27 Ağustos 2009 Perşembe

Açılış ve kapanış



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

”Kürtler ve Türkler, temeli yanlış atılmış bir ilişkinin tarihsel kurbanlarıdırlar. Kürtler köle, Türkler efendi olarak kurbandır. Köleyi köle olarak tutmak için, efendinin sürekli gerilim ve zincire ihtiyacı vardır. Bu zincir de ülkenin topuna atılmış bir zincirdir…”


Açılım üzerine çok yazı yazdım. Köşede duran birkaç yazının başlığı şöyle: “Açılım Hallerimiz”, “Çözüm Yalanları”, “Temsil”...

Bütün yazılarımda; Türk devletinin Kürt sorununu çözemeyeceğini, çözmeye yatkın bir yapısının olmadığını, Kürt sorunun çözüldüğü yerde devletin eski devlet olarak yerinde kalamayacağını belirtmişim.

Buna rağmen hükümetlerin Kürt sorununda ara sıra açılıp saçılmaya niyetlenmelerinin de bir çaresizlik, aynı zamanda oyalama taktikli zaman kazanma olduğunu defalarca yazdım.

Kürt halkının her türden olanaklarını kullanan siyasetçileri ise, sürecin olumlu olduğunu, susmayı beceremiyorsak olumlu şeyler yazmamız gerektiğini söylediler.

Neyse, süreç istedikleri gibi gitmediği zaman da bu kez Türk devletine yönelik alıngan açıklamalar yapıyorlar:

“Bizi kandırmakla ayıp ediyorsunuz! Gerçekten bu kez inanmak istemiştik.”

Epeyi zamandır Türk televizyon kanallarınız izlemiyorum. Televizyonlardaki danışıklı Kürtlerle-Türkler arasındaki bıktırıcı tartışmaları kaldırabileceğimi sanmıyorum. İnternette dört adet Türk gazetesine yirmi dakika göz attınız mı, gündem ve Türkiye’nin ruh hali hemencecik önünüze açılıyor. Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımı, 500 bölümlük pembe Brezilya dizilerini andırıyor. Baştan, ortadan ve sonlardan birer bölüm izlediniz mi, tümden konunun hakimi oluyorsunuz zaten. Hiçbir bölümü kaçırmayanlar genellikle ev hanımlardır. Sabah on sıralarında dizi başladığında evin hanımı bulaşığı yarıda bırakır ve televizyon karşısına çöker. Bölüm bittiğinde ise, pencereden karşı apartmandaki can ciğer komşusuna seslenir:

“İzledin mi?”

“Ayol kaçırır mıyım!”

Siyaset yorgunu bazı Türk ve Kürt şahsiyetlerin şimdiki hali bu. Elde kumanda aleti o kanaldan o kanala zıplama sağlanıyor. Bir yerde Kürt kelimesi mi geçti, kumanda olta gibi yakalıyor ekranı. Otuz senedir iki arkadaşını ikna edememiş Kürt ile emekli bilmem ne Türk’ü, tartışma halinde:

Bir de program başlamadan önce email adresinize mesaj gelir: Bilmem kim, yarın akşam saat sekizde şu kanalda... İyi ki kanal manal yok kardeşim...

Çok konuşmakla bir şey olunsaydı Türk basın ve televizyonlarında temposuna bir türlü yetişemediğimiz Mehmet Metiner ruh sağlığını korumuş olurdu.

Yirmi dakikalık basın turundaki gerilimi görünce hiç şaşırmadım.

Çünkü daha önce Kürt sorununun çözümsüzlüğüne dair çok net olgular kullandık.

Kürt-Türk ilişkisinde paltonun düğmeleri baştan aşağı yanlış iliklenmiştir dedik. Alt veya üst düğmeleri çözmekle paltoyu doğru iliklemiş olmuyorsunuz. Paltonun baştan aşağı açılması gerekiyor. Bu ise ayrı bir şey, farklı bir şey...

Türk-Kürt ilişkilerinde yine devletin temeli yanlış atılmış. Yanlış atılmış bir temel üzerindeki çatıyı düzeltmeye kalkmakla, temeli düzeltmiş olmuyorsunuz...

Kürtler ve Türkler, temeli yanlış atılmış bir ilişkinin tarihsel kurbanlarıdırlar. Kürtler köle, Türkler efendi olarak kurbandır. Köleyi köle olarak tutmak için, efendinin sürekli gerilim ve zincire ihtiyacı vardır. Bu zincir de ülkenin topuna atılmış bir zincirdir.

Faşist MHP, açılımın Türk devletini nereye sürükleyeceğini gördü. Dün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli açıkladı:

“Karar anı gelmiştir!”

Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Hasan Aksay, ise “son PKK’li ölünceye kadar mücadelemiz sürecektir,” diyor.

Genel Kurmay Başkanı Başbuğ: “Tek dil vardır, o da Türkçe!”

AKP açıklama yapıyor:

“Başbuğ’un açıklamalarını sahipleniyoruz.”

Bunlar tesadüfü açıklamalar değil. Tepeden tırnağa Kürt inkarı üzerine konumlanmış devlet sorumlularının bunun dışında bir açıklama yapması devleti çöküntüye götürür. Böyle konuşmak zorundadırlar.

Sovyetler Birliği reform yapmak isterken dağıldı. Reform, güçlü devletlerin ve güçlü ilişkilerin bir sonucudur. Çeteci devletlerin yapısı reforma uygun değildir.

Siz bakmayın PKK’nin sürekli “demokrasi ve demokratik cumhuriyet” demesine. Demokrasi, sınıflar arası ilişkilere bir rahatlık sağlıyor. Eğer demokrat olmak Kürt sorununu çözmeye yetseydi, Kürt sorununu Türkiye’deki demokratların çözmesi gerekirdi. Halbuki Kürt sorununda en ılımlı adımları Türk muhafazakar ve tutucuları atıyor. Kürt sorununda en katı inkar geleneğine sahip olanlar ise, Kemalist ordu ile CHP... Ordunun milliyetçi sol kanadına yaslanmış olanlar ise şu anda Ergenekon tutukluları...

Sol böyle değil demeyin. Sol, ulusal sorun ve ülke yönetimlerinde çok kötü bir mirasa sahip. İşte Kamboçya, işte Stalin Sovyetleri, Enver Hoca Arnavutluk’u... Latin Amerika’da iktidarda olan sol ise en iyi ilişkileri İran ile kurmuş...

Yani Türkiye, sağı ve solu ile Kürt sorununu çözecek bir yapı arz etmiyor. Kürtlerin yakınında olan bazı solcuların ise fazla bir etkinliği yok...

Peki ne olacak? Kürt sorunu hep çözümsüz mü kalacak?

Ne yazık ki, epeyi bir süre daha çözümsüz kalacak. Kalması gerekiyor. Eğer kadının karnındaki çocuk beş aylıksa, kadını illa doğuma zorlamanın bir anlamı ve mantığı yok. Beş aylık çocuğun yaşama ihtimali yüzde bir bile değil. Çocuk gürbüzleşsin, vakti gelsin...

Türkiye ve Kürtler çözüme hazır değil demiştik. Geçekten hazır değil. Herhangi bir Kürt siyasetçi, örneğin Ahmet Türk, Türkiye’nin yetmiş iline giriş yapamaz. Polis korumasında bile giriş yapamaz... Hele bu koşullarda...

O zaman Türkiye’nin Kürt sorununu çözmeye hazır olduğu nereden çıkarılıyor!

PKK kendi durumuna ve sıkışıklığına göre Türk devletine rağmen bazı adımlar atabilir. Bu adımları atacağı zaman, Türk yönetimi dışındaki bir çok devletten destek de görebilir. Atacağı adımlar, Kürdistan coğrafyasını Türk savaş uçaklarının atış poligonu olmaktan çıkara da bilir.

Bunları söylerken, Kürt halkının ve PKK’nin savunmasız kalmasını önermiyorum. Kendisine ve Kürt halkına yönelik saldırıları karşılayacak çok farklı olanaklara sahiptir PKK. Şehir örgütlerine ve milislere sahiptir...

Türk devleti ile PKK arasındaki kilitlenmede, kilidi Türk devletinin açacağına hiçbir zaman inanmadım. Fakat PKK, bu kilitlenmeyi açabilir.

Bu tür hassas konular da kamuoyuna açık makalelerde tartışılamıyor. Eğer PKK’nin veya genel anlamıyla Kürt ulusal mücadelesinin, Türk meclisi gibi bir meclisi, kongresi veya konferansı olsaydı, Kürt bireyleri veya aydınları olarak gider öneri ve görüşlerimizi kongre veya meclisin meşru zeminlerinde anlatırdık...

Böyle bir olanak da yok. Kuzey Kürdistan Kürtlerinin ulusal mücadeleye ilişkin tartışmalar yapacağı konferans veya kongreleri bulunmuyor.

Bahçeli’nin, Başbuğ’un veya Baykal’ın kükremesiyle Kürt sorunu ne geriler ne de Kürtlerin cesaretinde bir kırılma yaşanır.

Kürt hikayesinin “kart-kurt”tan buralara geldiğini biliyorsunuz.

Türk ırkına dayalı devlet kendini ne kadar yırtarsa yırtsın, Kürdistan’ın egemenliği ve özgürlüğü sağlanacak...

Türkiye’de ve Ortadoğu’da Kürt için adalet yoksa kimse için olmayacak...

Tanrı bizi herhalde sür git sömürgeci alçaklığın yanaşmaları olarak yaratmadı...

İnsan olmaktan kaynaklanan haklarımızı istiyoruz...

Kürt halkı için istenilen hakların hiç biri abartılı değil üstelik. Abartılı olan, bu hakların karşısında duran inkarcı anlayıştır...

Kaçışı yok; Kürt özgürlüğü, mücadeleyi yirmi yıl geriden takip eden uyduruk yasalarla değil, fiili olarak kazanılacaktır...

Kürt özgürlüğünün olmadığı yerde Türk devletinin Kürtleri yönetme şansı sıfırdır.

Bu nedenle kimse boşuna kabadayı ayaklarına yatmasın...

Yutmuyoruz ve korkmuyoruz...

Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

21 Ağustos 2009 Cuma

PAMUK İPLİKLER



Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

Hükümetin Kürt sorununu çözme çabaları (yol haritası) çiziledursun, söylenmeyen, tartışılmayan gerçeklerin saklanmasının yararlı olacağı düşüncesinde değilim. Her önüne mikrofon uzatılanın özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi soyut kavramları ağzına dolayarak, “Ya zaten fazla bir şey istemiyorlar. Bununla ülke bölünmez. Ya verelim gitsin!” şeklindeki konuşmaları kimilerince hıyanet kimilerince de babanın hayrına mı (malını mı) veriyorsun şeklinde algılanılmaktadır. Bizim burada söylemek istediğimiz, tüm tarihsel gerçeklerin ortaya konulmasıdır. Güçlüye göre konuşmak gücün yanında olmak demektir. Hiç korkmadan, sadece gerçekleri ortaya koyarak gerçek hastalığı bulmak ve ona göre tedavi uygulamak sağlıklı bir çözüm getirebilir. Bunların dışındakiler geçici ve kendimizi kandırmaktır.

Dediğim, bir konuya çözüm aranacaksa her şeyin açıkça ve saklanmadan konuşulmasıdır. Türklerle Kürtlerin birlikte yaşamlarının tarihçesi açıkça okunmalıdır. Lozan Antlaşması’na (24 Temmuz 1923) Kürtleri temsilen kimse katılmamıştır. O halde Lozan sadece Türkleri temsilen katılanlarla yapılmıştır. Aklıma tuhaf da olsa bazı sorular gelmiyor değil. Burada pek dile getirilmeyen-ama içerde saklanan-bir durum var. Yani bir atlatma, kandırma ya da hile gibi bir durumu açıkça kimse söylemek istemiyor. Şimdilerde söylenmese de-bir gün-birileri söyleyecek. Saklasanız da beyninizi yiyecek. Belki de AKP hükümetinin ve Cumhurbaşkanının yapmak istediği bu sıkıntılı durumu kendilerince çözmek(tir). Bu kez DTP ve Abdullah Öcalan’a Kürt açılımlarını imza ettirerek bir bakıma Lozan’ı Kürtlere imzalatmak istiyorlardır. Kim bilir dillendirilmeyen ama saklı tutulan düşüncenin özü bu olabilir. Verile(bile)ceklerin en azını vererek Kürtlerle kelepir bir anlaşma (alışveriş) yapılabilir. Federasyon, otonomi, bağımsızlık isteminin dışında bazı demokratik haklarla Kürt ütopyasını kelepire satın almak iyi bir politikadır. Verilen ve alınanların birbirini karşılayıp karşılayamadığı sorgulanamadan yapılan bir politika. Ve böylece birileri 50 sene, 100 sene sonra çıkıp, bize verilenlerle yetinmiyoruz dediğinde, sizin önderleriniz ve kitleniz (DTP’nin 3 milyon oyu vardır) sizin adınıza imza atmışlardı yanıtını alacak. Sizin talepleriniz buydu ve verdik. Biz Kürtlerle filanca yılda ikinci Lozan’ı imzaladık diyebileceklerdir.

Ben bu fikir jimnastiğini, sansürsüz, açıkça, bir olasılık olarak söylüyorum. Eğer bu dava çözülecekse, her şey konuşulmalı ve ortaya dökülmelidir diyorum. Kimse kimseyi kandırmamalıdır. Şöyle bir hikâye anlatmak istiyorum: Adamın biri birisine borç vermiş, 5-6 ay geçmiş para geri gelmemiş. Adam yine beklemiş, gitmiş, istemiş, para yine gelmemiş. En sonunda, “Bana bir tarih ver!” demiş, “ver ki rahat uyuyayım. Paramı vereceğin güne kadar sana uğramayayım. Ama vadesi geldiği gün paramı isterim.” “Olur!” demiş adam. “Söz! Bu sefer sana tarih vereceğim ve paranı ödeyeceğim.” “Ne zaman vereceksin?” diye sormuş heyecanla alacaklı. “Koçerler yayladan döndükten sonra gel ve paranı al!” [Koçerler (göçerler) mart-nisan aylarında sürüleri alıp yaylalara çıkarlar ve ekim-kasımda dönerler.] Adam şaşırmış. Paranın kaynağını öğrenmek istemiş. “Peki, parayı o tarihte nasıl bulacaksın?” “Dur sana anlatayım!” demiş borçlu. “Koçerler dönerken koyunların, keçilerin yünleri çalı çırpılara, dikenlere takılacak. Gidip toplayacağım. Eşim onu evde iplik yapacak ve ben de pazara götürüp satacağım.” Bunu duyan alacaklı adam acı içinde kahkaha patlatmış. Bizimkisi ise bu kahkahaya şöyle tepki göstermiş: “Gülecek tabii! Parayı cebinde bildi. Nasıl olsa parası garanti gelecek. Ben de olsam gülerdim!”

Bizim bu sansürsüz ve açık yazımızın amacı geçmişte yapılan hataların bugün de yapılmasında çok ağır bedeller ödeteceğidir. İsmet İnönü Türkleri temsilen Lozan’a katılmıştır. Kürtleri kimse temsil etmemiştir. Kürtler, Türklerin Anadolu’ya gelişinde ve ulusal kurtuluş savaşında Türklere yardım etmiştir. Kürtler bunu iddia etmektedir. Bu, hikâyemizdeki alacak verecek durumu gibi olmuştur. Ve sonraları Türkler Kürtleri asi, Kürtlerse Türkleri aldatan olarak saymıştır. İsyanlar ve acı olaylar olmuştur. Ve bugünlerde bir Kürt açılımı konuşulmaktadır. Abdullah Gül, Mustafa Kemal rolüne, Tayyip Erdoğan da İsmet İnönü rolüne soyunmak istemektedir(ler). Abdullah Öcalan’la DTP’nin de-kimi Kürtlerce hain, kimi Kürtlerce de yurtsever kabul edilen-Diyap Ağa rolüne soyundukları düşünülebilir. (Diyap Ağa, birinci TBMM’de Dersim milletvekilidir.) Tabii olayların böyle olmama olasılığı da vardır. Biz bu yazıyı, kafasında geçenleri söylemeyen insanlara inat açıklık, şeffaflık (düşünceler) için yazdık. Kürt sorununun çözümü barış, demokrasi, kardeşlik getirmesi için, taleplerin samimi, haklı, gerçekçi, insan haklarına uygun ve demokratik olması gerekir. Kimsenin-bunun dışında-başka rollere soyunma hakkı yoktur.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

21. Yüzyılın Başlangıcı ve İttihatçıların Sonu



“…Bir yüzyıldan beri yarattıkları korku ve gerilim ortamından beslenerek iktidarda kalabildiler. Ancak bugün, artık onlar, yarattıkları korkuları çoğaltmayı bir kenara bırakıp, mevcut korkuların varlığını bile devam ettiremez hale geldiler. Korkular ve yalanlardan inşa edilmiş tarihleri küresel çağın duvarlarına çarparak kül oluyor…”

N. Nadi Çelik
nadirnadicelik@hotmail.com

Türkiye’nin Dahiliye Nazırı Beşir Atalay, birkaç gün önce Kürt sorunu ile ilişkin yaptığı basın açıklamasında, alışılagelmişin dışına çıkarak, sorunu adıyla ifadelendirerek, çözümü konusunda ciddi bir hazırlık içinde olduklarını belirtti. Daha da ileri giderek, çözüm modelinin bütün dünyaya örnek teşkil edeceği gibi abartılı ifadeler kullandı. Çözüm ile ilgili devletin bütün kurumları arasında bir uyum olduğunu, ordunun da çözüm sürecine katkı sunmak kararında olduğuna dair özel bir vurgu yapması, çözüm için yapılan hazırlıkların hükümetin insiyatifiyle sınırlı olmadığı, hazırlığın devlet düzeyinde olduğu anlaşılıyor.

Bugüne değin, Kürd sorunun konuşulması, tartışılması hatta sorunun nasıl ifadelendirileceği, ittihatçılar dışında, herkese yasaktı. Sorun bütünüyle ortodoks ittihatçıların tekelinde idi. Ancak bugün, sorunun varlığının aleni kabul edilmesi, çözümü ile ilgili devletin temel organlarının hemfikir olması olağan dışı bir reflekstir. Devletin bu refleksi ilktir ve bu ilk’in şaşırtıcı olması ve hatta samimiyeti konusunda kuşku uyandırması oldukça anlaşılabilir bir durumdur.

Keza, sorunu, geçmişte olduğu gibi ‘’terör sorunu’’ ‘’feodalite sorunu’’, iktisadi sorun’’ gibi saçma adlandırmalar yerine direkt adıyla –kürd sorunu- olarak adlandırmış olması yine kamuoyunun alışık olmadığı diğer bir reflekstir.

Alışılmışın dışında üçüncü bir refleks ise, Dahiliye Nazırı’nın, çözüm için tüm toplum katmanları ve temsilcilerinin görüşlerini alma niyetinde olduklarını ifade etmesidir. Anlaşılıyor ki, yiminci yüzyılın ilk yıllarında devletin temel organlarını bir darbeyle ele geçiren, ve bir yüzyıl boyunca darbe ve askeri iltimatomlarla iktidarını bugüne kadar getirmeyi başaran İttihatçıların varlıklarından kaynaklanan sorunları çözmek Ak partiye nasip oluyor!

Hatırlanacağı üzere, AK parti, ne kuruluşunda ne de şekillenme döneminde sistemi demokratikleştirmek, temel sorunları çözmek gibi vaatlerde bulunmadı. Onlar daha ziyade dini referans alarak siyasi arenaya girdiler. İttihatçıları siyasi arenadan bir bütün olarak tasviye edip iktidarı ele geçirmeyi düşünmekten ziyade çoğunluğun oylarını alarak kazasız belasız ve de çan çalıp ittihatçıları ürkütmeden hükümet kurmayı planmaktaydılar. Tayyip Erdoğan ekibi, ittihatçıların hüküm etmeyen bir hükmet kurmalarına bile tahammül göstermeyeceklerinin farkındaydı.

Nitekim, ittihatçılar kısa bir süre sonra tahammülsüzlüklerini göstermekte de geçikmediler.

Anlaşılan, gerek ittihatçılar gerekse AK parti, uluslararası konjüktürdeki köklü değişikliğin Türkiye’de yolaçacağı olası değişiklikler üzerinde yeterince düşünmemişlerdi. Biraz geç te olsa, AK parti kadrosu aslında devranın dönmüş olduğunu hemde ittihatçıların aleyhine dönmüş olduğunu farketti. Kısacası, keser dönmüş, sap dönmüş, ve nihayet o gün gelmiş devran dönmüştü. Koşulların değişmesi AK partiye adeta asgari bir burjuva demokrasisini tesis etme misyonunu yüklemiş oldu. Bu misyonu gerçekleştirmesi için mevcut koşullar kendilerinin bile tahmin etmiyeceği oranda önlerini açarken, o oranda da ittihatçı kliğin hareket sahasını daraltıyordu. Sözkonusu edilen uyum işte bu zorunlu daralmanın bir ürünüdür.

İttihatçıların hareket sahasını oldukça daraltan iki faktörü buraya aktarmak istiyorum:

Birincisi ve en önemlisi, uluslararası faktör; soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, ittihatçılar, Batı dünyası için hem önemini hemde iktidar için tek seçenek olma imtiyazını yitirdiler.

İkinci faktör ise, Türkiye içindeki gelişmelerdir; İttihatçıların uluslararası deskteklerini yitirmesi ve halkın desteği karşısında cesaretlenen AK parti, sürekli kendisini tehdit eden ve iktidar organlarının kontrölünü vermemekte direnen ittihatçılara karşı giderek daha direngen duruş sergilemiş olmasıdır.

Burada bir ihtimali gözardı etmemek gerekir. Şöyle ki, İttihatçi kliğin, hem uluslararası hem de iç areneda kısmen pasifize olması çözüm sürecini sabote etmek için girişimde bulunmayacakları anlamına gelmez.

Türkiye’nin önünde duran ve gelişimini önemli ölçüde engelleyen, ve halkın yoksulluğuna ve derin acılar çekmesine yolaçan, gerek iç ve gerekse dış sorunlar, ittihatçıların varlıklarından kaynaklanan sorunlardır. Ve bu sorunların varlığı bugüne kadar onları iktidarda tutmuştur. Bir yüzyıldan beri yarattıkları korku ve gerilim ortamından beslenerek iktidarda kalabildiler. Ancak bugün, artık onlar, yarattıkları korkuları çoğaltmayı bir kenara bırakıp, mevcut korkuların varlığını bile devam ettiremez hale geldiler. Korkular ve yalanlardan inşa edilmiş tarihleri küresel çağın duvarlarına çarparak kül oluyor.

Gelişmeler,yirminci yuzyılın ilk yıllarında başlayan İttihatçı serüvenlerin,yine yirmibirinci yüzyılın ilk yıllarında sona ereceğini işaret etmektedir. Bu serüvenlerin sona ermesi Anadolu’nun yalnızca Kürd, Ermeni, Süryani, Zaza gibi yerli halkları için değil, aynı zamanda Türk halkı içinde sevindiricidir. Sevindiricidir diyorum, çünkü Türklerle ne genetik ne de kültürel düzeyde hiç bir yakınlığı olmayan ittihatçılar, bugüne kadar, Türklere rağmen (onların iradesini temsil etmemelerine rağmen), onlar adına bu topraklarda sayısız katliam, soykırım, gasp ve göçertmeler gerçekleştirerek, Türk halkınının dünya kamuoyunda onurlarını rencide ettiler. İttihatçıların, bu serüvenlerini artık devam ettirme olanaklarını bulamayışları aynı zamanda Türk halkının küresel çağda daha onurluca bir duruş sergilemesinin olanaklarını yaratmış olacaktır.

-------------
http://www.nadirnadicelik.org/

14 Ağustos 2009 Cuma

15 AĞUSTOS



Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com


15 Ağustos’ta Abdullah Öcalan’ın açıklayacağı yol haritası öncesinde parlamentodaki partileri bir telaş sardı. Alelacele AKP zaten bir Kürt açılımı yapacağını açıkladı. CHP ve MHP’nin bir savaş açmadıkları kaldı. Devlet Bahçeli, PKK’nin 25 yıllık dağa çıkış ve savaşına MHP’nin 50 yıl dağda kalarak yanıt vereceğini ilan etti. MHP dağa çıkabilir mi? Bu ülkenin yurttaşları olan Kürtlere hak ve özgürlükleri verildiğinde(n) bunu yıkmak için 50 yıl dağda mı savacak?

Bizim buralarda bir gün bir köye Çingene bir Kürt çalgıcı gelir. O gün o köyde büyük bir hazırlık vardır, köy bir şeyhi misafir edecektir. Her şeyden habersiz olan Çingene köy odasına doğru yollanır. İçeri girdiğinde koskocaman odanın dört tarafında yerlere döşeklerin serilmiş olduğunu görür. Duvarlarda şişkin yastıklar yaslanmıştır. O döşeklerden biri oldukça şişkin ve yumuşaktır. Orayı kendisine uygun gören Çingene hiç zaman kaybetmeden oraya çökelir. O ara hizmet edecek bir köylü içeri girer ve olanlara şaşırır. Çingene’ye yaklaşır. “Kalk!” der, “buradan kalk!” “Yook! Burası iyi!” der Çingene. “Burası çok rahat!” “Kalk buradan!” diye sertçe söylenir bir daha köylü. “Yo yo! Burası çok iyi! Çok rahat bir yer!” Çingene’nin oralı olmadığını gören Kürt köylü bu kez kızar: “Kalk buradan! Bu yer senin değil! Buraya şeyh oturacak!”

Dağlar MHP’nin ve Bahçeli’nin yeri değil! Dağda yaşamanın zorluklarını anlatacak değilim. Herkes dağa çıkamaz. Kimse buradan bizim PKK’yi övdüğümüzü çıkarmasın. Ama komprador burjuvazinin hiçbir temsilcisi dağda yaşayamaz. Dağda kimseye maaş vermezler, dağda Meclis te yok. Dağda ihale, şirket, ithalat, ihracat, beş yıldızlı otel işletmeciliği de yok! Ve nihayet kısacası dağlar MHP’nin işi değil! Garip köy çocukları, garibanlar, fakir fukara çocukları dağa çıkabilir! Ve Bahçeli’nin unuttuğu bir nokta var: PKK 25 yıldır dağda ama Türk ordusunun askerleri de 25 yıldır dağlarda! Demek dağda vuruşmak, ölüp öldürmek çözüm getirmiyor. Bu olay (gerçek) görülüp, yaşandığı içindir ki bugün akan kanın durdurulması isteniyor. Ekonomik, sosyal, kültürel, toplumsal yıkımın bir insani yıkımı yarattığının görülmesi üzerine bugün bir çözüme gidilmek isteniyor.

Kürt sorununda çözüm yolları vardır: Kültürü ve dili yok sayarak bir halkı yok saymak en yoğun bir şiddet uygulamasıdır. Bu nedenle bu tip şiddeti militarist devlet anlayışıyla sürdüren silahlı mücadele anlayışına son verilmelidir. Anayasamızda etnik kimlik üzerinden tanım yapılmamalıdır. Çünkü her türlü milliyetçilik, bir ötekileştirmedir ve şiddet içerir. Kimse bu ülkede ev sahibi ya da misafir değildir. Ülkemiz JİTEM, TİT, Ergenekon, kontrgerilla dâhil, geçmişiyle hesaplaşmalıdır, derin devlet tasfiye edilmelidir. Yerinden yönetim esas alınmalı, Kürtlerin kültürlerini geliştirecekleri (yaşayacakları) demokratik seçim esası (demokrasi) getirilmelidir. Ve tüm bunların çözümü özgürlükçü sosyal bir demokratik anayasadan geçer.

Bu ülkede ölgün ışıklar kara lekeler saçıyor aydınlık yerine. Oysa biz aydınlık istiyoruz. Ölüm ve yıkım fırlatan ısırıcı bir rüzgârı esiyor kirli savaşın. Ölenler Mehmetçik te olsa, PKK’li de olsa benim senin çocuğundur, yani garibanların! Onlar milletvekili çocukları, başbakan çocukları değil! Bedelli askerlik yapan komprador burjuvazinin de değil! Ölenlerin cesetlerine öyle bir bakın, hiç gözlerinde öyle kin dolu bakışlar var mı? Zeki bakışlar göreceksiniz, kahkaha patlatmaya hazır gülümseyen ölüm yüzlerinde. Çünkü onlar çocuktur ve gülümseme anne-babalarının yaptığı şakalardan asılı kalmıştı yüzlerinde ve ölüm dahi o gülümsemeyi alıp götürememişti. İşte bu noktada MHP’nin ya da CHP’nin beni anlayacağını hiç sanmıyorum.

Evet, toplumsal barıştan söz ediyorum. Ölmenin/öldürmenin olmadığı bir kardeşlik ortamından! İnsan hakkının insana verildiği kolaycık bir durumdan… Çocuklarımızın din, ırk, siyaset tacirlerinin kadavraları olmadığı bir ülkeden söz ediyorum. O ülke bizim ülkemiz, hepimizin!

11 Ağustos 2009 Salı

Kürtçe ve Ben




Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com


İsmail Beşikçi’nin, beni ve yazdıklarımı da konu alan “Kürt edebiyatı üzerine” başlıklı bir makalesi yayınlandı. Edebiyat, özellikle dünya edebiyatçıları üzerine çok önemli bilgiler içeren yazsında Hoca, Türkçe yazan Kürt yazarların, Kürtçeyi yazı dili olarak kullanmalarının önemine dikkat çekiyor. Beşikçi’nin benimle ilgili söylediklerinden iki paragrafı buraya almak istiyorum:

“Hasan Bildirici bir Kürt yazarıdır, Kürt romancıdır. Kürtleri, Kürdistan’ı, son 30 yılın en önemli gelişmesi olan gerilla mücadelesini, gerillayı anlatan bir yazardır. Ama, yazılarını, romanlarını, hikayelerini Türkçe yazmaktadır. Bu ürünleri Kürt edebiyatından saymak mümkün müdür? Kişi olarak buna evet diyemiyorum. Şöyle düşünüyorum: Hasan öykülerini, romanlarını Kürtçe yazsaydı, bunlar Kürtçe olarak yayımlansaydı… Diyelim 50 adet bile satmasaydı… Bunlar bile Kürt edebiyatının büyük bir atılım yaptığını gösterirdi. Ama Türkçe ürünler için bunları söylemek kolay değil.

Hasan Bildirici muhalif bir yazardır. Türk siyasal sistemine, Türk siyasal rejimine çok yoğun, çok haklı bir muhalefet sergilemektedir. Bu tutumuyla Kürtleri, Kürdistan’ı, gerilla mücadelesini, gerillayı anlatmaktadır. Bütün bunları Türkçe yazan, Türkçe’yi de çok iyi kullanan Hasan Bildirici’yi Türk edebiyatında bir yere koymak mümkün müdür? Bu soruya da evet diyemiyorum. İşte bu noktada, Hasan Bildirici kendini nasıl değerlendirmektedir, nereye koymaktadır? İkinci olarak kurdistan-post yazarları Hasan Bildirici’yi nasıl değerlendirmektedir, nereye koymaktadır? Üçüncü olarak, edebiyat çevrelerinin Hasan Bildirici’yi nasıl değerlendirdikleri, nereye koydukları önemli olmalıdır.”

Alıntılardan da anlaşıldığı gibi Beşikçi bana kendimi nasıl değerlendirdiğimi soruyor.

Sorularıyla bana kendimi ifade etme yolu açtığı için Beşikçi’ye öncelikle teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Çünkü neden Kürtçe yazamadığım ve konuşmadığım konusu gittiğim her yerde, her tartışmada önüme çıkıyor.

Öncelikle benim durumum diğer Kürt yazarlardan farklıdır. Ben asimile olmuş biri değilim. Aile dilim Türkçe’dir.

Burada Ahlat’ın özgün konumunu açmak gerekiyor. Benim doğup büyüdüğüm zamanlarda Ahlat şehir merkezinde birkaç Kürt aile vardı. Onlara da Kürt Hasan, Kürt Mehmet, Kürt Ali diye hitap edilirdi. İsmail Hoca’nın “Türk Egemenlik Sistemi” adlı makalesinde belirttiği Orta Asya’dan kopup gelen Türk boyları öncelikle Van Gölü çevresine yerleştiler. Van Gölü çevresinde tahminen 60-70 bin civarında bir Türk nüfus yaşar. Şehirlerde etkin olan bu nüfusla Kürtler arasındaki ilişki ve akrabalık kız alıp verme şeklinde gerçekleşir. Kürtlerin, kızlarını, Türk gençleriyle evlendirmelerinin en önemli nedeni kanımca bir ayaklarının şehirde olmasını istemelerindendir. Türkler de Kürt aşiretlerle akraba olmayı kendi güvenlikleri açısından isterler.

Ahlat’ın köyleri ağırlıklı olarak Kürt’tür. Kürt olan annem Ahlat şehir merkezindeki Türk bir aileye gelin gelmiş. Ben üç yaşındayken de vefat etmiş. Hayatı anlamaya başladığım andan itibaren bazı inatçılıklarım karşısında yengelerim, halam, babam, amcam çocukları şöyle derlerdi:

“Hasan’ın Kürt damarı tuttu!”

Bunun ne anlama geldiğini bilmezdim. Çünkü Ahlat’ın beş mahallesinden biri olan Kale Mahallesi’nde, yani mahallemizde Kürt bir aile de yoktu. Annemin Kürt olduğunu yıllar sonra öğrendiğimde, “Kürt damarı”ın anlamını çözmüş oldum

Ben, Vangölü’nü, dağları, ovaları, bahçeleri kısacası hayatı, Azeri kelimelerinin de ağırlıklı olduğu Türkçe ile tanıdım. Bizim Türkçe’miz İstanbul Türkçe’sinden biraz farklıdır. Annem sağ olsaydı Kürtçe öğrenebilir miydim? Sanmıyorum. Çünkü Türk aileler gelin gelen Kürt kadınlar Kürtçe konuşma ortamı pek bulamazlardı.

Ben Kürtçe’nin varlığını kabus bir ortamda, Ahlat Yatılı Bölge okulunda tanıdım. Kürt köylerinden toplanıp getirilmiş çocuklar ağızlarından terk Kürtçe sözcük kaçırdıklarında öğretmenler tarafından acımasızca dövülüyorlardı. 36 kişi olan sınıfımızda biz altı çocuğun aile dili Türkçe’ydi. Gerisi dövülmelerine neden olan yasak bir dil taşıyordu.

Yatılı Okulda Kürtçe konuşulamazdı. Ağızlardan ancak farkında olmadan Kürtçe kelimeler kaçardı ve birbirini ihbar sonucu çocuklar öğretmenlerden aşırı bir şekilde dayak yerlerdi. Bu koşullarda dayak yiyen çocuklardan ağızlarından kaçan kelimelerden Kürtçe öğrenilmeyeceği gibi, dayak yememize neden olacak bir dil taşımadığımız için biz Türkçe konuşan altı çocuk kendimizi şanslı sayardık. Fakat arkadaşlarımızın aşırı dayak yemesinden korktuğumuz için de geceleri Kürt arkadaşlarımızla birlikte altımıza işerdik.

Gittiğim Tatvan Yatılı Bölge Ortaokulunda da benzer kurallar geçerliydi ve Kürtçe yasaktı.

Kürt çocukların dayak yememek için canhıraş bir şekilde Türkçe öğrenmeye çalıştıkları bir sırada her halde ben dayak yememe neden olacak Kürtçe’yi öğrenmeye kalkamazdım... 1980 yılında hapishaneye girdim, 92 de tahliye oldum. Cezaevlerinde solun ve PKK’nin eğitim ve konuşma dili de Türkçe idi...

Burada sanırım coğrafyaya ve ulusa ilişkin bazı değerlendirmelerde bulunmak gerekiyor. Kürdistan bir coğrafyanın, bir ülkenin adıdır. Kürdistan, bu coğrafyada, bu topraklarda yaşayanların ortak vatanın adıdır. Eğer Türkler ve onların Kürt işbirlikçileri katletmemiş olsaydı, bugün Kürdistan coğrafyasında büyük bir Ermeni nüfus yaşıyor olacaktı. Ermeniler kendi dilleriyle yazıp, kendi dilleriyle şarkılar söyleyeceklerdi. Bu yazılar ve şarkılar ortak Kürdistan vatanının sanat zenginliğini ifade edecekti. Aynı şey, Asuri, Suryani ve Keldaniler için de geçerli... Yine Kürdistan coğrafyasında yaşayan Arap ve Türkler için de geçerli...

Ben, aile dili, baba dili Türkçe olan Kürdistanlı biriyim. Türkçe benim çocukluğum, öfkem, sevincim, hayata seslenişim, kendimi ifade ediş tarzımdır. Bu dilin bende bıraktığı yüksek duygusallık ve düşünce sisteminin bileşimini bozmamın gereği yoktur.

Türk devleti Kürtlerin dilini yasaklamakla hem yasaklayanlar hem de yasaklananlar açısından kişilik bileşimi çok zayıf bir toplum yaratmıştır.

Hırant Dink’in Hanımı Rakel buna:

“Bebekten katil yetiştiren sistem,” demiştir.

Kendi halkını kurşuna dizen itirafçıların ve köy korucularının sömürgecilerle girdikleri ucuz ittifakta bu yasakların, bu kişiliksizleştirme operasyonlarının payı büyüktür. Bunun örneğine başka ülkelerde pek rastlanmaz. Vietnam’da, Afganistan’da veya Irak’ta da sömürgecilerle işbirliği vardır, ancak bu işbirlikçilik inkar ve yasağa dayalı bir işbirlikçilik değildir.

Bunları dilin, bir insanın yaşamındaki önemini vurgulamak için tekrar hatırlatma gereği duydum.

Hoca haklı olarak benim yazdıklarımı Türk edebiyatı içinde de değerlendirmiyor. Ben de değerlendirmiyorum. Çünkü ben yurttaşı olduğum Kürdistan’ı anlatıyorum. Kürdistan benim ülkem. Atalarım bin yıldır Kürdistan topraklarında kanlarını ve huylarını birbirlerine benzeştirerek yaşamışlar. Kürt veya Türk olmaktan dolayı birbirlerine bir tokat atmadan yaşamışlar. Gittikleri batı şehirlerinde “Doğulu Kürt” muamelesi görmüşler. İşkencede, devlet dairelerinde, gittiğimiz batı şehirlerinde hiçbir zaman bizim “Türklüğümüzü” ciddiye alan olmamıştır. Bitlisli, Vanlı, Urfalı diyip, Kürt ile aynı muameleye tabii tutulmuşuzdur. Kürtlerin uygun bulunan muamelenin de ne olduğu bellidir. Kürtlerle olan bu kader ve coğrafya birliği bizi birbirimize benzeştirmiş. Yakınlaştırmış. Türk aileler dayı yapmak için özellikle Kürt ailelerden kız almış...

Bu ruhu, bu yakınlığı ben çocukluğumdan beri hissederim. Bu nedenle Kürt arkadaşlarıma yatılı okullarda yapılan muameleyi hiçbir zaman hazmedemedim... Türk ırk devletine yönelik öfke ve nefretim daha çok çocukluktan gelmektedir...

Ben Türkçe’yi İsmail Beşikçi, Ahmet Altan, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve kendi dilimden seviyorum...

“Kodumu oturturum lan!” Türkçe’si, egemen olan, ırkçı olan devlet Türkçe’sidir. Türkçe’nin bu biçimini duyduğumda tüylerim diken diken olur, evdeysem yorganın altına girer, kulaklarımı tıkar, uzun bir süre kendime gelememem.

Kürtlerin belki Türk devletiyle Kürt olmaktan kaynaklanan tek sorunları vardır. Benim ise Türk devletiyle iki kez sorunum var. Birincisi, yurttaşı olduğum Kürdistan coğrafyasında dayılarım olan Kürtlere karşı geliştirilen vahşi uygulamalar beni fazlasıyla rahatsız ediyor. İkincisi, benim de büyük ölçüde dahil olduğum Türk ve Türklüğün; kendisine Türk devletiyim diyen çeteci bir yapı tarafından cinayetlerde, katliamlarda, tetikçilik ve işkencelerde kullanılması gücüme gidiyor.

Sağı-solu pençeleyen, kendisine emanet edilmiş Kürt ulusunun canlarına kıyan, topraklarını dağıtan; yasaklayan, öldüren bir Türklük istemiyorum ben. Bu tür davranışları, eğer bırakılmışsa, Türklüğün onur ve haysiyetine yapılmış alçakça bir saldırı olarak niteliyorum.

Türklük artık, tepedeki bir avuç devşirme sınıfın ayakları altındaki paspas gibidir. Bu nedenle de öfkeliyim. Hem Kürdistanlı olmaktan dolayı hem de mensubu olduğum etnik Türk kimliğinin kirletmiş olmasından dolayı Türk devletine karşı muhalifim.

Bu egemenlik sistemi ile iş birliği halinde olan, çürümüş bu yapıyı bir süre daha ayakta tutacak olan Türk-Kürt anlaşmalarına da karşıyım. Anadolu ve Kürdistan halkı üzerine abanmış bu devşirme devlet biçiminin tarihin çöplüğünü boylaması gerektiğine inanıyorum.

Yeniden Hoca’nın yazısına dönmek istiyorum. Kendimi nasıl hissettiğimi ve hangi edebiyat içinde gördüğümü soruyor Hoca:

Bu, benim kafamda netleşmiş bir konudur. Kürdistanlıyım ve yazdıklarım Kürdistan edebiyatına aittir. Kürt arkadaşlar yazdıklarımı Kürtçe’ye çevirilerse, kitaplarım bu kez Kürt edebiyatına dahil olur.

Kürtçe’nin edebiyat ve konuşma dili olarak kullanılması elbette çok önemlidir. Bu işi öncelikle dili Kürtçe olan, hayata gözlerini Kürtçe ile açan arkadaşlar yapmalıdırlar.

Yeri gelmişken burada bir anımı anlatıp yazımı tamamlamak istiyorum.

Avrupa’ya ilk geldiğim yıllarda Kürt Pen’i ve bazı Kültür kuruluşları çeşitli toplantılar düzenliyor, beni de davet ediyorlardı. Birinde Berlin’e kadar bin beşyüz kilometre yol gidip geldim. Toplantı bir kuralla başladı. Toplantının dili kesinlikle Kürtçe olacak dendi. Dedim tercüman aracılığıyla konuşayım. Heval olmaz, dediler.. Ama kendimi ifade etmek istiyorum dedim. Yine olmaz, dediler. Ama dedim bir yolu olmalı. Yolu falan yok, git Kürtçe öğren de gel, dediler. İyi dedim ve on saatlik bir yolculuğun ardından eve döndüm.

Yine Köln’de Öcalan’ın yakalanması üzerine bir toplantı yapılmıştı. Kendimce önemli şeyler söyleyecektim. Kürtçe bilmediğim için yine konuşturmadılar. Konuşturmayan arkadaşlar da o zamanın Özgür Politika gazetesinde Türkçe makaleler yazıyorlardı.

Bunlar abartılacak şeyler değil. Türk devleti 90 yıl Kürt dilini gece ve gündüz yasakladı. Kürtlerin de bazı toplantılarını Kürt dilinde yapmak istemeleri normal. Fakat yine de ele güne karşı tercüman bulundursalar iyi olurdu!

Zorunlu eğitim dili olmadıkça Kürtçe’nin gelişmesi çok olanaklı değildir. Kaldığım Avrupa şehrinde iki yıl uğraşmamıza rağmen Kürt çocuklar için kalıcı bir sınıf oluşturamadık. 6 bin Kürt ailenin yaşadığı şehirde bir-iki Kürtçe sınıf oluşturamamanın günahı ailelere ait değildir. Çocuk zaten gün boyu Almanca ve Fransızca derslerden bıkmıştır. Dört gözle hafta sonunu veya Çarşamba günlerinin boş öğlen sonralarını beklemektedir. Çarşamba günü diğer çocuklar sokaklarda şen şakrak oynarken, Kürtçe dersine girmiş bizim birkaç çocuğumuzun uyku akan gözlerinin saate veya cama kilitlendiğini çok gördüm. Oğlum da Kürtçe kurs içindeydi. Her kurs günü bana kızıyordu:

“Almanca ve Fransızca dersler ağır. Sabah altı buçukta kalkıyor, akşama kadar ders görüyoruz. Biz çocuklar için Çarşamba öğlenden sonraları çok önemlidir. Haftanın ortasıdır. Gezmek, oynamak istiyoruz. Siz de bizi Kürtçe kurs için sınıfa kapatıyorsunuz,” diyordu.

Haksız değildi çocuk. Bir süre sonra sınıf dağıldı. Çocuklar devam etmek istemediler.

Zaten böyle Kürtçe de öğrenilmez. Kürtçe, Kürdistan vatanının, Kürdistan coğrafyasının temel dilidir. Türk sömürgeciliğinin Kürdistan okulları üzerindeki egemenliği kırılmadıkça ve Kürtçe zorunlu bir eğitim dili olmadıkça Kürtçe hep taşırma sularla ayakta tutulacak.

Ama nereye kadar?

Kürdistan’ı saran sömürgeci kültürün tel örgülerinin parçalanmasında Beşikçi’nin belirleyici bir rolü vardır. Hoca bunu tek başına ve ağır bedeller ödeyerek yapmıştır.

Ortaya çıkan direniş nesillerinin birinci görevi de, Kürtçe’yi, Kürdistan’daki okul, kurum, kuruluş ve sanat evlerinin birinci dili yapmak olmalıdır.

Bu noktaya da nihayet gelinmiş bulunmaktadır.

Bu yazıyla, Kürtçe dilini, romanlarımda neden kullanamadığımı anlayacağını umduğum Beşikçi’ye, kitaplarıma gösterdiği ilgi için ayrıca teşekkür etmek istiyorum…

---------------------

http://www.kurdistan-post.com/

7 Ağustos 2009 Cuma

İÇİMİZDEKİ NİYET



Bülent Tekin / btekin1954@mynet.com

HSYK krizi(?!) HSYK üyelerinin yenilmesiyle, hükümetin isteğinin olmasıyla sonuçlandı. Bunun başka türlü olması düşünülemezdi. Yargı bağımsızlığının ülkemizde olmadığı bir kez daha kanıtlandı. Yargı yürütmeye bağlı yürüyor(muş), bunu yeniden kanıtlamanın ne gereği vardı? Ben kişisel olarak Ergenekon savcı ve hâkimlerinin değiştirilmemesinden yanay(d)ım. Doğal yargıç ilkesiyle yargılamanın yapılması en doğru olanıdır. Sanığa (veya zanlıya) göre hâkim, savcı atamak düşünülmemesi gereken bir durumdur. Biz evrensel, modern hukuk kurallarına saygı göstererek olayın bu yönüne bakmıyoruz. Ergenekon davası-17 bin faili meçhul(!) cinayeti kapsayacak şekilde-tarafsız, bağımsız mahkemelerce sonlandırılmalıdır. Ancak bizim bu desteğimiz AKP hükümetinin yargıya (veya HYSK’ye) olan tavrını haklı göstermez. Cumhurbaşkanının yargılanmasını isteyen ya da bir kararına iptal kararı veren bir hâkimin sürgün gibi atanması kabul edilemez. Ya da İzmir’deki mafyavari çetelerle ilgili operasyonları yöneten savcının sürgün gibi atanması da. Bizim burada söylemek istediğimiz şey, lâik, demokratik, sosyal hukuk devletinin modern hukuk kuralları içerisinde davranılmasının sağlanmasıdır.

Süleyman Peygamber zamanında tilkiler toplanmışlar. “Perişan olduk! Hangi köye gitsek, tilki geldi! diye bağırıyorlar. Önde çoluk çocuk arkada köpekler bizim peşimize düşüyorlar. Bu hayat çekilmez artık! Süleyman Peygamber’e gidelim, bize belge versin. Biz de katırlar, eşekler, kediler, köpekler gibi evcil hayvan belgesi alalım.” Böylesi bir tartışmadan sonra karar verip en yaşlılarını Süleyman Peygamber’e göndermişler. “Veririm!” demiş Peygamber. “Size belge vereceğim. Ancak belgenin geçerliliği hareketinize (davranışınıza) bağlı olacak. Belgeme ihanet ederseniz, belge geçersiz olacak!” Yani anlayacağınız tilkiler ruhsat, ehliyet, kimlik gibi bir belge sahibi olmuşlar.

Bunlar ne de olsa tilki! Önce belgenin geçerliliğini test etmek istemişler. Yaşlı tilkiye, “Yine de tedbiri elden bırakmayalım. Köye git bakalım! Etrafta dolaş, belgeyi göster, kimse sana karışacak mı?” demişler. Tilki en yakın köye gitmiş, yolda karşılaştığı, tarlalarda çalışan, köy meydanındaki çocuklar, tavuklar, köpekler hiç oralı olmamışlar. Hepsinin arasında dolanıp durmuş, kimse yan gözle dahi bakmamış. “Köyün altını üstüne getirdim. Kimse bana karışmadı. Belgemiz geçerli!” demiş tilki. Bu kez, “Nasıl olsa geçerli evcil belgesini aldık. Artık korkusuzca gidip köylerdeki tavukları yiyebiliriz!” demişler. Yaşlı tilkiyi bu kez başka bir amaç için göndermişler:“Sen şöyle bir etrafı gözetle! Köylere git! Tavuklar nerede? Kümeslerin yerlerini tespit et, sonra hep beraber gider yeriz.” Ve böylece yaşlı tilkiyi köye yollamışlar, onlar da toplu halde-bu kez-köye yakın bir yerde beklemişler. Yaşlı tilki köye varır varmaz tavuklar sağa sola kaçmış, çocuğun biri bağırmış: “Tilki geldi!” Bir başkası: “Hani nerede?” Bir başkası: “Öldürelim!” Çocuklar ellerine taş alıp fırlatmışlar. Büyükler dışarı çıkmış. Eline taş, sopa, balta, silah alan peşinden koşmaya başlamış, onların ardından da köyün tüm köpekleri. Çoluk çocuk, köpek, herkes tilkiyi can havliyle kovalamaya başlamış. Fırlatılan taşların haddi hesabı yokmuş. Kurşunlar sıkılmış. Bizimkiler kan ter içinde kendilerine doğru koşan arkadaşlarına-yaşlı tilkiye-bağırmışlar: “Belgeyi göster! Belgeyi göster! Oku onlara belgeyi! Belgeyi oku!” Canını kurtarma peşinde olan tilki yanıt vermiş: “Bırakmıyorlar ki! Müsaade etmiyorlar ki belgeyi göstereyim!”

Hikâyemizdeki bu durum gibi AKP, oligarşik cumhuriyette hükümet olmuştur(belge almıştır). O da oligarşiyi temsil eden sınıfların menfaatlerini koruyor ve oligarşik diktatörlü demokrasicilik maskesiyle maskelemeye çalışıyor. Niyeti tam demokrasi olmadığı için, kendisine verilen belge geçerliliğini yitirmiştir. HSYK’ye müdahalesi bağımsız, tarafsız, evrensel yargı kurmak için değildir. Yarattığı İslami burjuvazinin menfaatlerini koruyacak bir yargı sistemi peşindedir. HSYK’deki ses, kavga dışarı yansıyabilmiştir. Kazanan oligarşiyi temsil eden hükümet oldu. HSYK üyelerinin taleplerini tam bilmiyoruz. Yenildikleri halde istifa mekanizmasını kullanmamışlardır. Kürt sorununda da samimi bir çözümü AKP benimsememiştir. Hükümet Kürt sorununu çözmekten çok PKK sorununu (PKK’yi tasfiye etmek) çözmek istemektedir. Göstermelik adımlarla 12 Eylül öncesi Kürt haklarını (köy isimlerini geri vermek gibi) vermeyi bir çözüm olarak yutturmaya çalışıyor. Bu konuda da AKP’nin belgesi-hikâyemizdeki belge gibi-geçerliliğini yitirmiştir. Ancak ortaya çıkan ses ve gürültüden AKP hükümetinin-niyeti tam demokrasi olmadığından-belgesinin geçerliliğini yitirdiğini görüyoruz. Ülke hızla-sahte demokrasi taleplerine karşın-Amerikan modeli bir İslam diktatörlüğüne gitmektedir.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Kürt Edebiyatı Üzerine


İsmail Beşikçi

Kürt edebiyatı, Kürt diliyle yazılan eserlerden meydana gelen bir edebiyattır. Kürt diliyle şiir, hikaye, roman, tiyatro, deneme, eleştiri, anı, mektup vs. yazıldığı zaman bunları Kürt edebiyatı altında değerlendirmek mümkündür. Arap diliyle Kürt edebiyatı olmaz, Fars diliyle Kürt edebiyatı olmaz, Rus diliyle Kürt edebiyatı olmaz, Türk diliyle de Kürt edebiyatı olmaz.
Yazın türleri arasında romanın özel bir önemi vardır. Eğer herhangi bir dilde bir roman yazılabiliyorsa, o dil gelişkin bir dil, yaşayan bir dil demektir, yazı dili demektir. Mehmet Uzun’un romanlarını Kürtçe yazması bunun için dikkate değer bir gelişmedir.

Hasan Bildirici bir Kürt yazarıdır, Kürt romancıdır. Kürtleri, Kürdistan’ı, son 30 yılın en önemli gelişmesi olan gerilla mücadelesini, gerillayı anlatan bir yazardır. Ama, yazılarını, romanlarını, hikayelerini Türkçe yazmaktadır. Bu ürünleri Kürt edebiyatından saymak mümkün müdür? Kişi olarak buna evet diyemiyorum. Şöyle düşünüyorum: Hasan öykülerini, romanlarını Kürtçe yazsaydı, bunlar Kürtçe olarak yayımlansaydı…Diyelim 50 adet bile satmasaydı… Bunlar bile Kürt edebiyatının büyük bir atılım yaptığını gösterirdi. Ama Türkçe ürünler için bunları söylemek kolay değil.

Hasan Bildirici muhalif bir yazardır. Türk siyasal sistemine, Türk siyasal rejimine çok yoğun, çok haklı bir muhalefet sergilemektedir. Bu tutumuyla Kürtleri, Kürdistan’ı, gerilla mücadelesini, gerillayı anlatmaktadır. Bütün bunları Türkçe yazan, Türkçe’yi de çok iyi kullanan Hasan Bildirici’yi Türk edebiyatında bir yere koymak mümkün müdür? Bu soruya da evet diyemiyorum. İşte bu noktada, Hasan Bildirici kendini nasıl değerlendirmektedir, nereye koymaktadır? İkinci olarak kurdistan-post yazarları Hasan Bildirici’yi nasıl değerlendirmektedir, nereye koymaktadır? Üçüncü olarak, edebiyat çevrelerinin Hasan Bildirici’yi nasıl değerlendirdikleri, nereye koydukları önemli olmalıdır.

Güney Amerika’da, Brezilya’da, Portekizce konuşulmaktadır. Resmi dil Portekizcedir. Venezüella, Kolombiya, Peru, Ekvator, Bolivya, Uruguay, Paraguay, Şili, Arjantin gibi ülkelerde, Brezilya dışındaki bütün Latin Amerika’da İspanyolca konuşulmaktadır. Resmi dil İspanyolca’dır. Guatemala, El Salvador, Honduras, Nikaragua, Kostarika, Panama gibi ülkelerde, Meksika’da, Küba’da, İspanyolca konuşulmaktadır, resmi dil İspanyolca’dır. Buna rağmen, Arjantin, Şili, Kolombiya, Venezuela, Meksika gibi ülkelerde İspanyol edebiyatından değil, örneğin Meksika edebiyatından, Kolombiya edebiyatından, Venezüella edebiyatından söz edilmektedir. Portekiz edebiyatından değil, Brezilya edebiyatından söz edilmektedir. Örneğin, 1982 Nobel edebiyat ödülünün sahibi, Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Maquez İspanyolca yazmaktadır.

1945 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, Şilili yazar Gabriela Mistral (1889-1957) İspanyolca yazmaktadır. 1967 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Guatemalalı yazar, Miguel Angel Asturias (1999-1974) İspanyolca yazmaktadır. 1971 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Pablo Neruda (1904-1973) İspanyolca yazmaktadır. 1990 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Meksikalı yazar Octavio la Paz (1914-1998) İspanyolca yazmaktadır.

İspanyolca veya Portekizce konuşmalarına, yazmalarına rağmen, resmi dil bunlar olmasına rağmen yerli edebiyatların; yani Brezilya, Şili, Arjantin, Meksika, Kolombiya vs. edebiyatlarının nasıl oluştuğu dikkate değer bir inceleme olmalıdır. Amerika keşfedildikten sonra çok büyük İspanyol ve Portekiz nüfus Latin Amerika’ya gitti. Portekizliler, İspanyollar bölgede gittikçe çoğaldılar. Bunlar, şu veya bu nedenlerle yerli nüfusu da öldürüyorlardı. Yerlilerin kültürünü ve medeniyetini yıkıyorlardı.

Yerli nüfus azalırken İspanyollar ve Portekizliler gittikçe daha büyük bir nüfus kitlesi oluşturdular. Yönetimleri ele geçirdiler. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano (d. 1940),
Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabında bu süreci ayrıntılarla anlatmaktadır. Bu yönetimler şüphesiz İspanyol ve Portekiz Krallıklarına bağlıydı. Daha sonra, Latin Amerika’da biriken İspanyollar ve Portekizliler, İspanya’ya ve Portekiz’e başkaldırarak bağımsızlık elde ettiler. Simon Bolivar, (1783-1830) bu mücadelenin önde gelen bir lideriydi

Venezüella 1810’da bağımsızlık kazandı. 1821’de, Büyük Kolombiya kuruldu. 1827’de, Panama, Peru, Bolivya, Kolombiya bağımsızlık kazandı. Giderek bütün Latin Amerika bağımsız oldu.
Bugün Güney Amerika’da, Orta Amerika’da yaşayan halkların atalarının İspanyollar ve Portekizler olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu nüfus Latin Amerika’ya İspanyol dilini ve kültürünü de getirmiş. Bir taraftan da yerlilerin dilini ve kültürünü imha etmeye çalışmış…Bu büyük kırımlara rağmen, bugün Güney Amerika’da yerli nüfus az da olsa var. Bolivya’da olduğu gibi yönetime gelen yerliler de var.

Orta Amerika’da ve Güney Amerika’da yerli dillerin İspanyolca ve Portekizce karşısındaki durumu nedir, yerli dillerle yazan var mı, ne kadar var, bilemiyorum. Kürtlerin ve Kürtçe’nin durumu çok farklı. Kürtler, tarihin başlangıcından beri kendi ülkelerinde, Kürdistan’da yaşıyorlar, Kürtçe’yi kullanıyorlar. Türklerin Anadolu’ya geldikleri tarih ise, 11. yüzyıl… Öte yandan, Kürtçe’nin, Arapça, Farsça ve Türkçe dilleri karşısında gelişkin bir dil olduğu, yazı dili olduğu açıktır. Şunca asimilasyon uygulamalarına, yasaklarına rağmen, Kürtçe’nin hâlâ ayakta olması, güçlü yapısından ileri gelmektedir. Türk yazarları, üniversite ve basın mensupları, zaman zaman Kürtçe konuşan bazı aşiretlerden söz etmektedirler. Bu aşiretlerin aslında Türkmen oldukları, zamanla Kürtleştikleri vurgulanmaktadır. Böylece, istemeden veya farkına varmadan Kürt dilinin gücünü ortaya koymuş olmaktadırlar.

Afrika’da İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, sadece, iki bağımsız devlet vardı. Habeşistan ve Liberya. Bugün Afrika’da 53 bağımsız devlet vardır. Bu devletlerin resmi dilleri İngilizce, Fransızca, İspanyolca veya Portekizce. 1986 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Vole Soyinka Nijeryalı bir yazar. İngilizce yazıyor. Bugün, Nijerya edebiyatı, Senegal edebiyatı, Gana edebiyatı, Mozambik edebiyatı vs. var mı bilmiyorum. Afrika’daki yerli dillerin, İngilizce, Fransızca, Portekizce ve İspanyolca karşısındaki durumları hakkında sağlıklı bilgilere sahip değilim. Leopold Sedar Senghor (1906-2001) Senegal kurtuluş hareketinin lideriydi. 1960’da, Senegal’in bağımsızlığa kavuşmasında önemli rol almıştı. 1960-1980 yılları arasında, Cumhurbaşkanıydı.

Bugün, Senegal’in resmi dili Fransızca. Leopold Sedar Senghor için, “ çok güçlü bir şairdir, Fransızcayı çok iyi kullanan biridir. Bir Fransız yazarı gibi Fransızca’nın inceliklerini bilirdi, hatta bir Fransız’dan daha iyi bilirdi” denmektedir. Ama sömürgeci baskılar karşısında kendi dili, anadili gelişememişti, kendi dilini iyi bilmiyordu. Bu bakımdan bu ibareyi övgü olarak mı, yergi olarak mı kabul etmek gerekir, emin değilim. Kwame Nukrumah (1909-1972) Gana Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin lideriydi. 1957’de, Gana’nın İngiltere’den bağımsızlık elde etmesinde önemli rol aldı. İngilizce’yi çok iyi yazdığı konuştuğu söyleniyor. Bugün Gana’da yerel diller de var. Ama resmi dil İngilizce. Benzer değerlendirmeler, Kenya lideri Jomo Kenyatta (1894-1978) için de yapılabilir. Jomo Kenyatta Kenya’nın bağımsızlığa kavuşmasında çok büyük rol oynamıştı. Kenya, İngiltere’den, 1963’de bağımsızlık kazanmıştı. 1963’de bağımsızlıkla birlikte cezaevinden çıkarılarak başbakanlığa getirilmiş, (1963-1964) daha sonra da Cumhurbaşkanı olarak yaşamını sürdürmüştü. (1964-1978). Bir Gana edebiyatı, Senegal edebiyatı, Kenya edebiyatı var mı, nasıl doğdu, nasıl gelişti, incelenmesi gereken bir durumdur. Kürtlerin, Kürtçe’nin durumunun bunlardan çok çok farklı olduğunu bilmek gerekir.

Sömürgecilik döneminde, Güney Amerika’da yaşanan süreç Afrika’da yaşanmadı. Sadece Güney Afrika’da benzer bir süreç yaşandı. İngiltere’ye bağlı beyaz yönetim, 1960’da, anayasal görüşmeler sonunda, bağımsızlık kazandı. Ama Afrika’da başka bir süreç yaşandı. Afrika’dan Amerika’ya köleler taşındı. İnsanlar, Afrika’nın bağrından zorla sökülüyor, Amerika’da köle pazarlarında satılıyordu. Ama, Afrika’da, İngiltere’ye veya Fransa’ya, İspanya’ya veya Portekiz’e bağlı beyaz yönetimler kurulmadı. Belirleyici olan, çoğunluğu oluşturan nüfus kitlesi yine yerlilerdi.

Hasan Bildirici çok değerli bir romancıdır. Hikayeleri de değerlidir. Kürtçe yazabilseydi çok daha değerli olacaktı. Ama Türkçe yazması bu değerini azaltmıyor. Son romanı Geçmişin Gölgeleri de çok iyi işlenmiş bir roman. Romanda iki tip dikkati çekiyor. Ahmet Zana, Bayan Maria... Ahmet Zana, gerilla terbiyesi almış, gerilla ahlakını içselleştirmiş, İsviçre’de mülteci olarak yaşayan, geçimini çalışarak temin etmeye çalışan bir Kürt. Küçük bir belediyede mezarlıkta çalışıyor. Cezaevi yaşamış, işkence görmüş, “faili meçhul” cinayetleri yakından bilen bir Kürt. Mezarlık bu anıların durmadan canlanmasına neden olduğu için, başka bir işte çalışmak istediğini sık sık dile getiriyor. Bayan Maria, sevdiği insanı çok genç yaşta kaybetmiş, onun anılarını yaşatarak kendini var etmeye çalışan bir kişi. Geçmişin Gölgeleri romanını okurken Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanını da hatırladım. Romandaki Kemal, Bayan Maria’ya benziyor. Kemal de sevdiği kadını kendinde, kendi yaşamında var etmeye çalışıyor. Bunun için de her zaman onunla birlikte olmak istiyor. Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal kendisi için yaşayan bir kişi. Bayan Maria da öyle, yalnız, Bayan Maria Musevileri, Kürtleri, onların mücadelelerini anlayabilen bir kişi… Hasan Bildirici’nin romanlarında böyle karakterler çiziliyor. Kürt toplumuna, Kürt insanına yönelik karakterler…

Hasan Bildirici’nin romanlarında çok sağlam bir kurgu vardır. Dili çok iyi kullanmaktadır. İnsanların ruhsal durumlarını dile getirirken, doğadan benzetmeler yapması, doğayla özdeşlikler kurması çok çarpıcıdır. Hırpalanan, harap düşen, ezilen bir ruhsal durumu belirtmek için, harap bahçelerden, yıkık köylerden, güneşin altında kavrulan, çatlayan topraklardan söz etmesi dikkate değer bir anlatımdır. Hasan Bildirici’nin kıvrak bir kalemi olduğu hemen dikkati çekmektedir.

Dünya edebiyatında, Hamlet, Macbeth (Shakespeare), Mösyö Jourdain (Moliere), Don Kişot (Cervantes), Madam Bovary (Gustave Flaubert), Julien (Stendhal), Goriot Baba (Balzac) Raskolnikov (Dostoyevski), Anna Karenina (Tolstoy), Oblomov (Gonçarov), İnce Memet (Yaşar Kemal) gibi ölmez karakterler var. Hasan Bildirici de romanlarında ölmez bir Kürt karakteri yaratabilir. Romanda önemli olan, insan ilişkilerinin, insanın ruhsal yapısının derinliklerini dile getirebilmektir, insanın doğa karşısındaki durumunu, cesaretini, çaresizliğini, yılgınlığını, azmini ortaya koyabilmektir. O toplumun gelişkin olup olmaması belirleyici değildir.

Bugüne kadar Hasan Bildirici’nin öykülerinin, romanlarının Kürtçe’ye çevrilmemiş olması büyük bir eksikliktir. Yasak Ülkenin Günlüğü, Ülkeye Dönüş, Şervan, Van Gölü’nde Yılanlı Bir Günün Esrarı, Son Mektup, Dönüşü Olmayan Yol, Pusu, Geçmişin Gölgeleri’nin kısa zamanda Kürtçe’ye kazandırılmasında yarar vardır. Bekaa, Yaratılan Toprak, Kürt Halkının Dostları Kimlerdir? Beşikçi Eleştirilerinin Anlamı kitaplarının da…
Şu konu şüphesiz çok önemlidir. Devletin temel politikası asimilasyondur. Asimilasyon sürecinde Kürtlerin, Kürtçe’nin ne kadar aşağılandığı biliniyor. O zaman Kürt yazarlarının, devletin bu uygulamalarının üstesinden gelmeleri gerekiyor. “Devlet, beni/bizi asimile etmiş, dilimi öğrenmemi engellemiş” demek geçerli olmamalıdır. Öte yandan Kürt yazarlarının, takma adlarla değil, kendi açık kimlikleriyle yazmalarında yarar vardır. Yazarları, kamuoyunun, öteki yazarların tanıması, bilmesi açısından bu gereklidir.

-------------


1 Ağustos 2009 Cumartesi

BU YAZIYI OKUMAYIN(!)



Bülent Tekin / btekin1954@mynet.com

Alperenler’in İdil Biret’in Topkapı Sarayı’nda verdiği konsere baskın girişimi olmasaydı yazmayacaktım. Ama o olay, Alperenlere karşı bir önlem alınması ve yaptıkları yasadışı eylemelere yaptırımlar yapılmasının zamanının çoktan geçtiğini gösterdi. Hrant Dink cinayetine karışan Erhan Tuncel, Yasil Hayal ve Ogün Samast’ın BBP ve Alperenler Ocaklarıyla ilişkilerinin tam olarak incelendiğini sanmıyorum. Bu ülke Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamlarını yaşadı. Devlet, millet, din, iman, bayrak adına Trabzon’da (Rahip Santoro), Malatya’da (Misyoner), İstanbul’da (Hrant Dink) cinayetleri işlendi. Sanki bu tür cinayetleri ülkenin her tarafına yaymak isteyen bir güç var.

Bir bardak şarap içilecek diye Topkapı Sarayı’nı insanlarıyla birlikte yakacak bir zihniyeti demokrasinin ürünü gibi göstermek oldukça anlamlıdır. Artık kimse kendini devletin, dinin, imanın, bayrağın, vatanın yerine koymamalıdır. Kimse bu ülkede dinci, dindar, milliyetçi, aşırı sağcı olmak zorunda değildir. Bu değerleri bayrak olarak kullananların bu vatanın dibine nasıl kibrit suyu döktüklerini sağır sultan bile duydu. Bu ülkede Müslüman ya da Hıristiyan, ateist veya Şamanist hatta Budist bile olabilir. Bozkurt ya da Alperen motiflerini fetişistleştirip bu ülkede birilerini ya sev ya terk et diyecek kadar ceza kesen bir duruma getirmek kabul edilemez ve suçtur. Bir mitolojik efsaneye inanabilir ve sevebilirseniz. Mitolojik inançlar insanlara moral ve mücadele gücü de verebilir. Ama bu mitolojik efsaneleri herkese dayatamazsınız.

Demokrasilerde-tabii eğer demokrasi hedefimizse-kimse kimsenin dini inançlarını, yurtseverliğini, sevgilerini, sevdalarını, ideallerini, dünya görüşünü sorgulayamaz. Ve demokrasilerde kimse kimsenin de tanrısı da-buna devlet de dâhildir-değildir. Eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik, birlikte yaşamak, sevgi, hoşgörü, modern hukuk demokrasilerin parametreleridir.

Din, devlet, vatan, millet, ezan, cami, bayrak ya da başka bir değer adına yurttaşlarınızı öldürme hakkını demokrasiler vermez. Kimse bu ülkede kendini daha fazla hak sahibi, vatansever göremez. Kimse Salt Doğu Türkistan bayrağını taşıyarak yurtseverlik taslayamaz ve Çin mezalimine daha fazla üzülemez. Dil, din, ırk, cinsiyet ve diğer tüm ayrımcığı yapanlara karşıyız. Doğu Türkistan’daki Çin katliamı lanetlenmelidir. Ama katliamlar tüm insanlar için lanet bir durumdur. Ülkede Kürtlere karşı işlenen faili meçhul(!) cinayetleri savunmak da lanetlenmelidir.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonra Alperen Ocaklarının propaganda, örgütlenme ve eylemleri oldukça arttı. Son zamanlarda Mardin’de Alperenler Ocağı kuruldu. Açılıştan önce günlerce çok sayıda Türk bayrağı binanın kaldırımlarına kadar asıldı. Bayrak Kanunu denen bir yasa olmalıdır. Türk bayrağının kurumlar tarafından ne zamanlar ve ne şekilde asılacağı bellidir. Bayrak hiçbir şekilde başka amaçlar için kullanılamaz. Açılış günü sloganlı ve tekbirli araç konvoyunun durduk yere Mardin’de tuhaf bir gösterisi oldu. Mardin polisinin farklı bir gruba bu şekilde hoşgörüyle yaklaşacağını ben tahmin etmiyorum. Birilerinin bu ilde Kürt-Arap çelişkisine dayalı bir projenin içinde olması ihtimalini düşünmek istemiyorum. Mardin’de ya da başka bir kentte artık Yasin Hayal’ler, Ogün Samast’lar çıksın istemiyoruz. Din, dil, ırk, cinsiyet düşmanlığının kimseye bir yararı olacağını düşünmüyorum. Mardin valisinin ve diğer valilerin yurttaşların can, mal, namus güvenliği için çok duyarlı olmalarını beklerim. Valilerin tarafsız, adil ve demokratik hukuk devletinin kuralları içinde görev yapmaları en doğru davranıştır. Hizmet yaparken dini düşünce, inanç, ideolojik, etnik, partisel, grupsal, cemaatsel görüşlerin yurttaş karşısında bir para etmemesi gerekir. Bu yazıyı hiç yazmak istemezdim. Siz de okumayın isterseniz.

GÖSTERMELİK DEMOKRASİ



Mustafa Elveren - Em. Öğrt.

mustafaelveren@gmail.com

Mevcut devlet kurumlarından hükümet ile ordu arasında yapılan kavga, cami-kışla çatışmasını andırmaktadır. Diğer bir söylemle, yeşil cüppeliler ile siyah cüppelilerin iktidar paylaşımı için yaptıkları danışıklı güç gösterisidir.

Baskıcı, inkarcı ve red politikaları üzerine inşa edilen bu düzen; islamcılık, cumhuriyetçilik-solculuk-devletçilik, sağcılık-milliyetçilik-vatanseverlik, halkçılık-Atatürkçülük-laikçilik gibi kavramları kullanarak göstermelik bir demokrasiyi üretmiştir. Kimisi bu aldatmacaya demokrasi dedi, kimileri de kısmı demokrasi olarak ifade etti. Halbuki yıllardır göstermelik yani sahte bir demokrasiyle karşı karşıyayız.

“Eğer bir rejimin ana özelliği demokrasiye dayanmıyorsa, baskı ve sindirme niteliğini taşıyorsa, o rejimin adının islam veya laik ya da sosyalist cumhuriyet olmasının hiçbir önemi yoktur… Cumhuriyetçilik, devrimcilik, laiklik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik gibi slogandan öteye geçmeyen söylemlerle kendimizi kandırmayalım. Başını kuma gömenlerin artık uyanması gerekir.” (Bu alıntı İnternet üzerinden derlenmiştir)

Bir avuç da olsak, yıllardır demokrasi ve özgürlük mücadelesini vermekteyiz. Bu mücadele günümüzde de kesintisiz devam etmektedir. Bu mücadelemiz sonucunda kısmı iyileştirmeler yani göstermelik açılımlar yapıldığını görmekteyiz. Bu göstermelik iyileştirmelere ve açılımlara aldanmayıp, gerçek demokrasiyi inşa etmek için var gücümüzle daha çok mücadele etmeliyiz. Örgütlü demokrasi güçleri olarak; Bunun için ne kadar bedel gerekliyse, ödemek durumundayız.

Göstermelik demokrasiden gerçek demokrasiye bir adım atmak istiyorsak, öncelikle evrensel demokrasi kültürünü halkın bilincine yerleştirmeliyiz. Böylesi bir bilinçle hak ve özgürlüklerimizi yasal güvence altına almak daha kolay olacaktır. Tersine gelişen olaylar bizi çıkmaza sokacaktır. “Her şeyi devrimle çözeriz” kolaycılığından kurtulmalıyız. Elbetteki devrimci ve sosyalist demokrasi ilkelerimizi koruyacağız. Bunlar vaz geçilmez ilkelerimizdir. Ancak, bu günkü Dünya siyaset konjonktürü gerçeğini de göz ardı edemeyiz.

Bunun kendiliğinden olamayacağının bilincindeyiz. Bunu başarmak için tüm örgütlü demokratik güçlerin ortak paydalar etrafında bir araya gelerek, güçlerini birleştirmeleri gerekmektedir. Aksi halde, demokrasi ve özgürlük konusunda kimi zaman tatlı bazen de sert rüyalar görmeye devam edeceğiz.

--------------------
WEB: http://www.gomanweb.com/

ASİMETRİK AŞKLAR



Bülent Tekin / btekin1954@mynet.com

Ağa bir köylünün elindeki topraklara el koyup onu kovmuş. Adam 10-15 yıl uzaklarda sürünmüş. Bir gün ağa insafa gelmiş ve köylüye, “Sen fakirsin! Çok sürünme artık köyüne dön!” demiş. “Sana para vereceğim. Çocuklarına giysi alacağım. Ev vereceğim!” “Olmaz!” demiş adam. “Sana acıyorum, artık yeter çektiğin. Gel köyde çoluk çocuğuna bak. Sana para vereceğim. Kardeş gibi yaşayacağız!” “Bana trilyon da versen gelmem. Ancak benden aldığın arazimi geri verirsen gelirim. Onun dışında gelmem!” “Hastir lan!” demiş ağa. “Benim arazimin yanında senin arazin olacak, başıma ağa kesileceksin! Ben bu köyde ikinci bir ağa istemem. Gel etme eyleme! Sana ve çocuklarına bakacağım, para vereceğim. Kardeş gibi geçineceğiz!” “Hayatta olmaz!” demiş adam. “Seninle kardeş gibi yaşayamayız. Arazisiz geldiğimde, bir gün benden sıkılırsan yine kovarsın. Ancak arazimi verirsen kardeş gibi yaşayabiliriz.”

Bizim memlekette durum tam da bunun gibidir. Bizimle yönetenler arasındaki durum böyledir. Şimdi buralarda yönetenler yönetilenlere, gelin kardeş gibi bir arada yaşayalım, diyorlar. Darbe yapanlar yapmayanlara, cumhuriyetin çok partileri (aslında hepsi tek parti ya!) halka, gelin sesinizi çıkarmayın, birlikte kardeşçe yaşayalım, diyorlar. Yönetilenlerin yönetenlerle eşit şartları mı var ki bu söylem söyleniyor? Tanrı’nın sevgili küçük kulları neden bunlara inanmıyor. Yoksa hikâyemizde anlatılan ağa-köylü bağlantısı mı var? Ya aslında bizim Tanrı’nın sevgili küçük kulları ayıp ediyor: Siz nasıl oluyor da Başbakan’a, Genelkurmay Başkanı’na, demokrasimizin(!) vazgeçilmez siyasi partileri liderlerine inanmıyorsunuz! İnsanlar size darbe yapmak istemiyor, iyilik yapıyor, sizse minnet yaşları dökeceğinize tuhaf şeyler düşünüyorsunuz? Ya ne iyilikten anlamayan insanlarsınız! Vallahi çok ayıp ediyorsunuz benden söylemesi!

İrticayla Mücadele Eylem Planı belgesi, faili meçhul cinayetler, JİTEM, TİT; derin devlet, kontrgerilla, şeriat devleti, faşist diktatörlük, militarizm, asker-polis devleti, Kürt sorunu konuları Tanrı’nın sevgili küçük kullarının düşünce alanına girmemesi gerekir. Demokrasi, demokratik cumhuriyet, tam demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet kavramlarıyla, seçim, seçilme hakkı-onlar sadece seçme hakkını(!) kullanmalıdırlar-sorunlarıyla Tanrı’nın küçük kullarının asimetrik bir düşünce savaşı vermesi oldukça tehlikelidir. Kimseye masraf çıkarmadan, yönetenleri övme ve dillerini yağlama görevlerini yerine getirmeleri gerekirdi. Oysa boylarına poslarına bakmadan asimetrik düşünce savaşı yapmak da ne demek oluyordu? Yoksa Tanrı’nın küçük kullarına Başbakan, hükümet, siyasi partiler, yöneticiler, asker sistematik olarak propaganda, basın toplantısı, hitabet sanatı, baskı mı yapıyordu? Ya da bu demokratik ülkede Genelkurmay Başkanı sistematik olarak basın toplantısı mı yapıyordu? Veya askerin iç ve dış konularda siyaset içeren konuşmalarını zararlı mı görüyorsunuz?

Ben yine de bizim hikâyeye dönmek istiyorum. Yoksulluğun rezilliğini istemeyen köylünün ağayla eşit olmak istemesinin, adalet mülkün temelidir, deyişine uygun düştüğünü söylemek istiyorum. Benim yine de küçük kullara söylemek istediğim birkaç söz var: Bu ülkede bir kilo baklava çalmaktan hapse girenler olabilir. Cehaletten bir cinayet işleyenler de müebbet alabilir. Fakir fukara bir memur sahte belgeden de içeri girer, on lira rüşvet almaktan da. Ama bizleri trilyonlarla dolandıranlar; kamunun milyarlarını götürenler; vatan, millet, Sakarya adına yurttaşlarını öldürenler bu ülkede baş tacı da yapılabilir. Başımıza padişah bile yapabiliriz. Artık benim Tanrının sevgili küçük kullarına bir çift sözüm kaldı: Asimetrik-hatta simetrik!-düşünceleriniz olmasın! Susun! Büyüklerinizin sözlerine inanın, onlara itaat edin. Uyku, gözkapaklarınıza öyle uzun bir süre asılı kalsın ki uyandığınızda tam demokrasiyi görün(!)