9 Eylül 2008 Salı

12 Eylül Dershaneler ve Yarış Atları


Adil Okay


Kız kardeşim ve yeğenlerim her yıl okullar açılana kadar yazlıkta kalırdı. Bu yıl erken döndüler. ‘Hayrola ne oluyor’ dedim. ‘Abi’ dedi, ‘yeğenin lise sona geçti. Bu yıl sınava hazırlanmalı.’ ‘Ee’ dedim ‘daha okullar açılmadı.’ O da bana mahcup bir halde, ‘Tamam ama dershaneler açıldı’ dedi.

Ya bizim zamanımızda dershane falan yoktu. Hele hele böyle şantajla çalışanların ilk maaşlarını ödemeyen, sigortasız, çok az maaşla yarı köle-yarı öğretmen çalıştıran, Türkiye genelinde toplam ciroları milyar dolarları bulan sektör olarak dershaneler hayal bile edilemezdi. Çok örnek alınan Avrupa’da da yok bu sektör. Çocuklara zayıf dersleri için özel ders aldıran aileler var tabi. O özel ders de cep harçlığı için çalışan üniversite öğrencileri tarafından evlerde verilir. Öyle kentlerde gözünüze dershane ilişmez. Ne de reklamları. Örneğin orta büyüklükte bir kentte bizde olduğu gibi yüzlerce dershane yoktur. Sadece bir tane vardır.

12 Eylül darbesinden sonra kurulan YÖK gibi faşizm kurumları nasıl üniversiteleri kışlalara – liselere dönüştürdüyse, milli eğitim bakanlığı da ilköğretim okullarını ve liseleri faşist ve şeriatçı kadrolarla doldurdu. Geçen çeyrek yüzyılda yapmadıkları tahribatı bırakmadılar. Sonuç ortada: Test manyağı olan, sorgulamayan, ezberlenmiş sözlerle konuşan, bir konuda kompozisyon yazamayan, dünyadan bi haber öğrenciler ile tüccar ruhlu öğretmenler, köle arayan dershaneler ve diplomalı işsizler ordusu.

KPSS icat oldu, öğretmen adaylarının çoğu açıkta kaldı. Onlar da açlığa dayanamayıp dershanelerde yarı köle gibi çalışmaya razı oldular. Örgütlenme-mücadele zaten ülke genelinde zayıflamıştı. Bir zamanlar saygı gören öğretmenlerin büyük çoğunluğu da sürüye katıldılar. Okullarda verdikleri dersleri ciddiye almayıp öğrencileri özel ders almaya teşvik ettiler. Okul çıkışı ya özel ders vermeye ya okey-batak oynamaya koştular. Sendikalara üye olmak, oralara gitmek yerine oyun salonları onlara daha cazip gelmeye başladı. Öğrenciler gibi öğretmenler de tek tipleşti. Düzeyleri düştü. Bu olumsuz gelişmelere direnen öğretmenler de azınlık olarak itilip, kakıldı. Fişlendi. Sürüldü.
12 Eylül 1980 öncesi eğitim

Biz gençliğimizde ne dershane, ne özel ders yüzü görmeden, tek dikiş, çift dikiş falan bitirdik liseyi, sonra da üniversite sınavını kazandık. Anımsıyorum tembel bir öğrenciydim ben. Hep ikmale kalarak geçerdim sınıfı. Hatta bir yıl da çakmıştım. Ama ilk sınavda da kazanmıştım üniversiteyi. İstanbul Yıldız Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü kazanmıştım da, (sanırım 1973’tü) 2. MC hükümeti iktidara gelmiş, beni ikmale bırakan MHP’li fizikçi Hakkı Karagöz okula müdür olmuş ve tek dersten takmıştı bana. Kazandığım halde gidememiştim üniversiteye. Tesadüfen kazandığımı söylemişti sınıfımızın inekleri. İkinci yıl tekrar girmiş yine kazanmıştım. A.İ.T.İ. Akademisinden bir bölümü. Doğrusu beğenmemiştim kazandığım yeri. Okula başlamıştım ama üçüncü kez girmiştim sınava, bu kez de İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesini kazanmıştım. Artık tesadüf diyememiş şapka çıkarmıştı arkadaşlarım. Gerçi başarılı bir okul sayılan Antakya Lisesindeki sınıf arkadaşlarımın çoğu doktor-mühendis oldu, ben ise meteliksiz gezer-yazar olarak kaldım orta yerde. Tabi sınıf arkadaşlarımın günahlarını almayayım, bana her zaman selam ve sevgilerini yollarlar ve ‘Siz çok çektiniz, biz nispeten daha rahat yaşadık’ diye ‘12 Eylül’ mezalimini kı-narlar.

Üniversite yıllarım ve 12 Eylül’ün açtığı yaralar

Babam, ‘Oğlum Adana’da başarılısın. İkinci sınıfa geçtin. Bırakma okulu, hem İstanbul’da iki çocuk okutmaya gücüm yetmez’ demişti de, gitmemiştim. Velhasıl üç kez üst üste kazanmıştım üniversite sınavını. Dershane veya özel ders tanımadan. Akademide bir ben, bir de bücür (Bülent) ders verirdik arkadaşlara. Akademi tarihinde yüksek matematikte yüz üzerinden yüz alan ilk öğrenci olmuştum. Geçenlerde ziyaret ettiğim, akademiden arkadaşlarım Baki ve Bülent anımsattılar bana bunu. Yüksek matematikten ve istatistikten hocalarımız ‘Sen devam et Adil (veya Bülent)’ diye tebeşiri bize bırakır giderlerdi. Tabi şimdi matematikle edebiyatın ne ilgisi var, nasıl edebiyatçı oldun, şiir -öykü-deneme yazıyorsun diyeceksiniz. Valla ben de bilmiyorum nasıl olduğunu. Anımsadığım; çok çalışmayı sevmediğim için ezberleyemez ve sosyal bilgilerden, edebiyattan ikmale kalırdım. Matematiğim, cebir ve geometrim ise hep iyi olurdu.
Demem o ki o yıllar, ‘halk yoluna baş koymadan önce’ okulumuzda başarılıydık. Tabi sadece ben değil, benden çok daha başarılı, çok daha zeki onbinlerce genç, 12 Eylül faşizmi tarafından zindanlara dolduruldu, sürgünde yaşamaya zorlandı. Ya da katledildi. Ve bu mezalimin sorumluları, Kenan Evren ve şürekâsı hâlâ yargılanmıyor. O yara kanamaya devam ediyor. Geçmişle hesaplaşılmadığı sürece bu ülke utanç içinde yaşamaya -kanamaya devam edecek.

Anne-babalar da dershane yollarında ‘at’laşıyorlar

Dershanelerde çocukların yarış atı haline geldiğinden şikâyet ediyor ana babalar. Ama; 1- Kendilerinin de onlarla birlikte ‘at’laştıklarını fark edemiyorlar. 2- Hem kızıp, hem düzene itaat ediyorlar. Milli Eğitime ve Dershanelere karşı hiçbir eylem yapmıyorlar. 3- Ve en kötüsü çocuklarının geleceğini düşündüğünü söyleyen ana babaların birçoğu ikiyüzlü. Çocukları sınavı kazanamazsa el alem ne der diye kaygılanıyorlar. Çocukları sınavı kazanan akrabalar, komşular, arkadaşlar karşısında küçük düşme kaygısıyla kendi egolarını tatmin için uğraşıyorlar. Çocuklarından kapasitelerinden fazla başarı bekleyip onların kişiliklerinde yaralar açıyorlar. Savunu aynı: ‘Başka çare mi var, mecburuz, sistem böyle, herkes aynı şeyi yapıyor, çocukların geleceği için, v.s’ . Tabi başka çare de aramıyor, sormuyor, sorgulamıyorlar.
Bu ülkede milyonlarca çocuk zorunlu ilköğretimden sonra okuyamıyor. Milyonlarca aile dershane parası bulamıyor. Kapitalizmin ‘eğitim ve fırsat eşitliği’ sahte. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da istatistiklere göre, bir işçi çocuğunun taşradan büyük kente gelip ciddi üniversitelere gitmesi çok zor. Şırnak lisesi ile Ankara lisesi mezunları arasındaki farkı- haksızlığı düşünün.
Paris’in varoşlarında oturan bir arkadaşım, çocuğu kent merkezinde daha iyi bir liseye gitsin diye evini Paris’e taşımıştı. Hadi o patrondu. Ya işçi çocukları. Yani Avrupa’da yaşayan mültecilerin veya göçmen işçilerin, hatta Avrupalı işçilerin -öyle bilmeden, araştırıp karşılaştırmadan iddia ettiği gibi- tuzu kuru değil. Bir işçi ailesi, değil bizim küçük patronlar gibi haftada birkaç kez lokantaya gitmek, çocuklarıyla birlikte ayda bir kez lokantaya zor gidebiliyor. Dışarıda kahvaltıya gitmek ise sadece hayal. Öyle sıfır kilometre arabaları, villaları falan da yok. Kent merkezlerinde yaşayan iki çocuklu bir aile 60 metre karelik bir evde oturabiliyorsa şanslı sayılıyor, çocukları da, Türkiye’de yaşayan bir bürokrat ya da küçük patron çocuğundan daha şanssız-kötü koşullarda yaşıyor. Avrupa ülkeleri son onbeş yıldır ciddi bir ekonomik krizin pençesinde. Refah on yıllar öncesinde kaldı. Krizin faturası önce işçilere, memurlara ve işsizlere kesiliyor. Sosyal haklar her geçen gün daha da budanı-yor.

Eylül geldi dershaneler okullardan önce açıldı

Dershaneler açıldı. Ebeveynler dershaneler önünde kuyruğa girdi. Çocuklar isyan edin. Yarış atı olmayın. Çocukluğunuzu ve gençliğinizi sistemin ve ebeveynlerinizin çalmalarına (boş zamanlarınızın oyun, eğlence, spor, müzik, kitap okuma v.b. yerine dershanelerde geçmesine ) izin vermeyin. Tabi internet salağı da olmayın, meslek öğrenin. İlla mühendis veya doktor olmak gerekmiyor ‘adam gibi adam’ veya ‘kadın gibi kadın’ olmak için. (Tabi doktor ve mühendislere karşı değilim. Dünyaya bu meslek grubundan insanlar da gerekli. Ağabeyim Arif Okay makine mühendisi aynı zamanda araştırmacı yazar, keza Doktor Nedim İnce de öyle.) En son izlediğim ‘Güney Sanat Tiyatro Topluluğu’ üyelerinin hemen hepsi işçi ve öğrencilerden oluşuyordu. Tüm izleyiciler gıpta ile karışık saygıyla alkışladı ço-cukları.


‘Az Çalışmalı Aşka Zaman Ayırmalı’ başlıklı makalem de bu özlemi dile getirir. Yani insanların günde dört saat çalışıp, kalan zamanlarını aşka, sanata, spora, çocuklara ayırabileceği bir dünya özlemini. Ki bu da imkansız değil. Ancak bunun için kapitalizm denilen bu acımasız sömürü sistemini alaşağı etmek gerekiyor. Dershaneleri de kapatıp kültür merkezlerine veya meslek okullarına dönüştürmek ve orta öğretimde de eğitimin çıtasını yükseltmek.

SONSÖZ: 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden 28 yıl geçti. Bu karanlık günün yıldönümünde eğitim sistemine eğilmek istedim. Dershanelerden yola çıktım, buralara kadar geldim. Konuyu daha fazla dağıtmadan, çocukların ve ebeveynlerin dershane çarkında yarış atı haline gelmelerine karşı son sözümü, çocuklar için yazdığım bir şiirimle ve bir de dilekle bağlayayım: Umarım gelecek yıl, 12 Eylül mimarları hak ettikleri yerde, cezaevlerinde olurlar. Ve eğitim sistemi değiştirilmek üzere masaya yatırılır.

“Zaman

Baba bana top alma
Elmalı şeker de istemem
Dönme dolaba da artık binmem
Özel ders - dershane de hiç istemem
Ama n’olur sen de saatine bakıp durma

Bana zaman al baba
Çok çok zaman
İçinde sen olasın
Ben olayım
Bir de anne…”

adilokay@hotmail.fr

Hiç yorum yok: