Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL
Ece Ayhan Çağlar şairdir ve Türkçeyi fena halde sarsar : Allak bullak eder « dili ». Yazım kurallarının en belalısını bile çekip alır, ağzını burnunu kırar. Örneğin İstanbul’u küçük (i) ile başlatır. Akdeniz’i de küçük (a) ile. Ve daha neler : Şairdir. Niye böyle yazdığı da sorulamaz. Sorulmaz.
Ama kendisi bir söyleşisinde açıklar : « Düşünsel yönden karşı olmak da yetmez » der : « O’nun dilini de kullanmayacasın. »
Çünkü kırarak kullandığın dil artık « O’nun dili » değildir. « O’nun dili » olmaktan çıkmıştır artık. Benim anladığım budur. O’nun dilini kullanırsan (kullanmak zorunda/durumunda kalırsan) eğer KIRMALISIN. KIRACAKSIN. Ece Ayhan’ın yaptığı gibi.
Ece Ayhan şairdir şair olmasına. Ve buna kimsenin bir itirazı da yoktur aslında. (Sıkıysa itiraz edin bakalım !) Olamaz da. Ama sadece şair de değildir. Çünkü serde biraz tarihçilik ve feylesofluk ta vardır icabında.
« Tarihle aklını bozmuştur » besbelli : İki de bir « Tarihten geliyoruz. İnsanlarız. » deyip durması boşuna mı ? Veya « Doğu » ile aklımızı karıştırması : Buyurun dinleyelim :
« Ne yapalım. Batı’ya fazla giden Doğu’ya düşer aksi de geçerlidir bunun. Hele Alaska ile Kamçakka arasında bir Bering Boğazı var, birdenbire salıdan pazartesiye geçilyorsun ! »
Bu mesele O’nun Yort Savul isimli yapıtının değişik sayfalarına yansımıştır. Ama buradaki alıntı daha sonraki bir tarihte Cihat Burak ile yaptığı bir söyleşinin gazete sayfalarındaki sarımtırak izlerinden kalandır.
(Kedisever Cihat Burak ile Ece’nin birbirini bulması da bir rastlantı değildir. Ve bunun da « tarihi » nedenleri mutlaka kazınmalıdır : Araştırılmalıdır anlamında. Başka şey « aranmasın » bu lafta. Tamam mı ?)
Ece’nin zaten gazete ve dergi sayfalarında kalmış söyleşileri, unutulmasın diye olmalı, kendisiyle yapılan konuşmalar, dalga geçmeler karşılıklı ve özellikle İlhan Berk’le ( Nisan 1984’te « 1984 açıklarında Türk yazını » başlıklı dizi-söyleşileri örneğin Cumhuriyet’te neşr-edilmiştir nitekim ), tartışmalar, denemeler hep yayınlanır. Yayınlanmalıdır. Çünkü, ancak böylelikle Ece Ayhan’ı ve şiirini, tarihciliğini, « etikciliğini » ve felsefesini öğrenmek olasıdır. Yoksa sınıfta çakarız. Hiç şakası yok.
Örneğin Başıbozuk Günceler’ini okumalıyız. (Mazaret kabul edilmez !) Bu yapıt 1993’te yayınlandı. Veya Dipyazıları isimli olanlarını. Değişik tarihlerde, değişik dipyazıları yayınladı. 1980’lerin başından itibaren. Tamıtamına 1982 Mart’ından itibaren yazılanlardır.
Ece Ayhan tarihcidir. Kendine özgü tarihcidir. Ve işte tadımlık bir örnek :
« Olamaz » başlıklı şiirindendir :
« 1- Üç şubat. Saray’ın arkalarında bir yerlerde, daha Süleymaniye Camisi çıkılmamıştır : Sinan kalfalarıyla dolaşıyormuş.
2- Çıraklar ölçüyorlar. Boğaziçi açık, Haliç koyu gözüküyor. Eminönü’nde yelkenli direklerine dolanmış takalar, çektirirler. »
Nasıl ? SEN GEL SÜLEYMANİYE « CAMİSİ »NDEN SÖZ ET : KANUNİ’DEN TEK HARF KOYMA VE ANMA, ONUN YERİNE SİNAN, KALFA VE ÇIRAKLARINI AN : OLACAK ŞEY Mİ BU ? İşte Ece Ayhan’ın tarihçiliği budur : Bu « bürokrat tarihcilerin », bu bürokrat « bilim » kadın ve adamlarının cirit attığı Dersaadet’te. Eski ve henüz tamamiyle eskimemiş ve/veya eskitilememiş Osmanlı İmparatorluğu’nun eski başkentinde : Akıllara zarar.
Yineliyorum : ŞAİR VE TARİHCİDİR ECE AYHAN. VE BİRAZ DA FEYLESOFTUR İCABINDA. İşte örneği : « Pera Palas’ın arkasında » başlıklı düz yazısında yazar : « Benim bildiğim, silgiler silerken silinirler de. İnsanın kendisini silmesi ise bana çok dokunurdu, dokunuyor. »
Şimdi daha iyi farkediyorum : Buradaki « dokunuyordu »yu okunuyordu diye de anlamak mümkün.
Veya BAKMAK konusunda yazdıklarını okuyalım isterseniz :
« İlk gün : Gümüşlük’te » başlıklı yeni dipyazılarından aktarıyorum :
« Gözlerle, yüzle bakmak ne denli kolaydır, hemen herkes öyle bakar, hatta baktıkları da belli değildir…Ben gözlerimle de bakıyorum, ama zihnimle de bakıyorum, özellikle zihinlerimle. Sözgelimi insanın eşyaları yerleştirişinde bile bir anlam yok mudur açıklayıcı ? Eşyaları delip geçerek ‘insan insana varmak’ için başka ne yapılabilirdir ? Neden gözlerimi ben hiç kırpmıyorum, kırpmam : bunun üzerinde bir düşünülsün isterdim, istiyorum. »
Evet işte aynen böyle ve bize bakmak konusunda yeni bir konsept sunuyor/öneriyor. Böylece Ece Ayhan ille bizi düşün-meye yöneltiyor, yöneltir : Her şeyin hazırlop
sunulduğu, her şeyin hazır birer « ilaç » gibi alındığı günümüzde : O bize « Bir dakika burada bir mola verelim / düş-ünelim » diyor. Teşekkür Ece. Bin teşekkür :
Felsefenin diyelim iki yüz kadar (şaka değil gerçekten iki yüz kadar ) tanımından biri de NASIL DÜŞÜN-MEK değil midir ? Bildiğimizi, her gün farkına vardığımızı sandığımız davranışları, şeyleri ve diğerlerini BİR DE BÖYLE DÜŞÜNMEK eylemi değil midir Felsefe ? Gördüklerimizi anladığımızdan emin miyiz ? Ben emin değilim : Ne bizzat gördüklerimzi anladığımızdan. Ne de hele bize gösterilenleri. Hele hele televizyonlar aracılığıyla gösterilenleri.
TELE-VİZYON, ismi üstünde, zaten UZAKTAN-GÖSTERİLEN değil mi ? Uzaktan gösterilirken de…NASIL ? EVET, Aslında bugün yaratılan yeni tür aletlerle görüntüler her türlü manipülasyona açık bir biçimde çarpıtılabildikten sonra. Çarpıtılabiliyor. Bunu başka bir gün konuşuruz. Yine Ece Ayhan ile birlikte.
Filozof, aynı zamanda, dinleyenini, okuyanını/okuyucusunu DÜŞÜNMEYE TEŞVİK EDENDİR. İşte ol nedenle Ece Ayhan Çağlar ( 10 Eylül 1931- 12 Temmuz 2002) bir filozoftur : Şairliğinin, « etikciliğinin » ve tarihciliğinin yanında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder