek bir siyasal grubun önderliğinde olmayan halk kitlesi, özellikle gençler, Gezi parkında “3 ağacı korumak” için ayaklandı. Elbette buradaki 3 ağaç, 30 yıldır adı konulmayan iç savaşta devletin yaktığı ormanlarda ağlayan ağaçların kardeşleriydi, AKP’nin iktidarda olduğu 10 yıl boyunca İslamcı sermayeye peşkeş çektiği ormanlardı, barajlarla kirletilen nehirlerdi.

Buradaki 3 ağaç, 2B, 3. Boğaz köprüsü ve Yeni havaalanı projeleriyle “katli vaciptir” denilen milyonlarca ağacın sözcüsüydü.

Gezi parkında başlayan ayaklanma, AKP hükümetinin, yandaşlarını zengin etmek için yaptığı, saymakla bitiremeyeceğim hırsızlıklara tepkiydi.

Halk ayaklandı. Ben de ayaklananlar arasındayım. Zira biz artık ceberut başbakanın ne içeceğimize, ne yiyeceğimize, kiminle ve nasıl sevişeceğimize, kaç çocuk yapacağımıza, hangi ibadethaneyi kullanacağımıza bizim adımıza karar verme cüretine isyan ettik.

Zira biz sermayenin fütursuzca, hükümetten aldığı destekle iş cinayetleri işlemeye devam etmesine isyan ettik.

Zira biz, var olan laikliği beğenmezken, (Sünni) diyanet işleri bakanlığının olduğu, imamların devlet memuru yapıldığı bir ülkede laiklik zaten yarımdı, sorunluydu derken, onun da kuşa çevrilmesine isyan ettik.

Zira biz hapishanelerin dolup taşmasına, gazetecilerin, avukatların, öğrencilerin, seçilmiş vekillerin, belediye başkanlarının, meclis üyelerinin olmayan suçlarla hapse tıkılmasına, hasta mahpusların birer birer tahliye edilmeden ölmesine isyan ettik.

3. Boğaz köprüsü 2 milyondan fazla ağacın katline neden olacak. Sadece "yavuz" adını tartışıp bu geleceğin doğa katliamını görmezden, duymazdan gelmeyelim. Doğrudur "yavuz sultan selim" adı Alevilerin ilk kitlesel katliamına fetva vermiş, kendi babasını zehirleterek tahta çıkmış bir alçağın adıdır. O nedenle tepkileri anlıyorum. Bu tepkiler-itiraz sesleri hem o isme hem de köprünün yaratacağı ağaç-orman katliamına karşı yükselmelidir. AKP hükümeti bir hamleye ülkede iki yara açmak istiyor. Birincisi Alevilerin ilk sistematik katline neden olan bir adamın adını aklamak, ikincisi sermaye sınıfına rant kapısı açmak, bunun için de doğayı katletmek. Yani hem Yavuz Sultan Selim ismine, hem de köprüye karşı çıkmak gerekiyor.

Yeni havalimanı projesinde yapılmak istenen de çok farklı değil. Siz İstanbul’a yapılması planlanan yeni havalimanının yüzde 90’ının orman ve göl üzerine inşa edileceğini biliyor muydunuz? İşte bilmeyenlere bu gerçekleri “3 ağaç” için ayaklananlar öğretti.

Peki, “Yeni 2b, Yeni petrol ve Yeni orman” kanun tasarılarında neler olduğunu biliyor musunuz? Mersin Akkuyu ile Sinop’ta yapılmak istenen nükleer santrallerin yapacağı doğa tahribatı ve tehlikesi bir yana, ülkeyi nükleer çöplüğe çevireceğini ve bu çöplerin bin yıl saklanması gerektiğini biliyor muydunuz? Bir makalenin en fazla iki sayfa olması gerektiğini bildiğimden bunların yanıtını aramayı da okuyuculara bırakıyorum. Sadece şu güzel haberi verebilirmiş: Çok yazılıp çizilmedi ama Taksim direnişi ilk meyvesini verdi: Hükümet tepkilerden çekinip "Orman kanun tasarısını" sessiz sedasız geri çekti. Bu tasarıyla Belgrad ormanı, Yedigöller bölgesi ve Manyas kuş cenneti imara ve HES'lere açılacaktı.

Direniş başladığında İzmir'de eğitimini yapan yeğenim bana şu soruyu yöneltmişti: "dayı tüm Türkiye sokakta ama Tayyip Erdoğan hala kışkırtıcı konuşmalar yapacak cesareti nerden buluyor... ”

Ben de şu yanıtı vermiştim: Macar şairi Sandor Petofi, günümüzde barış-demokrasi mümkün değildir, savaş teknolojiyi geliştirmektedir diyenlere şunları hatırlatmaktadır: Bir zamanlar kölesiz bir yaşam düşünülemezdi. Ama insanlık gelişti, köleler ayaklandı. Ben ek yapayım: Bir zamanlar bir kız çocuğunun doktor olması da yasaktı. İmkansızdı. Ama bu yasaklar da kadınların mücadelesi sonucu kırıldı. Devam edeyim, Türkiye’de bir zamanlar 1 Mayıs tatil bile değildi, iş günüydü, Taksim’e çıkmak imkansız deniliyordu. Çıkıldı. Cumartesi annelerine oturma izni bile verilmiyordu, yargısız infaz amirleri, katiller devletten madalya ve bol maaş alıp serbest gezerken, “halkların kardeşliği” sloganını atanlar “bölücü” sayılıp hapis cezası alıyordu. Bu örnekleri çoğaltabilirim. Demem o ki: Bir zamanlar, 12 Eylül’ün mührünü seleflerinden alan AKP hükümetine (Hükümet: sermaye sınıfı, kolluk güçleri vd.) karşı gelmek imkansız deniliyordu. Bu gün Taksim Gezi parkında başlayan başkaldırı ilk meyvesini verdi. Hükümet ve emir erleri geri adım attı.  Bükülmez sanılan bilek büküldü. Demek ki iradi olarak mücadeleyle mevziler kazanılabilir.

Gezi parkı ya da bir diğer adla Haziran Direnişi’nin ilk kazanımları bunlar…

Yazımı, sosyal paylaşım ağlarında gördüğüm bir döviz üzerindeki, ince zeka örneği bir cümleyle bitiriyorum: “Başbakanım, bizim gibi 3 çocuk daha ister misiniz”.?

O çocukları, "Çapulcuları" kutluyorum...

Haziran direnişinde hayatını kaybeden Abdullah Cömert’i, Ethem Sarısülük’ü ve
Mehmet Ayvlalıtaş’ı saygıyla anıyorum.

06.06.13






4 Haziran 2013 Salı

İLGİLİ MAKAMA…




Bülent Tekin



1 Haziran günü Diyarbakır’da Diclekent’ten Ofis’e gitmek istedim. Geçen tüm dolmuşlar balık istifi ile dopdoluydu ve mizah dergilerindeki karikatürlerde çizilenler gibi ayaklar ya da vücudun başka parçaları (okura saygımdan dolayı vücudun o parçalarını yazmıyorum!) dışarıda, kapı açık şekilde geçip gidiyorlardı. Bu kadarla da kalsa iyiydi. On adımda bir durup yeni yolcu almaya çalışıyorlardı. Bu kadar acımasız ve insanlık dışı yolcu taşıma tarzının ünlü Amed (Diyarbakır/Diyarbekir) kentinde olması o güne mahsusu değildi. Her gün bu manzaralar vardır. 14 kişilik dolmuşlara bir seferde ben diyeyim yüz, siz deyin 200-300 kişilik yolcu indirme bindirme usulünün para kazanma adabını nasıl bir hale getirdiğine bakmanın zamanını çoktan geçtiğini düşünüyorum. Yazılarımın bazılarında bu tür konuları dile getirdiğim halde nedense ilgili makamlar (valilik, belediye, emniyet, savcılık ve diğerleri) dikkate almamaktadırlar. Bu yazımı da muhtemelen dikkate almayacaklardır. Ama ben yazmaya devam edeceğim. Ben yazacağım, siz de dikkate almayın, olur mu?
1 Hazirandaki olaya gelmek istiyorum. Şehir içi dolmuşların bu tarzını protesto etmek amacıyla Diclekent’ten Ofis’e yürüdüm Önce 155’i arayıp ilgili polise durumu anlattım. Erkek polis pek güven vermedi. İkinci kez aradığımda karşıma çıkan kadın polis beni bir trafik görevlisiyle görüştürdü. Görevli çok insani boyutlarda olaya baktı ve telsizden ilgili yerlere durumu aktardı. Bana da emniyet internet sayfalarındaki mail adreslerine durumu açıklamamı önerdi. Ben de bunun üzerine bir internetkafeye girdim ve ilgili emniyet birimlerine şu maili gönderdim: “Diyarbakır merkezde M plakalı şehir içi dolmuşların tüm hatları onlarca yolcuyu, kadın, erkek, çocuk üst üste ve balık istifiyle taşımaktadırlar.14 kişilik bir dolmuşa her an en az 30-40 ve bazen bunların üstünde yolcu almaktadırlar. Her on metrede bir de durup yeni yolcu almaya çalışmaktadırlar. Bu tavra belediye, valilik ve emniyet teşkilatı neden olmaktadır. Belki trafik polisinin azlığını anlıyorum ama ya dolmuş kooperatifi ile diyalog halinde olması gereken valilik, belediye ve emniyetin ilgili görevlilerine ne demeli? Bugün bu tavrı protesto etmek amacıyla Diclekent’ten Ofis'e yürüyerek geldim.155’e gerekli bilgiyi yaptım ve bir yazar olarak bu konuyu gazetemde de yazacağım. İnsan haklarına aykırı, sömürü amaçlı ve sağlıksız bu davranışların önlenmesini bir yurttaş olarak istiyorum. Böyle mafyavari davranışlara asla göz yumulmaması gerektiğini ve insanların maddi yapısına göre yaşamlarını cehenneme dönüştürmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu konularda gerekli işlemlerin yapılmasını ve duyarlılık gösterilmesini bir yurttaş olarak rica ediyorum. Saygılarımla. Bülent Tekin” İnternet kafeden çıktığımda elinde telsizi olan bir kâhyanın müfettiş rolünde dolmuşlara müdahale ettiğini ve yolcu sayısına göre harekete izin verdiğine tanık oldum. Gülümsedim tabii. Çünkü ben biliyor(dum) ki bu uygulama sadece o güne mahsus olacaktı. Bu benim kısacık bir zaferim(?!) olmalıydı, ne dersiniz ha?
Bu manzaradan en fazla sorumlusunun bir Diyarbakırlı olan Belediye Başkanının olduğunu düşünüyorum. Çünkü Diyarbakır’a yakışmayacak bu tavırlara ilgili kooperatifle diyaloga girerek meydan vermeyebilir düşüncesindeyim. Sonraki büyük sorumlunun Vali’nin olduğunu düşünüyorum. Ve sırasıyla da diğer makamlar. Ve en sonunda da bizleri de ekliyorum. Ben de sorumluyum. Ses çıkarmadığım ve müdahale etmediğim için de “ben” sorumluyum.
Duraklarda ellerinde telsiz olan, ayakçı ya da kâhya olarak adlandırılanların sigortalı çalışanlar olduğunu sanmıyorum. Yoksulluktan ve iş bulamazlıktan kaynaklanan bir iş yaptıklarını düşünüyorum. Para kazanmanın bir ahlakı vardır. Öyle kadın, kız, çocuk demeden dolmuşun içine pastırma usulü ile insanları sıkıştırıp, her on adımda bir yeni yolcu almak usulünün insanlıkla uzaktan bir ilgisi yoktur. Bu topluma karşı ve mevcut hukuk yasalarına karşı da işlenilmiş bir suçtur. Ve en önemlisi bu bir insan hakları suçudur. İnsanlar, kooperatifler bu kadar cimri olmamalıdırlar. Böylesine bir uygulamayı yapanların insanların (yolcuların) yüzüne nasıl bakabildiklerine de hayret ediyorum.

Bu konuda yazacak çok şeyim var. Onları da başka seferlerde yazacağım. Ve sonuç itibari ile bu yazdıklarımın kimse tarafından dikkate alınmayacağını biliyorum. Ne Belediye Başkanı, ne Vali ve ne de Savcı dikkate almayacaktır. Biliyorum. Çünkü çok işleri vardır ve bu küçük olay ellerindeki dosyaları artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Küçük bir ihtimal de olsa, ilgi makamlara yazmış olduğum bu yazının bu sıcak yazda hiç olmazsa bir seferliğine(?!) dikkate alınmasını diliyorum. Çok şey mi istedim acaba?

2 Haziran 2013 Pazar

AVUKAT...


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


                      Sonuçlanmak üzere davası olan bir adam vardı. Yargılama süreci hep olumsuz gitmişti. Davanın adamın aleyhine sonuçlanacağı hemen hemen kesin gibiydi.
                      “ Davayı kaybedersem mahvolurum,” dedi adam arkadaşlarına üzgünce. “Dava neredeyse karara kaldı. Kaybedersem bitirirler beni, yok olurum…”
                      “Gel sana bir avukat bulalım. Eski avukatını da azlet!” dedi arkadaşlarından biri. “Her davayı kazanan ünlü bir avukat tanıyorum.”
                      “ Ben de onu tanıyorum,” dedi diğer bir arkadaşı, “hukuk dalında ün yapmış bir avukattır. Ne yapıp yapıp davayı kazanır o!”
                      Adam, diğer dostlarının da aynı avukatı önermeleri üzerine, kendi avukatını azlederek o ünlü avukata vekâlet verir. Böylece huzur içerisinde yargılama sonunu bekler. Epeyce ekonomik kaybı olmuştur ama, “olsun,” der adam kendi kendine, “şayet davayı kaybedersem uğrayacağım zarar telafi edilemeyecek nitelikte olur!”
                      Ve nihayet mahkeme günü gelir çatar. Adam çok heyecanlıydı, avukatıyla beraber mahkeme koridorunda volta atarken zaman durmuştu sanki. Neyse ki mübaşirin sesiyle biraz kendine gelir:
                      “Adam ve avukatı!..”
                      Avukat önde adam arkada mahkeme salonuna girerler. Celse açılır ve yargılama başlar. Avukat tüm yeteneğini ve hukuk bilgisini duruşmada konuşturur. Ama sonuç nafiledir. Yargıç kararı okur: Avukat davayı kaybeder. Evet…Evet…Her davayı kazanan avukat bu davayı kaybetmişti.
                      Adam şoktaydı. Mahkeme salonundan avukatının arkasından nasıl çıktığını bilemez. Kanı donmuştu adamın, ne yaptığının ayırdında değildi. Avukatsa adama bakmıyordu bile. Ağzından tek bir kelime çıkmamıştı avukatın. Avukat önde, adam arkasında bir süre adliye koridorunda yürüdüler ve avukat baro odasına girdi aniden. Avukatlık cübbesini çıkardı, çantasına yerleştirdi güzelce. Adam onu koridorda bekledi. Çok geçmeden avukatın odadan hızla çıktığını gören adam peşine takıldı. Avukat adliye binasından dışarı çıkmaktaydı. Avukat önde, müvekkil arkasında kan ter içinde koştu bir süre. Sonunda avukatın yanına yaklaşmayı başaran adam, kanı başına sıçrar bir şekilde konuştu:
                      “ Hani her davayı kazanıyordun? İşte benim davamı kaybettin!”
                      O ana dek dava sonucuyla ilgili tek kelime etmemiş ve müvekkilinin yüzüne bakmamış avukat aniden durdu ve konuştuğunda-karşısındakini suçlar gibi?-yüzü hafifçe gülümsüyordu:

                      “Müvekkil! Aslında davayı ben kaybetmedim. Sen kaybettin!”