31 Aralık 2010 Cuma

çocuk çığlıkları ve pak kadınlar…


Adil Okay
okayadil@hotmail.fr

2011'e siirle başlayabilsek.‏..

2011'e şiirle başlayabilsek. ağız dolusu gülebilsek. zindanlar boşalsa. sokak çocukları sıcak evlere kavuşsa. savaş yeni canlar almasa. nehirleri, denizleri, dağları kirletenlerin ellerindeki mühürler alınsa, patronsuz tiransız bir hayat başlasa, sınırlar ve sınıflar yok olsa. insanlar ana dilinde okusa yazsa. kadınlar en az erkekler kadar eşit-özgür yaşasa. elbette bunun için, bunlar için uyuyan, bana ne diyen, kader diyen insanlar uyanıp sokaklara dökülse... 2011 de ütopyalarımıza bir adım daha yaklaşabiliriz.

yeni yılınızı bu duygularla ve bir şiriimle kutluyorum:

çocuk çığlıkları ve pak kadınlar

"sel suları çekildi
enkaza döndü kent
postmodern yağmayı
bitirince silah tüccarları
akbabalar indi affaraya
barış çubuğunda marihuana
II
kara yaşmaklı kadın
her sabah dul olduğunu fısıldar
ölüm yüzlü aynalara
sonra da yıkanır ağda yapar
temiz gitsin diye allaha
III
sel suları çekildi
geriye çocuk çığlıkları kaldı
ve pak kadınlar..."
------------------
http://www.adilokay.com/

FERHAT TUNÇ’U VE AHMET KAYA’YI ÖVMEK SUÇ SAYILDI


Mustafa Elveren (Em.Öğrt)
mustafaelveren@gmail.com


İlk bakışta bu başlık insana çok komik geliyor değil mi? Yani tam Aziz Nesinlik türü bir mizah gibi. Ne yazık ki mizah değil, gerçektir. Ferhat Tunç’u ve Ahmet Kaya’yı övmek Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından suç sayıldı. Olayı bizzat ben yaşamaktayım.

2010 yılının ikinci yarısını soruşturma, ifade ve mahkemelere savunmalar vermekle geçtiğini düşünürken, yılın bitmesine tam bir gün kala yine bağlı bulunduğum karakola ifade vermeye davet edildim. Meğer 22 Kasım 2010 tarihli Tunceli Emek Gazetesi’nde yayınlanan “AHMET KAYA VE FERHAT TUNÇ” başlıklı yazımdan dolayı Tunceli Cumhuriyet Savcılığı hakkımda yeni bir soruşturma daha başlatmış.

O yazının bir paragrafında şunları yazmıştım; “Bu mahkemelerde; Pirim Seyit Rıza’ya ve ilkokul arkadaşım sevgili Muzlum Doğan’a layık olmaya, sevgili Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç gibi de dik duracağıma inanıyorum. Ayrıca her mahkeme sonucundaki gelişmeleri de sizlerle paylaşmaya çalışacağım.” (Bu yazım bazı yerel gazetelerle birlikte ayrıca başta http://www.tunceliemek.com.tr/ ve http://www.ferhattunc.net/ siteleri olmak üzere bir çok internet sitelerinde de yayınlanmıştır. Merak edenler yazıyı bu sitelerde bulup okuyabilirler.)

Daha bir hafta önce Mahkemeye gönderdiğim 16 sayfalık ders notları niteliğindeki savunmamı sizlerle paylaşmıştım. Bu defa yılın bitmesine bir gün kala Tunceli Cumhuriyet Savcılığı’nın “AHMET KAYA VE FERHAT TUNÇ” başlıklı yazımdan dolayı açtığı soruşturma ve bu soruşturma ile ilgili Karakolda verdiğim ifadeyi de sizlerle paylaşmak istedim. Bu gün (30.12.2010) Karakolda özetle şu ifadeyi verdim:

“Adı geçen gazetede yayınlanan söz konusu yazı bana aittir. Yazmış olduğum yazılarımın arkasındayım. Ben suçu ve suçluyu övme diye bir suç kavramını kabul etmiyorum. Yazdıklarım tamamen düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum….” Yani daha önceki yazılarım için verdiğim ifadeyi aynen tekrar etmiş oldum. Sık sık karakola gitmemden dolayı ifade alan karakol polisiyle sanki yakın iki komşuymuşuz gibi kendimi hissetmeye başladım.

Ben de az inatçı değilim, yani! Bu savcı beyler soruşturmalar açtıkça Aşık İhsani’nin baltası gibi bileniyorum. Ya da kendimi öyle hissediyorum. İnat değil mi? Hem de Kürd inadı!

İnadına Pir Sultan!
İnadına Pirim Seyit Rıza!
İnadına Deniz, Yusuf, Hüseyin!
İnadına Mahir, Ulaş, Cevahir!
İnadına İbo!
İnadına Mazlum Doğan!

Şair Mehmet Çobanoğlu”nun “ACILARA İNAT” isimli şiiri sanki bana uyarlanmış da yazılmış. Değerli şairimizin bu güzel inadından birkaç mısrasını buraya aktarmak istiyorum;

“…..
Ben Yusuf’un kararlığı,
Ben Hüseynin bilgisi,
Ben Deniz’in o mükemmel direnişi…
Darağacına ilmek ilmek örülmüş
Yağlı urganında!
Ölüme giderlerken zafer, özgürlük…
Barış haykıranların kardeşiyim.
Savaşlara, inat.

Ben zindanlarda yükselen
Önder İbrahim’in sessi;
Akif’in, Mazlum’un cesaretti…
Sönmeyen dörtlerin ateşiyim!
Emeğe sevdalıyım yana yana yanarım,
Özgürlüğe, barışa, kardeşliğe âşık,
Eşitlik isteyen halkın çocuğuyum
Acılar sardıkça beni dayanır direnenim,
Yasak koyanlara emeği çalanlara bilsinler
Yıkılmayacağım!
Ellere kelepçe, ayaklara prangalar vuranlara inat
……..”

Evet, arkadaşım rahmetli şair Adnan Yücel’in deyimiyle, biz “ateşin ve güneşin çocuklarıyız. “Acıya kurşun işlemez”.

Daha sırada kaç yazımın adı geçen savcılık tarafından soruşturma konusu olduğunu bilmiyorum. Fakat, Tunceli Cumhuriyet Savcılığı yukarıdaki ifadelerden dolayı yeni bir soruşturmanın daha başlatacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Çünkü hemen hemen yazdığım yazıların çoğu adı geçen savcılık tarafından soruşturmalık olmaktadır. Soruşturmalık olmamak için yazı karakterleri yerine ıslık mı çalalım? Ama biz hileyle değil, insanlığımızla zalimin zulmüne karşı direnerek bu günlere geldik.

"Ben yalan ve hilelerinizle baş edemedim. Bu bana dert oldu. Ben de karşınızda diz çökmedim. Bu da size dert olsun" diyen bir bilgenin nesliyiz. Pirim Seyit Rıza’nın tarihe geçen bu sözleri bize ışık tutmaktadır.

http://www.gomanweb.net/

ON KİŞİLİK İMZA




BDP’nin “demokratik özerklik” talebinden sonra da DTK (Demokratik Toplum Kongresi) çalıştayında bunun formüle edilmesi TSK’yı (Genelkurmay’ı) eski davranışlarına itti. Bayağı da okkalı bir muhtıra (bildiri) verdi. Ordunun siyasete karışmasına-sözde AB tipi bir demokrasi için çalışan ülkemizde-bir fiske vuracak kadar dahi tepki verilmedi. Anlaşılan AKP orduyu kızdırmadan-ama onunla da anlaşarak-yoluna devam edecekti(r). BDP’nin tepkisi de Kürt olmasından kaynaklanan sicilinden dolayı fazla ses getirmedi. Ergenekon, Balyoz, Kozmik Oda, Darbe diyen AKP nerede? Ordunun militarist çıkışlarına sert karşılık veren Başbakan neden susmaya başladı? Bir taraftan BDP, DTK’yi sık sık yeren AKP ve ordu diğer taraftan da Abdullah Öcalan’ın avukat görüşmelerinden keramet umuyor? Devleti yönetme sorumluluğunda olan Hükümet’in demokrasi ve barış konusunda elini taşın altına koyması gerekir(di). Maskeler ancak karnavallarda takılır, insanların arasında dolaşırken asla!

Aydınlar bildirisine gelmek istiyorum. TSK’nın bu muhtırasını haklı olarak protesto ettiler, suç duyurusunda bulundular. Bizce de takdiri şayan bir durumdur. Ve en son (aynı tip aydınlar) “demokratik anayasa için irade beyanı” adı altında ilk imzalarını basına açıkladılar. Bu girişim de demokratik bir anayasanın yapımı için olumlu adım olabilir. Ama benim taktığım meselenin faklı bir tarafıdır: Her bir tatsız ve haksız olayda bir “aydınlar bildirisi” yayınlanır, imza kampanyaları düzenlenir. Bu işi düzenleyen aydınlardır: İlk imzaları onlar atar, sonradan atacaklar (halk) figüran rolü oynar. Mesela neden ilk imzayı bana attırmazlar, aralarına almazlar? Bir marjinal (elitist) aydınlar partisi gibi davranırlar. Hoş bazıları milletvekili seçilir ya da adayı yapılır ya! Ama ben onların samimiyetlerine pek güvenmiyorum. Yoksa benim (ve benim gibilerin) demokratlığından mı kuşku duyarlar? On kişiye yetecek “demokratlık” var bende, hiç kuşkunuz olmasın! Eğer samimilerse şüphelerinden kurtulmaları gerekir; kalplerini özgürlüğe ve adalete açmalıdırlar. Küçük ve öteki görmenin bir “tekel” düşüncesi olduğunu anlamalıdırlar. Daha farklı şeyler söylemek isterdim ama dilim varmıyor ve bu yüzden susuyorum.

Demokratik özerliğe “özerklik” diyemeyen bir BDP ve iki dilli yaşam bölünme projesi olarak bakan devlet(AKP, CHP, MHP). Hatta Kürtçeyi lokantalarda menülere indirgeyen bir siyaset. Herkesin aynı ve eşit haklara sahip olduğu, yoksulluğun olmadığı ve refah içinde yaşayan bir ülkenin inşasına çabalamayan ve burnunun dibindeki tehlikeyi (savaş ve kan) görmeyen bir siyaset (var). Bütün herkes büyülenmiş gibi: Milletvekili ve bakan olma davasında. Nerdeyse Cumhuriyet’in kuruluşundan beri-abartıyorum belki!-milletvekilliği yapanlar var. Utanmasalar-yine abarttım(!)-çocuklarına (makamlarını) devredecekler. Ha bu düzende de, ha o düzende de, hatta öbür dünyada da yol biletlerini bunlardan alacağız. Bu dünya nimetleriyle onlara (kurnaz adamlara ve uyanıklara): Cennet! Çünkü onlar iyi tanınan ve saygın beyefendiler(dir). Bize gelince, herkesin yerini bilmesi konusunda davranması gerekir. Bu beyefendilerin sahip oldukları mevkileri, sırf bu dünyada-tesadüfen(!)-var olmaları nedeniyle (bizler gibiler) talep etme cüretini göstermemelidir(ler). Allah’ın bu sevgili kullarının mevkilerine yapılan garip talepler esefle karşılanmalı ve bu talepte ısrar edenler tımarhaneye tıkılmalıdır. Hayır yanlış anlamadınız, bize (yol biletlerimizi aldığımızda) düşeni söyleyeyim: “Öbür dünyaya (cehennem bölümüne) bir iki, bir iki!

24 Aralık 2010 Cuma

ABDÜKO, YUMUŞAMA VE BARIŞ






Bu parlamentoda silah tüccarlarının adamı olan milletvekilleri var mıdır? Uluslar arası silah sanayicilerinin veya ulusal (milli) silah sanayinin çıkarlarını savunan bir birkaç milletvekili bu düzende olabilir belki. Ya devletin veya hükümetin zihniyetinin silahlan(ma) ile dolmuş olmasını nasıl izah ederiz? Uçak, tank, top, insansız uçak, tüfek, tabanca yapmakla ve satmakla övünen bir hükümet? Bunları sayarak (söyleyerek) kalkındığımızı iddia eden bir Başbakan? Ve silahlanma gelişmişliğine itiraz etmeyen ve hatta göz yuman bir muhalefet! Hem de demokratik açılım, huzur, barış, analar ağlamasın nakaratlarıyla PKK’nin silah bırakmasını talep ederken(!) Çok eleştirdiğimiz-kan dökücü-İsrail ya da atom bombası yapacak İran’dan ne farkımız kalıyor? Meclisteki (yeni) silah taşıma tasarısıyla ülkeyi çift tabanca taşıyan kovboylar ülkesi haline getirmek isteyenlerden bahsediyorum. 18 yaşındaki delikanlılara silahlanma hakkı verenlerden! Helal olsun size, yüz defa, bin defa, bir milyon defa!

Size Abdüko’nun hikâyesini anlatayım: Abdüko eşeğini kaybetmiş, babası git bul demiş: “Oğlum eşek her şeyimizdir. Elimiz ayağımız! İşimizi onunla görüyoruz. Buğdayımızı değirmene taşıyor. Onu mutlaka bul!” “Tamam!” “Bak tamam(!) değil. Yemin ediyorum, eğer eşeği bulmazsan sana yemek vermem!” Oğlan gülmüş. Abdüko’nun oralı olmadığını fark edince babası, “Bak bulamazsan, vallahi sana yemek vermem!” diye de-en son-eklemiş. Abdüko bu: 14-15 yaşlarında yaramaz, usanmaz bir çocuk! Zaten oynayıp zıplamaktan fırsat bulmadığı için eşeğe göz kulak olamamıştı.

Abdüko oralı olmamış; yine saatlerce oynamış, zıplamış, aylaklık etmiş. Aslında Abdüko bu yaramazlık esnasında köyün etrafında üç dört defa da tur atmış. Evin bahçe kapısının önünde her geçişinde de babasını kapının önünde görmüş. Akşamüzeri eşek aklına gelmiş. Şöyle bir bakıma kör (bir) tur atmış, eşeği bulamamış. Kös kös evin önüne kadar gelmiş. Bu son gelişte-beşinci kez diyelim!-babasını kapının önünde bulmuş. “Eşek nerede” demiş babası. “Bulamadım!” demiş kızarak Abdüko. Babası: “Vallahi sana yemek vermem!” Abdüko: “Siterim yemeği!” Babası da hemen ardından “Ben de siterim eşeği!” demiş.

Ülkede silah sanayinin gelişmesini büyük kalkınma (gelişme) olarak sayan zihniyet, gerçekten de silah tüccarlarına, komisyoncularına, savaş lobilerine, işgale, kan dökmeye büyük prim sağlıyor. Bunlar (bu adamlar) gerçekten de parasal ve yaşam standardı olarak çok gelişmişlerdir. Fakat bu (durum), tek odalı evi dahi olmayan, işi olmayan, bir milimetrekare arazisi olmayan insanlarımızın varlığını yok etmez. Ülkeyi Amerikanvari kovboy yurttaşlarıyla doldurmak isteyen bu zihniyet, İsrailvari taktikler izlemekten rahatsız olmamaktadır. 16 Aralık 2010 tarihli NTV 14.00 haber bülteninde yayınlanan, NTV Bölge Temsilcisi Nizamettin Kaplan’ın bana ve bazı sivil toplum örgütü liderlerine sorduğu soruyu iktidar ve muhalefet-ve aslında hepimiz-nasıl yanıtlayacağız: “BDP’nin bölgede aldığı iki dilli yaşam kararı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?” AKP’nin demokratik açılım, BDP’nin demokratik özerklik dediği gelinen süreçte iktidarın alternatif projesi nedir? BDP bölgede şimdilik uyguladığı levhavari uygulamalarla (Kürtçe yazılımlarla) yetinecek mi? Aşama aşama gidip daha sonra bölgede anadille eğitim mi isteyecek? Nizamettin Kaplan’a verdiğim yanıtta belirttiğim gibi BDP’nin yayımladığı Özgür Demokratik Yerel Yönetimlerle Demokratik Özerkliğe adlı kitapçıkta “anadille eğitim” talebi yoktur. Sadece belediye hizmet alanlarında görev yapacaklara Kürtçe eğitim verilecek. Ayrıca Kürtçe ve kaybolmaya yüz tutmuş diler için sadece kurslardan bahsediliyor. (Anadile eğitim neden yazılı olarak talep edilmemiştir? Bu bir unutulmamıdır? Ya da BDP bilinen görüşlerinden çark mı ediyor? Veya bir taktik midir?) BDP’nin ve hatta AB kriterleri karşısında AKP’nin alternatifleri nedir? Uzlaşma ve barış için hepimiz ne düşünüyoruz?

Ve ezcümle bu ülkenin gündeminde “barış” var mıdır? Görünen başka bir şeydir sanki. Barış yalan(dan) bir istemdir! Bu yalandan barış isteyenlerinin içinde BDP dâhil, tüm muhalefet ve iktidar var gibidir. Yumuşama, uzlaşma, barış yerine, savaş ve öldürmeyi istemekteyiz. Öykümdeki Abdiko ve babasının ifadeleriyle-benzer(!)-hepimizin arasında yeni (aslında eski?) bir diyalog kurulmuştur sanki. Ve bu diyalogun içerisinde-karşı çıkmadığımız için!-hepimiz varız. Silah tüccarı zihniyeti: “Siterim yumuşamayı!” Savaş güçleri: “Siterim barışı!”

19 Aralık 2010 Pazar

HUKUKSUZLUK, İDDİANAME VE SAVUNMA





Halen Tunceli’de yayınını sürdüren TUNCELİ EMEK GAZETESİ’nde yayınlanan yazılarımdan dolayı bu güne kadar üç tanesi ile ilgili olarak Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından hakkımda soruşturma başlatıldı. Bu makalelerden “MUNZUR FESTİVALİN’DE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı yazı mahkeme safhasına dönüştü ve “Suçu ve suçluyu övmek” gerekçesiyle aleyhimde K.H. davası açılmış bulunmaktadır.

Sövmenin suç olduğunu anlayabiliyorum da, övmenin suç olmasını anlamak mümkün değildir. Yani biri 72, biri de 28 yıl önce yaşanmış iki olayın baş kahramanlarını anmak, onları övmek ne yazık ki ülkemiz Türkiye’de yasal olarak suç sayılmaktadır. (BK.26, TCK.215/1,53)
Dersim Direnişi’nin önderi Pirim Seyit Rıza ve özelde Dersim’de genelde ise, Ortadoğu’daki Kürt halkının Newroz ateşi sembolü haline dönüşen Sevgili Mazlum Doğan’a “Eşkıya, şaki, terörist” diyenlerin aksine ben bu seyidlerimi tıpkı Pir Sultan, Hallacı Mansur, Deniz, Mahir, İbo, Nazım ve… Ahmet Kaya’ya yapılanlar gibi görüyorum. Birilerinin bu kahramanlara “eşkıya, terörist” dediğini ben demek zorunda mıyım? Senin eşkıya dediğini ben kahraman olarak nitelendirebilirim. Övme diye bir suç çağı dışıdır. Böylesi saçma yasalar ancak Türkiye’de olur herhalde!

Karakoldaki ifadelerimde de, mahkeme safhasındaki savunmamda da yazdıklarımın arkasında olduğumu belirtim. Bu konuda Fikret Başkaya, Haluk Gerger, İsmail Beşikçi, Temel Demirer ve isimleri buraya sığmayacak kadar yüzlerce yazar ve bilim insanı bedel ödemiştir. Ben de bu dostlar gibi hisseme düşen bedeli ödemeye hazırım. Ancak, AİHM’in bu konuda verdiği ve bundan sonra vereceği kararları Türkiye’de hukuksuzluğun ne durumda olduğunun da bir göstergesidir.

Şu anda onlarca gazeteci ve yazar düşüncelerini yazdıkları için zindanlara konulmuşlardır. O kadar çok hukuksuzluk yaşanıyor ki, 19 Aralık 2010 günü Maraş Katliamı yıl dönümü için Maraş’ta mitinge izin verilmiyor. Yıl dönümü nedeniyle Türkiye’ye giriş yapan AABF Genel Başkanı Sayın Turgut Öker uçaktan iner inmez havaalanında gözaltına alınıyor.
Diğer taraftan Devlet destekli bilinen güçler tarafından kaybedilen yakınlarının akıbetini araştırmak için yıllardır her hafta Cumartesi günü oturma eylemi yapan ve “Cumartesi Anneleri” olarak adlandırılanlar 25 Aralık 2010 Cumartesi günü Galatasaray’da 300. Kez oturacaklardır. Talepleri ise; gözaltında kaybedilen evlatlarının, eşlerinin, kardeşlerinin, anne ve babalarının akıbetlerinin açıklanması, sorumlularının yargılanması. İstanbul’un çok uzağında olduğum için ne yazık ki bu kutsal mücadeleye katılamıyorum. Onun için bu kutsal annelerin beni bağışlamalarını diliyor, demokrasi mücadelesi bizim en acil ve öncelikli gündemimiz olmalıdır, diyorum.

Konuyu daha çok uzatmak istemiyorum. Çünki; ekleriyle birlikte 16 sayfalık bir savunmayı ilgili mahkemeye teslim ettim. Bu uzun savunmada bana katkı sunan sevgili Temel Demirer’e şükranlarımı iletirim. Savunmanın 14 sayfalık (iki ek hariç) bölümü ve iddianamenin birer örneğini yayınlanması dileğiyle bir çok basın-yayın kuruluşlarına gönderdim ve ayrıca sizlerle de paylaşmak istiyorum. Tarihin bizi haklı çıkaracağına şüphem yoktur.

18.12.2010

NOT: Tunceli Cumhuriyet Savcılığı’nın hakkımda başlattığı üç soruşturma dosyasından mahkeme sürecine girmiş olan “MUNZUR FESTİVALİN’DE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı yazımla ilgili İDDİANAME ve bu iddianameye karşı yapmış olduğum SAVUNMA örneği aşağıya kopyalanmıştır:



17 Aralık 2010 Cuma

TERBİYE!




Wikileaks’in yayınladığı belgeleri engellemek için ABD’nin ve diğer gelişmiş/gelişmemiş ülkelerin-nerdeyse tümü(nün)-baskılarını (operasyonlarını) görüyoruz. Devletlerin (ABD’ce kayda girmiş) tüm sırlarını ortaya dökerek, insanlığa devletin baskıcı ve vahşi (acımasız) yüzünü gösteren Wikileaks daha iyi, adil ve barışçı bir dünya için yayınlarını sürdürebilmelidir. Kent-endüstri(yalizm)-devlet-iktidar oluşumunun nasıl doğal topluma, alternatif yaşama (kır, dağ, nehir, köy-tarım toplulukları vb.) baskı yaptığını göstermesi açısından 251 bin belgenin yayınlanmasında yarar vardır. İnançların, etnik kültürel yapıların, ezilenlerin, kadın ve gençlerin devletler tarafından nasıl terbiye edildiğini göstermesi açısından bu belgelerin yayınlanması desteklenmelidir. Toplumsal doğanın tahribini, ekolojik bakışın yok edildiğini ve emperyal devlet baskılarını gözler önüne serdiğini göstermesi açısından önemlidir. Ama devletlerin (tümden ve ailece) Wikileaks’i terbiye etmek gibi bir tavrın ve dayanışmanın içine girdiğini görüyoruz. Kime ne zararı var Wikileaks’in: Kendi halinde dünya yurttaşlarına, öğrenciye, kadına, yazara, aydına, entelektüele? Devletleri ele geçiren bir avuç politikacı (kurnaz adam), tekel, finans sahibinden başka kime ne zararı var? Diktatör, kurnaz yönetici, bürokrat, asker ve siyasetçiden başka?

Ve Türkiye’de öğrencileri döven bir polis var. Ve bu döv(dürt)meyi destekleyen bir AKP hükümeti. Yani demokrasi, insan hakları ve ifade özgürlüğü adına öğrencileri copla terbiye eden bir hükümet. Öğrencilerin polis tarafından vahşice dövülmesi; onları yerlerde öldüresiye ezmek, hamile bir öğrencinin bebeğini düşür(t)mek terbiye adına (Başbakanca) olumlanıyor. Ne terbiyeli insanlarmışız(!?) Ve ilginçtir, MHP lideri Devlet Bahçeli bu dövme olayında solcu gençlere sahip çıkmıştır. Sizden daha az demokrat olan CHP dahi demokrasi dersi vermiştir. Ya siz Başbakan, nasıl oluyor da sizden daha az demokrat olan bu muhalefet liderlerinin aksine bu vahşeti savunabildiniz? Siz değişmediniz mi yoksa? Halk size oy veriyor, çünkü diğerleri sizden de beter! Çünkü halk bu polisi, bu orduyu tanıdı, bu devleti de! Ve siz de faşizmin Allah’ına oynuyorsunuz Başbakan?

Ve etki, tepkiyi doğurdu: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde öğrenciler CHP’li Süheyl Batum ve AKP’li Burhan Kuzu’yu protesto ettiler. Kuzu’ya atılan yumurtalar ona adeta yumurta banyosu yaptırdı. Öğrenciler bu iki anayasa profesörünü dinlemek istemedi. Ve Başbakan öğrencilere tehditvari bir açıklama yaptı, medyayı suçladı. SBF’deki protestoyu yapan öğrencilere operasyon yaparsanız neyi çözeceksiniz? Bu ülkenin geleceği olacak öğrencilere-cop ve biber gazı dışında(!)-vereceğiniz bir mutluluk var mıdır?

Bir Kör Halef vardı. Köyün kızları sadece onun önünde oynarlardı. Çünkü köyün tek genci bir gözü kör olan Halef’ti. Düğünlerde oynuyor, tozuyordu. Köydeki kızların gözdesi Kör Halef’ti. Hatta Kör Halef’in önünde oynamak için kızlar kavga ederdi, paylaşamazlardı onu. Ve o köyde kutsal kabul edilen bir ziyaret (türbe, yatır) vardı. Günler geçti: Ziyaret’te yılda bir gün verilen ziyafete (adak’a) Halef te gitti. Gençler çoktular, diğer bölgelerden gelmişlerdi. Köyün kızları bu kez diğer bölgelerden gelen gençlerin önünde oynuyorlardı. Halef kızlara çok kızdı: “Babanızın bilmem nesine ne edeyim!” Kızların yanıtı ise farklı oldu: “Köro, kim senin önünde oynayacak? Mahrumiyetten senin önünde oynuyorduk Mahrumo!” [Köro ve Mahrumo kelimelerini Kürtçe konuşan kızlar için kör ve mahrum anlamlarında kullandım. Öyküdeki kızların bu kelimelerinde (kullanımlarında) alaycılık ve küçümseme vardır.] İşte bizim meselemiz de öyle: Millet mahrumiyetten (yokluktan) Erdoğan’a oy veriyor. Köydeki tek genç erkek olan Halef gibi(dir). Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğüne inanmış siyasi partiler olduğunda durum değişecektir. İstanbul polisini olumlayan Erdoğan’ın kızgınlığı Halef’inkiyle benzemektedir. Kendisi gibi düşünmeyen gençlere olan bir kızgınlıktır. Tüm dünya devletleri ve yönetim oligarşileri de Wikileaks’ e tüm gizli sırları ortaya döküyor diye kızıyorlar. O halde tüm mazlumlar, solcular, Müslümanlar, kızlar, erkekler, Kürtler terbiye edilmelidir! Merak etmeyin: Terbiyeli çocuklarız!

14 Aralık 2010 Salı

ALEVİLİK, DERSİM VE CUMHURİYET


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
E-Posta: mustafaelveren@gmail.com


Bilindiği üzere Aleviliğin tarihi, direnişlerle ve katliamlarla doludur. Bu katliamlardan ve baskılardan dolayı Türkiye’de inanç kimliklerini halen de gizlemeye çalışıyorlar.

Yıllardır Aleviliğin bir suni mezhebi olmayıp, bağımsız bir din olduğunu söylemeye çalıştım. Kerbela direnişinin yıldönümü nedeniyle bir kez daha bu konuda düşüncelerimi yazmak istiyorum.

Aleviler; Zerdüştlük, Şamanizm, Budizm, Hıristiyanlık, İslamlık ve benzeri dinlerin etkisinde kalmıştır. En çok da İslam Ali’sinin etkisinde kaldıkları bilinen bir gerçektir. Kerbela direnişi bunun en iyi kanıtıdır. En az etkilenen ise, Dersim yerleşim birimindeki Aleviler olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Dersim Aleviliğinde cenaze’nin defin edilmesi sırasında görev yapan imam suni mezhebine mensup kişilerden ya da onlardan kurs görmüş Alevi hocalar tarafından İslam kültürü çerçevesindeki dualarla yapıldığı bilinen bir gerçektir. Bu da Aleviliğin İslam ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını, yani Aleviliğin İslamlaştırıldığını bize kanıtlamaktadır.

Ben çocukluğumda yaşadığım Dersim’deki yerleşim birimlerinde bu cenaze törenlerinin böyle olduğunu halen hatırlıyorum. Bu durumu ileri yaşlarındaki bir çok Dersimli de bilmektedir.

Dolayısıyla Dersimlilerin kendine has bir Alevi dini oluşturdukları anlaşılmaktadır. Aslında bu durum Dersim Alevileri dışındaki diğer Aleviler için de geçerlidir.

Yaşamı boyunca bir kez dahi camiye gitmemiş, Kuran’ın ayetlerine uymamış, içlerinden bazıları kendilerini gizlemek için “Elhamdülillah Müslüman’ım” dese bile bu alevinin cenazesinde İslami usullere göre defin işlemlerinin yapılması bence uygun olmadığı gibi mantıklı de değildir.

Zerdüştlük, Şamanizm, Budizm, Hıristiyanlık, İslamlık ve benzeri dinlerin etkisiyle harmanlanmış Alevi Dini’ne göre cenaze töreni yapılmalıdır. Bazı Cem evlerinde yapılan cenaze törenleri ne yazık ki hala İslami kurullara göre yapılmaktadır. Oysa, Dersim Alevileri Kürtçe, Zazaca, Türkçe, Arapça, Ermenice gibi farklı dillerde dualar okuduğu bilinmektedir. Sadece Arapça veya Türkçe dilinde duaların okunması ise, bazı Alevilerin İslamlaşmasından kaynaklanmaktadır.

-Mademki Cem evlerinde İslami kurallara göre her şey yapılıyor, zaten camiler aynı işlevi görüyor. Bu durumda cem evlerine gerek var mı?

-Mademki Alevilik İslam'ın bir mezhebidir, o zaman da Alevi olmanın bir anlamı var mı?

Benim kaç nesil olduğunu bilmediğim tüm atalarım hiç biri namaz kılmamış, ramazan orucunu tutmamış, hac görmemiş, kelime-i şahadeti bile Kuran’daki mealinden çok farklı olarak ifade etmiştir. Eğer tüm atalarım Cehennem'e gidecekse, ben de o cehennemi tercih ederim.

Ben kendimi Kürt-Kızılbaş-Komünist (3K) olarak tanımlarken, böylesi bir Alevi-Kızılbaş dinini hep tercih ederim.

Ben o kadar tarihin derinliklerine inmeye gerek duymadan, belgelerle boğuşmadan, biraz mantığımı zorlamakla bu sonuca varabiliyorum.

“İslam’da ibadet; (cami'de) her gün tekrar tekrar işlediği günahların cezası olan cehennem korkusuyla Allahtan af dilenmeyi ve cennette hurilere kavuşmayı amaçlanmaktadır… Alevilikte ibadet; toplumsal huzuru bozanı cezalandırmak, (selamı keserek toplum dışına atmak) dargınları barıştırmak, üretim, eşit paylaşım, barış ve huzur içinde bir toplum yaratmaya yönelik dünyevi bir içerik taşır. Aleviler İbadetinde dem çeker, saz çalar, doğanın sembolik anlatımı olan semah dönerler. Bunları camiye sokabilir miyiz?” (BEKİR ÖZGÜR/ 03.06.2010 / Gomanweb)

Sevgili Bekir Özgür’ün bu düşüncelerine katılmamam mümkün mü? Cem’i Camiye, camiyi de Cem’e sokmak mümkün değildir.

Türkiye ya da diğer bir deyişle Anadolu Alevilerinin büyük çoğunluğu Cumhuriyet’in kuruluşunu davul-zurna ile karşıladılar ve Mustafa Kemal’e de kurtarıcı Ali olarak inandılar. Ancak, ne yazık ki en çok da Cumhuriyet döneminde katledildiler.

Kemalist ideolojinin gölgesinde Dersim’de, yine Cumhuriyetin resmi istihbarat güçlerinin yönlendirmesiyle oluşturulan faşist ve yobaz odaklarca Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta… katledildiler.

Bunca katliamlara ve baskılara rağmen on milyonlarca taraftarı olan Alevi inanç sahiplerinin bu güne kadar neden ciddi bir siyasi güç oluşturmadıkları konusunda da düşünmemiz gerekmektedir. Acı da olsa gerçekleri görmemiz lazımdır.

Hani “Dost acı söyler” derler ya, işte Sayın Mihraç Ural’ın bir yıl önce bu konuda yazdığı bir makalesinden birkaç cümlesini aktarmak istiyorum; “…Siz acıyı erdem saydıkça, size acı dayatılacak; siz ağlayıp sızladıkça, size daha çok bela verilecek. Doğanın kanunu budur, insanlıkla değil barbarlıkla yüz yüzesiniz; artık, bunu anlayın. Sen kendini Alevi sayan Sen, evet, evet sen… Koş aynanın karşısına geç, o duyarsız suratına okkalı iki şamar indir. Öyle ki şamar sesi komşulardan duyulsun. Kendinle, tarihinle, cesurca yüzleş; makus kaderini değiştir, benliğinle hesaplaş, kendine gel!” (Mihrac Ural, “Temmuz 1993 Anısına”, 2 Temmuz 2009 / Gomanweb) Kimi okuyucular tarafından bu sözler sert bulunsa da ben Sayın Ural’ın bu tespitine katılıyorum.

Kırk parçaya bölünmüş Alevi gurupların hala birbirleriyle uğraştığını bir tarafa bırakırsak, aynı şekilde devrimci, sol, sosyalist, demokrat, ilerici başına hangi sıfatları getirirsek getirelim bu tür oluşumların da birlikteliğinden bahsetmek artık hiç birimize inandırıcı gelmiyor. Yıllardır bu tür birliktelikleri savunmaktan “Dilimden tüy bitti”. Hala aynı noktadayız ve “bir arpa boyu yol” alamadık. Öyle ise, yeni yol ve yöntemler bulmak durumundayız.

Cumhuriyet tarihinde Aleviler kadar katliama uğramış, dili ve kimliği yasaklanmış Kürtlerin de kendi aralarında bir birliktelik sağladıkları söylenemez. Ancak, Kürt siyasi oluşumları arasında DEP-HADEP-DEHAP-DTP ve devamı olan BDP çizgisi hızla büyümekte olduğunu, yönetici kadrolarının büyük çoğunluğu da demokrat ve sosyalist kişilerden oluştuğunu görmekteyim. Büyük çoğunluğu Kürt olan Alevilerin bu çizgi ile uzlaşma sağlaması durumunda tüm Türkiye halkları ve barışın sağlanması açısından çok yararlı olacağını düşünüyorum.

Bu satırları okuyan bazı okuyucuların bana; “PKK kuyrukçusu, Ateist Alevici, Kürtçü komünist,…” dediklerini duyar gibiyim. Tüm okuyucular beni acımasızca eleştirebilirler. Bu tür eleştirilerin yapılması doğal ve yararlı olduğunu söyleyebilirim. Yeter ki, içeriğinden küfür, hakaret ve tehdit olmasın. Birbirimizi eleştirelim ki, bu eleştirilerden ders çıkaralım ve doğruyu bulalım.

Demokratik tartışma ve eleştiri bilincine erişirsek, birbirimizi daha çok anlayabilir, daha sağlıklı sonuçlar ortaya çıkarabiliriz. O nedenle, eleştiri ve tartışmalardan dersler çıkarmalıyız. Eleştiri ve tartışmalar bizim bilgi zenginliklerimizden sayılmalıdır. Fakat, Türkiye'de demokrasi olmadığı için, bir çok aydınımız eleştiri sınırını fazla genişletemiyor.

Son zamanlarda bir de Akbaşlı (AKParti yandaşı) Aleviler türedi. Fırsat bulursam bir gün de onları yazmaya çalışacağım. Yaratılmak istenen bu yobaz Akbaşlı Alevilere karşı çok dikkatli olmak durumundayız.

Bu hafta Kerbela direnişinin, önümüzdeki hafta ise Maraş katliamının yıl dönümleridir. Bu vesileyle Maraş katliamını yapan güçleri nefretle kınıyor, Kerbela direnişçilerini saygıyla anıyor ve mücadelelerini selamlıyorum. 12.12.2010

Web: www.gomanweb.net

9 Aralık 2010 Perşembe

VAHŞİLİĞE WIKILEAKS AYARI




Wikileaks (internet sitesi) tarafından yayınlanan ABD’nin gizli diplomatik kriptolarının sızdırılması tüm dünya ülkelerinin (kendi içlerinde) yönetenler (maskeli tanrılar) ve yönetilenler (kullar) olarak ikiye ayrıldığını göstermesi açısından iyi olmuştur. ABD ve dünya ülkeleri (devletleri) bunu bir deprem olarak değerlendirseler de bu fırsatın dünya insanlarının (kullarının) uyanmasında bir rol oynayacağına temenni ederim. Tüm yönetenlerin yalanlarını, hırsızlıklarını, kötülüklerini, acımasızlıklarını gösterebileceği bir fırsat yaratıyor. Bu belgelerle, dünya imparatoru ABD’nin ve diğer gelişmiş ülkelerin-ne menem casusluk diplomasisi uygulamalarına karşın!-kamuya ve birbirlerine sadece güler yüzlerini gösterdikleri ilk elden kanıtlanmıştır.

Türkiye açısından (belgeler her an çoğalıyor) Recep Tayyip Erdoğan’ın İsviçre’de sekiz gizli hesabının olduğu yazılmıştır. Abdulkadir Aksu’nun eroin ticaretine bulaştığı, yirmi yaş altı kızlara düşkünlüğü ve rüşvetçi olduğu notu var. Kürşad Tüzmen’in aşırı milliyetçi ve rüşvetçi (rüşvetçilikte Aksu’dan sonra ikinci sırada) olduğu yazılıdır. ( Ben bir iki tanesini yazdım. Türkiye ile ilgili daha pek çok şey açıklanacaktır.) Bu bilgileri-ham da olsalar!-ABD’yi Türkiye’de temsil eden diplomatlar yazmıştır. Diplomatlar görev yaptıkları ülkelerdeki her türlü bilgi ve duyumları değerlendirilmek üzere (analiz edilmek için) ülkelerine gönderirler. İnternet buluşu (icadı)-belki de hiçbir zaman açıklanmayacak-diplomat raporlarını (telgraflarını) ifşa etmiştir. Bu ifşa, kirli işler yapan ve yönetenler açısından üzüntü verici (olumsuz) olmuş olabilir. Ancak kandırılan, uyutulan, sömürülen insanlar (halklar) açısından hesap sorma, tavır koyma ve uyanmak bağlamında sevindirici (olumlu) olmuştur.

Diplomatlar (büyükelçiler, konsoloslar, ataşeler vb.) kendi başkentlerine salt raporlar (telgraflar) sunmazlar, zaman zaman operasyonlar da (taşeronlar ve satın aldıklarıyla) yapabilirler. Bu, devletlerin (vahşiliğin) ortaya çıkışından beri böyledir. Padişahlığın zayıfladığı ama pek de göz ardı edilmediği bir dönemde İngiltere’nin bir eylemini 19 Nisan 1920 tarihli Fransız raporundan (Türkiye Dosyası, Cilt 190, s.30) anlatmak istiyorum: “İngilizler Abdülhamit’in İslam dünyasındaki itibarını kırmak ve Türkiye’nin güçlenmesini önlemek için Arap aşiretlerini, Abbas Hilmi’yi kullanmaktadırlar. Kahire camilerinde Abbas Hilmi kendi adına hutbe okutur.[Abbas Hilmi Paşa(1874-1944) son Mısır Hıdividir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hanedanındandır. Hıdiv (vali) Tevfik Paşa’nın oğludur ve 1892’de hıdivliğe getirildi. Görevi süresince İngilizler Mısır’ın içişlerine karıştılar ve Osmanlıların Mısır’daki etkinliği azaldı.BT] Ancak İslam dünyası buna tepki gösterir. Hilmi’nin başarısız kalması üzerine İngilizler Mekke Şerifi Hüseyin’e yönelirler. Bu kez Hüseyin kendi adına hutbe okutur. Ne var ki yerleşmiş bir geleneği yıkmak her birinin diğerine düşman olduğu Arap aşiretleriyle mümkün değildir. Hint Müslümanları da bu politikayı reddederler. İngilizler bunu dikkate almak zorundadırlar. Bu durumda Hüseyin de geri çekilmek zorunda kalır. Camilerde yine eskisi gibi Osmanlı Sultanı adına hutbe okunmaya devam edilir.” Yani anlayacağınız İngiltere bu işten geri adım atmıştır. Ve biz Fransa’nın bu raporuna ancak şimdilerde ulaşabiliyoruz. Diplomatların ajanvari raporları her zaman olmuştur.

Sonuç olarak Wikileaks’ın yayınladığı belgeler fakir fukaranın, öğrencilerin, kız çocuklarının, anaların, babaların eylemleriyle ilgili ifşaatlar (yaptıkları) değildir. Bu belgeler-ne kadar kızsalar da, tepki gösterseler de!-Recep Tayyip Erdoğan’la, Abdulkadir Aksu’yla, Kürşad Tüzmen’le, CHP’yle, AKP’yle, Sarkozy’le, Chavez’le, Ahmedinecad’la, Rasmussen’le, Kaddafi’yle, Merkel’le, silah şirketleriyle, bankalarla (finans şirketleriyle) ilgili iddialardır. Bu iddialar sorgulanmalıdır! Wikileaks’ın yaptığı etik, yararlı, şeffaf bir gazetecilik örneğidir. Daha temiz, adil ve demokratik bir dünya temennisi ile!

8 Aralık 2010 Çarşamba

10 ARALIK İNSAN HAKLARI HAFTASI VE ‘HALKLARIN KARDEŞLİĞİ‘




Halkların kardeşliği… Kulağa hoş gelen bir söylem, bir slogan. Bir zamanlar bu ülkede bu sloganı atan insanlar bölücü ve anarşist diye zindanlara tıkılıyordu. Hatırlarsınız bu ülkeyi kan gölüne ve devasa bir cezaevine çeviren 12 Eylül cuntası Barış Derneği yöneticilerini bile idamla yargılamışlardı.

Bir metafor olarak, evrim teorisine göre de insanlar kardeştir, idealist felsefeye yani semavi dinlere göre de hepimiz Adem ve Havva’dan geldik yani kardeşiz. Ama bazı insanlar üretim − bölüşüm ve tüketim sürecinde akıllarını kötülük için kullanarak özel mülkiyet alanlarını genişletmeye başladıktan sonra, halkların − insanların kardeşliği tarih olmuştur. Önce kadınların hamileliği ve emzirme döneminde zayıf düşmelerinden yararlanılarak, kadın emeği gasp edilmeye başlanmış, daha sonra kabileler, klanlar arasında süren savaşlarda edinilen esirler, bedava işgücü olarak birilerinin emrine verilmiş, böylelikle kardeşliğin eşitliğin nesnel koşulları ortadan kalkmıştır.

Ataerkil dönem
İşte ataerkil dönem, sömürü ve özel mülkiyet dönemi böyle başlamıştır. Ve halkların kardeşliği yerini halklar arası düşmanlığa bırakmıştır. Dünya tarihinde savaşların temelinde ekonomik çıkar ilişkileri yatar. Prudhon, ‘mülkiyet hırsızlıktır’ derken, Jaures, bu bağlamda ‘zenginlik suçtur’ demiştir. Egemenler çıkarları için halkları birbirlerine karşı, vatan, millet, toprak ve bayrak söylemeleriyle kışkırtmış ve savaşlara sürmüştür. Homeros’un İlyada’da anlattığı Truva savaşı, Paris’in Helen’i kaçırmasıyla başlar. Ancak savaşın asıl nedeni yine ekonomiktir. Çanakkale boğazını elinde tutan Truva nın, Elen tüccarlarının Karadenize açılmasını engellemektir. Türkiye’de 1915 Ermeni kırımının, 6−7 Eylül olaylarının kökeni yine ekonomiktir. Bu katliamlar ve tehcir, Ermeni ve Rum mallarının Türk burjuvazisine peşkeş çekilmesi ile sonuçlanmıştır. Konu mal ve para olunca halkların kardeşliği unutulmuştur. 4 bin yıldır orada kök salan, ev sahibi olan bir halk yerinden sökülüp atılmıştır. Mozaik kırılmış, Anadolu kültürü kısır hale getirilmiştir. Elbette bu kırımlar sadece Anadolu coğrafyasında olmamıştır. ABD’de ev sahibi yerlilerin, Avusturalya’da Auberjin’lein uğradığı soykırımlar tarihin utanç sayfalarına yazılmıştır. Yakın tarihte Uganda’da Fransa’nın suç ortağı olduğu soykırım gerçekleşmiştir. Örnekler uzatılabilir.

Akıl çağı− modernizm kapitalizm
Velhasıl Dünya halkları kardeş olduklarını binlerce yıldır unutmuşlardır. İlk çağlardan bu yana savaşlar, din savaşları, mezhep savaşları adı altında egemenlik savaşları devam etmiştir. Bu Pazar−paylaşım savaşları ‘akıl çağı ve modernizm’ denilen dönemde de hız kesmemiş milyonlarca insanın katline neden olmuştur. 1. Ve 2. Dünya savaşı kapitalizmin eseridir. İkinci dünya savaşından sonra savaşta hayatını kaybeden on milyonlarca insandan özür dilenir gibi 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Beyannamesi yayınlanmıştır. BM’nin 1948 de yayınladığı bu bildirge, Türkiye’de Bakanlar Kurulu Kararı 27 Mayıs 1949 da kabul edilmiş ve Resmi Gazete'de yayınlanmıştır. Söz konusu genelgeden iki madde aktarıp bugüne bakalım.

Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.

Buradan hareketle hiç kimsenin ana dilinde konuşması, türkü söylemesi, çocuklarına ad vermesi, ana dilde eğitim yapması yasaklanamaz. Ama bizim ülkemizde on yıllar boyu bu en doğal haklar yasaklanmıştır. Ve sonuçta kardeş kardeşe düşman edilmiştir. Halkların kardeşliği ülkemizde hayata geçmemiş, bir slogan, bir dilek olarak kalmıştır.

Bu gün AKP hükümetinin bir avuç dolar için Füze Kalkanlarının Türkiye ye konuşlandırılmasını kabul etmesi, ülkeyi tetikçilikten Truva atına dönüştürmesi de halkların kardeşliğine değil, halkların düşmanlığına hizmet eden bir adımdır.

Sonuç olarak, ‘Halkların kardeşliği’ şiarının henüz bir ütopya ve−veya dilek olduğunu söyleyebiliriz. Zira kapitalizm savaşlardan, halklar arası düşmanlıklardan, sömürüden beslenmektedir. Büyük tekellerin emri altında, adlarının başında ‘prof’ ünvanı olan koca koca adamlar ve kadınlar çalışmaktadır. Bunlar azgın sömürü amacıyla doğanın katledilmesini halklardan gizlemek için gözümüzün içine bakarak yalanlar söylemekte, yalan raporlar hazırlamaktadırlar. Kaz dağları, Bergama onlar için doğa ve insan değeri değil, altın madenidir. Kromsan’ın ortada kalan, insanlığı tehdit eden bir milyon sekizyüz bin ton zehirli atığı, HES’lerin doğa tahribatı onlar için teferrruattır. Akdeniz Çivi İşçilerinin, Tekel işçilerinin direnişi ve mağduriyeti ise bu vahşi kapitalistlere ve onların hükümetine göre bölücü faaliyetlerin parçalarıdır. Keza ‘sanatçı− gazeteci− akademisyen’ kimliği taşıyan birçok insan da ya açıktan ya da suskun kalarak mevcut hükümete ve büyük patronlara hizmet etmektedir. İşçiler işten atılırken, öğrenciler polisten işkence görürken, üniversite yönetimi tarafından keyfi cezalara çarptırılırken susarlar. Halil Cibran’ın sözleriyle, ‘zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz kalamaz.’

Sözlerimi Ceyhun Atıf Kansu’nun bir şiiriyle bitirmek istiyorum:

“bir öğle molasında stavro marulis
çöktü ahlat ağacının gölgesine
dikti bir sicimle perişan ayakkabısını
yürüyebilmek için yeniden
dövüşebilmek için inançla
tanrılar krallar ve Atinalı zenginler adına…”

Son mısradaki ‘Atinalı zenginler’in yerine Türkiyeli, ABD’li, Fransız zenginler de diyebilirsiniz. Kansu, şiirinde savaşın nedenlerinin halklar değil, egemenler olduğunu anlatmak istemiştir.

Not: Bu yazı‘Seyhan Sosyal Kültür ve Sanat Derneği’nin düzenlediği ‘Halkların Kardeşliği’ temalı panele sunulan tebliğdir. Aralık 2010.

http://www.adilokay.com/