1 Eylül 2008 Pazartesi

GÜNEŞİN SÜRPRİZLERİ







Müslüm Kabadayı


Antep, 27 Temmuz 2008

Her doğum sancılı, her sancı eski ile yeninin çatışmasına tanıklı, her tanıklık da biraz öğrenme ve biraz geberme halidir. Güneşin doğudan, yaşamın da oradan yükseldiği gerçeğine tanıklık etmek, bu arada hangi yaşamsal edim ve eylemlerle insanlığın yükseldiğini görerek öğrenmek üzere 23 Temmuz 2008 Çarşamba sabahı 08.00 sularında Antep’ten Urfa istikametine yola çıktık. Zübeyde’nin kaptanlığında ve sevgili Fatma Bozbeyoğlu’nun refakatinde küheylanımız Nizip’e doğru ilerlerken, yol hikayelerinin fotoğraflamasını ve kamera belgesini oluşturmak üzere ön koltukta sürekli elimde iki makine birden düğmelere basıp durdum. Birkaç işi birden yapabilme yeteneğim aksamadan hayata geçerken, son zamanlarda dalgınlık ve dağınıklığımın artmış olmasından da büyük rahatsızlık duyduğumu hemen not düşmeliyim.

1982’de Mamak Askeri Cezaevi’nde aynı koğuşta kaldığımız ve orada tanışıp dostluk kurduğumuz Nizipli elektrik mühendisi Şemsettin Dertli’den ve 1993’te Antakya Dershanesi’nde çalışırken tanışıp 1998’e kadar birkaç işyerinde birlikte çalıştığımız İsmail Şahan Çelik’ten memleketlerinin sosyo-ekonomik özellikleri hakkında bilgi edinmiştim. Zeytinciliğin, dolayısıyla zeytinyağı fabrikalarının ağırlık kazandığı bir ekonomiyle tanınan Nizip çevresinde Antep fıstığı, hububat üretimi de söz konusuydu. Zübeyde, daha önce bu tarafa gelmiş, Halk Bankası Müfettişi iken buralarda denetimde bulunmuş, ancak mekanlar aklında tam kalmamış. Birecik’le Nizip’i o nedenle karıştırmıştı. Nizip Organize Sanayi’yi şöyle bir görüntüleyip şehir merkezine girmeden Birecik’e doğru ilerlerken, oranın nasıl bir mekan olduğunu hep merak ettiğim üzere, görünce şaşırmadım değil. Fırat’ın üzerine kurulu büyük bir köprüden karşıya geçince köprünün altından geçerek şehir merkezine yöneldik. Fatma’yla ikimiz kaptanımızdan ricada bulunarak “kelaynakları” görmeden gitmememiz gerektiği konusunda ikna ettik. 3-4 km kadar nehir boyunca ilerlerken fotoğraf ve kamera çekimleriyle, buranın kalesini, Fırat’a bakan ilginç kaya ve kayalara oyulmuş mağara görüntülerini belgeledim. Yolun sağında Milli Park yazısını görünce durup arabadan inerek içeriye girdik. Dünyada 400-500 civarında kelaynağın yaşadığını, 300 kadarının Nil vadisinde 150-200 kadarının da burada yaşadığını öğrendik oradaki görevliden. Yine görevlinin verdiği bilgiye göre biz şanslıymışız; çünkü başka zaman bu saatlerde hiçbir kelaynak yuvada olmazmış. Sabah erken saatlerde sularını içtikten sonra Milli Park alanı içinde avlanmaya çıkarlarmış. O kelaynağın fotoğraf-video çekimini yapma olanağı bulduğumuza çok sevindik böylece. Bu işlemleri belli bir uzaklıktan yapabildik, çünkü bu hassas hayvanlara fazla yaklaşılmasının yasak olduğunu söylediler.

Kelaynakların yaşadığı vadi, beyaz taşların (bizdeki kedden) bulunduğu 300 m kadar uzanan 100 m genişliğindeki bir alandan oluşuyor. Girişin sol yamaçlarına ahşap yuvalar yapılmış onlar için. Sanıyorum kış için de kapalı bir bölme inşa etmişler. Görevli, bize bu kuşlarla ilgili çekilmiş fotoğrafları gösterirken, “Bunlar, çok az çiftleşen hayvanlar. Bir erkek kelaynak, bir dişiden başkasıyla çiftleşmez; sadık havyandır. Sesten, kalabalıktan hoşlanmazlar. Sükunet ararlar.” dedi. Fatma hemen yüzüme bakarak “Senin gibiymiş bunlar” demez mi! “Evet, sadakat konusundaysa benzetmen, kabulümdür.” diye yanıtladım Fatma’yı. Ha, aynı zamanda kelliğimizi vurguladığını da anlamadım değil… “Oynak” olmaktansa, “aynak” olmayı tercih ederim doğrusu…

Kelaynaklara “Mısır turnası” dendiğini, “aynak”ın aynı zamanda argoda şapşal anlamına geldiğini bildiğimizden, bunlara ait 6 fotoğrafı alarak Birecik Hatırası yaptıktan sonra şehir merkezine döndük. İnsilünü soğuk tutmak için Merve Eczanesi’ne uğrayıp bir buzluk, marketten de soğuk su aldıktan sonra Urfa yoluna koyulduk. Yol boyunca ilginç bulduğum ya da o yöreyi tanımamıza vesile olacak yerlerin, kimi tarla ve bahçelerdeki ürünlerin, yol çalışmaları yapan insanlarla iş makinelerinin çekimini yapmaya devam ettim. Suruç’un dışından geçerek tek katlı ve çoğunluğu toprak damlı köyleri geride bırakarak Urfa’ya girdiğimizde ana caddeye “Dünyanın en eski kenti” sloganının yazılmış olduğunu fark ettik. Caddenin ortalarından bir yerden şehir merkezine dönerek doğruca Balıklıgöl’e gittik. Arabamızı otoparka yerleştirdikten sonra Balıklıgöl’ün bulunduğu alanda ilerlemeye başladığımızda etrafımızı onlarca çocuk sarmaya başladı. İçerisi insan kaynıyordu. Bu sıcak kentin tek serinleme, dinlenme mekanı burasıydı herhalde.

Etrafımızı saran çocuklardan biri daha saygılı duruyordu, adının Ömer olduğunu öğrendiğimiz bu çocuğu yanıma çağırarak kısa bir sohbet yaptım. İlköğretim 6. sınıfa geçmiş Ömer Dodanlı. Konuşması oldukça düzgündü, gittiğimiz her yerin, dokunduğumuz her taşın tarihçesi, efsanesi hakkında bilgi veriyordu. Kendisiyle çekildiğimiz fotoğrafları nasıl ileteceğimi sorduğumda yerelrehber1907@hotmail.com deyivermesinden, bunların özel eğitimden geçirilmiş çocuklar olduğunu anladım. Böyle çocuklara bölgede dolaştığımız Mardin, Diyarbakır, Hasankeyf’te de rastladık. Anlaşılan çocukların hamallık, yük taşımacılığı başta olmak üzere birçok işte çalıştırıldığı bölgenin yeni “çocuk meslekleri”nden biri de “rehberlik” olarak seçilmişti.

Ömer, bizim orada anlatılan efsanelere inanmadığımızı, gayet sakin biçimde mekanları gezerek incelediğimizi ve suyun-balıkların özellikleri başta olmak üzere doğanın yapısını dile getirdiğimizi görünce, efsaneleri anlatmaktan vazgeçip gözlemlerini paylaşmaya başladı. Buraya İranlıların sıkça geldiklerinden, 3-5 yıldızlı otellerde yatıp 3-5 yıldızı görmektense, yanlarında getirdikleri örtülerin üzerinde yatıp binlerce yıldızı görmeyi tercih ettiklerinden söz etti. Buna çok güldük ve gezi boyunca da Ömer’i bu sözüyle birkaç kez andık. Bu suların getiriliş öyküsünde Ayn-ı Zeliha’nın rolü üzerine konuştuk. Daha sonra kutsal sayılan mağarayı gezerken, insanların taşları öptüğünü, mağaradan çıkarken arka arka yürüdüklerini gördüm. Fotoğraf ve kamera çekimlerine burada da devam ettim. Kutsanan suyun mekanının bildiğimiz mağara su gözlerinden farklı olmadığını anlattım Ömer’e. Mağaradan çıkarken düz çıktığımı gören Ömer de düz çıktı. Bu sempatik, saygılı ve kafası öğrenmeye açık çocuktan ayrılırken ona hem harçlık verdik hem de mutlaka okumak için didinmesini söyledik. Hepimiz onu yanaklarından öperek hüzünle ayrıldık.

Akşam yemeğini Diyarbakır’da yemek, kalacağımız Kervansaray Otel’e yerleşmek zorunda olduğumuzdan yol boyunca uğradığımız yerlerde zamanımızı çok tasarruflu kullanıyorduk. Çok önemli yerleri görmek dışında kalmıyorduk kentlerde. Urfa’dan da hızla yarılarak Mardin’e doğru ilerledik. Önümüze çıkan ilk kent Viranşehir ilçesiydi. Hiç de viran bir yere benzemiyordu. Öğle üzeriydi ve acıkmıştık, öğle yemeğini burada yemeye karar verdiğimizden, şehir merkezinde ilerledik. Arabayı park ettiğimiz yerden epey uzak bir yere yürüyerek Hıra adlı bir lokantaya vardık, bağdaş kurularak yemek yenen yer sofralı odalar yanında bizim yediğimiz odadaki gibi masa düzeneği de mevcuttu. Hemen yemek siparişlerimizi verdik ve lavoboda ellerimizi yıkadık. Yemeklerimiz hazırlanırken masamıza tas içinde köpüklü ayranlar geldi. Antep’te İmam Çağdaş Lokantası’nda gördüğüm bu uygulamanın bu bölgede yaygın olduğunu fark ettim böylece. Hepimiz buradaki ayranın tadına hayran kaldık doğrusu; yediğimiz etlerin lezzeti de öyle…

Yanı başımızdaki masada oturan ailenin erkek büyüğü Türkçe bilmekle birlikte ablası olduğunu söylediği kadın hep Kürtçe konuşuyordu. “Türkçe nizani” diyordu. Yanlarındaki gençlerin Avrupa’dan gelen yakınları olduklarını söyledikten sonra bizim niçin orada olduğumuzu anlamaya çalıştılar. Zübeyde’nin müfettiş olduğunu, görevi nedeniyle buralarda dolaştığımızı söyleyince kadın, Kürtçe bilip bilmediğimizi sordu. Bilmediğimizi söyleyince de, acıyan bakışlarıyla “Siz burada nasıl çalışacaksınız?” diye sordu kardeşinin çevirisine göre. Bu masum soruya içimizden gülerken, anadil sorunun ne denli önemli olduğunu, o kadının gözünden, dilinden bir kez daha okumuş olduk.

Lokanta’dan ayrıldığımız sokağın bir kaldırımı boydan boya tütüncülerle doluydu. Orta ve yaşlı kuşaktan tütün satıcılarının da fotoğraf ve kamera çekimini yaptıktan sonra Viranşehir’den ayrılıp Mardin’e doğru ilerlemeye başladık. Sağ olsun kaptanımız Zübeyde, sağ salim hedefe ulaşmamız için olanca titizliğiyle direksiyona sarılıyordu. Bir iki küçük problem dışında ciddi bir sorunla karşılaşmadan Kızıltepe’ye yaklaştığımızda, sağ tarafındaki tümülüste “kahraman petrol” yazan bir benzinliğe uğrayıp arabanın karnını doyurduktan sonra, Zübeyde’nin kimseyle diyalog kurmadığını fark edince sordum: “Müfettiş arkadaşın Halil Kahraman’ın akrabaları mıydı, sordun mu?” “Ben senin gibi herkesle konuşamam” diyen kaptanımıza itiraz edemezdim tabii…





Kızıltepe’den Mardin yönüne döndüğümüzde tam karşı yamacımızda bir kaleyle etrafındaki evler manzumesi dikkatimizi çekti. Zübeyde daha önce burayı gördüğünden, Fatma’yla ben merak içinde bu antik kente yaklaşıyorduk. Kızıltepe’yle Mardin, nerdeyse birleşmiş gibiydi, Bizim Antakya’yla Harbiye yakınlaşmasını hatırlatıyordu. Düzlükte sağ tarafta havaalanı yer alıyordu.

Mardin şehir merkezine varabilmek için dağın etrafını epey dolaşarak ilerledik. Tek yönlü dar bir caddenin başında durup arabamızı Atatürk anıtının bulunduğu alandaki parka yerleştirdik. Fotoğraf makinem dolduğu için içindeki kayıtları cd’ye kaydetmek üzere bir fotoğrafçıya girdik. Adam 2 cd’ye sığar ancak deyince ve 15 YTL isteyince, hepimiz flaşbelleklerimizi çıkardık ve onlara aktarmasını sağladık; böylece 3 YTL’yle kurtardık. Ben bu işlemi yaptırırken Fatma’yla Zübeyde, cadde boyunca ilerleyerek gezinmekteydiler. Onları aradığımda bir yer tarif ettiler, ben de hızlı adımlarla çekim de yaparak oraya doğru ilerledim ama bulundukları yeri epey geçmişim. Tarihi Postane binasından sonra caddenin çatallaştığını görünce Zübeyde’yi aradım ve bu kez onlar benim yanıma geldiler. Gelir gelmez de “Sen bizi nasıl görmezsin?” deyip fırçalarını attılar. Benim durduğum noktada bulunan Mezopotamya Çay Bahçesi’ne geçip aşağılara uzanan Mardin evlerini, tepeleri, ovayı gözetlemeye başladık. Doğu yönündeki bir tepede “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazılıydı; bizimkilere dönerek, “Türk’ün olmadığı yerde özellikle bunu yazmak, ne anlama geliyor, çok malum…” dedim. Bu politika aslında biz Türk emekçilerini de aşağılayan, kendine güvensizliği dillendiren bir uygulama değil mi?

Bu teras gibi çay bahçesinde çaylarımızı yudumladıktan sonra tarihi postaneyi gezdik, buradaki evlerin çoğunun taş süslemeciliği, mimari niteliği hep dillere destandır. Bu binayı görünce, hak vermemek mümkün mü? Buradan çıkıp kaleye doğru tırmandığımızda peşimize iki kardeş çocuk takıldılar bu kez. Biri 6., diğeri 7. sınıfa gideceklermiş. Onlarla da Kasımiye ve Zincirli Medreselerini dolaştık. Diyarbakır’da da “zincir”le nitelenen yerler olduğunu ve buralarda zincire çok değer biçildiğini öğrendiğimden, zincirlere dayalı efsaneler uydurulmasına da şaşırmadım doğrusu. Ana caddeye indiğimizde bir meyan suyu satan vatandaşla karşılaştım, Zübeyde’ler yetişene kadar bir bardak içtim. Bu iki kardeşle de anı fotoğrafı çektirdikten sonra Deyrzaferan Manastırı’nın yolunu tuttuk.
Sağ olsun kaptanımız ve sevgili Fatma, yol boyunca söylediklerimin doğru çıkması üzerine yön duyguma güvenmeye başladılar. Söylediğim güzergahı takip ederek Manastıra ilerlerken, bana da fotoğraf-video düğmelerine sarılmak düştü.

“Deyrzaferan”ın “safran çiçeğinin mekanı” anlamına geldiğini orada öğrenince şaşırdım doğrusu, mistik çağrışımlı bir sözcük olarak hep beynime kazanmış… O yörede safran çiçeğinin bol olmasından kaynaklı Süryanilerce verilmiş bir isimmiş. Zübeyde, daha önce buraya geldiğinde giriş ücreti uygulaması, özel bir vakıf işletmesi gibi saçmalıkların bulunmadığını hatırlatarak, “Artık dinsel kurumlar çok açık biçimde piyasacılığın bir parçası olmuşlar” dedi. Sanıyorum manastırı o gün gezme olanağı bulan son kafileyle birlikte 25-30 yaşlarındaki bir erkeğin rehberliğinde meraklarımızı gidermeye çalıştık. Ben kamera çekimine devam ederken, Fatma da fotoğraflama yapıyordu. Özellikle çocuklu bir aileyle dolaşan yaşlı bir kadını fotoğraflamasını mimiklerimle anlattığımda birkaç kare çekim yapan Fatma’nın becerisini takdir ettiğimi belirtmeliyim.




Manastırın en eski halinin paganlara dayandığını söyledi rehberimiz. Özellikle bodrumda yer alan ilginç bir yapıyı gezdirdi pagan dönemdeki tapınak olarak. Burası, Hıristiyanlığı benimseyen Süryaniler döneminde, ki İsa’nın konuştuğu Aramicenin de Süryaniceyle aynı kökenden geldiği biliniyor, bu pagan tapınağı kumla doldurularak üzeri uzun ve 60 cm kalınlığındaki taş sütunlarıyla çatmalı olarak döşenmiş; daha sonra alttan kumlar çekilince çatma tavan, üste çıkılan katların zeminini oluşturmuş. Rehberimiz, dünyada Mısır piramitlerinden sonra bu yöntemin ikinci kez burada uygulandığını, bu nedenle mühendislik-mimarlık fakültelerinden öğrencilerin tez yapmak için burayı incelemeye geldiğini söyledi. Bu bilgi de, dinsel kurum ve yapıların, aslında bir tabakalaşma halinde günümüze kadar biçim değiştirerek geldiğini doğrulamıyor mu? Şam’daki Emevi Camii’n de aslında pagan tapınağından kiliseye, daha sonra camiye dönüştürüldüğünü; daha 1989’da antep’teki Ermeni kilisesinin Kurtuluş Camii olarak adının değiştirildiğini, Samandağı’na bağlı Yoğunoluk köyündeki Ermeni kilisesinin üzerine cami inşa edildiğini biliyoruz.

Metropolit ya da yüksek makamdaki din görevlilerinin mezarlarının duvara monte edilmiş lahit biçimindeki taş yapı olduğunu gördük. Rehberimiz, metropolitler öldüğünde bu mezarın kapağı açılarak önceki cesede ait kemiklerin bir kenara çekilerek yeni cesedin oraya yerleştirildiğini ve kapağın kapatılarak sıvandığını anlattı. Daha alt düzeydeki din görevlilerinden bazılarının mezarlarının da zeminde olduğunu öğrenince, insanların duyacağı biçimde şunları söyledim: “Bu manastırda hiçbir aşçı, temizlikçi, marangoz, yapı ustası çalışmadı mı? Onların mezarları nerede? Bakın sınıf farkı apaçık görülmüyor mu?” Bunu söylerken aklıma Bertholt Brecht’in “Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiiri geldi doğrusu. Aynı sınıfsal ayrımı gösteren ve bir bakıma insanı ahmak yerine koyan “tarihi eser” ibareli tahterevanlardan söz etmek istiyorum. Manastırdaki üst düzeydeki din adamlarını törenlerde bu tahterevanlarla taşıdıklarını söyleyince rehberimiz, köleci ve feodal imparatorlukların, devletlerin kral ve kraliçelerinin böyle taşındığı sahneler geldi aklıma. Dolayısıyla tüm dinlerin yönetim erki bakımından kendilerine böyle bir kast sistemi oluşturduğu, önemli bir sömürü mekanizmasını dinsel aygıtlarla sürdürdükleri burada da görülüyordu.

Zübeyde, daha önce buraya geldiklerinde üst kattaki mekanları da gördüklerini söylediğinden, rehberimiz yukarıda yurtdışından gelen konukların bulunduğunu söyleyip gezmemize olanak vermedi. Biz de akşam güneşi yavaş yavaş tepenin ardına süzülürken, kalkerli taşların yükseldiği tepelerin arasından uzanan vadiyi takip ederek Mardin’e döndük ve durmaksızın Diyarbakır yoluna saptık. Zübeyde’nin kaptanımız olarak şoförlüğüne, dikkatine güvenerek Mardin-Diyarbakır arasındaki yolda ilerlerken, sağ tarafımızdaki tepelerde heykel ya da kabartma gibi biçimlenen doğal görüntüler dikkatimi çekmekteydi. Kamera ve fotoğraf makinesiyle onları görüntülemeye çalıştım. Bu yol güzergahına kadar herhangi bir arama, askeri önlemlere tanık olmamıştık. Mazıdağ’a yakın yerlerde birkaç noktanın bu amaçla tutulduğunu gördük. Önümüzdeki araçları durdururken, 06 plakalı aracımızı güzel bir bayanın kullanmasından mıdır nedir, bizi aramaksızın geçirdiler. Bu yol üzerinde de farklı coğrafik ve yerleşim özelliği olan köylerden, tarla-tepe-vadilerden görüntüler kaydettim. (Sanıyorum benim ki, Ankara’dan başlayarak tekrar Ankara’ya dönünceye kadar süren 3-4 bin km’lik yolun hikayesini kayda almak gibi bir şey oldu. 8 kaset video kaydı ve 5 bin civarında da fotoğraf çekmişim.)

Diyarbakır’a yaklaştığımızda Dicle sağ tarafımızdan ve biraz da uzaktan akıp gidiyordu. Mısır, biber vb. bitkilerin boy attığı tarlalar boyunca uzanan yolumuz, Diyarbakır’a yaklaştıkça daha yakından gördüğümüz Dicle’yle biçimleniyordu adeta. Güneş batmış, ortalık alacakaranlık olmuşken biz şehre girdik ve Kervansaray’ın yerini sorarak yakın bir güzergahtan girip surları takip ederek oraya gittik. Arabamıza park yaptıktan sonra resepsiyona gidip yerimizi öğrenmek istedik, Vakıflar Bölge Müdürü nedense yer ayırtma işini halletmemiş. Zübeyde telefon diplomasisiyle sorunu çözdü ve biz Hasankeyf odasında, Fatma da bitişiğimizde kaldı. Kervansaray, oldukça güzel düzenlenmiş, dört tarafı çevrili ve ortası bahçeli olan bir mekan. Bahçede küçük havuz, çiçek ve ağaçlar, taş döşemeler göz alıyor. Zemin katta kapalı bir restaurant ve düğün salonu yer alıyor, biz ordayken bahçede de düğün yaptılar ki bu otel kısmında kalanlar için çok rahatsız edici bir durum. Bunu düşünmemişler anlaşılan. Kaldığımız odadan arka bahçeye ve yüzme havuzuna bakan küçük bir pencere var, orayı açık bıraktığımız halde sıcaktan durulmuyordu, hep terliyorduk. Sevmediğimiz halde klimayı açmak zorunda kaldık.

Sabah kalkıp elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra 07.30 sularında kahvaltı yaptık bahçede. Açık büfe uygulaması oldukça bol ve çeşitli… Diyarbakır’a özgü pek bir şey yoktu sofrada ama sebze, kahvaltı çeşitleri mevcuttu. Temiz havada ve su şırıltısını duya duya kahvaltımızı yaptıktan sonra Zübeyde Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ndeki görevi için yola çıktı, Fatma’yla ikimiz de kendi kafamıza göre Diyarbakır’ı dolaşmaya çıktık. Kafa dengi ve hızlı hareket eden biriyle geziye çıkmak, insanı çok rahatlatıyor. Fatma böyle bir yoldaş. Gazi Caddesi üzerinden ilerleyerek önümüze çıkan ilginç yerleri fotoğraflama ve kameraya alma çabası gösteriyorduk. Ulu Cami’ye doğru giderken sol kol üzerinde eski bir önünde oturan orta ve yaşlı kuşak bir grup insanı fotoğrafladım.Sonradan öğrendiğime göre Diyarbakırlı dengbejlerin mekanlarından biriymiş burası. Ki, Liceli olduğunu öğrendiğimiz bir dengbejin (Lice’nin Ortaç köyünden 1947 doğumlu Mıhemede Nenyasi, kimlikteki adıyla Mehmet Tanrıverdi) dükkanının karşısındaydı bu açık kahve gibi görünen mekan. Buranın az ilersinde kubbesi görünen eski bir yapı vardı ve kubbenin üzerine de tünemiş iki leylek arz-ı endam ediyorlardı. Hemen fotoğrafladım tabii. Yolumuza sağ kaldırımdan devam ederken Keldani Kilisesi ve Dörtayaklı Minare yazılarını gördük, sağa dönüp ilerlediğimizde önce dört sütun üzerine yükselen ve dört köşeli olan minareyle karşılaştık. Mimari özelliği ve konumu itibariyle bugüne kadar gördüğümüz hiçbir minareye benzemiyordu. Daha çok bir saat kulesi gibi duruyordu. Yanındaki camiyle ilgisi olduğunu söylediler; öbür tarafındaki Keldani Kilisesi’yle benzerlikleri bakımından buradaki yapıların ustalarının aynı ya da stillerinin benzer olduğu kanısı uyandı bende.

Eski Diyabakır, Suriçi Belediyesi olarak bilinen yer ve buranın da en eski yerleşim alanında dolaştığımızı söylediler orada konuştuğumuz insanlar. Daracık sokaklar, daha çok bazalt taştan yapılmış evlerin arasından sağa sola saparak uzanıyordu, sokağın zemini de bazalt taştan oluşuyordu. Keldani Kilisesi’nin de bazalt taşla inşa edildiğini, büyük tahta kapıdan içeri girdiğimizde fark ettik. Kapıyı bize açan ilköğretim çağında bir çocuktu ve babasıyla birlikte üç kişinin çalıştığı restore çalışmalarına katkıda bulunuyordu. Bu Kürt çocuğu, Keldani Kilisesi’nin yetkilisinin isteğiyle gelen kişilere burayı gezdiriyordu; bizim için içerini elektriklerini açtı, yol gösterdi. Geniş bir ibadet salonunun ön cephesinde iki ayrı niş vardı ve bunlardan biri Hz. İsa, Meryem ve havarilerle ilgili fresk, kabartma ve resimlerle süslüydü. Diğerinde ise mumlarla süslenmiş bir Hz. İsa heykelciği vardı. Salonun bir tarafında yeni oturaklar, diğer tarafında da eski oturma araçları (sıra, sandalye, koltuk) vardı. Anladığımız kadarıyla kentte çok az Keldani cemaat kalmış, çünkü orada bulunduğumuz yarım saati aşkın süreçte hiç kimseye rastlayamadık; çocuğa ve restorasyon işinde çalışan ustalara sorduğumuzda da ibadet günleri geldiklerini öğrendik. Bahçede yere yıkılmış sütunlar, küçük sütun kaideleri ve birkaç heykel kalıntısı dikkatimizi çekti. Öbür yanda, daha önceleri kilisenin görevlilerinin kaldığı meskenlerin yıkılmış olduğu yapı yer alıyordu. Ustalar yıkılmış duvarları örüyorlardı; biz de sağlam bir merdiven bularak o yapının balkonuna çıkıp kilise çanını ve arkadan görünen dört ayaklı minareyi fotoğrafladık. Bu çekimi yaparken yakaladığım bir kare, Antakya’daki Katolik Kilisenin çanı ile arkasındaki Sermaye Caminin minaresinin yer aldığı afişleri aklıma getirdi. Bu topraklarda din olgusu bu denli derinlemesine topluma nüfuz ettirilmek isteniyordu; bunun için turizm afişleri bile kullanılıyordu.

Urfa Balıklı Göl’de bize yardımcı olan Ömer’le başlayan çocukların bu mekanlardaki rehberliği, Keldani Kilisesi’ne yakın bir başka sokakta karşılaştığımız Surp Gregoros Ermeni Kilisesi’nde Engin şayan adlı 5 yaşındaki sevimli çocukla devam etti. Türkçe bilmeyen ve hep çocuğuyla Kürtçe konuşan orta yaşlardaki annesinin peşimizden geldiği bu görkemli ama her tarafı tahrip edilmiş, çatısı tümüyle yıkılmış kilisede, kurulmuş saat gibi durmadan bize bildiklerini anlatan bu sevimli çocuğun sükseli duruşunu görüntülemeye çalıştım. Fatma da ona sürekli başka şeyler soruyordu ve aralarındaki sıcak diyalogu da kamerayla belgelemeye çalıştım. Engin, kilisenin iç mekanındaki taş işlemelerini, tek tük kalmış ağaç süslemelerini, hatırladığım kadarıyla yedi nişten oluşan bölmelerin bazılarındaki ahşap yapıları bize gösterdikten sonra arka tarafta Ermenice yazıların bulunduğun söyledi. Oraya gittiğimizde bir kireçtaşının üzerinde kaplan ve boğa figürüne rastladık. Daha sonra gezeceğimiz birçok yerde bu figürün yer aldığını gördük. Kaplanın, Dicle’nin eski adı olan “Tigris” anlamına geldiğini biliyordum ama boğa neyi temsil ediyordu? Onların dövüş sahnesi, hangi mitolojinin taşlara yansımasıydı? Bunu merak ettim.

Bu kilisede dikkatimi çeken bir başka önemli şey ise, arka kısımda daha önce papazın oturduğu söylenen yapıya bakan bir duvarda sola bakan bir ayın önünde altı yıldızın bulunduğu figürdü. Bunun neyi temsil ettiği, özellikle altı yıldızın Yahudi kültürüyle ilişkisini dikkate aldığımda, daha çok merakımı çekti. Bir zamanlar çok görkemli bir Ermeni Kilisesi olduğu anlaşılan bu yapının, geçen yılkı gazetelerden birinde restore edileceği haberini okumuştum ama hiçbir faaliyetin olmadığı görülüyordu. Engin’e harçlığını verdikten ve onu yanaklarından öptükten sonra annesine de teşekkür ederek oradan ayrıldık. Bu kilisenin giriş kapısının tam karşısındaki bina şimdi 80 yalında olduğunu öğrendiğim Diyarbakır kültürünü, bu bölgenin halkını yakından bilen yazar Esma Ocak’a ait olduğunu bildiren bir yazı okuduk. Yazıdan Esma Ocak Müzesi’nin hafta sonları açık olduğunu öğrenince, perşembe günümüzü diğer mekanları görmek için koşuşturmaya devam ettik. Bu arada bizi telefonla arayan Zübeyde, Diyarbakır’da çanta kapma, hırsızlık olaylarının çok olduğunu, özellikle çocuklara dikkat etmemiz gerektiğini öğrendiğini söyledi. Bu, geleceğimiz olan çocukların durumu bakımından olduğu kadar, ülkemizin giderek nasıl dilenci, hırsız, yolsuz bir toplum yaşantısına mahkum edilmek istendiğini göstermesi bakımından da çok düşündürücüydü.

Ara sokaklardan iz sürerek Gazi Caddesi’ne çıktık ve Büyükşehir Belediyesi’nin bulunduğu güzergaha doğru ilerlemeye karar verdik Fatma’yla. Solda Ulu Cami olduğunu sandığımız tarihi bir yapı vardı ve önünde bir grup çocuk kavga ediyorlardı. Araya giren birileri tarafından kavga kesildi ve çocuklar sağa sola dağıldılar. Bizim yanımıza da gelen çocuklar hep buradaki mekanlarla ilgili bir şeyler anlatıp rehberlik parası almaya ya da ellerindeki malzemeleri satmaya çalışıyorlardı. Uygun dille onları yöremizden uzaklaştırdıktan sonra sağ taraftaki Hasanpaşa Hanı’na yöneldik. Bazalt taşla inşa edilmiş bu yapının da bodrum katında kadınların işlettiği bir restoran bulunduğunu, avlusuna girdiğimizde de iki katlı ve dört tarafı kapalı büyük bir işhanına dönüştüğünü fark ettik. Avluda çay ocağı ve dinlenme mekanı, hediyelik eşya dükkanları, üst katlarda da kafeler göze çarpıyordu. Buradan da fotoğraflar çekip kamera kaydı yaptıktan sonra Alman Hastanesi üzerinden Öğretmenevinin bulunduğu bulvara girdik. Öğretmenevinde yer sorunumuzu çözmek için görüşme yapıp bilgi aldıktan sonra Büyükşehir Belediyesi binasına yöneldik. Giriş alanında Nemrut’taki mitolojik bir öyküsü olan heykel örneksenerek merdivenlerin sağ ve soluna dikilmişti. Orada da fotoğraflama yaptıktan sonra içeriye girip ikinci kattaki Fahrettin Bey’in odasına girdik. Fatma’nın Jeoloji Mühendisleri Odası’ndan tanıdığı bu insan, daha önce MTA’da çalışıyormuş ve JMO’nun Diyarbakır Şube Başkanıymış. Çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle tanındığını öğrendiğimiz Fahrettin Bey, bizi çok sıcak karşıladı. Hal hatır sorup belediye çalışmaları hakkında bilgi verdikten, çaylarımızı içtikten, hatta Diyarbakır’ı tanıtan kitap, cd, broşürlerden oluşan bir set bize takdim ettikten sonra öğle yemeğini JMO’da yeme önerisinde bulundu. Biz, böyle aktif insanlar için zamanın çok değerli olduğunu bildiğimizden izin istedik. O, bize rehber olmaları amacıyla JMO üyesi Harun Yalçınkaya adlı mühendisle Muhittin adlı bir şoförü bizimle tanıştırdı. Onlarla önce Zübeyde’yi çalıştığı işyerinden aldık ve JMO’ya geldik, öğle arası Fahrettin Bey’in katılımıyla serinletici bir şeyler yedikten sonra arabaya binerek hızla Diyarbakır’ı gezmeye başladık.

İlk uğrağımız Kültür Müdürlüğünün bulunduğu ve eskiden adliye, cezaevi ve eski bir Ermeni Kilisesi’nin yer aldığı mekandı. Büyük çınar ağaçlarının bulunduğu bu mekanda dolaşıp fotoğraf alırken, adliye binası, cezaevi, kilise ve kütüphanenin bulunduğu mekanlarda restorasyon çalışmalarının yapıldığına tanık olduk. Cezaevinin yanından arkadaki sura çıkıp hem kent tarafını hem de Efsel Bahçeleri’ni gözlerimizle tarayıp beynimize kazırken, yanımızdaki şoför Muhittin Bey, “Burada ben de hapis yattım. Bu surdan içeriye esrar, silah, ustura dahil her şey atarlardı.” dedi. Aklıma 1980’lerde 12 Eylül’ün en çok öne çıkan işkencehanelerinden biri olarak dörtlerin kendilerini yaktıkları yer burası mı sorusu takıldı. Doğruladılar. İşte toplum belleğinde büyük travma yaratan faşist darbenin mimarlarından bunun hesabının bir türlü sorulamamış olmasıyla şimdiki kıytırık liberallerle gericilerin “Darbelere Karşı” olma hallerindeki hinlik içime oturdu. Bu ülkenin mutlaka bu kirden arınması gerektiği malum, bunu yapacak tek gücün de halkı ayağa kaldıran devrimciler olacağı da malum… Diğerleri hep örtmeci ya da örtünmeci…

Diyarbekir’in surlarında yükselen burçlardan ikisini hiç unutmayacağım. Biri Yedi Kardeşler Burcu, anlatılanlara göre bir tarihte burayı işgale gelen güçlere karşı yedi kardeş, surun altına suru havaya uçuracak biçimde patlayıcı yerleştirirler. Düşmanın komutanlarıyla birlikte burcu ele geçirdiği sırada ölümü göze alarak burcu havaya uçururlar. Hem kendileri ölür hem de düşman komutanıyla askerleri surun burcun altında kalırlar. Başsız kalan düşman da bozguna uğrar. Bu olay, Hassan Sabbah’ın fedailerini hatırlattı bana, Alamut adlı romanda ayrıntılarıyla öykülendiği üzere bugün “intihar komandoları” denilen gerillalar aracılığıyla “kurtarılmış bölge” oluşturmayı başaran bu düşünür ve komutanın deneyimini, “Yedi Kardeşler”de olduğu gibi geçmişten aldığı bilgilerle geliştirdiğini tahmin ettim. Surlardaki bir diğer burç da duvarında keçi figürünün bulunduğu “keçi Burcu”.

Surları takip ederek şehrin güney batısına geldik, Mardinkapı’ya yakın yerden etrafın görüntüsünü kaydettik. Gece kaldığımız Kervansaray da buradan görünüyordu. Efsel Bahçeleri, birkaç yıl önce çok ciddi çatışmalar ve özellikle yakmayla gündeme gelmişti, sanıyorum 2005’ti. İleride 10 gözlü köprü dedikleri ve eski Mardin yolunun üzerinden geçtiği tarihi yapı, dikkatimizi çekti. Onun solundaki tepe ise yavuz Bingöl’ün söylediği “Suzan Suzi” türküsünde geçen “Kırklar Dağı”ydı. Ancak hiç de öyle dağa benzer bir yüksekliği, görünüşü yoktu. Buradan kuzeye doğru baktığımızda restorasyon çalışmalarının surlarda devam ettiğini gördük. Yanımızda bulunan çocuklarla fotoğraf çekildikten sonra arabalarımıza binip Ulu Cami’yi, Hasanpaşa Hanı’nı gezdik. Ulu Camii’nin içi ve çevresindeki Zinciriye ile Mesudiye Medreseleri çok süslemeli, görkemli taş işçiliğiyle bizi büyüledi. Ortadaki şadırvanlar yanında Roma döneminden kaldığı söylenen güneş saatini de fotoğrafladık. Zinciriye Medresesi’nden söz etmişken, Mardin’de gördüğümüz aynı adlı medrese geldi aklıma. Orada çocuklar “zincirli medrese” diyorlardı ve altın zincirle bağlantılı mitolojik bir hikaye anlatmışlardı. Diyarbekir’de de “zincir” sözcüğüyle ilişkili olduğunu anlayınca biraz düşündü; bu coğrafyada, özellikle Mardin’den Kuzey Irak’taki Sincar bölgesine kadar uzanan bir coğrafyaya yayılmış olan Sincar aşireti geldi aklıma. Bazı kaynaklarda “Sincariye Medresesi” dendiğini hatırladım. Güçlü bir bağlantı kurulabileceğini gösteren bir işaret değil mi sizce?

Zamanla yarıştığımız için hızla buraya yakın olduğu söylenen edebiyatımızın “Otuz Beş Yaş” şairi Cahit Sıtkı’nın evine gittik. Bahçeli avlusu olan bazalt taştan yapılma bu ev, müzeye dönüştürülmüş. Şairin aile fotoğraflarının, eşyalarının bulunduğu odaları gezdikten sonra bahçedeki heykeli önünde fotoğraf çekildik. Bahçedeki el değirmenine “distar” dendiğini öğrendik o arada. Biz dışarı çıktığımızda kapı önünde birkaç çocuk beklediğini gördük, onlardan Welat Özyön adlı çocuk, “Otuz Beş Yaş” şiirini ezbere ve ölçüsünü bozmadan okuyunca hemen kameramı çalıştırdım. “Stop” diyen olmadığından çekimi Dicle Fırat Kültür Merkezi’yle Dengbejler Evi’nde sürdürdüm. Arkadaşlar sıkıldılar mı bilmiyorum ama belgeye, tarihe dönüşmeyen durum, yaşantı ve eylemlerin unutulup gittiğini bildiğimden bu zor ve sıkıcı gelen işi ben zevkle yapmaya devam ettim.

DFKM ve Dengbejevi, tarihi binalardı; her ikisinin de avlu düzeni farklıydı ama dardı. Bunun nedeninin, yazları çok sıcak geçen bu yörede gölgeliğe çok ihtiyaç duyulması olduğunu tahmin ediyorum. İstanbul ve özellikle Karadeniz bölgesindeki avluların daha geniş olduğu hatırlanacak olunursa bu anlaşılıyor. Kültür Merkezi’nde avluda heykellerin insan bedenini, hareket yeteneğini gösteren beden-mekan ilişkisiyle biçimlendirildiği dikkatimi çekti. Bu mekanın duvarında barış simgesi olan bir rölyefin önünde çaylarımızı içerken, ter topuğumuzdan akıyordu. Zübeyde, nerdeyse saçını sıkıp kurutmaya çalışıyordu. Dengbejevine giderken sokaktaki serserilerin konuşmaları, Diyarbakırlılar adına utanç vericiydi ve duruma Harun Bey müdahale etti. Dengbejevinde sıcak bir karşılama oldu, oradakilerle tokalaştık, merhabalaştık. Çaycıdan bize bir ses (deng) vermelerini rica ettik. O ilgili kişilerle konuştuktan sonra Lice Ortaç köyünden olan ustanın başlattığı denge, aralarda diğer aşıklar eşlik ediyorlardı ve adeta genizlerinden çıkan bir melodiyle renk katıyorlardı. Onlara katkı olması için para bağışında bulunduktan sonra vedalaşıp arabaya binerek On Gözlü Köprü’den geçerek Kırklar Dağı’na ulaştık. Fatma, burada daha ayrıntılı bir gezinme yaparken ben çekimlerime devam ettim. Sağ olsun Muhittin Bey de Zübeyde’yle ikimizi fotoğrafladı. Buradaki “ziyaret”i de görüntüleyip geri döndüğümüzde bu kez restorasyonu süren köprüden görüntüler aldık. Dicle’nin hızını ve çapını en aza indirdiği bir dönemde boz bulanık suların nice bahçe ve tarlaları sulayarak bu coğrafyaya hayat verdiğini düşündük.

En son uğradığımız mekan ise Gazi Köşkü oldu. Burası, gerek bahçe düzenlemesi ve tahtların üzerindeki nargile keyfiyle gerek Atatürk’ün de bir zamanlar kaldığı köşkün şırıldayan sularında büyülendiğimiz mekanıyla mutlaka görülmeye değer mekanlardan biri. Harun ve Muhittin Beyler, buraya akşamları, hafta sonları akın akın insanların geldiğinden söz ettiler. Biz de bir şark köşesine oturup çay, soda ve kahvelerimizi yudumlarken, günün yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalışıyorduk. Saat 17.00’yi geçiyordu ve arkadaşları epey yormuştuk; onlar bizimle olmaktan mutluluklarını ifade ederken, biz de onlara teşekkürlerimizi belirttik. Bizi Kervansaray Otel’e bıraktıklarında vedalaştık onlarla… Gerçekten de onların rehberliği ve sağladıkları olanaklar olmasaydı, bu kadar kısa sürede bu kadar çok yeri görmek, birçok şey öğrenmek mümkün değildi.

Akşam yemeğimizi, gündüz yerini öğrendiğimiz ve kadınların işlettiği KA-MER’e gittik. Yerin altındaki bodrum katı çok güzel düzenlemişler, eskiden atların, develerin, katırların, eşeklerin kaldığı bu yerin taşlarını tertemiz yapmışlar. Yemekleri de temiz ve lezizdi. Buradayken içeriye bir leylek gelmişti ya da getirmişlerdi. Ben de o arada yemek ederini ödemek üzere kasaya gidiyordum, o sırada sevgili Fatma, leyleği havada görmüş gibi arkamdan bakan leylekle beni fotoğraf karesine yerleştirivermiş. Birecik’teki kelaynaklardan sonra leylekle de haşır neşir olduk böylece…

Dışarıya çıkıp üstümüze bir şeyler bakmak, özellikle de Zübeyde’ye bir şapka almak amacıyla caddelerde dolaştık. Uygun bir şey bulamayınca da Suriçi’nin kuzeyinde araçları içeri girdiği kapıdan itibaren surları dolaşarak ilerlemeye başladık. Surların kalınlığı, yaklaşık 7-8 metre yüksekliği, bazı bölümlerinde merdivenlerle duvara çıkma güzergahı, özellikle de birkaç yerde duvara taşlarla oluşturulmuş kalp biçimini heyecanla izledik. Kalp biçiminin bulunduğu yerdeki kırmızı renkteki aydınlatmayla birlikte oluşan görkemli ve duygusal atmosferde Zübeyde’yle oturduk, Fatma’nın fotoğraflama yeteneğine kendimizi teslim ettik. Surların önünde yapılan parklarda, çimlerde ailelerin çayları ve kekleriyle gelip akşam safası yaptıklarına tanık olduğumuzda, gündüz Harun ve Muhittin arkadaşların verdikleri bir bilgi geldi aklımıza. Eskiden bu suriçi denilen yerler izbe ve pislik içindeymiş. Bu belediye başkanıyla orada bulunan evler, derme çatma işyerleri sahipleri ikna edilerek yıkılmış ve onlara başka yerlerden barınma, işyeri verilmiş. Şimdiki başkan Osman Baydemir’in halkla ilişkilerinin ne denli güçlü olduğuna bunu örnek göstermişler ve “Başka biri olsaydı, o yapıları söktürmezdi” demişlerdi. Güzel bir iş yapıldığını, eskiyle yeniyi karşılaştıran herkes söylüyordu, biz surlardaki merdivenlerde yeni yetme bir erkeğin arkasında hoplayarak inen kuzunun çimenlerin üzerinde yaptığı oyunlara tanık olmakla, bunun belediyelerin toplumsal ve en doğal bir görevi olduğunu düşünüyorduk.

Surları böylesine yakından gördüğümde aklıma Diyarbekir’in tarihinde bu surları yapan Med’ler ve onlardan sonra kente egemen olan birçok kavmin, dışarıdan gelen saldırılara karşı hep bu surlara dayanan bir savunma hattı kurdukları geldi. Yanılmıyorsam M.S. 500’lü yıllarda burayı ele geçirmeye çalışan Sasani kralı Kavat’ın (Kubat) mancınık sistemi dahil surların altından tünel, mağara açma taktiklerine direnen kent halkının, içerden ihanet sonucunda yenildiği kaynaklarda yazıyordu. Bu bilgi, bir başka şeyi çağrıştırdı; Antakya’nın da 11. yüzyılın sonunda Haçlı istilasına karşı direnişinin, içerden bir hainin yani Feyruz’un Haçlılara kalenin bir kapısını açması üzerine kırıldığını… Haçlılar, söz verdikleri halde kente girdiklerinde Feyruz’un yaşadığı mahalleye saldırıp halkı kılıçtan geçirmişler. Bu durumun Diyarbekir surlarında da gerçekleşmiş olması, işbirlikçiliğin ne denli büyük yıkımlara yol açtığını göstermesi bakımından çok acı verdi bana. Aynı zamanda bilincimi biledi. Bugünkü emperyalist güçlerle can ciğer kuzu sarması olan işbirlikçilere kinimi kamçıladı.

Kervansaray Otel’e geldiğimizde resepsiyondaki görevlilere sabah ayrılacağımızı söyledik. Odalarımıza çekilmeden önce bahçeye bakan önü açık koridordaki koltuklara oturarak biraz dinlendik. Sonra da derin bir uykuya daldık.

Sabah duşumuzu alıp üstümüzü giyindikten ve kahvaltımızı yaptıktan sonra eşyalarımızı arabanın bagajına yerleştirdik. Çünkü akşama kadar Silvan üzerinden Hasankeyf’e gidip dönüşte Bismil üzerinden Diyarbekir’e gelmek üzere acele etmeliydik. Bu kez surların dışına çıkarak beton bloklardan oluşan yeni Diyarbekir’i gördük. Askeri bir garnizonu geçtikten sonra sağa dönerek Silvan’a doğru kapanımız Zübeyde’nin güvencesinde ilerledik. Dicle’yi geçtikten sonra yolun sağında geniş bir alana dağılan ve bir biriyle bağlantısı kopan Dicle Üniversitesi’nin fakülte binaları yükseliyordu. Az ileride de polis okuluyla karşılaştık. Ondan sonra da kuru tarlalar, yol genişletme çalışmaları, arada bir karşımızdan gelen araçlar, köylerin bulunduğu yerde yeşertiler… bunlardan başka daha ileride görünen kel dağlar vardı. Bir yerde Bingöl’e ayrılan yol dikkatimizi çekti, sanıyorum Lice ilçesinin yolu da o taraftaydı. Silvan’a girerken yolun sağında TOKİ yazan yeni binalar gördük. Son dönemde AKP Hükümeti kamu arazilerini TOKİ’ye ucuza kapatıp yandaş müteahhitlerine paralar kazandırmak amacıyla birçok yerde “TOKİ seferberliği” başlatmıştı.

Hem su almak hem de bir yerde oturup çay içebilmek için şehir merkezine girdik. Selahattin Eyyubi adına yaptırıldığı söylenen görkemli bir caminin önünden dönerek caddede ilerlerken uygun bir yerde park edip kaldırımda düzenleme yapan bir vatandaşa çay içebileceğimiz bir yer olup olmadığını sorduğumuzda, konuşkan ve girişken bir portre çizen adam, az gerimizdeki arada çardaklı bir çay bahçesi olduğunu söyledi. Arabayı kaldırıma yanaştırıp park ettikten sonra gittiğimiz asmalı kahvenin altında her ağacın yanında kurulmuş masalarda oyun oynayan insanları gördük, Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi. Çay ocağını işleten gençler çayımızı getirdiler, taze ve güzeldi çayları, parasını verip arabaya geldiğimizde bizi çay ocağına yönlendiren kısa boylu ve sevimli adam, görebileceğimiz başka yerler olduğunu, bizi gezdirebileceğini ısrarlı bakışlarla söyleyince peşine takıldık. Önce Silvan mezarlığını çevreleyen tarihi surların çekimini yaptım, sonra da mezarlıkta Türkçe-Kürtçe yazan mezar taşlarını fotoğrafladım. Ortalarda bir yerde de ak saçlı ve kısa boylu bir kadın, mezarın başında ağıt yakıyor, dualar okuyordu. Adının İsmet Sanlı olduğunu ve fotoğrafçılık yaptığını söyleyen rehberimiz, kadını görünce “Silvan’da 1100’ü aşkın faali meçhul var. Bu mezarlık onların cesetleriyle dolu, halk büyük acı içinde.” dedi ve ekledi, “Buranın çok sevilen doktoru Zeki Bey’i de çeteler öldürdü.” Sanıyorum bu doktorun adı, oradaki halk kütüphanesine verilmişti.

İsmet Bey’in sözünü ettiği faili meçhullerin, özellikle Çiller hükümeti döneminde, Mehmet Ağar’ın yetkili olduğu süreçte çok şiddetli biçimde gerçekleştirildiği, özellikle Adapazarı civarındaki cinayetlerin de Veli Küçük’ün burada görevli olduğu döneme denk geldiği herkesçe biliniyor. “Ergenekon” adıyla kamuoyuna sunulan yutturmaca davada öne çıkarılan Veli Küçük’ün arkasındaki ABD, NATO ve TSK ilişkisi ise örtülüyor. Bizim ilk gençliğimizde Bülent Ecevit’in ağzından duyduğumuz kontr-gerillanın, aslında ABD ve NATO tarafında “Gladyo” adıyla örgütlendiğini de bilmeyen yok. Şimdi AKP’nin işbirlikçi elini güçlendirmek ve Türkiye’yi savaşın, dolayısıyla felaketin eşiğine getirmek için, ABD ve İsrail karşıtı olan tüm güçleri sindirmek, kamuoyu nezdinde aşağılamak için her şeyi “Ergenekon Davası” içinde manipüle ediyorlar. Böylece esas kontr-gerillayı gizlemiş oluyorlar. Silvan mezarlığını ziyaret ederken, bu gerçek beynimi kemirip durdu. Orada belki de oğlunun mezarı başında ağıt yakan kadın, sadece kirli savaşın yarattığı acıyı bilincinde taşıyordu, ancak Türk ve Kürtler başta olmak üzere onlarca etnik kökenden insanın ortak yurdunun, emperyalist güçlerin enerji, su, madenler başta olmak üzere sömürünün bugün öne çıkan en önemli kaynaklarına el koymak için geliştirdikleri bölgesel savaşlara “düşük yoğunluklu savaş” olarak sahne olduğundan ise büyük olasılık bihaberdi.

Sempatik ve konuşkan İsmet Bey, dükkanı çocuğuna bırakıp bizi, Gazi Caddesi’nin öbür ucunda bulunan Atatürk Evi’ne götürdü. Yakını olduğunu söylediği Nasır Turan, buranın bekçisiymiş, onu evinden çağırıp kapısını açtırdı. Mustafa Kemal yanılmıyorsam 1916’da burada görevliyken bu iki katlı güzel evde kalmış. Cumhuriyet döneminde de burası müzeye dönüştürülmüş; şimdi bu görüşümüz garipsenebilir belki ama bizler Diyarbekir’deki Gazi Köşkü, buradaki Atatürk Evi gibi yerlerin, o tarihi ve sanatsal mekanların, ancak bu yolla korunmuş olabileceğini düşündüğümüzden, yağmacı bir toplum düzeninde bu duruma sevinmekten kendimizi alamadığımızı belirtiyoruz.

Nasır Turan’a teşekkür edip vedalaşarak dışarıya çıktığımızda İsmet Bey, şehrin her tarafının eskiden surlarla çevrili olduğunu kalıntıları bize göstererek kanıtlamaya çalışıyordu. Oysa görünen köy kılavuz istemezdi ve kentin bakımsız olduğu her halinden belliydi. Arabamıza binerek daha yukarıdaki bir şatoya çıktık; yola bakan tarafında iki yerden çıkıntılı duvarı ve görkemli kapısıyla dikkatimizi çeken şatonun bahçesine girdiğimizde Fatma hemen olgun incirlerden kopardı, üç tane de ben buldum. Zübeyde ve İsmet Bey’le paylaştım. Bahçeden de çekim yaptıktan sonra geç kaldığımızı düşünerek Malabadi Köprüsü üzerinden Batman-Hasankeyf’e gitmek istediğimizi söyledik. İsmet Bey, çay bahçesinde çay içirmeden göndermeyeceğini söyledi ve dilbazlığıyla önümüze geçti. Onunla çekildiğimiz fotoğrafları göndermek üzere telefon ve adresini aldık, teşekkür ederek ayrıldık Silvan’dan. Ha, unutmadan İsmet Bey’in şahsında halkımızın politik durumuna değinmek istiyorum. Onunla birlikte olduğumuz zaman diliminde birkaç, “Silvan işsizlikten kırılmaktadır. Bir tütün işleme tesisi vardı, onu da kapattılar. Yüzlerce işçi işsiz kaldığı gibi binlerce köylü de geçim sıkıntısına düştü. Ben geçen seçimlerde AKP’ye oy vermiştim; bunlar ocağımıza incir dikecekler vallahi ha.” cümlelerini birkaç sözcük değiştirerek tekrarlayıp durdu. Şimdi çok pişman olduğunu söyleyen İsmet Bey gibi milyonlarca insan, her seçimde hükümet kuran partiler tarafından aldatılır ama aynı yanlışı yapmaya devam eder bu insanlar. Olaylara sınıfsal ve toplumsal geleceğimiz açısından bakmayı öğrenemeyen, kendi siyasal örgütüne katılamayan her halkın kaçınılmaz sonu bu olur.

Silvan’dan sonra tatlı bir inişle Dicle’nin yatağına doğru ilerleyen yolda akıp giden arabamızın fırsat verdiği noktalarda ön ve sağ taraftaki köyleri, vadileri, çok uzaklara uzanan tepe ve ağları görüntülemeye çalışıyordum. Antep’teyken Vural Tarlan dostumuzun, Silvan civarındaki çok eski kaya mezarların, mağaraların bulunduğu mekanı görmemize dair uyarı aklıma geldi ama zaten yorgun olan kaptanımız Zübeyde’yi ve geç kalma kaygımızı düşündüğümden konuyu gündeme getiremedim. Bu mağaralarla ilgili daha önce edindiğim bilgilere göre Mezolitik çağdan beri insanlar taş, demir vb aletlerle Diyarbekir çevresindeki Hilar ile Silvan yöresindeki Hassun mağaralarına biçim vermişlerdi. Vural dostumuz da Hassun mağaralarından söz ederek, buranın en eski yerleşim birimlerinden biri olduğuna işaret etmişti. Tarih bilgime dayanarak Dünya’nın da en eski yerleşim birimlerinden bir olan Çayönü’nün Diyarbekir’de olduğu bir gerçekti. Definecilerce çok tahrip edilen Hilar mağaralarında Halet Çambel hocanın da araştırma yaptığını, 2000’de bu hocamızla özdeşleşen Osmaniye ili sınırları içinde yer alan Karatepe Antik Kenti’ni gezdiğimizde öğrenmiştim. Orada da Arslantaş Barajı’nın suları altında bir bölümü kalan Hitit-Fenike kültürüne ait yapıtlarla tanınan Karatepe’ye ömrünü vermişti bu ilerici bilim insanı. Yine 2000’lerde Arkeoloji ve Sanat Yayınları’ndan çıkan kitabını okuduğum Chicago Üniversitesi hocalarından Robert J. Braidwood’la Diyarbekir kazılarına katıldığını öğrenmiştim Halet Çambel’in. Hassun mağaralarıyla ilgili bir çalışma yapıp yapmadığını hatırlamıyorum okuduğum kaynaklardan.



Malabadi’ye girmeden küçük bir köyün, yolumuzun sağı ve soluna dizlen eski evleri dikkatimi çekti; yol üzerinde tarım aletleri ve çevresinde oynayan çocuklar vardı, onları fotoğrafladıktan kısa bir süre sonra yeni köprüyle ve sol taraftaki barajın setiyle karşılaştık. Sağa baktığımızda ise eski Malabadi köprüsü görkemiyle uzanıyordu ama biz sadece üst kısmını görebiliyorduk. Karşıya geçip sağa dönerek park ettiğimizde iki çocuk bitiverdi yanımızda. Bu coğrafyada rehberimiz hep çocuklar olacak herhalde diyerek onlardan Malabadi’nin mitolojik öyküsünü dinledik. Ben kamerayla onları kayda alırken Zübeyde ve Fatma az ilerdeki çardağa ilerlemişlerdi. Hemen içecek bir şeyler söylediler, çocuklar da bizi beklediler. Fatma, çocukların anlattığı hikayeyle ilgili şunları söyledi: “Badi , o yörenin ağasının kızına aşık olur. Ağa der ki (adını hatırlayamayacağım galiba,Mala idi), ‘Nehri geçebilecek bir köprü yaparsan, kızımı sana veririm, yapamazsan kolunun birini keserim.’ Badi, köprüyü yapmak için uğraşır, ancak sadece yarısını yapabilir ve kolunun biri kesilir.”

Böyle bir efsane yanında türkülerle de dillere destan olan Malabadi Köprüsü’nü, Batman Çayı’nın aşağı bölümünden izlerken, büyülendiğimizi söylemeliyim. Gerçekten de çay üzerinde kayalarla darlaşan bir bölümde yaklaşık 30-40 metre genişlikte ve 15-20 m uzunlukta yükselen bu köprünün, çatma taşlarla nasıl inşa edildiği aklımıza takıldı. Köprünün kitabesinde Artuklular zamanında 12. yüzyılda yapıldığı yazıyordu, o zaman bugünkü mühendislik bilgisi ve teknolojisi olmadığına göre, Badi’den sonra demek ki büyük bir statikçi yetişmiş bu topraklarda. Konu açılmışken, Diyarbakır, Batman, Mardin bölgesinde 11-12. yüzyıllarda çok etkili olan Artuklulardan söz etmek istiyorum. Bir ara yanılmıyorsam TRT-1’de Selahaddin Eyyubi’yle ilgili bir dizi gösterildi. Eyyubi Devleti’nin nasıl kurulduğunu, Haçlılara karşı nasıl savaşıldığını, Mısır’a kadar uzanan halifelik savaşlarının iç yüzünü anlatan o diziden de anladığım kadarıyla Kürt kökenli Selahaddin Eyyubi, sağlam karakteri ve çevresinde topladığı adaletli insanlarla iktidarını güçlendirir. Bu coğrafyadaki Kürt-Arap ve Türkler başta olmak üzere birçok mazlum halkı birleştirdiği vurgulanır. Bu nedenle de dönemin sömürgeci, işbirlikçi güçlerince düşman ilan edildiği belirtilir. 12. yüzyılın sonunda Amed’i, bugünkü Diyarbakır’ı da ele geçirdikten sonra adaletiyle tanınan Artukoğullarından Nureddin’e kenti teslim ettiği kaynaklarda açıklanır. Mardin, Diyarbakır ve Batman illerinde gezdiğimiz birçok yerde Artuklulara ait tarihi yapılarla karşılaşınca, aslında uygar bir topluluk meydana getirdikleri konusunda kesin bir yargı oluştu kafamızda.

Öğleye doğru Malabadi’yi arkamızda bırakarak Batman Çayı boyunca uzanan yolumuzda ilerlerken, çayla yol arasındaki verimli topraklarda yeşeren mısır, pancar, sebze tarlaları gözümüze çarpıyordu. Su, her yerde olduğu gibi yaşamın ta kendisi, doğayı yeşerten biricik güç… Bu tarlalarda sebze toplayan, toprağı sulayan, fideleri kazan tarım emekçilerini fotoğraflamaya çalıştım daha çok. Birden bir askeri havaalanı görüntüsüyle karşılaşınca Batman’a geldiğimizi fark ettim. Batman’ı ilkokul sosyal bilgiler dersimizden, Raman Dağı’nda çıkarılan petrolden dolayı duymuştum. 48 yaşımda da görme olanağı buldum, bu coğrafyada hızlı gelişen kentlerimizden biri.

Batman’da ne giderken ne de dönüşte hiç durmadık, içinden geçip doğruca Hasankeyf’e ilerledik. Hasankeyf yolu üzerinde ilk dikkatimizi çeken şey petrol çıkaran ve büyük bir emmebasma tulumbasını andıran araçların görüntüleriydi. Onları da fotoğraflayarak ilerlediğimiz yol her iki tarafı dağlarla çevrili bir vadinin içindeki düzlükten ilerliyordu. Bir süre sonra vadi daralmaya başladı ve bir geçitten geçerek Hasankeyf’e akan Dicle’yle karşılaştık. Nehri takip eden yolun değişik bölümlerinden, suyun oyduğu kayaların ilginç görüntülerini kaydetmeye çalıştım. Dicle’nin üzerine kurulmuş yeni köprüden geçerken, bugün birkaç ayağının yıkık haliyle ayakta durduğuna tanık olduk. O fotoğraflarda gördüğümüz bu antik kentin, baraj suları altında kalmasına yol açacak yeni bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağını öğrendiğimiz günden beri, Ankara’da tanıştığımız “Don Kişot” olarak tanınan Osman arkadaşımızla birlikte imza kampanyaları başta olmak üzere bir dizi faaliyete destek vermiştik. Ancak, Artuklular döneminde “Hısn-ı Keyfa” adıyla anıldığını, şimdilerde Antakya TEDAŞ’ta elektrik mühendisi olarak çalışan Sabit Akdeşir dostumuzdan duymuştum. Sabit Bey, 1990 başlarında bu bölgede uzun süre çalışmış ve Van’dan Nemrut’a kadar birçok tarihi ve doğal güzelliklerin fotoğraf ve saydamını arşivlemişti. Hısn-ı Keyfa, Arapça ve Süryanicede “Mağaralar Kenti” ya da “Kayalar Kenti” anlamında kullanılmış. Daha sonra Hasankeyf’e dönüşmüş, bugünkü çağrışımı olarak Hasan’ın keyfiyle Mağaralar Kenti’nin ne ilgisi varsa…

Kalenin bulunduğu dağ gibi kayanın altından geçerek Dicle kıyısına indik, daha arabamızın kapısını açmadan etrafımızı yine çocuklar sardı. Zübeyde burayı daha önce gezdiği için kimsenin rehberliğine ihtiyaç duymadığını söylese de, ortada bıraktığımız arabayı da kolaçan edecek yaşta, sonradan liseye gittiğini öğrendiğim sevimli bir delikanlı olan Mehmet’e bu görevi verip Dicle kıyısına yapılmış olan çardaklara gittik. Acıkmıştık ve sıcaktan da pişmiştik, ayaklarımızı sulara daldırmak isteğiyle hızla ayakkabı ve çoraplarımızı çıkarıp pantolonlarımızı dizüstümüze kadar çemredik. O sırada yandaki çardakta da Diyarbekirli şair Hicri İzgören’in birkaç gençle oturup sohbet ettiğini fark ettim. Ancak dikkatlerini dağıtmamak için seslenmeden sulara girdim. Zübeyde ve Fatma da ayaklarını serinlettikten sonra nehirden fotoğraflama yaptık. Nehre kurulmuş “taht” adını verdikleri yere çıkıp yemek yiyen veya bir şeyler içenler de vardı; biz suyun içine masamızı kurdurduk ve ayağımızı yalayan Dicle suyunun keyfiyle serinleyerek karnımızı doyurduk. Kalkmak üzereyken bulunduğumuz yere 5-6 kişilik bir turist grubu geldi. İçlerinden birinin tişörtünde Che’nin portresi vardı ve adam enternasyonal söylüyordu. Kendimizi tanıttık ve merhabalaştık. Sıcak kanlı bu insanlar İtalyan’mış ve marş söyleyen de İtalyan Komünist Partili’ymiş. Bizim de sosyalist olduğumuzu öğrenince Kürt mü olduğumuzu sordu; Türk olduğumuzu dile getirdik ve bizimle birkaç poz fotoğraf çekildi, o arada adının Alfanso olduğunu söyledi. Bir grup çevreci ve sanatçı olarak bölgeye geldiklerini, inceleme yapacaklarını belirttiler. Onlarla vedalaşırken Fatma arkadaşımıza İtalyanca bir gazete armağan ettiler. Evrensel duyarlılık, siyasal bilinç taşıdığında daha anlamlı hale geliyor; bunu bir kez daha oradaki diyalogumuzla hissettik.

Arabaya vardığımızda, Mehmet’in bizi beklediğini gördük. Ona teşekkür edip biraz da harçlık verdikten sonra kaleye arkadan çıkmak için yola koyulduk. Eskiden Dicle kıyısından, kayanın içinden yükselen merdivenlerle kaleye çıkılırmış, ancak bir turistin merdivenlerden düşüp ölmesi üzerine bu yolu kapatmışlar. Arka vadi boyunca sağlı sollu uzanan sayısız mağara ve tarihi yapı vardı. Etrafı kamerayla tarayıp fotoğrafla da taradığımda, “Mağaralar Kenti” denmesine hak verdim. Yukarı kaleye çıkmadan geri döndük ve çifte merdivenli minarenin yanından üçümüz bir aradayken orada bulunan bir gençten rica ederek fotoğraf çektirdik. Alış veriş edecek özgün bir şey bulamadıklarını söyleyen Zübeyde ve Fatma’yla arabamıza binip bu antik ve güzel kentten ayrıldık. Batman’a ulaştığımızda gün yavaş yavaş dönüyordu; TPAO’nun dolum tesislerinin yanından Bismil üzerinden gideceğimiz Diyarbakır yoluna çıktık. Bu yol üzerinde birkaç yerde askeri arama noktalarına tanık olduk. Mısır, biber, karpuz tarlalarını geride bırakarak Mardin’den gelirken Diyarbakır’a girişimizi sağlayan yola çıktık. Artık gün batmak üzereydi ve doğruca Mirioğlu Otel’e gittik. Eşyalarımızı yerleştirip duşumuzu aldıktan sonra akşam yemeğimizi KA-MER’de yedik yine. Yeri gelmişken Diyarbakır’da belediyeler başta olmak üzere KA-MER vd. kuruluş ve derneklerin çoğu, AB fonlarından beslenme yoluna başvurmuşlar. Buradaki kimi “projele”lerde bunun izini açıkça görmek mümkün. Bu “projeci” anlayışın, ülkemizin geleceği, özellikle yeni kuşağın güdümlü yetişmesi, kendi kaynaklarına dayanmamsı bakımından ne denli sakıncalı olduğunu, toplumsal dokumuzda meydana gelen çürümede bu fonlanma kültürünün büyük payı olduğu kanısındayım.

Cumartesi kahvaltımızı yaptıktan ve eşyalarımızı arabaya yerleştirdikten sonra “Ver elini Nemrut!” dedik. Diyarbekir’den Siverek yoluna çıkışımızda bir kaleye giriş kapısını andıran “tak” yapmışlardı. Son dönemde bu türden kent girişleri moda oldu galiba. Oysa tarih, taklitle yaşatılamaz, o kültürel, mimari, sanatsal dokuyu geleceğe taşıyan damarlara sahip çıkmakla başarılabilir bir gerçektir bu. Diyarbekir’deki bazalt taştan yapılan birçok yapının taş kaynağı olarak Karacadağ’dan söz etmişlerdi. Gittiğimiz yol Karacadağ’a paralel uzanıyordu ve yolun her iki yanında da volkanik bir bölge olduğunu gösteren taş yığınları vardı. Bu yol üzerinde de birçok yerde askeri arama ya da gözetleme kuleleri yapılmıştı. Köylere yakın yerlerde de taşlarla çevrilmiş ve değişik biçimler verilmiş ağıllar görünüyordu; hele kalbe benzeyen birini hemen fotoğrafladım. Köylülerin ağılı bile kalple özdeşleştirmesi, çok etkiledi beni doğrusu.

Siverek’i, özellikle Bucak aşiretinden dolayı Türkiye’de duymayan kalmamıştır sanıyorum. Biz ilk kez görüyorduk. Genellikle bir iki katlı binaların yükseldiği 30-40 bn nüfuslu bu kenti geride bırakarak feribota giden yola çıktık. Yol düzgündü ve 15 km sonra da Bucak görünüyordu. Türkiye’nin Susurluk davasından tanıdığı aşiret ağası sömürgen Sedat Bucak’ın sidiğinin yaktığı yerler demek ki burasıydı. Aşiret ve ağalık düzenini Osmanlı’dan devralan Türkiye Cumhuriyeti’nin, feodaliteyi bu coğrafyada çözmek yerine, kendine uygun işbirlikçilerle yol almayı tercih ettiğini hep okur ve tartışmalarımızda vurgulardık; Hamidiye alayları örneğinin bugün Bucak’larla sürdüğüne vurgu yapardık. Şimdi bu gerçeğin hâlâ sürdüğü topraklardan acı duyarak feribotun kalktığı yere geldik. Feribot kalkmak üzereydi ve bir önümüzdeki arabada sıra kaldı. Biz de iskelenin uygun yerine arabamızı park edip çardakların bulunduğu yere gelip çay ve soda içtik. O sırada Adıyaman’ın yüz karası, Türkiye gericiliğinin örneklerinden bir olan Menzil’e gittiklerini sandığımız kara çarşaflı ve kara sakallı bir grup indi minibüsten. Hepimiz önce yüz ifademizle sonra onlardan birinin ikide bir “Allah” diye hayvani bir ses çıkarması üzerine de sözlü tepkimizi gösterdik. Gözlerinden başka yeri görünmeyen o kadınların bir köle gibi erkeklerinden ayrı bir yerde hapsedilmeyi kabul etmelerine, insanların eşitliği bakımından çok sinirlendik; bunu kabul eden kadının aklından şüphe etmemek mümkün mü?

Yaklaşık 45 dakika kadar sonra feribot geldi ve arabamızı yerleştirdikten sonra güverteye çıkıp oturduk. O kara çarşaflı ve kara sakallılar ise arabaların olduğu bölümün en arkasında durdular, insanların bulunduğu yere gelmediler. Bu durum bile aslında o kadınlar açısından ne denli aşağılayıcı bir şeydi; o kara sakallı adamların emir kulu olmak… Ülkemizin cumhuriyet aydınlanması buralara kadar yetişmediği gibi, 12 Eylül’le başlatılan “yeni ortaçağ düzeni”yle birlikte dinci gericilik ve cehalet ülkenin her yanına pıtrak gibi yayılmaya başlamıştı. Bu, biz sosyalistlerin bağımsızlık, eşitlik ve özgürlük mücadelemiz bakımından en ciddi savaşım alanlarımızdan biri haline gelmişti.

Fırat’ın baraja dönüştüğü bu suları 10-15 dakika içinde aşarken kamera ve fotoğraf çekimlerimi hızlandırdım. Özellikle Nemrut Dağı’na doğru uzanan bölümün görüntüleri etkileyiciydi. Kıyıya yanaştığımızda arabanın kaptanlığını ben üstlendim bu kez. Arka arka feribottan inerek Kahta yolunda tırmanmaya başladık. Bir süre sonra düzlüğe çıkınca Nemrut, bütün görkemiyle bize bakıyordu. Önce Kahta’ya gidip yemek yemeyi, dolan fotoğraf makinemizdeki kayıtları aktarmayı, gece Nemrut’ta kalacağımız için yiyecek ve içecek almayı planladık. 50-60 bin nüfuslu bu kente girip doğru dürüst alışveriş yapacağımız bir yer bulamadık. Sonra Makromerket’e benzer bir yere Zübeyde’yle Fatma girdiler, ben de karşılarındaki bir fotoğrafçıya geçerek bir cd’ye aktarma yaptırdım. Fotoğrafçı arkadaş, çok sıcak davrandı; makine için pil ve kamera için de kaset aldıktan sonra Zübeyde’lerin yanına geldim. Eşyaları arabaya yerleştirdikten sonra kentte içkinin satıldığı tek büfeye gittik. Oradan da şarap ve rakımızı alıp Nemrut yoluna koyulduk. Ortalarda bir yerde ağaç gölgesi bulunca arabayı oraya çekerek soğuk nevaleden oluşan bir öğle yemeği yedik. Uzun süredir yolculuklarımızda böyle bir yemek yememiştik.

Nemrut’a Gerger yolu üzerinden çıkmayı planladığımız için Cendere Köprüsü’nü dönüşte görmeyi hedefledik. Daracık yolun derin bir vadiden geçen bölümü henüz asfaltlanmamıştı. Oradan geçerken yüreğimiz ağzımıza gelmedi değil. Ancak Karadut köyünden yukarı tırmanmaya başladığımızda parke taşlarıyla döşenmiş sağlam yolda ilerlemenin rahatlığını duymaya başladık. Bu yolu önceden bilen Zübeyde’nin kaptanlığında bize çok güzel manzaralar sunan dağa tırmanma yolculuğumuz bitip aşağıya doğru baktığımızda, çok geniş bir alanın ayağımızın altında uzayıp gittiğini fark ettik. Burada ufkumuzun bu denli genişlemesinden büyülenmiştik. Gerçekten de Nemrut Dağı için, “Bu küçük dağları ben yarattım” diyecek kadar değer biçilmesine hak verdik. Arabamızı jandarma yazan kulübenin yanına park edip oradaki küçük tesiste ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra montlarımızı giyip makinelerimizi yanımıza alarak tümülüse tırmanmaya başladık.

“Nemrut’tan güneşin doğuşunu mutlaka izlemek lazım” sözünü, burayı gören tüm tanıdıklarımızdan duymuştuk, tabi Zübeyde’den de. Buraya gelmişken batışını da izleyelim, dedik. Önce tümülüsün batı cephesine gittik, fotoğraflarda gördüğümüz irili ufaklı birçok heykeli gözlerimizle izlemek, bambaşka bir heyecan katmıştı bize. Heykellerin etrafı zincirle çevrilmişti ve tümülüse çıkmak yasaklanmıştı. Akşam 17.00 sularında başlayan bu heykellerin, tümlüsün ve güneşin fotoğraflarını çekmemiz güneş batıncaya kadar devam etti. Aralıklarla sürdürdüğümüz bu çekimleri, dönüşümlü gerçekleştirdik. Zaman geçtikçe heykellerin etrafındaki kişiler çoğalıyor, hatta kafile halinde gelenler artıyordu. Orada görevli kişiler de fotoğraf çekmek için uyarıları ihlal eden kişileri uyarıyor, özellikle heykellerin üzerine çıkmak isteyen çocuklara düdükle sesleniyorlardı. ODTÜ Restorasyon Bölümü’nden olduğunu söyleyen bir grup öğrenci de hocalarının rehberliğinde heykellerle ilgili ölçüm ve çizim yapıyorlar, sık sık fotoğraf çekiyorlardı. Biz sol taraftan dolanarak doğu cephesindeki heykelleri görmeye giderken, raylı sistemle çalışan bir heykel onarım atölyesi gördük. Zübeyde ve Fatma oraya bakmadan ilerlerken, atölyenin içinde üç kişinin elerlindeki murç, keski vb. aletlerle taşlara biçim vermeye çalıştıklarını gördüm. Dikkatlerini dağıtmamak için gizliden fotoğraflarını çektim. Daha önceki yıllarda basında ve tv’lerde buradaki heykellerin yıprandığına dair çokça haber verilirdi, sanıyorum oluşan bu haber baskısı sonucunda, heykelleri koruma ve onarma çalışmalarına yoğunluk verilmişti.

Doğu cephesindeki heykeller daha görkemliydi. Ön tarafında da güneşin doğuşunun izlenmesi için bir platform yapılmıştı betondan. Burada da Pötürge’nin köylerinden geldiklerini söyleyen üç çocukla karşılaştık, birlikte fotoğraf çekildik. İlköğretime giden bu çocuklar, yazın Nemrut’a yakın yaylalara çıktıklarını, hayvan güttüklerini, arada bir tümülüse gelerek yerli ve yabancı insanlarla tanıştıklarını söylediler. Yüzleri dağ yanığı olan bu çocuklarla vedalaşırken, Nemrut’un Adıyamanlılarla Malatyalılar arasında bölüşülemediğini, her iki tarafın da “bizim” diyerek sahip çıktığını duymuştuk, burada doğrudan tanık olduk.

Güneşin batmasına yakın tümülüsün batı cephesi sanki miting alanına dönmüştü. Bu cephede bulunan bir kayanın başına toplananlar da çoğalmıştı. Çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek sanki mahşer günüymüşçesine heyecanlı ve hareket halindeydiler. Çocuklarıyla fotoğraf çekilmek istenen anne-babalar daha çok ses çıkarıyorlardı. Grup halinde gelen okullular ve kurumlarda çalışanlar da vardı aramızda; herkes kendince gördüklerini, burada hissettiklerini anlatıyordu. Ben bir ara dört köşe bir taşın üzerine uzanıp şapkamı da başıma çekerek güneşe karşı kestirmek istedim ama birkaç dakikalık uyku dalgınlığı dışında uyuyamadım seslerden. Zübeyde ve Fatma şapkaları başlarında güneşin batışını bir duvarın üzerindeki taşlara oturup ayaklarını aşağıya salındırarak izliyorlardı. Ben de onlara eşlik ettim, çünkü güneş artık dağa değmeye başlamıştı. Doğu ve güney cephesi kadar olmasa da batı cephesinin de ufku genişti. Kahta, Adıyaman görünüyordu. Güneş göz kırparak ışınlarını üzerimize gönderirken çok güzel kareler yakalamaya çalışıyorduk. Her birimiz diğerlerimizin farklı görünüşlerini belgeliyorduk adeta. Güneş dağların arkasına saklanınca, hepimiz oyuncağımız elimizden alınmış gibi yerimizden kalkıp yola koyulduk. Çıkarken zorlanmıştık, özellikle Zübeyde’nin bacağı ağrıdığı için birkaç yerde mola vermiştik; inerken teklemeden tesisin olduğu yere geldik. Vakit kaybetmeden karanlık çökmek üzereyken mangalımızı yaktık. Tavuk ve etimizi mangala atarken hava yavaş yavaş soğumaya başlamıştı… Salatamızı, şarap ve rakımızı arabamızın arkasından çıkardığımız portatif masaya yerleştirip gökte yıldızların parıltısını ve geniş ufkumuzda ilginç siluet oluşturan dağların, Fırat’ın görüntülerini izleyerek akşam sefası yaptık. Fatma ve Zübeyde’nin yanık ve derinden gelen sesleriyle söyledikleri türkü ve şarkıları dinleyerek yemeğimizi bitirdikten sonra ateşi söndürdük, arabamıza geçerek battaniyeleri üzerimize çekip uyku alemine daldık.

Saat 04.00 sularında uyandık. Gece pek üşümemiştik, çünkü haziranda buraya gelenler çok üşüdüklerini anlatmışlardı. Anlaşılan biz tam zamanında gelmiştik. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra battaniyelerimize sarınarak tümlüsün doğu cephesine tırmanmaya başladık. Oraya ulaştığımızda 04.30 civarıydı. Kendimize merdivenlerde boş bir yer bulup oturduk. Yarım saat içinde platform tıklım tıklımdı ve yer bulamayanlar aşağıdaki kayalıklara iniyorlardı. Herkes çok heyecanlıydı, ortalık ışımaya başlamıştı ama ortalıkta güneş yoktu. O halde nerdeyse bir saat beklememize karşın güneşi görmeyince aradan birileri “Kalkın arkadaşlar, bizi aldattılar, doğmayacak bugün bu güneş” diyerek gülmeceye başvurdu ama kimsenin aldırdığı yoktu. Kamera elimde ben çekim yaparken Zübeyde de fotoğraf makinesine sarılmıştı. Fatma ve Zübeyde’nin burunları kızarmış, yanaklarını soğuk yakmıştı. Burada da esmer olmanın avantajıyla ben pek etkilenmemiştim.

Saat 05.30’a doğru ortalık tam ışımış ve önümüzdeki dağların siluetleri giderek netleşmişti. Fırat ve Atatürk Barajı’nın kesitleri daha bir belirginleşmişti sabah aydınlığında. Alttaki köylerin, düzlükteki kentlerin ışıkları da sönmüştü. Biz, ortalığın aydınlanma biçimine bakarak daha uzaktaki ufuktan güneşin doğacağını beklerken, önümüzdeki dağın çatalından birden bire kıpkızıl bir güneş göründü. Herkes, derin bir soluk çekip “İşte göründü” diye bağırdı. Sanki “Kara göründü” diyen gemici tayfaları gibiydik. Dağı yalayarak yavaş yavaş yükselen güneşin ışınları da kırmızıdan turuncuya, giderek de sarıya dönüşüyordu. Ben milim milim bu görüntüyü kayda alıyordum, Zübeyde de fotoğraflıyordu. Güneşin o görkemli doğuşuyla birlikte dağ ve tepelerin aldığı biçim, mükemmel bir resim tablosunu oluşturuyordu. Doğa, tüm harikalığıyla önümüzdeydi. Büyük bir portakalın kabuğundan soyuluşu gibi kırmızı-turuncu-sarı ve derken beyazlaşan ışınlarıyla yüzümüze vuran güneşin doğuşunu izleyip belgeledikten sonra tümülüse dönerek fotoğraflama yaptık. Sabahın bu vaktindeki ışık altında tümülüsün görüntüsü de farklıydı. Mahşer yerine dönen bu cepheden, battaniyelerini, ceket vb giyeceklerini toplayanlar dönüş için patika yolda tek sıra kuyruk oluşturmuşlardı bile… Doğa tarihinde kimbilir kaç kez böyle doğan güneşin, daha doğrusu dünyanın dönüşünün bir tanığı da biz olmuştuk ve içimiz mutlulukla ışıyarak tesisin olduğu yere döndük. İnerken de bu ışıkta çok güzel görünen çiçeklerin fotoğraflarını çekmeyi ihmal etmedim. Hatta Zübeyde sevdiği için kurumuş olanlardan bir demet topladım.

Arabaya döndüğümüzde sabah kahvaltımızı hazırlama faslı başladı. Yaklaşık on yıldır kullandığım insülinimi vurulup tesisten çaylarımızı da aldıktan sonra bu güzel doğada, açık havada kahvaltımızı da zevkle yaptık. Artık Cendere tarafından Kahta’ya inmenin zamanı gelmişti.

Kommagene uygarlığının hakim olduğu yaklaşık 200 yıl boyunca (M.Ö. 1. yy-M.Ö. 1. yy) Pers ve Yunan sanatının sentezlendiği kendine özgü bir estetik, daha doğal bir sanat burada yeşermiş. Bugünkü Malatya, Maraş, Adıyaman, Antep sınırlarına kadar uzanan bu uygarlığın bir döneminde komün yaşamının hakim sürdüğü yerler de söz konusuymuş. Hatta “belediye, belde” anlamına gelen Batı’daki “komün” sözcüğünün buraya dayandığını ileri sürenler bile var. Antakya’nın da bu uygarlıkla ilişkisinin olduğuna dair çokça yapıttan söz edilmektedir. Biz böyle bir mekandan aşağıya inerken bu kez antik kentlerden Arsameia’ya yöneldik. Buradaki sarp vadinin bir eteğine kurulu çatıları çinko (tutya) olan köyden geçerken yolun kenarında erkek ve kız iki çocuk ağlıyorlardı. Arabayı durdurup elimizdeki kuruyemişi onlara verince ağıtı kesip hemen torbaya saldırdılar. Mavi bir gecelikmiş gibi duran elbisesiyle gözü yaşlı kızın fotoğrafını Fatma görüntülerken, stabilize yolda her an kayacağız korkusuyla aşağılara iniyorduk. Büyük bir kayanın kartal yuvası gibi duran ön cephesinden geçerken yüreğimiz ağzımızdaydı. Korkularımızı yenip bir düzlüğe çıktığımızda antik kentin girişiyle karşılaştık ve burada da Nemrut’a Karadut köyü tarafından çıkarken gördüğümüz üzere Kahtalı bir patron olduğu söylenen kişiye işletmesi verilmiş bir tarihi bölgenin, Cendere tarafından girişiyle karşılaştık. Deyr-zafaran Manastırı’nda gördüğümüz ve bu doğa-tarih harikalarının geleceğini tehlikeye sokacak özelleştirmenin bir örneğini daha gördük. Kommagenelerin atalarından Arsemez tarafından yaptırıldığı ya da onun adına yapıldığı belirtilen, buradaki heykel ve kabartmaları gezdik. Ağzı kapatılmış olan bir dehlizin bulunduğu mağaranın önünden Cendere Çayı’nın biçimlendirdiği doğadan görüntüler kaydettik. Dönüşte ağaç bir masaya oturup oradaki çay ocağından ağaçların altında leziz bir çay içtik ve hemen yola düştük.

Cendere Köprüsü’nü karşıdan gördüğümüz noktadan itibaren defalarca fotoğraf makinesinin deklanşörüne gitti parmağımız, kamerayı hiç kapatmadık zaten. Oraya giderken yolun sağında bir kayanın üzerinde duran Eski Kahta Kalesi’nin de fotoğrafını çekmeyi başarmıştık. Köprüye varmadan arabamızı park edip indiğimizde ve az ilerimizde kadınlı erkekli halayın çekildiği bir düğünle karşılaştık. Onlara selam verip “Hayırlı olsun” deyip hızla, trafiğe kapatılmış olan Cendere Köprüsü’nün üzerine çıktık. Değişik zamanlarda tamirat geçiren ve büyük Kahta Çayı’na dökülen Cendere kolu üzerindeki bu köprünün inşa tarihi M.Ö 200’e kadar indiriliyor. Malabadi kadar yüksek kemeri olmasa da görkemli bir köprü ve bunun da sağında solunda değişik figürler söz konusu. Biz, köprünün öbür yamacına geçip oradaki sütunlarla ilgili de fotoğraflama ve kamera çekimi yaptıktan sonra çaya inip derin bir vadinin içine doğru yürüdük. Suların milyonlarca yılda oyduğu bu görkemli kayanın değişik yerlerinde araçlarıyla gelip piknik yapanlar vardı. Bizim yörede “curun” adını verdiğimiz göletçiklerde balık avlayanlar bile söz konusuydu. Hele biraz daha derin bir göletin üstünden atlayan çocuklar ve gençlerin şamatası uzaklardan duyuluyordu. Zübeyde ve Fatma pantolonlarını epeyce yukarı çekerek suya girdiler ama ıslanmadan karşıya geçemediler. Yarım saat kadar su maceralarını yaşadıktan sonra arabamıza binerek yeni köprüden geçip Kahta’nın yolunu tuttuk. Yolun sağında da heykel ve kabartmalarla süslenmiş bir tümülüs ve antik yerleşim alanı görünüyordu.



Adıyaman’dan arkadaşlarım olmuştu, bu bölgenin değişik köy ve kasabalarından insanlarla Hatay, Malatya, Ankara ve Trabzon’da tanışmış ya da birlikte çalışmıştım ama bu kenti hiç görmemiştim. Kahta tarafından girişte küçük ve yeşil bir vadiyi çıkarken, sağlı sollu çay bahçeleri ve lokantalar dikkatimi çekti. Düzlüğe çıktığımızda Adıyaman Üniversitesi’nin kavşağı ve tabelası karşımıza çıktı. Aklıma, İnönü Üniversitesi’ndeki Prof.Dr. Bayram Kaçmazoğlu arkadaşımızın birkaç yıl önce Ankara’da bizimle tanıştırdığı ve şimdi bu üniversitenin rektörü olan Prof.Dr. Mustafa Gündüz geldi. Bir de burada okuyan öğrencilerim…

Adıyaman’ın girişine Nemrut heykel ve kabartmalarının taklitleri konmuştu, bu uygulama ne ölçüde doğrudur bilemiyorum ama düzenleme kaba sayılmazdı. Kentin içinden durmaksızın geçtik, ana bulvar düzenli ve güzel görünüyordu. Antep’e döneceğimiz için yarım saat gittikten sonra soldaki Besni yoluna döndük, karşıya baktığımızda bir tepenin üzerinde ve boğaza benzer bir yerde kent görünüyordu. Birkaç fotoğraflamanın ardından Yavuzeli-Araban yolunu takip ettik. Bu yol, iki aracın ancak geçebileceği genişlikteydi; Araban ovasına inene kadar birçok bölümü bizim Altınözü, Yayladağı platosunu andırıyordu. Bitki örtüsü ve toprak dokusu da benziyordu. Yavuzeli değil ama Araban düzlükte kurulmuştu; evler genellikle iki katlı ve eski yerleşim ağırlıklı görünüyordu. Hem yorulduğumuzdan hem de acıktığımızdan burada dinlenmek istedik. İlçenin içine geçip bir petrol ofisinin üst katında güzel bir lokanta bulduk; aşçı bize çok güzel pişirdiğini yiyince leziz bulduğumuz kurufasulyeden anladığımız yemeklerini getirdi, yanına da yayık ayranını ekledi. Bu küçük ilçede bu güzel yemeği bize sunan aşçıya teşekkür edip yolumuza koyulduk. Buradan öte aracımızı ben kullandım ve yarım saat sonra da Antep’e girmiştik. Doğruca daha önce kaldığımız Anıt Otel’e gidip eşyalarımızı yerleştirdik, duşumuzu alıp yorgunluğumuzu attık derken akşam olmuştu. Böylece, iki kafadar (Zübeyde ve Fatma) ve bir kafageniş olarak, birkaç gün süren iş-gezi-inceleme seferimizi geride bırakmıştık. Yorgunduk ama mutluyduk…

Hiç yorum yok: