26 Haziran 2008 Perşembe

SEVMEME SUÇU







Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de


Türkiye’de yeni bir suç kavramı ortaya daha çıktı. Aslında pek te yeni sayılmaz. Belki yeniden gündeme geldi demek, daha doğru olur. Bu da „Atatürkü sevmeme“ suçunu işlemektir. Genç bir kız çıkıp yarı ürkek ve aynı zamanda cesurca: „ Eğer başıma bir şey gelmeyecekse, Atatürkü sevmediğimi söylemek istiyorum.“ Diyerek, bu suçu işleme erdemini göstererek, yargılama konusu oldu. Hem ürkek hemde cesur; çünkü bunu söylerken başına bir şeylerin gelebileceğin kaygısı var, ve bu bir tabu olduğu için, aynı zamanda cesaret de ister. Bunu Türkiye’de söylemek her baba ya da anayiğidin harcı değildir.

Nuray Bezirgan : "Atatürkü sevmeme hakkı var mı? Başıma bir iş gelmeyecekse ben sevmiyorum."


Bu genç kız idama mahkum olur mu, olmaz mı pek bilinmez. Ancak kesin bilinen bir şey varki, o da, Türkiye’de, bırakalım düşünceyi duyguları da idam etmek isteyen bir zihniyet ve anlayışın olduğudur. Bu örnekte de görüldüğü gibi, Türkiye’de yargılanan sadece düşünceler değil aynı zamanda duygulardır da. Bu ülkede insanların düşünce kadar duygu özgürlüğününde olmadığı görülüyor. Yani hem düşünce, hemde duygu tutsaklığı var.

Acaba burada neden tüm insanları değilde, yalnızca Atatürkü sevmemek suç oluyor ? Neden sadece Atatürkü koruma kanunu var. Bu kadar büyük denilen bir insan eğer yasalar ile korunmaya muhtaç ise vay haline onun. Yazıklar olsun demeli.

Yoksa bir insanın sevilebilmesi ve korunması için bir Atatürk olması mı gerekir ?

Günlük yaşamda, Televizyonlarda, gazetelerde, orada burada herkes, onu bunu sevmiyorum derken, neden suç olmuyorda, bu Atatürk olursa suç oluyor ?

İşin insani, ahlaki veya nezaket yanı bir yana, hukukta insanların niyet ve duyguları fiilen eylem, şiddet ve hakarete dönüşmedikçe yargılanamaz.

Belki insani olarak insanlarin birbirlerini sevmeleri gerekir denilebilir. Ancak henüz pozitif hukukta niyet ve duguları yargılayan bir sistem, Türkiye dışında dünyanın herhangi bir yerinde görülmüş değildir. Yani duyguların yaptırım gücü, sorumluluğu ya da ceza selahiyetini Türkiye dışında başka herhangi demokratik bir ülke henüz icat edememiştir.

Normalinde sevgi gönüllü olup hukukta herhangi bir yaptırımı yoktur.

Saygı ise insan hakları çerçevesinde mecburi olmakla birlikte haksızlık derecesine varınca da bir hukuk konusu olabilir. Eğer saldırı olmadıkça zoraki bir saygı mecburiyeti de yoktur.

Duygularını ifade etme bazında ise sevmek kadar, sevmemek hakkı da olmalıdır.

Kişilik, görüş vb. konularda birini beğenmeme anlamında sevme ya da sevmeme herkesin hakkı olup kişi bu konuda illaki bir tercihe zorlanamaz.

Hatta sevmemek bir yana, eğer hakaret düzeyine varmadığı sürece, nefret etme hakkı da olmalıdır. İllaki bir suç aranıyorsa eğer, belki de tam tersine, sevmek yerine, bazılarından nefret etmemek suç olmalıdır. İnsanlık adına bazı kişilerden nefret edilmelidir. Mesela Hitler, Mussolini, Franko vb. Bunlar gibi Atatürk de bazıları için sevilmiyor olabilir. Mesela Kürtler için Atatürk nefret edilmesi gereken biridir.

Kürtler de insan olduğuna göre, bütün insanların, başkalarını katledenlere nefret duyması gerekir. Ve bunları savunmak suç olmalıdır.

Onun için kürtleri katliamlardan geçirmiş biri olarak benim de bir insan ve Kürt olarak,
Atatürkten müthiş nefret ediyor ve bunun benin doğal bir hakkım olduğunu düşünüyorum.

Yahidiler için Hitler ne ise, Kürtler için de Atatürk odur. Soykırım demek, sadece insanları fırında yakmak değildir. Atatürkün Kürtlerin kanından dereleri kan kırmızı akıtması insanları fırınlarda yakmaktan çok fazla geri bir soykırım değildir.

İsyana da kalkışmış olsa - ki bunlar haklı isyanlardır - bir halkı kadın, çocuk, yaşlı demeden acımasız katl etmek tabiki bir soykırımdan başka bir şey değildir.

Evet gerçekten Yahudiler için Hitler ne ise Kürtler için de Atatürk odur.
Ama Almanlar için Hitler ne ise Türkiye için Atatürk o değildir. En azından Almanya Yahudi soykırım ve Hitleri kınarken Türkiye, Kürtlerin katliamları ve Atatürke sahip çıkarak savunuyor. Almanya’da Hitleri savunmak suç iken Türkiye’de Atatürkü savunmamak suç. Ancak sonuç olarak ikisininde uygulamaları aynıdır.

Son günlerin gündemi Atatürkü sevmeme suç olunca, bu basın ve yayında da yoğun bir şekilde tartışılıyor. Her tartışmacı ne kadar Atatürkçü olduğunu göstermek ve onun sevgi ödülünü alabilmek için adeta birbirleriyle yarışıyor.

Geçen gün bir Televizyon kanalında sözümona uzman, gazeteci ve bilim adamları, genç kızın bu büyük suçunu ortaya koyarak mahkum edebilmek için bin dereden su getirirken, bunlardan Profesör ünvanlı biri oldukça ahmak argümanlarla kızın aslında idamlık olduğunu kanıtlamak istercesine : „ Ulu önder Atatürk milyonlarca insanın kalbinde taht kurmuş biridir, onu sevmemek olmaz.“ Dedikten sonra, sözlerinin bir yerinde, cahalete dikkat çekerek Ata’yi sevmemenin bilinçsizlikten kaynaklanığını ve Ata ile insanları sevmemenin güya suç olduğunu anlatmaya çalışınca : „ Aslında ben ibrahim Tatlısesi pek sevmem ama Urfa’da Oxfort vardı da biz mi okumadık sözü doğrudur.“ Derken, ben de onu suç üzeri yakalayarak, içimden: “ Bu kadar da ahmaklık olamaz.“ dedim. Çünkü madem başta Mustafa olmak üzere, insanları sevmemek suç ise bu ahmak Prof. neden milyonların kalbinde taht kurmuş, koskoca Tatlısesi sevmeyerek suç işleyebiliyor. Tamam belki „pek sevmem“ dediği için o „pek“ kelimesi onun cezasında hafifletici bir etken olabilir. Ancak tüm suçunu ortadan kaldıramaz. Ama sevmeme suçunu işlediği için yargılanmalıdır, yoksa aptal bir profesör olduğu teyid edimlelidir. Sevmemek suçsa ve hele ünlü birini sevmemek daha büyük bir suç ise İbo gibi önlü birini sevmemek ya da en azından bir insan olarak sevmemek suç olduğundan bu bay Profesör, cezasını mutlaka çekmelidir!

Bu konu, Cumhuriyetin ve has Atatürkün sevgi bekçileri olan savcılarına duyurulur…

24 Haziran 2008 Salı

HATAY SORUNU

Kemalizmin İlhak Zincirinde HATAY

- Bir Tarihsel İnceleme

Sevra KURTULUŞ

















Giriş:

Türkiye’nin sınırları nerede? Nasıl çizilmiştir bu sınırlar? Çizilen bu sınırlar, gerçekten Türkiye’nin ”tam yerini” gösteriyor mu? İşte TC’nin kuruluşundan bu yana, bu sorular hep tartışma konusu olmuş; tartışma konusu olan bu sorular, Türkiye’nin ”sorunları” haline gelmiştir.

Osmanlı devletinin yıkıntıları üzerinde kurulan TC; tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi ”gecekondu” bir tarzda ve başka halklar üzerinde kurularak, ”fetihçi” ve ”çapulcu” geleneğini bugünlere dek, sürdürmüştür. Bir de ”kemalizm” adını alan bir resmi ideolojiyle şekillenmiştir.

Peki, bu ideoloji nedir?

Bu ideoloji, 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğunun tüm deneyimlerini miras olarak alan bir ideolojidir. Bu bazen islami giysi içinde, ”pan-islamizm”; bazen de dünyadaki tüm Türkleri toplama, birleştirme, pan-türkizm” adı altında, günümüze kadar sürdürülmüştür. Özü de hep aynı kalmıştır: Irkçılık, sömürgecilik, işgal ve ilhak.

Kemalistler, ince taktik ve oyunlarla – iç ve dış koşulları da çok iyi kullanarak – Kuzey Kürdistan, Liva İskenderun ( Hatay ) ve en son da Kuzey Kıbrıs’ı işgal ve ilhak etmişlerdir.

Önce Kürtlerden yana görünen Kemalistler, 1923 Lozan antlaşmasıyla, dışta resmiyet kazanmaları ardından hemen sonra, Kürt halkına saldırmış, Kürdistan’ın Kuzeyini işgal ve ilhak etmişlerdir. Bununla yetinmeyen Kemalistler, Kürt halkını, ”adıyla – sanıyla” ortadan kaldırmak için, hep uğraş verdiler.

1939’lara kadar ”Bağımsız Hatay Devleti”nden yana görünen Kemalistler, 2.dünya savaşındaki güç dengeleri çok iyi kullanarak ve Fransa ile yaptıkları pazarlık sonucu, Liva İskenderun’u (Hatay) kendi(!) ”sınırlarına” dahil ettiler. İlhak ettiler.

Keza, 1960 yılında İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında varılan ve Londra Anlaşması’yla kabül edilen ’Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyet’i 1974 yılında ırkçı Bülent Ecevit Başbakanlığı döneminde ortadan kaldırılmış ve Kıbrıs’ın Kuzeyi işgal edilmiştir.

Ancak buradaki konumuz, Liva İskenderun; yani Kemalizmin ilhak zincirinde yer alan Liva İskenderun’dur.

Liva İskenderun Sorunu, Unutturulmuş Bir Sorundur
Liva İskenderun sorunu, gerçekten unutturulmuş bir sorundur. Dünya tarihinde, bel ki de, en fazla haksızlık yapılan sorunlardan bir tanesi olmasına karşılık, bu sorun hep rafta kalmış; bu sorunla ilgili olarak, ne bu sorunun doğrudan muhatabı olan Suriye, ne de Liva İskenderunlu ilericiler, sosyalist ve alevi Arap devrimcileri ilgilenmiş; sanki böylesi bir sorun yokmuş gibi, bu konuda, nedense, hep sessiz kalınmıştır.
Suriye, İsrail tarafından işgal edilmiş topraklarını hep gerekçe göstererek, Liva İskenderun sorununu gündeminden çıkarmış ve daha sonraları da bu sorunu ”unutmak” zorunda kalmıştır.

Liva İskenderunlu ilericiler, sosyalistler ve alevi Arap devrimcileri ise; ”enternasyonalist devrimci” olma adı altında, kendi sorunlarını da ”unuttular. 12 Eylül den sonra, Acilcilerin bu sorunla ilgili olarak, çabaları hep cılız kalmış; daha sonraları onlar da ”Anadolu Devrimcisi” olma adı altında bu sorunu da ”unuttular”. (*)

İşte bir yandan sorunun doğrudan muhatabı Suriye; diğer yandan Liva İskenderunluların kendi sorunlarına sahip çıkmayışları, bu sorunu çok karmaşık ve çözümü zor bir sorun haline getirmiştir.

Peki bu sorun nasıl çözülür?

Sorunun doğrudan muhatabı olan Suriye’nin şuanki tavrı ne?

Liva İskenderunlular, bu sorunla ilgili olarak ne düşünüyor ve nasıl bir çözüm istiyorlar?

Bu soruların yanıtlarını, bir başka çalışmaya bırakarak, önce Liva İskenderun’un nasıl ilhak edildiğini, kısaca da olsa, göstermekte fayda var. Zira Liva İskenderun’un ilhakıyla ilgili, Türkiye’de ve Türkçe olarak yazılan hiç bir yazı bulunmaktadır. (**) Şimdilik özetleyerek yazıyorum. Zira bu dava, bir kitap çalışmasıdır. İlerde kitap olarak, Liva İskenderun sorununu bütün yönleriyle incaleyeceğiz.

Liva İskenderun: Biraz Tarih
Hatay’ın gerçek adı, Liva İskenderun’dur. Liva İskenderun, İskenderun Sancağı anlamına geliyor. Başta İskenderun, Antakya ve bu sınırlar içinde yer alan tüm, köyler, beldeler ve ilçelerden oluşmaktadır. Kemalistler, Liva İskenderun’a ”Hatay” adını verdiler. Yani Hititlerin ülkesi. Hititler de ”ilk Türkler” olduğu saçmalığına dayandırılıyordu. Kemalistler, ”Güneş – Dil Teorisi” gibi bir saçmalıkla, Anadolu ve Ortadoğu’daki her olguyu, her şeyi, Türk olmaya bağladılar; ve Liva İskenderun da bundan nasibini almış oldu: Hatay adı verilerek, Türkleştirildi!
Bu ”ilk Türk” saçmalığını bir yana bırakırsak; Liva İskenderun, tarihte, Ortadoğu’nun üçüncü önemli merkezi olarak geçiyor. Bu nedenle, bu topraklar sürekli işgale uğramış; Grek, Roma, Pers, Bizans, Haçlılar…derken, en son Liva İskenderun, 1515’ten 1.dünya savaşı snrasına kadar Osmanlı imparatorluğunun işgali altında kalmıştır.

Osmanlıların işgali altına giren Liva İskenderun, sürekli Osmanlıların zulmüyle karşı karşıya kalmışlardır. Bu zulüme karşı mücadele vermek için, geç te olsa, 1915 yılında Emin Lutfi al Hafız öncülüğünde başlıyor. Emin Lutfi al Hafız öncülüğünde kurulan gizli örgüt, Osmanlı zülümüne karşı mücadele etmiş; Emin Lutfi al Hafız da 6 Mayıs 1916 yılında bu yolda kendini feda etmiştir.
Bu yıllarda 1. dünya savaşı var. Osmanlı İmparatorluğu, Almanya – Avusturya’yla birlikte; İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı, muhalif kampta yer alıyordu. Osmanlı devleti, yer aldığı kampla birlikte yenilgiye uğruyor. Bu yenilgi, hem Osmanlı imparatorluğunun çöküşünü, hem de Ortadoğu’da ”yeni bir dönemin” başlangıcını getiriyordu.

Yenilgi, İngiltere ile Fransa’nın Ortadoğu üzerinde siyasi, askeri ve ekonomik olarak tam hakimiyetlerini sağlıyordu. Başta anadolu olmak üzere, Ortadoğu, İngiltere ve Fransa arasında taksim ediliyor: İngiltere’ye Irak; Fransa’ya Suriye, Liva İskenderun ve Lübnan gibi manda ( sömürge) devletler düşüyor. Böylece 1.dünya savaşı, Ortadoğu’da yeni güçler dengesini ortaya çıkarıyor: İngiltere ve Fransa.

İşte böylesi bir ortamda başlayan ”Türk burjuva devrimi” Liva İskenderun’da yaşayan Araplar tarafından olumlu karşılandı. Zira Türkiye’nin ”bağımsızlığını” kazanması, Liva İskenderun’un da kurtuluşunu sağlayacaktı. İşte böylesi bir düşünce ve umut ile, Liva İskenderunlu Araplar, Türk burjuva devrimine sempatiyle baktılar.

1920’de Türk burjuva devrimi gerçekleşiyor. Liva İskenderun, Fransa’nın yetkisinde kalıyor. Devrimden bir yıl sonra, 1921 yılında, Lozan’da, Fransa ile Türkiye arasında yapılan bir antlaşmada zaten Liva İskenderun, TC sınırları dışında bir bölge olarak kabûl ediliyor; ve Liva İskenderun’da yaşayan ”Türk azınlığının kültürel haklarını muhafaza etme” konusunda da Türkiye ile Fransa anlaşmaya varıyorlar…


Fransa, Suriye’ye Bağımsızlık Veriyor
Eylül 1936’da Fransa, Suriye’ye bağımsızlık vereceğini; Liva İskenderun’un da tekrar Suriye’ye ”iade” edileceğini açıklıyor. Bu beyan üzerine, Fransa ile Suriye arasında Liva İskenderun’un kaderiyle ilgili görüşmeler yapılıyor. Suriye’yi temsil eden Sadullah al-Cabiri şu açıklamada bulunuyor:

”Suriye’nin, Türkiye ile kesin sınırlarını belirleme, iyi komşuluk ve dostluk temelinde sorunlarını çözmek niyetinde olduklarını belirterek” devamla şunları ekliyor:

”Suriye Hükümeti, Liva İskenderun’da yaşayan Türk azınlıklarının tüm haklarını koruyacaktır.”

Sadullah al-Cabiri’nin demeci, nedense TC’nin tepkisini topluyor; ve Türk gazeteleri:

”Hatay, Suriye’nin değil, Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası!”

”Hatay, Türkiye’ye verilmesi gerekir” şeklinde ve büyük başlıklar altında, çirkin bir kampanya başlattılar.

Bu çirkin kampanyadan sonra, o dönemin dışişleri bakanı Rüştü Aras, Fransa dışişleri bakanı Venot’la görüşerek, Fransa ile Suriye arasında varılan anlaşma dışında, tekrar ”yeni bir antlaşmanın” yapılmasını talep ediyor. Rüştü Aras, büyük bir utanmazlıkla;

”Hatay’ın Türkiye’ye verilmesi gerektiği, zira Hatay’da yaşayanların büyük bir bölümünü Türklerin; Araplar ise, küçük bir azınlık oluşturduklarını” söylüyor.

Gerçekte durum, tam tersidir. Araplar ne ilhak öncesinde, ne de ilhak sonrasında, hiç bir zaman azınlık durumda olmadılar. 1938 yılında yapılan nüfus sayımı bizlere şu rakamları veriyor:
- Liva İskenderun, toplam nüfus sayısı: 350 bin

- 280 bini Arap.

- 70 bini Arap olmayan Türk ve azınlıklar oluşturuyordu.

Yalnız bu kadar değil. Liva İskenderun’un ilhak edilmesinden sonra başlatılan, Liva’yı Türkleştirme çabaları da pek kâr etmedi. Zira 1964 yılında yapılan bir başka nüfus sayımında şu rakamlar var:

- Liva İskenderun, Toplam Nüfus: 600 bin.

- 500 bini Arap.

- 100 bini de Arap olmayan diğer azınlıklardan oluşuyordu.

TC’nin kendi yaptırdığı nüfus sayımı neticesinde elde edilen bu rakamlar, bizlere Rüştü Aras’ın yalanını göstermeğe yetiyor.

Ama tüm bu gerçekliğe karşın, Türkiye’nin Fransa’ya olan itirazı, Liva İskenderun sorununu, Milletler Cemiyeti kararına sunulmasının sağlıyor. Fransa, 29 Mayıs 1937 yılında, Liva İskenderun’la ilgili olarak, Milletler Cemiyeti kararları doğrultusunda hareket edeceğini beyan ediyor. Bu kararlara göre:

1) Liva İskenderun, Suriye devletinden ayrı bir ”Bağımsız Cumhuriyet” olarak kabûl edilmesi.

2) İçişlerinde bağımsız, dışişlerinde ise, Suriye tarafından temsil edilmesi

3) Liva İskenderun’da yaşayan ve tüm azınlıkları temsil edecek olan 40 üyelik bir Meclis’in oluşturulması.

4) Meclis’ten sorumlu bir Cumhurbaşkanı seçilmesi.

5) Fransa’nın - gerektiğinde - Meclis’in alacağı kararları reddetme yetkisine, yani ”VETO” hakkına sahip olması.

6) Liva İskenderun’un iki resmi dili; Arapça ve Türkçe olarak kabûl edilmesi.

Suriye’nin Milletler cemiyeti Kararına İtirazı
Suriye, Milletler Cemiyeti’nin kararıyla varılan bu antlaşmaya anında itiraz ediyor. Suriye Meclisi, 3 Haziran 1937’de acil toplanarak, şu açıklamada bulunuyor:

”Suriye Bakanlar Kurulu, Liva İskenderun’un tümü dahil olmak üzere, Suriye topraklarının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu yüzden, Milletler Cemiyeti’nin, Liva İskenderun’un geleceği ile ilgili olarak alınan bu karar ve antlaşmayı reddediyor.”

Suriye, aynı ayda, Haziran ayında, bir temsilcisini Fransa’ya göndererek, Fransa’dan ”Liva İskenderun’da yaşayan arapların korunmasını ve bu mıntıkanın Suriye’den ayrılmamasını talep ediyor.”

Bu doğrultuda, Suriye Suriye Bakanlar Meclisi Başkanı Cemil Merdam, Türkiye’ye üç kez giderek, bu sorunu hem Mustafa Kemal’e, hem de İsmet İnönü ile görüştü.

Cemil Merdam, yine Ankara’daki Fransız konsolosluğu ile yaptığı görüşmede de, Suriye’nin itirazını açık bir şekilde iletiyor. Fakat yapılan tüm itirazlar, herhangi bir sonuç vermiyor.

Livalıların Tepkisi
Liva İskenderun’da yaşayan Araplar, hemen bu durumu protesto ederek, Fransa karşıtı gösterilerde bulundular. Bütün Liva’da, Fransız işgalcilerine karşı büyük bir öfke oluştu. Direniş ve isyan, Fransız işgalicileri tarafından bastırılmaya çalışıldı. Karşı koyanlar, tutuklandı. Özellikle, Samandağ, Harbiye, Amik ve civar köylerde tutuklamalar ve baskılar yoğunlaştırıldı. Antakya ve İskenderun’daki tüm Arap Cemiyetleri ve tüm Arapça gazeteler kapatıldı. Yasaklandı. Böylece protesto, direniş ve isyan, zor kullanılarak, Fransız işgalcileri tarafından bastırıldı…



Milletler Cemiyeti’nin Kararlarını Hayata Geçirmek

Liva İskenderun’daki direniş ve protesto bastırıldıktan sonra, bir Fransız temsilcisi, Milletler Cemiyeti’nin kararlarını hayata geçirmek için, 6 Eylül 1937 de Antakya’ya geliyor. Orada yaptığı bir konuşmada, Liva İskenderun’daki Arapları tehdit ederek:

” Bu kararlara saygı göstermelerini; tekrar böylesi bir direniş ve protestolara kalkışmamalarını” talep ediyor.

Kararlar doğrultusunda, 29 Kasım 1937 de Liva İskenderun’daki Suriye bayrağı indirilip, yerine Fransız bayrağı çekiliyor. Bu durumu protesto eden Antakyalı gençler, Suriye bayrağını tekrar göndere çekiyorlar.

Bu arada Liva’da protestolar sürerken, Milletler Cemiyeti’nin kararlarını hayata geçirmek için çalışmalar hızlandırıldı…

Milletler Cemiyeti’nin kararlarında ve azınlıklarla ilgili maddede, azınlıklar şöyle sıralanıyordu:
1) Araplar ( Alevi Arap, Hiristiyan Arap ve Sunni Arap).

2) Türkler

3) Rum Ortadoksları

4) Ermeniler

5) Kürtler

6) Diğer küçük azınlıklar ( Çerkezler v.b…)

Aynı maddede, ”her azınlık, seçme ve seçilme hakkına sahip” olduğu vurgulanıyordu.

Liva İskenderun’da seçimlerin yapılması için, son çalışmalar da tamamlanarak; 4 Ekim 1937 de seçimi kontrol edecek bir ”Seçim Komitesi” oluşturuldu. Komite, şu ülkelerden oluşuyordu:

- Belçika

- Hollanda

- İngiltere

- Norveç

- İsviçre

- Romanya.

Bu kurulun denetiminde, Liva İskenderun’da refarandum / seçim yapıldı. Sonuç: yüzde 70 kadar bir ağırlığın Araplar da olduğu ortaya çıktı. Ama nedense Türkiye, bu sonuca itiraz ediyor. Sonucu kabûl etmiyor. Seçim kurulunu, ”Suriye taraflısı” , ”Arap sempatizanı” bir kurul olarak suçladı.

Yalnız bu kadar değil. TC, seçim kurulun, Liva’daki çalışmalarını engellemek için de herşeyi yaptı. Önce kurulun, Liva’daki büroları kurşunlandı. Sonra, büyük bir tehdit ve taciz altında, kurul iş yapamaz duruma getirildi. Seçim kurulu Liva’yı terketmek zorunda kaldı.

TC’nin bu tutumuna karşı, Livalılar tekrar ayaklandı. Liva İskenderun’un her tarafında protesto ve gösteriler başladı. Ayaklanma, Fransız işgalcileriyle birlikte, yine zor kullanılarak bastırıldı.

İşte böylesi bir ortamda TC, Liva İskenderun’u ”Türkleştirmek için, elden gelen herşeyi yaptı. TC, fırsat bu fırsat diyerek, Liva İskenderun’daki tüm Arap memurlar, görevlerinden alınıp, yerlerine Türkler atandı. Araplara yönelik baskı ve sürgün, had safhaya ulaştı. Bu arada TC, önemli siyasi adamlarını, Dr. Abdurrahman Melek, Abdulgani Türkmen gibi… Liva İskenderun’a naklatti. Bunu takiben, Liva İskenderun’da, aniden bir ”HALK PARTİSİ” yaratıldı… Bunun yanında askeri temsilci olarak ta Liva İskenderun’a Albay Fevzi Mengüç getirildi. Antakya Belediyesi Başkanlığına Avukat Vadii Mansur atandı. Albay Fethi Vanlı’ da İskenderun için askeri sorumlu sorumlu olarak görevlendirildi…

TC, Liva İskenderun’u aşama aşama işgal ederken, uluslararası durum da Fransa için, pek iyi sayılmıyordu. Frans ane olursa olsun, Almanya ve İtalya’ya karşı, Türkiye ile anlaşmaya ve Türkiyenin tam desteğini almaya hazırlı ve istekliydi.

Uluslarası seçim kurulunun kovulduğu, Liva’yı işgal ve ilhak etmenin çalışmaları yapıldığı böylesi bir ortamda, Fransa ve Türkiye’nin denetiminde, sözümona, seçim tekrarlanıyor. 40 üyelik Temsilcilikler Meclisi’nin 22’sini aldığı söylenen Türkler, seçim ”galibi” olarak açıklanıyor. Bunun üzerine, Liva İskenderun’lu Araplar bu sahte seçime itiraz ediyorlar. Ama yapılan itiraz, seçim sonucunu değiştirmiyor.

5 Temmuz 1938’de Türk askerleri, İskenderun kentini; 7 Temmuz 1938’de Antakya’yı, açık olarak işgal ediyorlar.

O dönemin Yenigün gazetesi olayı:
”Askerlerimiz Hatay’da”

”Atatürkün en büyük eserlerinden biri daha tahakkük etti: yirmi yıldan beri hasretini çekerek özlediğimiz Kahraman Memetçiye Kavuştuk”

”Ordumuz, bu sabah iki noktadan hududu geçerek, Hatay’a girdi”.

Hatay, sevgilisine kavuştu!”

Kabûl edilen, bu sahte seçim doğrultusunda Yeni Meclis, ilk toplantısında,

Bağımsız Hatay Cumhuriyeti’ni” ilan ediyor. Hatay Cumhurbaşkanlığına, Tayfur Sökmen, Başbakanlığa ise, Dr. Abdurrahman Melek getiriliyor.

Meclis, çalışmalarını bir yıl süreyle devam ettirdi. Daha sonra Türkiye, Fransa arasında ve dış dengelerle ilgili olarak yaptığı pazarlık sonucu ( Fransa’nın, İtalya ve Nazi-Almanya’sına karşı, Türkiye’nin tam desteğini alma gibi), Liva İskenderun 23 Haziran 1939’da Türkiye’ye ilhakı krarlaştırıyor. İlhak kararından hemen sonra, tüm Liva’da tutuklamalar yapılıyor. Yüzlerce Arap, cezaevlerine atılıyor.

Antakya Cezaevi’e atılan Livalılardan bazıları: Nesip Arsuzi, Vecip İbrahim Togani, Ali Hacı, Süleyman Togani, Ali Kazzuh, Selim Ebu Evlad, Şeyh Salim Hüddam.

Bir yıl sonra, TBMM’ lisi, 30 Haziran 1939’da Liva İskenderun’un Türkiye’ye ilhakını onaylıyor.

Böylece, tüm dünya gözleri önünde, Liva İskenderun’da Kemalizmin ilhak zincirinde yerini alıyor…

SONUÇ
Açıkça görüldüğü gibi Kemalistler, bazen uluslararası çelişkilerden, bazen de ince taktik ve oyunlarla, cambazlıkla, ”Türk hakları”, Hatay Bağımsızlığı” v.b diyerek, Liva İskenderun’a daldılar. Dış dengeleri de çok iyi kullanarak, Fransa’yla yaptıkları pazarlık sonucu, Liva İskenderun’u ilhak ettiler… Bu da Kemalizmin dünden günümüze kadar devam eden bir taktiği ve oyunu oluyor. Sürüyor…

- Kemalizmin ilhak zincirinde Hatay. broşür. 23 Haziran 1997

--------------------------------------

(*) Yıllar öncesinde, Cephe Dergisinde, Hatay Sorunuyla ilgili değişik örgütlerle yapılan bir soruşturma okuduğumu hatırlatmak isterim.


(**) Hiç kimsenin hakkını yememek gerek. Mihrac Ural’ın da 2006 da yazmış olduğu 7. Ordu ve Hatay Davası başlıklı bir çalışması var, yeni öğrendim.

(***) ZORUNLU NOT:Sevgili Antakyalılar ve Okuyucular; Blogda eklenen Hatay Sorunu yazım, 23 haziran 1997’de yazmış olduğum, “Kemalizmin İlhak Zincirinde Hatay” broşürümden alınmıştır. Broşür; Antakya, Suriye, Libya, Ürdün, Lübnan, İngiltere, Almanya, Avusturya, Fransa, İsviçre, Polonya, Bulgaristan, Macaristan ve bir çok ülkede dağıtılmıştır. Bunu bildirmeyi zorunlu gördüm. EYLEMSEL YETKE bloguna başarılar. Tüm okuyucu ve yazarlara da sevgiler, selamlar. Sevra KURTULUŞ / ANTAKYA / sevra.kurtulus@gmail.com

------------------------------------------------------

Yararlanılan Kaynaklar:
1) Liva İskenderun’un Hukuki Yönü. Avukat Seyid Adil Şaban. Arapça broşür. Kahire, 1965.

2) Liva İskenderun – Yorumlar ve belgeler – Clit I ( 1993), Cilt II (1994), Cilt III (1995).: Muhammed Ali Zarka. Arapça. Beyrut.

23 Haziran 2008 Pazartesi

RUH HALİMİZİN TEDİRGİNLİĞİ


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)

Günlerdir araba kornalarının bağırtısıyla, silah seslerinin gürültüsüyle, savaş naralarıyla sarsılmaktayız. İçtikleri bira şişeleriyle kendisinden olmayanlara saldırıp linç etmeye kalkışanlar, nihayet Wiyana’yı Kuşattılar. Üstelik kendi öz vatandaşı olan 2 kişinin ölümüne, 40 kişinin de yaralanmasına karşılık bunu yaptılar. Önümüzdeki günlerde ise, bu “Çılgın Türklerin” olası başka çılgınlıklarına karşı tedirgin bir ruh haliyle direnmeye çalışıyoruz.

Genel olarak e-posta adreslerimi sırasıyla kontrol edip, gelen mesajları inceleyip, tehdit ve şantaj içerikli olanları IP numaralarıyla birlikte arşive kaydettikten sonra, değişik ajanslardan haber özetlerini okuyarak güne başlıyorum. Sadece Türkiye ile ilgili haberlere bir göz atmak, o günkü ruh halinizin bozulmasına yetiyor.

Bu gün 22 Haziran 2008 Pazar. Yukarıda belittiğim günlük işlemlerimi yaptıktan sonra, haber sitelerini taramaya başladım. Bu haberlerden bir tanesinin başlığı şöyle: “Ne bağırıyorsunuz dedi linç edildi! Bursa'da bir genç 5 kişi tarafından dövülerek öldürüldü. Osmangazi ilçesindeki olayda gencin maç sevinci yaşayanlara bağırması sonucu öldürüldüğü öne sürüldü.” (22.06.2008-Haber101) Daha önceleri de Trabzon’da, Sakarya’da ve başka bir çok yerde Kürtlere ve sosyalist solculara saldıranlar için “halk tepkisini göstermiştir” şeklinde olayları meşru gören bazı üst düzey emniyet yetkililerinin bu tür açıklamalarını göz önüne alırsak, ruh halimizin tedirginliği daha çok artmaktadır.

Ayrıca, ülkemizde halen devam eden “Kirli Savaş”ın sebep olduğu çatışma haberlerini de çok büyük bir üzüntüyle izlemekteyiz. İşin bu boyutu daha da vahimdir. Çünkü, bu çatışmalarda ölen insanlarımızın ölüm ve sakatlık bilançosuna baktığımızda, vücudumuzun kimyasının bozulmasına neden olabilecek ürkütücü boyuttadır. Bu ruh halimizin tedirginliği ile daha ne kadar barışı savunabiliriz? Bu durum aynı zamanda Ülkemizin bir kaos içinde olduğunun da bir göstergesidir. İşte asıl amacım bu durumu gözler önüne sermektir. Yoksa, amacım sizin ruh halini bozmak değildir.

Yıllardır “yıkıcı solcular” ve “bölücü Kürtler” ile mücadele ettiğini sanan, bu uğurda tüm ırkçı ve gerici unsurlarla işbirliği yapan, sistemin asıl sahibi ve Kemalist olduklarını iddia edenlere şunu söylemek istiyorum. ABD’nin imalatı olan Ak Parti’nin bu gün kuyruğunuza basmasıyla ciyak ciyak bağırıyorsunuz. Vatanseverlik, Türkiye haritası üzerinde ay-yıldızlı bayrak ve Atatürk resmini yerleştirip, yakanıza taktığınız rozetle olmuyor. Eğer öyle olsaydı, 12 Eylül diktatörleri bunun binlerce mislisini yaptılar. Zorunlu din dersini Anayasa’ya koyarak halkın başına bela ettiler. Artık sahte Kemalizm’den vaz geçiniz. Gelin hep birlikte “Demokratik Cumhuriyet” projesiyle, kaybetmek üzere olan bir çok ortak değerlerimizi kurtaralım. Bu projede Kürtler de, aleviler de, cumhuriyetçi Kemalistler de, diğer inanç grupları ve azınlıklar da vardır. Benim anladığım kadarıyla herkes bir parça kendini hissedebilir. Evet, yol yakınken gelin projeyi hayata geçirelim. Aksi halde yarın çok geç olabilir.

Biliyorum, şimdi bazı okuyucular ile arkadaşlar bana çok kızacaklardır. “Efendim bu proje ne idüğü belirsizmiş, boş hayalmış, Kürtlere tuzakmış, İmralı kaynaklıymış” ve benzeri söylemlerle tepki göstereceklerdir. Tepki göstermesine göstersinler, ancak Kürtleri de kapsayacak gerçekçi yeni projeler de üretsinler. Şu ana kadar ben ciddi bir çözüm projesine rastlayamadım.

Ruh halimizin tedirginliği olsa da, her şeye rağmen yine umutlu olmak durumundayız. Başka da seçeneğimiz yoktur. Çünkü, bizim gidecek başka gemimiz yoktur. Irkçılıkla, gericilikle ve saldırganlıkla mücadele ederek sistemi değiştirmek zorundayız. Farklı önerileri olanlar varsa, onları da tartışabiliriz.

22.06.2008


E-POSTA: mustafaelveren@gmail.com

WEB: www.gomanweb.com

22 Haziran 2008 Pazar

Doğrular gibi bir yalanlama






Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de






Türkiye’de darbe bildiri, muhtıra ve seneryonun belgeleri ard arda çıkmaya devam ediyor. En son Taraf Gazetesinin ortaya çıkardığı Genelkurmay’ın iktidarı ele geçirme planı gündeme geldi. Belgede ordunun iktidarını pekiştirmek için; yargıdan basına, AKP den sanatçılara ve Kürtlere kadar çeşitli planlamalar var. Burada özellikle basının kulanılmasından bahsediliyor. Yani Genelkurmay, basını kirli bir paçavra gibi kulanmaktan söz ediyor.

Bu konu üzerinde tartışmalar yapılıken, azınlıkta da olsa bunun anti demokratik olduğunu savunarak eleştiren onurlu aydınlar
yok değildir. Ancak buna karşı onurlarını ordunun ayakları altına atmış sözde aydın ve gazeteciler çoğunluktadır.Bunlar daha çok ordunun dalkavukluğunu yapan onur ve şerften nasipsiz kişilik, daha doğrusu kişisizliklerdir.
Bu basın mensubu olmaktan çok ordu mensubu gibi olan mehmetçik yazarlar nerdeyse onurluca haber yapan Taraf Gazetesini afaroz edecek gibi saldırıyorlar.

Bunlar kraldan daha kralcı Taraf Gazetesinin üzerine gidiyor ve bu belgeyi çürütmeye çalışıyorlar.

Genelkurmay Başkanlığı da hemen yazılı bir açıklama yaparak bunu yalanladı. Ancak bu olayı doğrular gibi bir „yalanlamaydı“ : „Komuta kademesinde, onaylanmış resmi bir belge mevcut değildir.“ Deniliyor. Herhalde demek isteniyorki; böyle bir belge var ama henüz mühürlenip resmileşmemiştir.

Bu itiraf edici açıklama üzerine Genelkurmay adına çok öfkelenen bazı mehmetçik yazarlar, bunu çok acemice buldular. Yani neden itiraf etiklerine bayağı üzülmüşler.

Bazıları da : „Komuta kademesinde yok denildiğine göre, alt kademeler tarafından hazırlanmış olabilir. „ derken, bunun normal olduğunu söylemek istiyorlar.

Bazı dalkavuklar ise : Böyle bir plan olsa dahi uygulanmadığı için önemli değil.“ diyerek, masum bir plan gibi göstermeye çalışıyor. Bazıları da : „ Genelkurmay böyle bir plan yoktur diyorsa yoktur.“ Diye sadakatlerini bilidiriyorlar onursuzca.

Birinci gruptaki dalkavuklara sormak gerekir: Bu yalanlama açıklanmasının acemice olmasınına öfkelenirken, acaba daha profesyonel bir darbe planı ve bunun daha iyi bir şekilde hazırlanmamış olması mı sizi rahatsız ediyor? Demekki Genelkurmay açıklamayı alelacele yaparken, sizin gibi paçavralara danışmaya gerek görmemiştir.

İkinci gruptaki „alt kademe „ diyen paçavralara da şunu sormak gerekir: Şimdiye kadar böyle üst düzey planları hangi Çavuş ve Onbaşıların yaptığı görülmüştür?

Üçüncü grup yağcılara ise ; uygulansın uygulanmasın - ki yalan söylüyorlar, planda geçenlerin çoğu başta kendileri olmak üzere zaten uygulanmış - farz edelim ki uygulanmamış da olsun, bu ne kadar o gevelediğiniz hukuksal ve demokratiktir.

Son olarak;
Dördüncü grup dalkavuklara ise, fazlasiyla hak ettikleri için küfür etmekten başka bir söz kalmıyor...

22.06.2008

20 Haziran 2008 Cuma

Irkçı Şovlar






Abdulkadir Ulumaskan / ulumaskan@hotmail.de

Türkiye’de her şey faşizm kokuyor. Bu : “Bir Türk dünyaya bedel !” olmaktan başlayarak normal sıradan günlük bir haber bile faşizan duygu ve kelimelerle verilir. Bir futbol maçı bile azgın bir faşist hezeyanla sunulur.

İnsanların sevinmelerini bireysel ya da toplu olarak ifade etmeleri ayrı, ama bunu başkalarını rahatsız edici, aşağlayıcı ve faşistçe yapılması ise ayrı bir şeydir.

Bu faşist dalgayı günlük bir haberde sunma biçimine bakalım. Diyelim bir olaydan sonra bir kişi yakalanmış olsun: „Polisler, göz açtırmadan, kıskıvrak yakaladı“. Yani yakaladı demek varken, neden özellikle „kıskıvrak“ deniliyor.

Bu kıskıvrakın altında muazzam bir faşizm var. Bu kutsal devletin dünyaya bedel polisinin elinden birşeyin kurtulamayacağı mesajıdır. Ama her nedense büyük hortumcular bu gücüne akıl erdirelemez polisin eline hiç geçemiyor.

Türkiye dışında tüm uygar dünyada bayraklar sembolik birer bez parçası dışında, çok fazla bir anlam taşımaz ve Kuran-i Kerim gibi öpülüp başa konulmaz.

Fakat coğrafya Türkiye olunca herşey değişerek ırkçı bir kılığa büründürlür.

Eğer bir toplumun çoğunluğu bazı sembollere taptırılarak kızgın boğalar gibi oraya buraya saldırtılacak bir hale getirilmiş ise o halk için bir felaket ve beraberinde yaşiyan haklar için de vahim bir baş belasından başka bir şey değildir.

Kitleler kocaman dev bayraklarla serseri mayin gibi ne zaman nerde ve nasıl patlayacağı belirsız bir şekilde dolaştırılarak saldırganlaştırılmak isteniyor.

Bu kırmızı ayyıldızlı beyaz bezin amacı tüm halkı bunun sarhoşluğu içersinde uyutmak ve bu uyuşuk toplum üzerinden egemenliğini sürdürebilmektir.

Hedef genelde bu olurken, özelde ise Kürtler ve diğer azınlıklara bu bez parçası aracılığı ile saldırıp sindirebilmektir.

Yoksa egemenlerin idda ettiği gibi Türkiyede bayrak birlik ve beraberliğin sembolu falan değil, bazılarının ötekiler üzerinde tahakümü, saldırı ve sindirme aracıdır.



Tabi ellerde, yakalarda, kravatlarda, dağda, gökte, arabalarda ve her yerde salanan
yada salandırılan bayraklar ayni zamanda bir inkar ve korkunun da ifadesidir.
Bu „Türkiyedeki herkes Türktür “ mantığının bir sonucu baskıcı sembol oluyor.

Her biri birer faşist arenaya dönüştürülen ırkçı bayrak şovlarının hedefi çoğunlukla Kürtler oluyor. Nereye baksan bir bayrak. Her tarafı bayraklar kaplamış. Bezden, tahtadan, demir ve taştan yapılmış çeşit çeşit metrelerce dev bayraklardan geçilmiyor. Adeta canavar gibi kulanıyor bu bayraklar.

Her resmi olsun olmasın, işyeri ve daireye, yol boyundaki benzinliklere, köylere acayip canavar misali bayraklar asılmış. Böyle giderse herhalde Türkiyede bayraksız bir karış yer bulunamayacaktır.

En son geçen yil bir Alman firması tuvalet kağıtları üzerinde Türk bayrağını yaparak piyasaya sürdü. Bayrağın tuvaletlerde kulanılmasıyla birlikte kıyametler koptu.

Nerdeyse bu kriz iki ülke arasında bir savaşa neden olacaktı. Neyseki diplomatik girişimler sonucu savaşın eşiğinden dönüldü.

Bu son günlerde, özellikle Avrupa Futbol Şampiyonası vesile edilerek, Avrupa da Türklerin arabalarda bayrak salama histerisi başlamıştır.Bazıları bir arabaya dört bayrak birden asıyor.
Arabası olmayan, bir araba kiralayarak bayrağı asarken, kiralayamayan ise bisiklet veya bir bayrak alıp elde sallıyor, ya da hiç olmazsa bayraklı bir şapka takıyor.

Türkiyenin Çek ile yapılan maçtaki sunuma bir bakın: “ Millilerimiz tarih yazdı“. „Biz Türküz“ Çekleri hezimete uğrattık. Onları tuzla buz ettik“. „Destan yazdık.“ „Avrupa’yı kasıp kavurduk.“ vb. bir sürü, çok faşist, ahlaksız ve vahşice çağırma ve bağırmalar daha. Bunu sunan Spiker de : „ Avrupa biz geliyoruz, Çılgın Türkler geliyor.“ Diyor. Düşünün çılgınlıkla öğünebilen başka bir miller var mıdır. Bu çılgın faşist dalga futbolcuların annelerine kadar yaydırıldı. Anneler de : „Bizim oğullarımız bunu yapar.“ Diyerek anneleri de faşist koroya dahil ettiler.

Evet bu bir ırkçılık gösterisi ise, Avrupa’da: „Türk asker ve polisi karımıza tecavüz etmiştir.“ diyerek kürtlük üzerinde oturum almış ve siyasi oturumlarından dolayı, hâlâ Türkiye’ye gidemeyen bazı kürtlerin bu Türk bayraklarını çılgınca salamaları ise düpedüz bir namusuzluktur.

Kürtlerin kanı üzerinde lüks arabalar alarak Türk bayraklarını bu arabalarda sallandıran şerefsiz alçak kürtler de vardır.Bir gün bunun hesabı sorulmalıdır.

Varlığı,dilini, kültürünü inkar edip yasaklamış ve bununlada kalmayarak babaları ile
dedelerini sürgün etmiş bir düzenin bayraklarını böyle kuşkuyla sallamak, yalnız namusuzluk değil, aynı zamanda soysuzluk ve onursuzluktur da.
Bunun bilinç -milinç ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur, doğrudan doğruya, direkt olarak namus veya namusuzlukla ilgisi vardır; veselam.

Eleştiri Üzerine Bir Bakış



Faiz Cebiroğlu

Türkiye’de en çok yanlış anlaşılan kavramlardan birisi, hiç kuşkusuz, ’eleştiri’ sözcüğüdür. Öyle ki, bu sözcük, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, birbirini karalamanın bir aracı olarak kullanılmış; ve böylece de eleştiri, eleştiri olmaktan çıkıp, yerini, ne yazık ki, küfür’e terketmiştir. Üzücüdür. Oysa ki, küfür ayrıdır; eleştiri ayrıdır. Küfür, ilkelliktir. Bilim dışıdır. Eleştiri ise, hep ileriye gitmek içindir.

Eleştiri (critic / kritik), kelime olarak, Yunancadan gelmiş; değişik konu ve alanlardaki, ’doğruyla yanlışı’ , ’geçerli olanla geçersiz’ olanı ayırt etme anlamına geliyor. Bu tanım doğrultusunda, eleştiri:

Bir: sözlü / yazılı; teorik ve günlük pratik yaşamda, birbirimizin eylemine ve dünya görüşüne ”değer biçmektir”.

İki: Eleştiri bu anlamda, analiz ve yorumlamadır.

Üç: Eleştiri bu doğrultuda, ’kırıcı’ değil, ’yapıcı’ bir işlev görür.

Dört: Eleştiri, ’küfür’ değil; doğruda yürümenin ve ileriye gitmenin bir ’felsefesi’ olarak, anlam kazanır.

Yalnız bu kadar değil.

Eleştiri, doğru yolu göstermek ve doğruyla yanlışı ayırt etmek için kullanılan bir yöntemdir. Bu anlamda eleştiri, canlı, dinamik bir ilişki, geliştirici bir tartışma ortamın yaratılması demek oluyor.

Bu çerçevede eleştiri:

- Somut olguları hedef almalıdır.

- Eleştiri, tartışma konusu olan olgu/olgulara yönelik olmalıdır.

- Eleştirmen, eleştirisinde ’açık’ ve ’direkt’ olmalıdır.

- Hem eleştiri yöneltme, hem de eleştiri kabul etme anlayış ve olgunluğa sahip olunmalıdır.

Burada bir soruya ihtiyaç var: Ya öz-eleştiri?

Sürekli pişmanlık yasalarının çıkarıldığı; öz-eleştirinin bir „cezalandırma“ aracı olarak kullanıldığı bir ülkede, öz-eleştiriye, olumlu baktığımı söyleyemem. Zaten eleştirinin kendisi, doğruyla yanlışı formüle etmenin yöntemidir. Böylesi bir durumda, ‚ ‚özel’ bir öz-eleştiri yapmanın anlam ve gereği kalmıyor. Bu, bir. İkincisi, Türkiye’de öz-eleştiri, bir nevi, ‚günah çıkarma’ olarak algılanıyor. Bunun eleştiriyle, gerçek eleştiri anlayışıyla bir ilgisi yok. Bulunmuyor. Red-edilmesi gerekir!
Üçüncüsü şu: Tartışma ayrıdır; günah çıkarmak ayrıdır. Eleştiri ayrıdır; ‚pişmanım’ anlamındaki öz-eleştiri ayrıdır.

Bu temel ve açıklayıcı noktalardan sonra ekleyeceklerim var: eleştiri, insanın topyekün gelişmesi için kullanılan bir yöntemdir. Bu bağlamda, Türkiye’de, canlı ve dinamik bir tartışma ortamı yok. Bulunmuyor. Eleştiri adı altından, ne yazık ki, başka şeyler vardır. Küfür vardır; ilkelliktir. Birbirini karalama vardır; olmaması gerekiyor…

Kısaca, eleştiri, analiz, yorum ve değerlendirmedir. Bu anlamda eleştiri, ’eksik’ ve ’yanlış’ yanları gösteren bir yöntem oluyor.

Eleştiri, ileriye gitmek ve gelişmek içindir.

Türkiye’de böylesi eleştirilere, ihtiyaç vardır.

18 Haziran 2008 Çarşamba

ÇAKALLARIN ULUMASIDIR(*)

MHP’lilerin ‘‘ya sev, ya terk’’ gibi sloganları:

ÇAKALLARIN ULUMASIDIR

‘‘Çakallar gibi yaşamaktansa, bozkurtlar gibi ölürüm’’ sloganıyla çakallıklarını açıkça itiraf eden bu hayvan özentilerine, bizim derdimizin insanlığı mutluluğa götürmek olduğunu hatırlatalım:

NE BÖYLE SEVMEK, NE TERKETMEK!
DÜNYAYI SEVİLİR DURUMA GETİRMEK!


EMİNE ENGİN

Duvara slogan yazmak yüzünden insanlar DGM’de yargılanırken, birçok yerde, örneğin Boğaz kıyısında Kuleli Askeri Lisesi’nin hızasında duvarda kocaman bir Türk bayrağının altına ve üstüne paylaştırılmış biçimde, kocaman harflere bir slogan yazılı: “Ya sev, ya terket.”


Minibüslerde de çok rastlanan ve logo olarak Türk bayrağını kullanan, düpedüz devlet destekli bu sloganı önce biraz inceleyelim:

Slogan aşırı derecede ve açıkça anti-demokratiktir. Bizim ne istediğimiz slogan sahiplerini ilgilendirmiyor. Yalnızca ne istediğimiz onları ilgilendirmemekle kalmıyor, Türkiye için birşeyler isteme hakkımız hepten yok sayılıyor. Ya seveceğiz, ya terkedeceğiz! Ya onların isteklerini kabul edeceğiz, ya terkedeceğiz!

Dolayısıyla şantajla karşı karşıyayız. Ya Türkiye’yi bu sevilmeyecek durumuyla seveceğiz, ya terkedeceğiz. İkisi için de zengin olmak gerekir. Türkiye’yi bu durumuyla ancak zenginler sevebilir. Herşey onların her yoldan (legal-illegal, meşru-meşru olmayan) daha zengin olmalarından yana işliyor. Daha çok parayı çekecek paran yoksa, düzene eyvallah deyip kendi insanlığını satmıyorsan, insanca yaşayacak kadar parayı kazanman binde bir ihtimaldir. Emeğiyle geçinen onurlu insanlar için Türkiye sevilebilir durumda değildir. Öte yandan terketmek de kolay değildir. En azından pasaport, vize, para sorunları var. Türkiye’yi sevdiklerinle birlikte terkedebilmek için milyarder olman gerek. Milyardersen böyle bir soygun cennetini ya zaten seviyorsundur, ya da sevmiyorsan, sevilir duruma getirmenin olanaklarına sahipsin (zira demokrasi dedikleri satılıktır, paran yoksa hiçbir demokratik hakkın yoktur) demektir, dolayısiyla yine terketmeyi istemen için bir neden yok. Terketmeyi isteyecek, yaşamı işkence ve mücadele yolları tıkalı olan yoksul çoğunluktur. Onun da, yaşayacak parası olmadığı gibi, terkedecek parası da yoktur. Onun için terketmenin kolay tek yolu, bu dünyayı, Türkiye limanından terketmek, yani ölmektir. Dolayısiyla, bir kez şantajın hedefi yoksul halktır ve ikincisi de, “terket” sözcüğünün gerçek anlamı, “ben sana bu dünyayı terkettiririm”dir. Yani, slogan yoksul halk için şu anlamı taşıyor: Türkiye’deki yaşamı sevmezsen seni öldürürüm.
Yoksul halkın Türkiye’deki yaşamı gerçekten sevmesi olanaksız olduğuna göre, onun için seçim, ya ölmek ya seviyor görünmektir. Sevmediğin birşeyi seviyor görünmek iki yüzlülüktür. Demek ki zengin olmayan bir vatandaş olarak Türkiye’de yaşamak istiyorsan, ikiyüzlü olmak zorundasın. Özü sözü bir olursan öldürülürsün. Hep şikayet ediyoruz, insanlık ölüyor diye... işte bu örnekte görüldüğü gibi, insanlık - yani insanlarda bulunan iyi karakteristik özellikler - burjuvazinin çeşitli temsilcilerince öldürülüyor. Ancak bu örneğin farkı, bu yalnızca insanlığı öldürmekle kalmıyor, insanları da düpedüz ölümle tehdit ediyor.

Bu sloganın kendisi de ikiyüzlüdür. Türkiye’yi bu haliyle sev mesajını taşıdığı için değişime karşıymış gibi görünüyor. Oysa devlet tıkanıklık içindedir. Yasalar ve uygulamalar hem kendi içlerinde, hem birbirleriyle kördüğüm olmuşçasına çelişmektedir. Öyle ki Türkiye’de devletin sil baştan yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bunun ise yalnızca iki yolu vardır: Ya devrim, ya karsı devrim. Devrimci sınıfın içinde bulunduğu geçici dünya-tarihsel koşullar nedeniyle, Türkiye’de de devrim şu anda ufukta görünmüyor. Geriye kalıyor karşı devrim. Türkiye burjuvazisi, ya evrimci yoldan da olsa halka sancı verecek bir dizi değisimle, ya da Hitler, Mussolini vb. türünden en kanlı yoldan bu devleti yeniden örgütlemek zorundadır. Bu ayrı bir yazı konusudur, ama değindiğimiz kadarı bile, sloganın sahiplerinin iki-yüzlülüğünü göstermektedir. Sloganı atanlar Türkiye’yi en kanlı yoldan değiştirmenin savunucularıdır ama slogan bunu gizlemektedir. Zaten slogan sahipleri Nazım Hikmet’ten şiir okuyarak vb. de iki-yüzlülüklerini göstermişlerdi. Yani bu slogan, dayatmacı, anti-demokratik, terörist ve insanlık düşmanı, ikiyüzlü bir slogandır. Hem de bunları azınlık adına, ezici çoğunluğa karşı ve Türk bayrağı logosuyla yöneltmektedir. Türkiye’de şimdi çok moda, çok yaygın ve aynı zamanda çok tehlikeli olan bir uygulama var: Sözde hoşgörülü olmak. Bu yönde vaaz verenler, sözkonusu sloganın sahiplerini de hoşgörülü olunması gerekenler kategorisine katıyorlar. Bu sloganı ve sahiplerini farklı fikir olarak göstermeye çalışıyorlar.

Farkli fikirlere karşı hoşgörülü olunmalıdır. Hoşgörü, herşeyi enine boyuna, rahatça tartısarak yanlış fikirleri giderek hoşgörünün sınırları dışına atmak için gerekli ve yararlıdır. Başka bir deyişle, yanlış fikirler, baskıyla yasakla değil, yanlış olduğunu iyice sergileyerek ve çogunluğa kabul ettirerek etkisizleştirilebilir. Bu çerçevede hoşgörü iyi ve uygar bir şeydir. Zaten uygarlığın ölçütü, Maliye Bakanlığı’nın afişlerinde yazıldığı gibi vergi ödemek değil, fikren ikna yöntemiyle sorunları çözmektir. Yani uygarlık, onunla bağlı olarak hoşgörü, fikirlere, fikir hareketlerine ilişkin bir kavramdır. Ancak bu sloganı atan bir fikir hareketi değil. bir katil hareketidir. Yalnızca bu sloganın mantığı bile bunu çok iyi gösteriyor. Bir de bu hareketin kanlı geçmişi, açıkça mafya kılığında ortaya çıkan bugünü, sürdürmekte olduğu zorbalıklar var. O zaman bunları hoşgörü kategorisine sokmak, bunların yalnızca fikirlerini değil, asıl olarak katliamlarını desteklemek oluyor. Katliama hoşgörü!

MHP’lileri kişi olarak ele alın, en önyargısız bir biçimde yaklaşın, karşılaştığınız hayvanlık - hayvanlara hakaret etmek olarak anlaşılmasın - çarpıcıdır. Önce insan rolü yapıyorlar, taktikleri öyle. Bir noktadan sanra rol kalkıyor, hayvanlık gerçeği ortaya çıkıyor. Zaten hep hayvanlara özeniyorlar. Son bir sloganları da “çakal gibi yaşamaktansa, bozkurt gibi ölürüm”. İnsan gibi yaşayıp, insan gibi ölmeyi hayal bile edemiyorlar. Şimdi çakal gibi yaşıyorlarmış. Gerçekten de gerçek niteliklerini çakalcasına, kurnazca gizlemeye çalışıyorlar. “Ya sev ya terket” sloganını uygularsak, çakal gibi yaşamayı seviyor olmaları gerekir. Ama bozkurt gibi ölmeyi tercih ederlermiş. Herhalde bu da binlerce emekçiyi öldürerek ölmek demek. Öldürmenin tiryakisi olmuşlar. Çakallık yetmiyor. Milli hayvanlar partisi demiyorsak, hayvanlara saygımızdandır.

Böylesine kan revan içinde bir hareketin sloganları her yerde, Türk bayrağı logosuyla yazılıyor. Çatli’lar kahraman ilan ediliyor. Susurluk skandalı diye öne sürülen olay bir türlü yeterince açık edilmiyor. Ülkü Ocakları, Türk bayrağı altında Ülkü Ocaklari imzasıyla afiş çıkarıyor. Türkeş, devlet töreniyle gönderiliyor. Ve birileri de bu harekete hoşgörü dilenciliği yapıyor. Bu gibi veriler şunu ortaya çıkarıyor ki, devletiyle birlikte burjuvazinin bütün kanatları - kolları MHP’nin şu ya da bu ölçüde güçlenmesini istiyor. Komintern’in bir ara önüne gelene sosyal-faşist damgası vurmasını bugünün Türkiyesi’nde insan çok iyi anlıyor. Bugün Türkiye’de de tüm partiler en azından sosyal-faşist. Demokratlik, uygarlık, hoşgörü adına faşist örgütlenme el birliğiyle güçlendiriliyor. Biz “ya sev ya terket” sloganı yazılı olan minibüslere neden binmediğimizi belirterek binmiyoruz. Tartışma içinde minibüsçülere, “siz terkedin biz sevelim” gibi sözler ediyoruz ama şu açık ki gerçekte sorun MHP’lilerin terketmesi değildir. Bu burjuvazi başta olduğu sürece, işine ne geliyorsa onu önümüze sürecektir. Sorun ona bu dünyayı terkettirmektir.

(*) İşçinin Sesi, Sayı 467

17 Haziran 2008 Salı

15-16 HAZİRAN 1970’DE TÜRKİYE








PROF. DR. M. ŞEHMUS GÜZEL

1970’e vardığımızda işçi haraketi ve iktidar arasındaki manzara şöyleydi:

Birkaç yıldan beri Türk-İş (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) konfederal (üst) yönetimi, patronlar ve Süleyman Demirel’in yönetimindeki AP (Adalet Parti) hükümeti, 1967’de kurulduğundan beri gittikçe güçlenen ve etkisi Marmara Denizi’nin eteklerinin çok ötesine yayılan DİSK (Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve bağımsız radikal sendikaları kapatmanın yollarını arıyorlardı. Bu kümeler değişik birçok yöntem denedikten sonra bir de yasa çıkarma yolunu kullanmak istediler.

O yıllarda AP milletvekili, Türk-İş yöneticisi (daha sonra Türk-İş genel başkanı) Şevket Yılmaz’ın öncülüğünde bir yasa tasarısı hazırlandı: Sendikal örgütlenmeye birçok yasak ve sınırlama getiren tasarının amacı DİSK’i ve radikal bağımsız sendikaları kapatmaktı. Nitekim dönemin Çalışma Bakanı, bu isteği bir Türk-İş kongresinde dile getirmekten kaçınmadı.

İşte bu yasa tasarısına radikal ve bağımsız sendikaların, DİSK’in ve işçi sınıfının tepkisinin adı 15-16 Haziran direnişidir.

O iki gün boyunca, İstanbul ve İzmit başta, birçok kentte, kadın, erkek, genç ve çocuklar, çocuk emekçiler yani yüz binlerce işçi işi durdurdu: Oturma grevlerini dev yürüyüş ve gösteriler izledi. İşçiler sokakları fethettiler.

O iki gün boyunca İstanbul ve İzmit’in gecekonduları yürüdüler: İzmit’ten Ankara yolu izlenerek İstanbul’a akın akın işçi kitleleri geldi. İstanbul’da ise İstinye, Eyüb, Edirne yolu ve diğer yörelerdeki sanayi sitelerinden işçiler kent merkezine aktılar.


Amaç Taksim Meydanı’nda buluşmak, büyük bir miting düzenlemekti. Bu maalesef gerçekleştirilemedi. Çünkü iktidar ve İstanbul valiliği ellerindeki her türlü olanağı son dirhemine kadar ve kimi kez yasalara bile aykırı biçimde kullanmaktan çekinmediler:

Haliç ve Galata köprüleri açıldı.

Anadolu yakasından gelecekleri önlemek için ise Kadıköy, Üsküdar ve Haydarpaşa rıhtımları boşaltıldı. Vapurlar Marmara Denizi’ne çekildi.

Deniz ulaşımı durdu(ruldu): Kimi sandal ve motorları saymazsak.

Caddebostan, Altıyol, Kadıköy, Üsküdar, Eminönü, Vilayet önü polis ve askerle dolduruldu. İstanbul olağanüstü iki gün yaşadı.

Ama işçilerin, devrimci öğrencilerin ve bilhassa genç emekçilerin yürüyüşü önlenemedi.

Caddebostan’ın zengin ve burjuvaları pencerelerine, balkonlarına v e aklınıza gelebilecek her yere bayraklar asarak, işçilerin, basın-yayın organlarından kiminin uydurduğu güya “yağmasından” korunmaya çalıştılar:

O günlerde adları bir dizi yolsuzluğa karışan Başbakan Süleyman Demirel’in kardeşlerinin birkaç fabrikası, AP il ve ilçe binaları dışında hiçbir binaya bir şey olmadı. İşçiler hiç kimseye tek fiske vurmadılar.

9 Haziran 1970’de dönemin Başbakanı Demirel’in iki kardeşi Ziraat Bankası’ndan 19 milyon TL kredi aldıklarını kabul etmek zorunda kalmışlardı ve kamuoyunun ilgiyle izlediği ve o günlerdeki en büyük mali skandallardan biri olan bu olay üzerine Demirel’in dokunulmazlığının kaldırılması gündemdeydi, 15-16 Haziran olayları sırasında. Bu nedenle göstericilerin “Demirel istifa” sloganı anlam kazanıyor. (19 Aralık 1970’de yapılan oylamada 276 parlamenter Demirel’in dokunulmazlığının kaldırılması için oy verdi. Ama 309 AP’li karşı yönde görüş belirtti. Ancak bu oylamanın önemini de yads ımamak lazım: Çok sayıda parlamenter Demirel’in karşındaydı o günlerde.)

15 ve 16 Haziran’da gösteriler siyasi ve mali skandallar sürerken yapıldı:

İstanbul ve İzmit’i, Sakarya, İzmir, Ankara ve Adana illerindeki gösteri ve yürüyüşler izledi. Kadın erkek yüzbinlerce işçi AP hükümetini, başbakanını ve bakanlarını kınadı, sendikal özgürlüğe getirilmek istenen yasak ve kısıtlamalar protesto edildiler.

Yasa tasarısına karşı olduğu kadar, patronların tek yanlı kararlarına, patronların otoriterliğine ve işten çıkarmalara karşı da düzenlendi bu gösteriler.

Ancak, iki günlük direnişin siyasi niteliği çok açıktır. Direniş, yasa tasarısı Millet Meclisinde görüşülürken düzenlendi. Meclis’in alacağı ya da almak üzere olduğu siyasi bir kararı , bir tüzel düzenlemeye yönelik kararı doğrudan doğruya etkilemeyi amaçladığı için açık siyasi bir eylemdir.

Ayrıca birçok fabrikayı, işyerini, işletmeyi, mahalle, kent ve hatta bölgeyi kapsayan kitlesel boyutta yapılması açısından da genel grev niteliğindedir.

15-16 Haziran direnişi, siyasal genel grev özelliğini taşımasının yanı sıra, işçilerin yoğun kitleler halinde yaptıkları grev, gösteri, yürüyüş, miting ve gözaltına alınan işçilerin serbest bırakılması için karakollara girilmesi türü eylemleri içeren geniş boyutlar taşıyor.

Türkiye işçi hareketi tarihinde önemli bir dönemeci oluşturan bu eylemler dizisi, burada ayrıntısına giremeyeceğimiz çok daha derin ve karmaşık siyasi, ekonomik ve toplumsal nedenlerden kaynaklanıyor: Örneğin işçi sınıfının 1960 başından beri siyasi bilinçlenmede devrimci nitelikli bir yol alması, gençlerin ağırlıkta olduğu devrimci örgütlerin işçilerle somut ve organik ilişkilerinin bulunması gibi… TİP (Türkiye İşçi Partisi) ile DEV-GENÇ arasındaki reformist-devrimci ayrışmasının en canlı günlerinin yaşandığı bir ortamda ortaya çıkması gibi…


Nitekim iki günlük gösteri ve yürüyüşte ve sonrasında bu ayrışma hep gündemdedir. Daha sonra devrimci örgütlerin lider kadrolarını oluşturacak gençler en ciddi/en kapsamlı devrimci deneyimlerini bu direniş süresince yaşadılar: Burada olayların içinde olayları yönlendirmek için ugraşan devrimci liderlerinden biri olarak İbrahim Kaypakaya’nın olayları aktaran dizi yazısında anlattıkları anımsanabilir...

İstanbul’daki gösterilerin ikinci günü polisin müdahalesi ve ateş açması üzerine ölen ve yaralananlar oldu. Olaya müdahale eden askeri güçlerle göstericiler arasında çatışmaya varmayan karşılaşmalar yaşandı. Taraflar arasında sempati belirtileri görüldü: Özellikle genç subaylarla göstericiler arasında. Subayların bir kısmı askerlerin ateş etmemesi için çaba gösterdiler. O saatlerde işte “Ordu işçi elele!” sloganı atıldı.

16 Haziran’da olayların içinde yer alan Hasan Basri Gürses, Kadıköy’den Haydarpaşa’ya doğru yürüyen göstericilerin Haydarpaşa köprüsü üzerinde önünü kesen askerlerin, makineli tüfeklerle havaya ateş ettiklerini yazıyor. (“Büyük Direniş, Tarihi Yürüyüş, 15-16 Haziran 1970”, Toplumsal Dayanışma, 15 Haziran 1993, s.6).

Grev, gösteri ve yürüyüşler özellikle sendika yöneticilerinin, gereken işbirliği ve sorumluluğu gösterememeleri/üstlenmemeleri/üstlenmekten çekinmeleri/hatta korkmaları sonucu, büyük bir isyana dönüştü: Denetlenmesi belli bir biçimde yönlendirilmesi olanaksız.

Olayların bu biçimi almasının altında sendikacıların olayların başından itibaren amaç, araç ve yapılacaklar konusunda yeterince açık olmamaları yatıyor.

Haziran başından beri gösteri için hazırlıklar yapan DİSK ve yöneticileri 14 Haziran toplantısından sonra sanki ipin ucunu kaçırmış gibidirler.

Bu konuda bugün daha ayrıntılı sonuçlar çıkarabilmek için belge ve bilgi eksikliği söz konusudur. İleride, fırsat olunca polis arşivlerinde yapılacak araştırmalarla daha belirleyici veriler edinilebilineceğini umuyorum. Gösterileri düzenleyenlerin, katılanların ve izleyenlerin anlatı ve anıları da aydınlatıcı olacaktır. Bu konuda şimdiye kadar yayınlananlar yanında daha yayınlanacak olanlar da bulunuyor mutlaka.

Şimdilik şu kadarını ekleyeyim: Sendikacıların beklemediği devrimci bir durum ortaya çıkınca en başta onlar şaşırdılar. Ve olaylar onların denetiminden çıktı. Ama başka kimse ve/veya örgüt(ler) de olayların gelişimini denetlemeye alamadılar. Veya almaya olanak bulamadılar.Dahası sendikacıların böyle bir durumda alacakları tavır önceden belirlenmemişti. Kimi TİP’li olan DİSK yöneticilerinin amacı devrim yapmak, devlet makinesini kırmak hiç değildi. İşçi eylemlerinin yürütülmesi amacıyla oluşturulmuş merkezi bir yönetim yoktu. Veya varolan sendikalararası merkezi komite şaşırdı kaldı: Ne yapacağını bilemedi. Sağcı ve aşırı sağcı basının “Bolşevik ihtilal provası” gibi başlık atması ise en başta düzenle bütünleşmiş/düzenle bütünleşmeyi arayan reformist sendikacıları korkuttu. 16 Haziran akşamı, işçiler gösterilerine ertesi gün devam etmek üzere ayrılırken, hükümet sıkıyönetim ilan etti: İstanbul ve Kocaeli illerinde yönetim askerlere devredildi. Bir aylık sıkıyönetim daha sonra 16 Eylül 1970’e dek sürdürüldü.



Saat 21 ile 05 arasında sokağa çıkma yasağı ise 16-17 Haziran gecesi sendika binalarının, TİP ve DEV-GENÇ bürolarının basılıp, aranması için kullanıldı. İşçi önderlerinin evlerine baskınlar düzenlendi. Birçoğu ve DİSK’in 25 yöneticisi gözaltına alındılar.

Sıkıyönetim komutanlıkları, 19 Haziran’dan itibaren bölgelerindeki grev uygulamalarını ertelediler. Sıkıyönetimin yarattığı bu koşullardan yararlanmayı fırsat bilen patronlar, yüzlerce işçiyi, öncelikle DİSK üyesi, mücadeleci işçi önderlerini işten çıkardılar. 5 ile 6 bin arasında işçinin işinden edildiği biliniyor. Birçok işçi kara listelere alındılar. Bir daha özel sektörde çalıştırılmamak için.

DİSK militan ve üyelerinden tutuklananlar, gözaltına alınanlar aylarca hapis yattılar. Özgürlüklerine kavuştuklarında işsiz bırakıldılar…

Bu yıllar aynı zamanda DİSK’in en çok sayıda militan ve kadro oluşturduğu yıllardır. Gözaltı, tutuklanma ve işten atılma sonucu, işçilerde DİSK bünyesinde çalışmak ve bilinçlenme arzusu arttı. 15-16 Haziran’ın göz ardı edilmemesi gereken bir sonucu da bu gelişmedir.

Sıkıyönetim, askeri ve polisiye baskılar üzerine İstanbul ve İzmit’te grev, gösteri ve yürüyüşlerin durdurulmasına karşın, işçiler protesto eylemlerini, İzmir, Ankara, Adana ve Gaziantep gibi kentlerde sürdürdüler.

Bu illerdeki gösteriler, yasa tasarısı 29 Haziran 1970’de Senato’da kabul edilince ve Yasa 12 Ağustos 1970’de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürülüğe girince, daha geniş boyutlar kazandı.

Bu arada Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ile Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri Yasa’nın Anayasa’ya aykırı olduğunu bir bildiriyle kamuoyuna duyurdular. İşçi sınıfı ve gençliğin birlikte ve ortak mücadelesi vesilesiyle bilim kadın ve adamlarının, aydınların girişimi tarihi önemi açısından vurgulanmayı hakediyor.

Direnişin ilginç yönlerinden biri de şudur: Türk-İş konfederal yönetiminin, sağcı basınla ağız birliği içinde, “kızıl ihtilal provası” diye niteleyerek, Direniş’e karşı çıkmasına rağmen, bu konfederasyona bağlı birçok sendikanın yönetim kadrolarının ve bilhassa üyelerinin Direniş’e katılmasıdır.

Yürüyüşçülerin toplu olarak girdikleri ve greve/gösteriye çağırdığı fabrikalarda işçilerin katılmaktan başka çaresi yoktu; ama birçok kez Türk-İş’e bağlı sendika üyesi işçiler eyleme bizzat katıldılar. Hatta kimi yerde eylemin öncülüğünü üstlendiler. Bu gelişme, tabanda sosyalist, radikal ve devrimci işçilerin bulunmasıyla ilgilidir.

Öte yandan, Türk-İş üyesi bazı sendikalar, üst yönetimi kamuoyu önünde eleştirme cesaretini bile gösterdiler. Sosyal demokrat sendikaların bu tavrı daha sonra DİSK’e katılmaya giden yolun açıcısıdır. Radikal sendikaların bir süre sonra DİSK’te birleşmelerinde Direniş’in etkisi yadsınamaz.

Bu arada bağımsız sendikalar da Direniş’i desteklediler, gösteri ve yürüyüşlere katıldılar. Kendi geleceklerini ipotek altına alan tüzel düzenlemeye karşı DİSK’le ortak hareket etmeleri, birkaçının daha sonra DİSK’e katılmasıyla sonuçlandı. Bu arada bağımsız sendikaların mücadele içinde kurdukları “Bağımsız Sendikalar Direniş Komitesi” de anılmaya değer.

Türk-İş’in yasa tasarısının hazırlanmasındaki rolü, AP hükümetini ısrarla desteklenmesi, Direniş nedeniyle DİSK’i “kızıl sendika” diye karalama kampanyası, bu konfederasyonun onur ve inandırıcılığından çok şey yitirmesiyle sonuçlandı. Birçok sendika ve işçi ondan yüz çevirdi. DİSK’i yok etmek amacıyla çıkarılan yasa bir yerde DİSK’in güçlenmesine, Türk-İş’den ayrılan sendikaların DİSK’e katılımıyla büyük bir işçi örgütüne dönüşmesine yol açtı.

Bu arada Hür İşçi Sendikaları Uluslararası Konfederasyonu(İCFTU) bile Türk-İş’i eleştirdi. İCFTU ve bağlı sendikaların bazısı, Türk-İş’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin bile bizzat imzaladığı uluslararası sözleşmelere aykırı bir tüzel düzenlemeyi desteklemesini hoş görmediler. Bu örgüt temsilcilerinden Türkiye’ye özel olarak DİSK’i ziyarete gelenler, Türk-İş yöneticileriyle görüşmeyi reddettiler. Türk-İş sadece ulusal düzeyde değil, böylece uluslararası düzeyde bile kredisinden yitirdi.

Ama ne gam! Türk-İş, DİSK’i sendikal yaşamdan silmeyi hedef seçtiği için, yasa tasarısını ve yasayı sonuna kadar savunmaktan beri durmadı:

Bu amaçla ne yaptı biliyor musunuz?:

Ağustos ayı boyunca Adana, İzmir ve Bursa’da “Türk işçisine kurulan tuzağı” anlatmak için “uyarı mitingleri” düzenledi. Bu mitinglerde hiç sıkılmadan yasanın Anayasa’ya uygun olduğunu bile savundu. Yasaya karşı çıkanları, sendikacı, gazeteci, öğretim üyesi, hukukçu yani herkesi “komünistlerin ekmeğine yağ sürmekle” suçladı.

Türk-İş ne derse desin ne yaparsa yapsın işçi sınıfının ve akıllı temsilcilerinin karşı koyduğu Yasa Resmi Gazete’de yayınlanmasına karşın uygulanamadı. TİP, Birlik Partisi ve trene son anda atlayan CHP, Anayasa Mahkemesi’ne başvurup, Yasa’nın anayasal olup olmadığının saptanmasını istediler.

19 Ekim 1972’de Anayasa Mahkemesi, Yasa’nın sendika hakkını sınırlayan maddelerini Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti.

Böylece işçi direnişinin haklılığı doğrulandı. Böylece Türk-İş, patronlar ve AP hükümetinin DİSK’i ve radikal bağımsız sendikaları kapatma hayalleri yasal olarak da engellendi ve gerçekleşemedi. Böylece şçi sınıfı, sendikal örgütlenme özgürlüğüne bağlılığını ispat etmiş oldu.

Böylece parlamento dışı muhalefet gücünü göstermiş oldu. Parlamento dışı muhalefet, siyasi iktidarı, patronları ve uzlaşmacı sendikacıları yanıtlamasını ve geriletmesini bildi.

Böylece yıllarca işçi sınıfının bilinçlenmesini önlemek, mücadele geleneğini unutturmak isteyenlere Direniş’le yanıt verilmiş oldu.

Böylece işçi sınıfı sonrası için yol göstericilik görevini de yaptı.

Ve nitekim ortak hafıza sakladı:

1 Mayıs 1976’da işçi sınıfı Taksim Meydanı’na yönelirken 15-16 Haziranda çizilen yolları, sokak ve caddeleri izledi. Taksim Meydanı’nın adı Bir Mayıs Meydanı olarak T büyük harfle Tarih’e böylece yeniden yazıldı.

Nazım Hikmet'in Kamuran Bedirxan'a mektubu...






Türk sosyalist hareketinin uluslar arası üne sahip büyük şairi Nazım Hikmet, hem siyasi hem edebi olarak sol yazını en çok etkileyen isimlerin başında gelir. Siyasi duruşu ve çok yönlü sanatçı kişiliği kadar özel yaşamı da fırtınalı olan Nazım, her zaman popüler tartışmaların konusu oldu.


Kürt ulusal demokratik hareketi ve aydınları, genel Türk solu eleştirisi içinde özel olarak da Nazım gibi dünyanın en ücra köşelerindeki sorunlara duyarlılığını dile getirmiş bir şairin, yanı başındaki Kürt ulusunun uğradığı tarihsel haksızlıklardan tek kelime bile söz etmeyişini her zaman haklı bir eleştiri olarak dile getirmişlerdir.

Bu olgu Türk solunun “sosyal-şoven” geleneği tanımlamak için kullanılan argümanlardan birisidir.

Gerçekten de ortada bir duyarsızlık, görmeme sorunu mu vardı; yoksa sonuçta aynı kapıya çıksa bile görülen bilinen bir konunun bir oto-sansüre tabi tutularak, saklanması mı söz konusuydu?
Örneğin; Nazım Hikmet’in ünlü Kürt yurtseveri ve dilbilimcisi Kamuran Bedirxan’la Istanbul’da uzun yıllara dayalı bir dostlukları bulunduğu az bilinen bir olgudur. 1983 yılında Paris Kürt Enstitüsünün yayın organı olan “Hêvî” dergisi, Enstitüye bağışlanan Kamuran Bedirxan’in arşivinde bulunan, Nazım Hikmet tarafından Kamuran Bedirxan’a yazılmış 1961 tarihli bir mektubu orijinaliyle birlikte yayınladı. [Mektubun orijinali Paris Kürt Enstitüsü Arşivindedir]Bu mektupta Nazım Hikmet’in Kürt sorununa ilişkin genel yaklaşımını bulmak mümkündür.

“Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan, tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında yasar. Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini Kürt milleti kardeşi sayar. Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’ nda, Türk ve Kürt derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. O dövüş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri, “Vurun Kürt uşağı namus günüdür” diye başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulusundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketine tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı. Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü. Bu donem, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması donemidir. Bu inkârla, bu uzlaşmamanın ayni donemde bas göstermesi sadece bir rastlaşma değildir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor. Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde dış ve iç politikada ayni emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Her iki millet kardeş milli kültürlerini, milli ekonomilerini geliştirmek, toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor. Türk ve Kürt halkları Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız bir politika gütmesini, emperyalizmin ussu olmaktan kurtulmasını özlüyor. Gerçek Türk yurtseverleri Kürt kardeşlerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde milli haklarına kavuşmak için yaptığı kavgayı can ve gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek Kürt yurtseverleri de Türk halkının demokrasi ve milli bağımsızlık için yaptığı kavgayı öylece destekliyor. Anadolu’da yasayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, somurucu, karanlık kuvvetler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyorlar.

Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yasamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlerine, şehir ve koy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkâr edenlere, halkların birbirine düşüp dostlarından rahatça geçinenlere emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savasının zaferi Kürt ve Türk halklarının elbirliğiyle kazanılır.
Ancak böyle bir elbirliğiyle kardeş iki millet hürriyete, milli ve insan haklarına kavuşabilir.”

Nazim Hikmet,1961

Bugün için bu görüşler içeriği itibariyle yetersiz ve sınırlı görülebilir. Ancak yazıldığı 1961 tarih itibari ile Kürt halkının ulusal varlığının ve haklarının inkar edilmesine tavır almış olması, prensip olarak özgür ve eşit haklara vurgu yapılmış olması oldukça önemlidir.
Diğer bir önemli soru da bu görüşlerin neden açıkça yayınlanmadığı, siyasi bir söylem haline getirilmediği, tartışmaya açılmadığıdır, ki bu da en az “duyarsızlık” eleştirisi kadar cevaplanmaya ihtiyaç duymaktadır.

Diğer bir örnek Ermeni Soykırımı meselesidir:
“Nâzım, 1950'de hapisten çıktıktan sonra yazdığı ünlü "Akşam Gezintisi" şiirinde büyük bir coşkuyla mahallesini anlatır. Kasabın kapısına üşüşen kedilerden Çamaşırcı Huriye'nin işsiz oğluna, mahallenin veremlilerine, Rahmi Bey'lerin radyosundan polis jipine, Sütçü Yorgi'nin kızından bakkal Karabet'e kadar, tüm sosyal, kültürel, siyasal ve etnik zenginliğiyle...”

"Bakkal Karabet'in ışıkları yanmış
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini.
Fakat seviyor seni,
Çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına."


Nazım’ın çok fazla bilinmeyen ve yayınlanmayan şiirlerinden biridir bu. Bunun nedeni sık sık oto-sansüre uğramış olması olabilir.
UNESCO'nun 100'üncü doğum yılı nedeniyle 2002 yılını Nâzım Hikmet Yılı ilan etmesi nedeniyle T.C. Kültür Bakanlığı, 2001 yılında, “Fazıl SAY / NÂZIM” isimli bir Nâzım Oratoryosu CD'si yayınladı. Besteleri Fazıl Say'a ait olan oratoryoda tiyatrocu Genco Erkal Nâzım'ın şiirlerini seslendirdi. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Devlet Çoksesli Korosu'nunda katıldığı bu CD’de “Akşam Gezintisi” adlı Şiir yer almış olmasına rağmen yukarıya aktardığımız 5 dize, hem okunmamış hem de CD’nin kitapçığında yer almamıştı.

İnfo-Türk editörü gazeteci Doğan Özgüden’in gündeme getirdiği bu sansür olayı ile ilgili olarak bir açıklama yapan TC Kültür Bakanlığı CD’nin içeriğine karışmadığını yazılı olarak açıklarken, sanatçı Fazıl Say ve Genco Erkal, bu dizelerin sansürlenmesiyle ilgili herhangi bir açıklama yapmaktan kaçındılar.




16 Haziran 2008 Pazartesi

‘BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN, ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA’









Turgut Koçak

turgut.kocak@hotmail.com

Yaşam ne ilginç. Düşmanlarımız bizi zindana kapatır, yaşamla bağımızı keser, bir punduna getirip kalleşçe katleder, sonra da hiçbir şey olmamış gibi bizim üstümüzden çıkar sağlamaya çalışır. Başarır da…

Bütün devrimciler Sabahattin Ali’yi bilirler, tanırlar. Oyuna getirilip nasıl katledildiğini de unutmuş değillerdir. İşte bizim o Sabahattin Ali’miz, Sinop zindanındayken oturup bir şiir yazmıştır. ‘Başın öne eğilmesin – Aldırma gönül aldırma -…’ diye. İşte bu şiir daha sonra türkü olmuş, söylenmiş; yıllarca da içine hüzün çöken devrimcileri alıp çıkarmıştır, iç karartan o hüzün karanlığından. Türkü olan bu dizeler, hemen her eylemimizin sesidir, soluğudur, gücüdür. Bu yüzden bizim kuşak devrimcileri çok severiz bu dizeleri ve bu türküyü.

ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA

Oysa bizim sınıf düşmanlarımız yıllarca bu türküye ve dizelere yasak getirmiş, söyleyenleri işaret ederek canına okumak istemiştir, okumuştur da… Nazım Hikmet’imiz de yazdıklarından ve eylemlerinden dolayı aynı şekilde zulüm görmüş ve her dizesine yasak konularak yok edilmek istenmiştir. Adının duyulmasına bile katlanamayan sermaye güçleri ve gericiler bu yönde ellerinden geleni artlarına koymamışlardır.

Ancak; su yolunu bulmuş, önüne gelen engelleri aşa aşa çoğalıp ırmak olmayı başarmıştır. İşte Sabahattin Ali de, Nazım da düşmanlarının göbeğini göğe getirip, vurup yere çalmıştır onları. İlk Nazım Hikmet’in şiirini devrimcilerin kanını içmeye yeminli CIA ajanı Türkeş’in dilinden duyduğumuzda şaşırıp kalmış “Allah, Allah” çekmekten kendimizi alamamıştık. Sonra arkası geldi. Bir dizesinde yeryüzünde milyonlarca dostu ve düşmanı olduğunu dile getiren Nazım Hikmet’in şiirleri düşman toplantılarında söylenir oldu.

Acaba ne yapılmak isteniyordu? Yoksa bu bir özeleştiri ya da aklanma biçimi miydi?

Her ikisi de değildi kuşkusuz. Sınıf düşmanları bükemedikleri bileği, bir başka türlü etkisiz kılmak istiyorlardı, o kadar. Tıpkı magazinleştirilmek istenen Che Guevara gibi. Böylesi daha iyiydi onlar için. Gerçek anlamlarından uzaklaştırıp zararsızlaştırmak en iyisiydi. Onlarda bunu yaptılar. Üzülerek söylemek gerekir ki, etkili de oldular.

Şimdi aynı numarayı, Başbakan Recep Tayip Erdoğan yapıyor. Kendisini ve AKP’yi mağdur edilmiş sayarak mazlumu oynuyor.

Recep Tayip Erdoğan ve partisi AKP, acaba mazlum ve masum mu?

Değil.

Çünkü; AKP uluslararası emperyalist güç odaklarının dümen suyunda hareket eden ve ülkeyi


onlarla birlikte talana soyunmuş, ne var ne yok satıp savmış bir parti olup, dağı taşı sattığı gibi, aynı zamanda özelleştirmedik bir şey bırakmamaya yeminlidir de. Onlarca tersane işçisinin ölümü bu özelleştirme sonucu yaratılan taşeronlaşmanın sonucu olarak gerçekleşmiş ve bu yüzden sayısız emekçinin ocağı sönmüştür. Yokluk yoksulluk alıp başını gitmiştir. Zenginleşen AKP çevreleri küstahlaştıkça küstahlaşmışlar adeta yoksul halk yığınlarıyla dalga geçer olmuşlardır. Kayırma, ihale yolsuzlukları bunların iyi bildikleri yoldur. Dinsel gericiliği bir yaşam biçimi olarak yığınlara benimsetmek için girişilen kampanyaların ve kadrolaşmaların haddi hesabı yoktur. Eğitim alanı gericiliğin salvo atışları altındadır. Bay Tayyip, insanlık düşmanı ABD emperyalizminin Ortadoğu görevlisidir. Bakanlarının çoğunun durumu karanlıktır. İçlerinde CIA’nın yeminli görevlileri ve İngiliz yurttaşı olanlar bile vardır. Özetle bunlar halkın değil, katıksız yabancı ve işbirlikçi sermayenin işbilen adamlarıdırlar.

Şimdi Anayasa Mahkemesi katından AKP’nin kapatılma davası olduğu için bu çevreler yargıyı topa tutmakla kalmayıp açıktan açığa hedef de göstermekten çekinmemektedirler. Öyle bir görüntü sergilemektedirler ki, hem kuzu, hem de kurt rolünü aynı anda oynayarak, puan toplamaya çalışmakta her fırsatı değerlendirmekten geri durmamaktadırlar.

Recep Tayyip Erdoğan Sinop’ta halka seslenmiş o alışılmış şiirleri bir kenara bırakarak bu kez; bizim olan Sabahattin Ali’nin şiiri ‘ Başın öne eğilmesin - Aldırma gönül aldırma - …’yı okumuştur. Yani sizin anlayacağınız takkiye üstüne takkiyye yapmıştır.

İşte burada sessiz kalmamak gerekiyor. Bu konuda ne demiştir, Nazım Hikmet; “Biz adama gölgemizi bile çiğnetmeyiz…” Gerçekten de bunlara gölgemizi bile çiğnetmemeliyiz. Sinop’un kale duvarlarını çatlatan ve o zindanın duvarlarında bizim sesimiz bizim soluğumuz vardır. Bugün dillerden düşmeyen o güzelim dizelerin her sözcüğünün bizim yoldaşlarımız tarafından bedeli ödenmiş olup, tapusu devrimcilerin üzerine çıkarılmıştır. Bu tapuyu delmek isteyenlere yanıtımız olmalı ve onları bizim alanlarımızdan püskürterek, ölülerimizin başlarına basmalarını kesinlikle önlemeliyiz.

Son söz:

Sayın Recep Tayip Erdoğan, kendi alanınıza dönünüz. Biz sizin minareli, kubbeli şiirlerinizi okuyor muyuz ki, siz bizim ‘Başın öne eğilmesin – Aldırma gönül aldırma - …’ dizelerimizi okuyorsunuz, hem de siz ve sizin gibi dünya görüşü olanlarca katledilen Sabahattin Ali’nin kanı yerde dururken… Herkese herkese anımsatıyoruz ki, biz adama gölgemizi bile çiğnetmeyiz. Çiğnemeye kalkanlara ise hesabını kesinlikle ama kesinlikle sorarız. Bu da böylece biline…

15 Haziran 2008 Pazar

15-16 HAZİRAN 1970’den Bugüne



Adil Okay

“Tüketim toplumu olduk.”
“Tüketiyoruz o halde varız”
“Kredi kartları tüketmeye zorluyor.”
“Borçlanınca da işten atılma korkusu bacayı sarıyor. Mücadeleden kaçmak için bir neden daha doğuyor.”
“Tüketin mutlu olun. Alış veriş tek sosyal faaliyetiniz olsun. “

Yeni bir 15-16 Haziran anması öncesi yukarıda sıraladığım postmodern zamanların sloganlarını düşündüm. Bu sloganları uzatmak olası. “İşçi sınıfı küçüldü, sınıflar tarihe karıştı, sınıf çelişkisi kalmadı, bilgi toplumu olduk, v.s. v.s.”

Elbette bunlar birer safsatadan ibarettir. 1990’larda dillerden düşmeyen, ruhunu şeytana yani kapitalistlere satan ‘düşünürlerce’ uydurulan bu sloganlar, bu gün iyice gözden düşmüş durumdadır.

Bilindiği gibi, “Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1960’lı yıllara kadar yaşadığı altın çağın, 1973 petrol krizi ile birlikte sona ermesi, fordist birikim rejiminden post-fordist birikim modeline geçişi beraberinde getirmişti. Bu modelin temel özelliği fordizmdeki sabitlerin (işgücü, Pazar, sermaye yatırımları, ücret ve sosyal güvenlik destekleme politikalarında sabitlik) yerini esneklerin alması idi. Esnek birikim modeli olarak post-fordizm yedek işgücü ordusundaki birikimin artmasına neden oldu ve bu gelişme, işçi sınıfının örgütlü gücünü büyük oranda aşındırdı.

İşte tam da bu koordinatlarda “Tüketim toplumu ile ilgili literatür o kadar genişledi ve bu konuda o kadar çok şey söylendi ki, üretim kavramı akademik hafızalardan silinmeye başladı. Tüketime konu olan ürünlerin hangi koşullarda ve nasıl üretildiği ihmal edildi. Kısacası Türkiye’de işçi sınıfı unutuldu.”

Bu “unut(turul)uş” karşısında, bilinci köreltilmiş/ bilgisiz ve “kendi için olmak”a yabancılaştırılmış sınıfa yeniden/ tekrar dönmek kilit önemdedir...

Çünkü, sınıftan kaçışın ya da sendikal gerilemenin durdurulması, ancak ve ancak, bu kilit önemdeki soru(n)ların yanıtlanmasıyla mümkündür...

Müthiş bir yıkımın mimarı olan “12 Eylül rejiminin mirası salt baskı, zulüm ve kan olmadı. O Türkiye’yi, sömürge bir ülkeye benzetecek olan sürecin başlatıcısı oldu.”

Pınar Selek’in, “12 Eylül kendi insanını yeniden yarattı; yeni bir gençlik, yeni bir dil, yeni bir kültürel iklim yarattı. Bir yandan çok büyük bir şiddet uyguladı, bir yandan da eğlence sektörüne el attı. Bu arada köşe dönmecilik anlayışını kışkırtarak insanların küçük umutlar peşinde koşmasını sağladı. Tüketim kültürünü geliştirirken insanların yaşamında çok boşluk bırakmamaya özen gösterdi. Bunu sağlamaktaki başarısı ise bütün bu konularda hazırlıklı olduğunu düşündürtüyor. Uyguladığı o vahşi şiddet bile bilimsel yöntemlerle yapıldı. Örneğin hapishaneler bir tür laboratuar hâline getirildi ve muhalefetin iradesinin nasıl kırılabildiği buralarda test edildi,” tarif ettiği 12 Eylül saldırganlığı işçi sınıfını da doğrudan etkiledi...

Söz konusu saldırı küreselleşmenin post-fordist müdahalesini de devreye sokunca, sendikal örgütlenmenin soru(n)ları katmerlendi...

İşte bu gün, 2008 de 15-16 Haziran değerlendirmesi, bu gerçeklerin görülmesi, çözümlenmesi ile birlikte yapıldığında bir anlam taşır.

15-16 Haziran Direnişi, yalnızca burjuvaziye değil -ki o gerçekte işçi sınıfını zaten yeterince ciddiye alıyordu-, fakat özellikle sosyalizm adına konuşan reformist akımlara da işçi sınıfının varlığını, gücünü, devrimci enerjisini, militan karakterini yeterli açıklıkta gösterdi. Bununla da kalmadı, sol adına bel bağlanan burjuva kurumların gerçek niteliğini de gözler önüne serdi.

Hiçbir ideolojik çaba, parlamento ve ordu konusundaki gerici hayallere 15-16 Haziran Direnişinden daha kesin, etkili ve sonuç alıcı darbeler indiremezdi.

Evet bu bağlamda 15-16 Haziran, XXI. yüzyılda gelecek için yeniden okunmalı ve yorumlanmalıdır...

“Post-Fordist koordinatlarda işçi sınıfı “küçülüp”/ “önemsizleşmemekte”dir! Tam tersine “küreselleşme” vahşetiyle “küçük bir köy”e dönüşen yerkürede insanlık bir bütün olarak kolektif işçi sınıfı dönüşmekte ve işçi sınıfının talepleri daha da güncelleşmektedir.”

Bu bağlamda 15-16 Haziran 1970, “Bitmedi O Kavga, Sürüyor Sürecek...” kararlılığının savaş narasıdır...

Ve de 15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfının yürüttüğü kavganın tarihinde parlayan ve yol gösteren bir ışıktır ve hâlâ da parlamaya devam etmektedir..

------------------
Not1: Temel Demirer ve Cahide Sarı’nın araştırmalarından yararlanılmıştır.
Not2: 14 Haziran da, Aka-Der ve Kristal-İş’in birlikte düzenlediği panelde yaptığım konuşma metnidir.

adilokay@hotmail.fr

DERSİM HALKI DİRENECEKTİR




Mustafa Elveren (Em.Öğrt.)

Dersim halkına her türlü baskı, işkence, ölüm ve sürgün sistemli olarak yıllardır uygulanmakta olduğunu, “Resmi Tarih”in dışındaki kaynaklardan ancak öğrenebiliyoruz. Yine “Resmi Tarih”in masallarıyla, YİBO’ların devşirmesiyle, CHP’nin resmi ideolojisiyle sürekli etkilemeye çalıştılar. Büyük ölçüde başarı da sağladılar. Bu kadar yalan ve asimilasyona rağmen, yine de Dersim halkını yok edemediler. Egemen sistemin yöneticileri tarafından bu defa kirli savaşın bir ürünü olan koruculuğu dayatmaktadırlar.

Ferhat gibi nice ozanların fışkırdığı, “Ser verip, sır vermeyen” devrimcileri bağrına basan, Pir Sultan gibi direnen Önder Seyit Rıza ile Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ı yaratan, tüm baskılara, sürgünlere ve katliamlara rağmen hala ayakta kalmasını başarmış olan bir Dersim’i koruculaştırmaya kalkışmak, Türkiye’ye ve halklarına en büyük kötülüğü yapmak demektir. Dersim halkına koruculuğu dayatmak demek, Türkiye’yi mayın tarlasına çevirmek demektir. İnsanın düşünmek bile istemediği çok acı olaylara neden olabilir.

Ülkemizin en büyük tabiat ve kültür zenginliğini taşıyan, dağları, vadileri, asi suları, direnişçileri, devrimcileri yüzlerce türkülere ve ağıtlara konu olmuş bir Dersim’i yok etmeye çalışmak, hiç bir vicdana sığmaz. Cumhuriyet’i ve Kemalizm’i (Kemalizm hala tartışma konusudur) koruma bahanesiyle Dersim’i Pir Sultancı Kızılbaşlığından ve Kürtlüğünden soyutlamak için “Tunçeli”nizle kan deryasına çevirdiniz. Dersim halkı direne direne bu zihniyeti kıracaktır.

Dersimli Hemşehirlim “İhtiyar Delikanlı” Özgür Politika Yazarı Değerli Haydar Işık’ın Dersimle ilgili yazılarından etkilendiğimi itiraf etmem gerekir. Sevgili Haydar Işık bir yazısında “Diren Dersim” diye başlık koymuştu. Ben de diyorum ki, 90’lık Pir Ali Haydar Cilesun ile 70’lik Haydar Işık gibi Dersim’in “İhtiyar Delikanlı’ları var oldukça, Dersim halkı her zaman direnecektir.

“İhtiyar Delikanlı” Sayın Haydar Işık’ın yayımladığı bildirideki şu sözlerini çok anlamlı ve barış için önemli buluyorum.“Bugüne kadar koruculuğu almayan Dersimli Kürtler onuruna sahip çıkacak ve koruculuğu namertlik görüp geri çevireceklerdir. Halkların kardeşçe yanyana yaşamaları için; koruculuk kaldırılsın, Munzur'da barajlar yapılmasın, savaş dursun. Kürtlere özgür ve özerk anayasal yönetim sağlansın.“ (14.06.2008 / Gomanweb)

Haydar Hoca çok şey mi istiyor? Aslında bunlar Türkiye’nin demokrasi açılımı için gerekli olan evrensel insan haklarıdır. O nedenle Sevgili Hocamın bu sözlerine aynen imzamı atıyorum. Diğer kürt aydın ve siyasetçilerinin de bu „Özerklik ve özgürlük“ projesine sahip çıkmaları gerekir. Projenin kimden çıktığı değil, içeriği ve olabilirliği önemlidir. Türkiye’nin Kürt, Alevi, azınlıklar ile Türk ve islam konularının çözümüyle birlikte çok geniş kapsamlı bir projedir.

Bu ve benzeri projelerle, kendi dilinden özgürlük türkülerini söyleyip, özgürleşen bir Dersim’i yaratabiliriz. Dolayısıyla Türkiye’nin özgürleşmesini sağlayabiliriz.

Halkların barış, özgürlük ve demokrasi istemlerini hala „bölücülük“ diye niteleyenler varsa; gözleri kör, kulakları sağır, dilleri lal olanlardır. (verdiğim örnekle fiziki olarak özürlü insanlarımızı kast etmiyorum, bir yanlış anlama olmaması için bu parentezi açtım) Körlerin, sağırların ve lalların tıpta tedavisinin yapılması mümkün mü? Onu da Gomanweb yazarlarından Dr.İsmet Turanlı’ya sormak lazım. Çünkü, bundan sonrası beni aşıyor.

14.06.2008 / Gomanweb

MUSTAFA ELVEREN

E-POSTA: mustafaelveren@gmail.com

WEB: www.gomanweb.com

Ekleme Tarihi: 14.06.2008 / Gomanweb

14 Haziran 2008 Cumartesi

''Etnik kimlik kişinin şerefidir''

Merhaba Faiz arkadaş;

Yeni Özgür Politika'ya Baykal'ın Kürtlere karşı son tutumlarıyla ilgili haber hazırlıyorum. Aydınların yorumlarına da yer vereceğim. Senin de birkaç cümlelik karalamanı rica edeceğim. Mail olarak iletirsen sevinirim. Selamlar.

Deniz Baykal'ın Urfa'daki ''Etnik kimlik kişinin şerefidir'' sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Samimi buluyor musunuz? Amaç ne olabilir? Baykal'ın önceki tutumlarıyla da örnekler vererek değerlendirebilirsiniz... / 8 Haziran 2008

Ali Barış KURT


Merhaba Dost,

İletini ancak şimdi okuyabildim. İlgin için, çok teşekkür ediyorum. Sorunla ilgili olarak, hızlı bir şekilde şunları yazabilirim:

Faiz Cebiroğlu: Kürt halkı, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın ne kadar iki yüzlü ve yalancı olduğunu artık biliyor. Urfa’da ”oy avcılığına” giden Baykal, bundan böyle kimseyi kandıramaz. Yıllardır, adıyla-sanıyla tarihten silinmek istenen bir halka karşı, hiç utanmadan, ”etnik kimlik, kişinin şerefidir” diyor, diyebiliyor. Baykal, utanmaz bir insandır. Bir yıl önce, Özgür Gündem gazetesinde Baykal’ı, ” Amerika’nın ve faşizmin truva atı” (*)


olarak nitelendirmiştim. Baykal, budur. Bir yandan, ”kimlikten” ve ”şereften” bahseder; diyer yandan, orduyla birlikte Kürtlere karşı savaşı destekler. Meclis’ten geçen, ”Açık savaş tezkeresine” açıktan onay veren zaten kendisidir. Bunları, kendisi ”unutabilir(!), ama Kürt halkı, unutmadı. Unutmaz. Bu, bir.

İkincisi, Baykal, Türkiye’nin gelmiş- geçmiş en cahil insanıdır. Tarih bilincinden de yoksundur. Bir şey bilmez. Etnik nedir, bilmez. Kimlik nedir, bilmez. Dil nedir, bilmez. Cahildir. Böylesi bir cehaletle Baykal, utanmadan, ”etnik kimlik, kişinin şerefidir” diyebiliyor.

Ey Baykal, daha dün, Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş, ”çok dillik ve anadilde eğitim hakkını savunduğu için” görevinden alındığını, unuttun mu? Abdullah Demirbaş’la herhangi bir dayanışman oldu mu?..

Diller, zenginliktir, diyorsun! Sur Belediye Başkanı, ”çok dilli bir Belediye anlayışına sahip olduğunu”beyan ettiği için görevinden alındığı zaman sen neredeydin?

Yıllardır, Kürtçe ve Kürt kimliğinin asimile edilmesine seyirci kalan sen değil misin?

Urfa’da, ”oy avcılığına” giden Ey Baykal;

Anadolu’da değişik etnik kökene sahip olan herkes, kendi anadilinde duygularını ifade etmeli, eğitim ve öğretimini yapabilmeli ve kendi kimliğini yükseltebilmeli diyebiliyor musun?..

Kişinin şerefi, aynı zamanda bu sorulara açık yanıt vermekten de geçiyor…

Çalışmalarında başarılar. Sevgiler. Selamlar.

Faiz Cebiroglu.
------------------------

(*) Baykal: Amerika'nın ve Faşizmin Truva Atı!

Faiz CEBİROĞLU

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Habertürk Televizyonu'nda gazetecilerin sorularını yanıtlarken, ne kadar anti-Amerikancı(!) olduğunu gösterdi. Baykal, 'ABD'nin Türkiye'nin bir müttefiki olduğunu, ABD ile bir gerginlik yaşama peşinde olunmayacağını...' ifade etti.

Baykal budur. Baykal'ın anti-Amerikancılığı(!) işte budur!

Amerika'nın Türkiye'deki Truva atı olan Baykal, şimdi de seçim meydanlarında, cahilane şantajlarla oy avı peşinde. Anti-şeriat(!) kisvesi altında orduyla flört yapıyor; milliyetçi kisvesi altında da MHP'ye öpücükler gönderiyor. Belki de seçimlerden sonra, olası bir CHP-MHP koalisyonun işaretlerini veriyor.

Baykal, budur.

Baykal, kendine güveni olmayan yeteneksiz bir insandır. Türkiye'de yeteneksizlikte, ancak Demirel'le yarışabilir. Zaten Baykal'ın, Demirel'e yapmış olduğu 'nezak‰t ziyareti' bunun bir örneğidir. Tesadüfi değildir. Demirel ve Baykal tek değnektir. Değneğin adı, Deniz Demirel'dir. Bir ucu Baykal, diğer ucu da Demirel'dir. Pistir. Her iki ucu pis bir değnektir.

Okuduk, gördük; TV ve gazete manşetlerine yansıdı: 'Baykal, Demirel'e gitti!'

Baykal, budur.

Baykal, her tarafa gider, ama halka ve sola gitmez!

Baykal'ın gideceği yer, Çoban Sülü'dür. Baykal'ın gideceği yer, Deniz, Hasan ve Hüseyin'in ipini, mecliste 'evet!' diye haykırarak çeken, Süleymen Demirel'dir. Yani Çoban Sülüdür.

Tencere tekrar yuvarlanmış, kendi kapağını bulmuştur.

Baykal hem yeteneksiz, hem de tarih bilincinden yoksundur.

Peki, Baykal seçim meydanlarında neyi savunuyor, bilen var mı?

Baykal, hangi programı savunuyor?

Kendisi de bilmiyor. Bilmez.

Bilmez, zira Baykal, siyasi yaşamında muhalefet olamayacak kadar yeteneksiz bir insandır. Cahildir. Bu yüzden olsa gerek, geçmişte, Bülent Ecevit'i taklit etmeye başladı. Olmadı. Daha yeni Demirel'e gitti. Şimdi de ordu ve MHP'den medet umuyor.

Baykal, iki yüzlüdür.

Baykal, bir yandan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı Amerikancı olmakla suçluyor, diğer yandan kendisi Amerikan karşıtı değiliz diyor.

Baykal, budur.

Baykal, Amerikan'ın Türkiye'deki Truva atıdır.

Baykal budur; Türkiye'deki faşizmin Truva atıdır.

Seçimler öncesinde, Baykal'ı tanıyalım. Tanıyalım ve buna göre oyumuzu sandığa atalım.

Unutmamak gerekiyor; tarih, bize bakıyor. Tarih, bizi değerlendiriyor. Bu yüzden; geçmişteki yanılgılardan artık uzak duralım.

22 Temmuz seçimlerinde oylarımızla, emperyalizmin ve faşizmin truva atlarına 'hayır' diyelim!

5 Temmuz 2007
Özgür Gündem Gazetesi:

http://www.gundemonline.com/haber.asp?haberid=38308