28 Aralık 2014 Pazar

ALTTA KALANIN CANI ÇIKSIN...




Adil Okay

ALTTA KALANIN CANI ÇIKSIN = NEOLİBERALİZM

"Angoulem belediyesi, sokakta yaşayanlar yatmasın diye halka açık 9 bankı kafese aldı" France info

Turgut Özal, "ben parası olanı severim" demişti. samimi bir itiraftı. Neoliberal dönemde kapitalist ülkelerde "vahşi kapitalizme" dönüş yaşanıyor. Aşağıdaki fotoğrafın konuyla ilgisi ne diyeceksiniz. var. bir zamanlar avrupa'da "evsizler" metrolarda, boş banklarda yatarlardı. Şimdi metro kapıları kilitleniyor. Banklar da geceleri kafese alınıyor. Altta kalanın canı çıksın deniyor. Bu haberi Fransa'nın ciddi bir haber ajansından aldım. Angolulem belediyesinin SDF'lere yani "sokakta yaşayanlara karşı yeni uygulaması deniyor. Önceki yıl Paris ziyaretimde büyük mağazaların önündeki oturma alanlarına - seki gibi çıkıntılara demir çubuklar - kazıklar konulduğunu görmüş nedenini önce anlamamıştım. Nedeninin, “evsizler”in oturmasını-yatmasını engellemek olduğunu öğrenince moralim bozulmuştu. Doğrusu ara sıra benim de oturmuşluğum vardı oralarda.

İşte Noel böyle kutlanıyor "uygar batı"da. Ben okuyunca öfkelendim bu haberi. Sizin de öfkelenmeniz ve sorgulamanız dileğiyle paylaşıyorum.

Yıllar önce 18 yıllık sürgünümü yaşadığım Paris hakkında şunları yazmıştım: "Paris'te bir kahvede, Le Nouvel Observateur adlı bir dergi okuyorum. Bir haber çarpıyor beni: Getu  Hagos Mariame adlı yirmi dört yaşındaki Güney Afrikalı genç, iki polis nezaretinde zorla ülkesine yollanmak isterken, polislerin zor kullanması sonucu uçakta hayatını kaybetmiş. Getu'nun Fransa’da politik mülteci statüsünü kazanmak için yaptığı başvuru reddedilmiş ve sınır dışı edilme kararı alınmış. Yıllar önce Almanya'da politik sığınma talebi reddedilen ve Türkiye'ye teslim edilmek üzere tutuklanınca kendini emniyetin 6. katından atan Kemal Altun geliyor aklıma. Ve diğerleri. Sahi 12 Eylül kaç insanı sürgünde yaşamaya zorlamıştı.

Yan masada oturan bir siyah derili, gazetedeki habere uzunca süre daldığımı anlamış ol-malı ki, izin isteyip konuşmaya başlıyor. 'Biliyor musunuz bayım, hepimiz sürgünüz. Dünya sür-günler gezegenine dönüşüyor. Marks'ın insanın ürettiği ürüne yabancılaşma teorisini bilirsiniz. Neoliberalizm çılgınlığında, küreselleşme adı verilen soysuzlar yönetiminde insanlar birbirine, doğaya, hayvanlara yabancılaştı. Hepimiz yabancıyız, hepimiz sürgünüz. Evet evet dünya sürgünler gezegeni.'                            

Bir aforizmamla bitireyim: "Bir insan zenginliği birden fazla insanın yoksulluğu, bir ülkenin zenginliği ise birden fazla ülkenin yoksulluğu üzerine inşa edilmiştir."


Kaynakça: La mairie d'Angoulême grillage 9 bancs publics pour déloger des SDF. http://www.franceinfo.fr/actu/faits-divers/article/la-mairie-d-angouleme-grillage-9-bancs-publics-pour-deloger-des-sdf-623265

21 Aralık 2014 Pazar

FİKRET BAŞKAYA ‘KADAVRA AKADEMİSYENLER’E KARŞI...



Adil Okay
  
16.12.2014 günü Hacettepe Üniversitesi’nde “Yeni Türkiye ve Eğitim” konusunda bir panel planladı. Panelin konuşmacıları Doç. Dr. Fikret Başkaya ve Prof. Dr. Nejla Kurul idi. Güvenlik görevlileri Genç Sen’e üye Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin uygun dilekçe vermedikleri gerekçesiyle Rektörlük talimatıyla Prof. Dr. Nejla Kurul ve Doç. Dr. Fikret Başkaya’nın üniversiteye girişini engellediler. Bunun üzerine iki aydın, konuşmalarını Üniversite’nin önünde yaparak olayı protesto ettiler. (…) Büyük şirketlerin paneller düzenleyip, stantlar açabildiği, bakanların miting alanı gibi kullanabildiği üniversiteye iki bilim insanının sokulmaması üniversitenin siciline işlenmiş kara lekelerden biri olarak tarihe geçti.[i]

Bu haber, okuyanları dehşete düşürmeli değil mi? Başta Hacettepe üniversitesinden olmak üzere ülkenin dört bir yanından akademisyenler bu durumu protesto etmeli. Etmeliydi. Ama bakıyoruz konuyla ilgili paylaşılan fotoğrafa. Üniversite önünde Pr. Dr. Nejla Kurul ve Dr. Başkaya’nın sokak dersine sadece bir grup öğrenci katılmış. Akademisyenler yok. Varsa da bir elin parmakları kadar az. Bir kez daha görüyoruz ki bir şeyler eksik üniversite camiasında. En başta “ahlak”. Hani muhafazakârların ağızlarına pelesenk ettikleri ahlak – etik! Bilim etiği yok. Bu da yeni değil. 12 Eylül darbesinden sonra üniversiteler YÖK eliyle kışlaya çevrildi. Üniversite öğrencileri askeri lise öğrencilerine, akademisyenler de “özgür araştırmacı- bilim insanı” kimliğinden uzaklaşıp YÖK kılıcını meslektaşlarına karşı sallayan subaylara dönüştüler. Ve YÖK karanlığından istisnasız tüm hükümetler beslendi- yararlandı. AKP ise “YÖK’ü lağvedeceğiz, demokratikleşeceğiz” sloganlarıyla iktidara gelip seleflerini bile aratır hale geldi. Aydınların aydınlığı, bilim insanlarının özgürlüğü-özgünlüğü kalmadı. (İstisnalar var elbette.)

Entelektüel kavramının yerini bulduğu 1889 Dreyfus davasından sonra Türkiye’de “aydın-münevver-mütefekkir” tanımları yaygınlaşmıştı. Süreç içinde, özellikle 1980’den sonra, Fransa’da da (dünyanın birçok yerinde olduğu gibi) entelektüellerin ışıkları sönmüş, lambaları patlamış, Emile Zola’nın ve yüzyıl sonra onun izinden giden Sartre’ın çizgisinden sapmışlardır. Önceleri “entelektüel”, aydınlar grubuna verilen ad iken (Emile Zola Dreyfus’u savunurken yalnız değildi, 1500 kişilik bir entelektüel grubuydu), giderek tek tek kişilere “entelektüel” denilmeye başlanmıştır. Günümüz Fransa’sında neredeyse üniversite diploması olan herkese “entelektüel” denilerek, (kimi zaman da “entello” diye alay edilerek) bu kavramın içi boşaltılmıştır.

J. Benda ise daha acımasız davranmış ve aydın ihanetinden söz etmiştir: “işlevleri adalet ve akıl gibi ebedi olan ve çıkarlar üstü değerleri savunmak olan aydın kişiler bu işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur.” 1. dünya savaşının bitiminde yaptığı araştırmada Benda, entelektüelleri zengin sofralarından yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmaları üzerine ihanetle suçlamıştır.

Dr. Nejla Kurul ve Fikret Başkaya dünyanın tanıdığı, tekellerden ve devletten bağımsız saygın aydınlarımızdandır. Başkaya, Cem Terzi’nin ifadesiyle bu ülkenin onurudur. Temel Demirer’in ifadesiyle bu ülkenin yaşayan 3 aydınından biridir. Fikret hocayı ben Çağdaş Jean Paul Sartre’a benzetirim. Birçoğunuz bilir ama ben yine anlatayım: Sartre, Cezayir’in bağımsızlık savaşı sürecinde, Fransız askerlerinin tecavüz ve işkencelerine karşı Cezayir halkının yanında yer almıştı. Cezayir’in bağımsızlığını desteklemişti. Bunun üzerine dönemin polis şefi Sartre’ın hapse atılması gerektiğini söylemiş ama devlet başkanı De Geaule, “Sartre Fransa’dır Fransa’yı hapsedemeyiz” diyerek bu öneriyi geri çevirmişti. Elbette De Geaulle’un günahlarını affettirmez bu yanıt. Ama insan düşmanından bile bir düzey bekliyor. YÖK veya AKP kurmaylarında bu düzeyi de göremiyoruz.

Fikret Başkaya da Sartre gibi bu ülkede en zor zamanda Kürt ve Ermeni sorunu hakkında sözünü sakınmamış, yazmış, konuşmuş ve yeni ortaçağa, kapitalist barbarlığa dikkat çekmiştir. Hocaların hocasıdır. Ruhlarını para ve kariyer için şeytana satan birkaç üniversite yöneticisi onun - onların ders vermesini engelleyemez.

Sonsözü Fikret Hocaya bırakıp tamamlıyorum diyeceklerimi: İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde okul sadece egemen sınıfın çocuklarına açıktı. İkinci Savaş sonrasında emperyalist ülkelerde işçi sınıfının, Üçüncü Dünyada da ezilen hakların mücadelesi sonucu, okulun kapısı işçi sınıfı ve diğer mütevazı kesimlerin çocuklarına da açıldı. Bu dönemde hem okullaşma oranı büyüdü hem de eğitici kadroda önemli bir artış oldu. Öğretmen ve öğretim üyesi sayısı arttı. Fakat, bir taraftan bizzat aldıkları eğitim, diğer taraftan da egemen ideolojinin genç nesillerin kafasına sokma işlevine koşulmuş olması itibariyle, bu kesimin sınıf mücadelesi içindeki konumu problemlidir . Okulda öğretmen, devleti, otoriteyi temsil eder. Bu niteliği itibariyle öğretmen-öğrenci ilişkisi, otorite ve otoriteye maruz olan ilişkisidir. Öğrenci öğretmene itaatsizlik yaptığında, otoriteye, devlete karşı gelmiş sayılıp cezalandırılır. Bu yüzden okullarda asıl yapılan eğitmek değil, disipline etmek, uyumlandırmak, hizaya getirmek, öğrenme güdüsünü, tecessüsü ve bilimsel-entellektüel yaratıcılığı yok etmektir... Velhasıl asıl yapılan öğrencideki yaratıcı potansiyeli ve yeteneği geliştirmek değil, bastırmak, ezmektir... Bu tip kurumlar gerçekten eğitim kurumları mıdır? (…) Bütün sorun bilgiyi kapitalistlerin ve onların devletinin elinden alıp, bir özgürleşme aracına dönüştürüp-dönüştürmemekle ilgilidir. Dünyayı değiştirmek için okulu değiştirmek, okulu değiştirmek için de sistemi değiştirmek gerekiyor... Bu diyalektik bütünlük bir kere anlaşıldı mı, artık önümüz açık demektir...”[ii]

21.12.2014


[i] Siyasi Haber, Ankara.
[ii] Fikret Başkaya, Kadavra Medeniyeti, www.ozgurüniversite.org

19 Aralık 2014 Cuma

Halkların Ya da Din Kardeşliği Aldatmacası...




Mustafa Elveren*
elverenmustafa@hotmail.com

“Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganı yıllardır demokrasi güçleri tarafından meydanlarda dillendiriliyor. İtiraf etmek gerekirse; geçmişte bu sloganın kullanılmasını ben de çok istiyordum.

Hâlbuki kardeşler de birbirleriyle kavga eder, düşman olabiliyorlar. Zamanla yaşadığımız pratik bize gösterdi ki; yaşasın halkların kardeşliği değil, birliği gerçeği oldu.

Günümüzde “yaşasın halkların kardeşliği” sloganının pratikte hiçbir önemi ve anlamı artık kalmamıştır. Bunun yerine; yaşasın halkların birliği, halkların ortak duruşu, halkların demokratik güç birliği vb. sloganların kullanılması daha mantıklı olduğunu düşünüyorum.

“Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganı Türkiye’de dile getirilmesi daha çok Kürd sorunuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu slogana milliyetçi Türk Solu ve benzeri ırkçıların tüm engellemelerine rağmen; Türkiye solu ile Kürdistan sol hareketleri tarafından hep kullanılmıştır.

Yaşanan “kirli savaşın” etkisiyle bu sloganın kullanılması günümüzde de devam etmektedir. Artık bu slogan günümüzde anlamını yitirmiştir, bence.

Çünkü Kürdlerin demokratik taleplerini örtmek için her defasında; “Biz kardeşiz, etle tırnak gibiyiz…” aldatıcı söylemi Türk egemenleri tarafından çok sıkça dile getirildiği bilinmektedir.

Yaşamının çoğunu zindanda geçiren İsmail Beşikçi, Hatip Dicle ve Mehdi Zana gibi aydınların Kürd-İslam ilişkisi konusunda söylemleri dikkat çekici ve öğreticidir, bence. Bu değerli aydınların özetle sözleri şöyledir;

Sayın Hatip Dicle’nin; “Biz kardeşiz, etle tırnak gibiyiz, diyorlar. Her ne hikmetse Kürdler hep tırnak, Türkler ise et oldu. Ne zaman tırnak biraz uzansa hemen kesiyorlar...” Sayın Dicle’nin bu sözleri “yaşasın halkların kardeşliği” sloganının günümüzde anlamını yitirdiğini kanıtlamaktadır.

Bir diğer aldatıcı söylem de din kardeşliğidir. Yani “Türkiye’de yaşayan halkın yüzde doksan dokuzu Müslüman’dır” aldatmacasıdır. Dini inançlar bazında halkların kardeş olması zaten mantığa da aykırıdır. Eski Diyarbekir Belediye başkanlarından Sayın Mehdi Zana’nın birkaç yıl önce söylediği; “Kürdler İslam’ı kabul etmekle zaten kaybettiler” sözleri hala anlamını korumaktadır.

“Bugün Kürdleri-Kürdistan’ı baskı altında tutan, Kürdlere zulmeden, fırsatını bulduğunda soykırım yapan, Kürdlerin Kürd toplumu olmaktan doğan haklarını gasp eden devletlerin hepsi de İslam devletidir. Bunlar “İslam kardeşliği”, “İslam ümmeti” gibi kavramlar kullanarak Kürdlerin mücadelesini engellemeye çalışmaktadırlar...” (İ.Beşikçi / Gomanweb)

Bir başka kandırmaca da hoş görü söylemidir. “Hoş görü; bir efendi köle ilişkisidir”

İnsanların doğuşta sahip olduğu hak ve özgürlüklerine “hoş görü” mantığıyla bakılması kabul edilemez. Kızılbaşların, Ateistlerin ve diğer inançların İslam çoğunluğunun bulunduğu yaşam alanlarda “hoşgörü” değil, eşitlikçi anlayış oluşturulmalıdır.

Halkların; kardeşlik, din, et-tırnak ve hoşgörü aldatmacalarıyla değil, eşitlikçi ve özgürlükçü temelde birbirlerine yaklaşması gerekir.
18.12.2014

Em.öğrt.*


9 Aralık 2014 Salı

Osmanlıca nedir?





Faiz Cebiroğlu

Türkiye, yeni bir tartışmayla çalkalanıyor; dil tartışması: Osmanlıca. Osmanlıca nedir?

Türkiye ve değişik Avrupa ülkelerinden, bana, Osmanlıca ilgili yüzlerce soru geldi. Ortak soru şu oluyor: ” Hocam, Osmanlıca nedir, bizi aydınlatır mısınız?”

Osmanlıca ve bu tartışmanın gündeme gelmesinin arkasındaki plan ve gerçekler nedir? Herkese teker, teker yanıt vermek yerine, kısaca ve topluca cevap vermek istiyorum.

El-Cavap mı, şudur: Osmanlıca diye kendine özgü bir dil yoktur. Osmanlıca yani Lisani Osmani, yani Osmani dili şu anki Türkçedir. Lisani Osmani; gecekondu Osmanlı devleti kurulur gibi kuruldu. Yaratıldı(!). Bu dile, bu Lisani Osmani diline, ”dilkondu” adını veriyorum. Dilkondu mu, şudur: Önce, dil için kullanılacak alfabeler getirilir: Arapça. Sonra, ”mustear” kelimeler bulunur: Farsça ve Arapça. İşte Osmanlıca ya da ”dilkondu” budur. Bu oluyor. Bu, birinci noktadır.

İki: Gecekondu Osmanlı devleti ve devamı Türkiye'de, kendilerine özgü bir yapı, bir parça yoktur. Artık bunu kabûl etmek gerekiyor. Bu bağlamda, Osmanlı devleti ve devamı Türkiye, gecekondular gibi kuruldu. Dil de, gecekondudan oluşan bir dil oldu: Dilkondu! Osmanlıca budur.

Üç: Dilkondu, Farsça ve Arapça kelimelerden dil yaratmak(!) oluyor. Arapça alfabesi ya da latin alfabesini kullanmak, dilin gelişimi açısından bir şey değiştirmiyor. Örnek olsun, şu an kullandığımız Türkçenin yüzde doksanı ”ecnebi” kelimelerden oluşuyor.

Dört: Osmanlıca ya da Türkçe, benim tabirimle, ”dilkondu” dildir, yani zevali dildir. Zevali mi, zavallı olmaktır. Zevali olmak, olduğu yerde kalmak ve duraksamak demektir. Osmanlıca, aynı anlama gelmek üzere Türkçe ve aynı anlama gelmek üzere ”dilkondu” dil, zevali dildir.

Osmanlıca budur. Budur ama bu tartışmanın altında gizlenen başka gerçekler vardır. Nedir bu gerçekler?

Osmanlıca tartışmasının altında yatan temel gerçekler şudur:

A) İlkel, selefi Arabi islami burjuvazisinin desteklediği bir AK Parti vardır. Amaçları, Türkiye'de, Mısırda tarumar olan, Muhammed Mursi iktidarını Türkiye'de kurmaktır. Bu yolla, şeriatın yolunu açmaktır.

B) Dilkondu yani Osmanlıca, Arap harflerini kullanarak ve alet ederek, Türkiye'deki eğitimi, Talabanici eğitime çevirmektir.

C) Osmanlıca adı altında, Türkiye'nin evrim tarihini tekrar islami feodalizme çekmektir...

Türkiye'de gündeme gelen ve tartışılan Osmanlıca ve altındaki gerçekler budur.

Gerçeğin gerçeği; Recep Tayyip / Ahmet Davutoğlu şebekesinin Türkiye'de, istedikleri dillere sahip çıkmak değil, Osmanlıca, yani Türkçe dili dışında tüm dilleri katletmektir!

Kürdistan'da. Kürdçe eğitim vermek için, kendi imkanları dahilinde açılan okullara, baltayla, saldırmaları bunun somut bir örneğidir...

Sorulan sorulara, El-Cevabım, şimdilik, budur. Cevabın cevabı da şudur:

Osmanlıca tartışmasının altında yatan gerçek, Türkiye'yi İŞİD'leştirmek ve Türkiye'de, bir İŞİD yönetimi kurmaktır!

OSMANLICA MI, GÜNDEM SAPTIRMASI MI?



Adil Okay


"İnsanlara yüzyıllarca bilmedikleri dillerle, anlamını tam bilemedikleri dualar ezberlettiler, bildikleri dilleri ise ise yasakladılar, çoğunu da yok ettiler.

Mayaca gibi "bilim" dilleri sömürgeciler tarafından yok edildi. iş işten geçtikten sonra ÜNİCEF Mayacayı kurtarmak için bütçe ayırdı. Eğer önlem alınmzasa yüz yıl sonra dünyada İngilizce ve Mandarince'den (Çin'de en çok konuşulan lehçe) başka dil kalmayacak.

Osmanlıca mı?
Hiç bir dile karşı değilim. olamam da. bu kendimin inkarı olur.
Osmanlıca diye bir dil yoktu zaten. Arap alfabesiyle yazılan "Eski Türkçe" vardı.
yasaklanmamalıydı.
Bir gecede insanlar okumaz-yazmaz hale gelmemeliydi.

Bu saptama başka ama AKP'nin sanki arı dilmiş, ata diliymiş, mübarek dilmiş gibi Osmanlıca savunuculuğu başka bir konudur. AKP'nin yaptığı Osmanlı'ya, halifeliğe, şeriata özlemin dışa vurumudur. bir başka ifadeyle "imparatorluğa- sömürgeciliğe" özlemdir. Malum MHP, Türk-islam sentezcisidir, AKP ise İslam- Türk sentezcisidir. Ama uyguladığı- benimsediği ekonomik politika ise neo-liberalizmdir. yani kapitalizmin vahşi yüzüdür. yeni Ortaçağdır.

Osmanlıcaya ise geçmiş ola.
Osmanlıcayı öğrenmeyen bu gün bir şey kaybetmiş sayılmaz.
Benim öğrendiğim 3 kelime osmanlıcadan çok Fransızcam daha çok işime yaradı. yarıyor. sadece osmanlıcamı denemek için 20 yıl kadar önce bir şiir denemem olmuştu. o kadar. Bu gün bu coğrafyada yaşayıp Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Arapça edebiyat yapanların büyük çoğunluğu osmanlıca bilmez, ama bu eserlerinin değerini düşürmez. osmanlıca kaynakları da uzmanlar çevirdi. çeviriyor. çocukların belleğinde boşuna yer kaplaması gerekmiyor. zaten Türkoloji gibi bölümlerde öğretiliyor.
AKP bu tartışmalarla gündemi değiştirmeye çalışıyor. çoğu zaman da başarıyor. ara da emeğe saldırı devam ediyor, doğa katliamı devam ediyor, kimlik gaspı devam ediyor...

hapishanelerdeki yeni uygulamayı kaç kişi duydu bu arada. yeni genelgeyle tutsaklara kargo ve dergi yollamak yasaklandı. sürekli yolladığım dergiler geri döndü. yakında bu konuda açıklama yapacağım.

Ne diyeyim sonlandırırken:
Bu kez de osmanlıca olsun paylaştığım şiir:

HAFİF MEŞREB MAHBUBE
ah mahbubem
ne işim mi var
bu ah-ı gitmiş
vâh-ı kalmış kocayla
sen hiç duymadın mı
sahib-i keremin serveti
züğürdün zeker-i ma’hudesi
tatlı olur dendiğini...
zevcemin malını yiyorum
atarak ara sıra sahte inzal çığlığı
züğürt civanlarımın
kemâl-i zevk ve sefasını
alıyorum bastırıp koca parasını
bana inan tatlım
bir elim yağda
bir elim balda
çok ama çok namusluyum...
zor mu zor bu devirde
sahib-i servet zevce bulmak
ama çâlâk zen-pâreler
zibil gibi önünde ardında
elini salladınmı ellisi
esmeri sarışını
evlisi bekarı
sünnetlisi sünnetsizi
bend-i şalvar çözer önünde
silmek için orandan burandan taşan hicabı
elin paralı olsun yeter
silip silkinip attığın kâğıtları
zevk suyuna banmış banknotları
havada kapıp dua ederler...
ah güzelim
kulağına küpe olsun ders-i saadetlerim
gençlik elden gitmeden
şeriat yolun kesmeden
kör topal yaşlı demeden
nikahına al bir sahib-i kerem
hafif meşrep mahbube iken
hanımefendiye yükselir lakâbın
ne yaparsan nikah altında yap
ister „niyku’l ade“
ister „visal-i kâzib“
banknot banyosunda yunur yıkanır
namus giyinirsin...
yüzü iki deyyuslar
sütten ak duhter-i duşize’den paktır
meryem anamdır hazreti bacımdır
deyü yemin içer
mübarek kandil günlerinde
secde ederler mevz-i ziba’nın önünde...




25 Kasım 2014 Salı

"Ben Dersimli Kemal’im”




Mustafa Elveren(*)

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu nihayet Dersim ismini kabul etti ve Dersimli olmaktan da gurur duyduğunu söyledi. Ancak, bir türlü Kürd ve Alevi olduğunu söyleyemiyor.

Hemşerimiz olan CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun gerçekten dürüst ve iyi niyetli bir insan olduğuna inanıyorum. Bir taraftan da ürkek ve “güvercin tedirginliğini” taşıdığını düşünüyorum.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun yıllar önce eski dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ile yapmış olduğu röportaj Dersim soy kırımını gündeme taşınmasında çok önemli bir katkı sağlamıştır. Hem bu röportaj ve hem de CHP Genel Başkanı olması nedeniyle “Vatan-millet-bayrak-ezan” diyen kesimleri rahatsız etmiştir.

Eğer Kemal Kılıçdaroğlu o röportajı yapmamış olsaydı ve bu gün CHP Genel Başkanı olmasaydı Dersim soykırımı tartışması böyle yoğunluklu olarak tartışılabilir miydi?

Eski başbakan şimdiki Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın seçim kampanyalarında soy-sop-mezhep üzerinden Sayın Kılıçdaroğlu’na yüklenmesi nedeniyle halklar arasında tehlikeli bir hal almış ve ters tepmiştir. Bu defa Dersim soykırımı olayı üzerinden Kemal Kılıçdaroğlu’nu köşeye sıkıştırmak istiyor. Ancak, AKParti iktidarı kötülük yapayım derken istemeden Dersim’e iyilik yaptığını söylemek abartılı olmaz.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendi Aleviliği, Kürtlüğü konusunda suskun kalması, sadece adaşı M. Kemal Atatürk üzerinden siyaset yapması “güvercin Tedirginliği”nden olduğunu düşünüyorum.

“Kılıçdaroğlu’nun her daim yanında, cüzdanında Alevilikte kutsal bir sembol olan “pençe-i Ali Aba” sembolü taşıyacak samimiyette bir Alevilik inancına sahip olduğunu da biliyorum…” (A. Kenanoğlu / Gomanweb)

Bu hemşerimizi bir kaşık suda boğmak isteyen çok sayıda “vatansever-ulusalcı-milliyetçi” CHP'lilerin olduğunu da biliyorum. Bu güruh tarafından Kılıçdaroğlu’na devamlı tezgâh kurulmaktadır. Kendisine ulusalcı veya Kemalist olduğunu söyleyen unsurlar Kürdlere zaten tahammül etmiyorlar. Alevilere de artık tahammül etmeyeceği görülmektedir.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu daha önce Dersim sözcüğünü hiç kullanmamış, ancak bir süre sonra CHP Kurultay’ında “Ben Dersimli Kemal”im demişti. Yine Sayın Kılıçdaroğlu; Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın düzenlediği Aşure sofrasına katılan Alevi dernek ve Vakıf yöneticileri için “yedikleri yemek haramdır” dedi. Bu düşüncelerine katılıyorum.

Ne var ki, madalyonun öteki yüzünde farklı bir Kemal Kılıçdaroğlunu görmekteyiz.

Halk Tv.de Uğur Dündar’ın canlı olarak sunduğu “Halk Arenası” programında CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nu konuk etti. Kılıçdaroğlu’nun ekonomi konusunda sorulara verdiği yanıtların çoğu olumluydu. Ancak; CHP’nin geçmişi ile Atatürk konusunda sorulara tutarlı yanıtlar vermediğini söyleyebilirim.

Kılıçdaroğlu bir soruyu; “Türkiye 1930’ların Türkiye’si değil, Mustafa Kemal Atatürk’ü de bu günkü şartlarda değerlendirmeliyiz. O nedenle yeni CHP dedik…” diye yanıtladı. Diğer taraftan da Nutuk’tan dem vurdu. Hâlbuki Nutuk, Onuncuyıl Marşı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi gibi 1930’ların anlayışıyla hareket etmek büyük bir tutarsızlıktır.

“Allahımız bir, peygamberimiz bir, kitabımız bir, ehlibeytimiz aynı….” Diyor Sayın Kılıçdaroğlu. Bu durumda; ibadethanemiz de birdir anlamı çıkmıyor mu? Madem ibadethaneniz de, inancınız da bir ise; Cemevi ve Alevilik ne oluyor?

“Alevilikten kaçan, milletvekilliği boyunca Alevilerin sorunlarına ilişkin hiçbir çalışması olmayan, Aleviliği siyaseten kendisine yük, engel olarak gören birisine siyaseten “Alevi” diyerek sahip çıkılması hem bunu istemeyen kendisine, hem Aleviliğe hem de Alevi mücadelesi veren siyasilere, Alevilik için bedel ödeyen kimselere haksızlıktır.” (A. Kenanoğlu / Gomanweb)

Sayın Kılıçdaroğlu kendisini mutlaka gözden geçirmelidir. TV programlarında Kürd, Alevi ve emek konusunda sorulan sorulara cesaretle yanıt vermelidir.
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu öncelikle CHP’de zihniyet değişimi yapmalıdır. Aksi halde sadece CHP genel başkanı olmakla Alevilerin önünü tıkamaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum.
Diyarbakır'dan Şafii Kürdler Alevi bir bayanı Belediye Başkanı olarak seçtiler. Yine 10'dan fazla alevi milletvekilini TBMM’ye taşıdılar. Tunceli'de Şafii bir şahsiyeti belediye başkanı veya milletvekili olarak seçtirebilir misiniz?
Eğer yanıtı evet ise; Geçmişte Erdal İnönü’nün HEP ile yaptığı gibi önümüzdeki milletvekilliği seçimlerinde HDP ile ittifak yaparak seçime girmesini öneriyorum. Bu önerim HDP için de geçerlidir.

2015 milletvekilliği seçimi için CHP-HDP ittifak yapabilirlerse; bunun hepimizin yararına olacağını düşünüyorum. Yani; Kürtlerin, Alevilerin, sosyal demokratların, Kemalistlerin, sosyalistlerin, emekçilerin özgürleşmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

“CHP içinde olup da kendilerini ‘solcu, sosyalist, demokratik solcu, sosyal demokrat’ olarak nitelendirenler, artık bu gerçeği görmelidirler…”

Bu gün ülkemizde derinleşen siyasi krizin 2015 yılı Haziran’da yapılacak olan milletvekilliği seçiminde ancak böyle bir ittifakla aşılacağına inanıyorum.

NOT-1: Bu önerimden dolayı bana kızacak birçok okuyucunun olacağını tahmin etmek zor değildir. Değerli okuyucuların ve dostların elbette eleştirileri de olacaktır. Gerek elektronik posta ile gerekse sitede yazılan yazılar makalenin altına yorum olarak eklenecektir. Küfürler hariç, tehditler dâhil bu eleştirilerin tümü www.gomanweb.org sitesinde yayınlanacaktır.

NOT-2: Bu satırları yazdığım sıralarda Sayın Kemal Kılıçdaroğlunun kayınvalidesinin vefat ettiğini üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım. Sayın Kılıçdaroğlu ve eşine baş sağlığı diler, acılarını paylaşıyorum.

24.11.2014
-------
*Em. Öğrt.


5 Kasım 2014 Çarşamba

HAKKIMDA AÇILAN SALYANGOZ DAVASI DÜŞTÜ...




Adil Okay

DEVLET 74,5 LİRAMI GERİ VER !

Basında “Aziz Nesin’lik dava” diye anılan “Salyangoz Davası” düştü.

Nedir salyangoz davası. Takip edemeyenlere kısaca anlatayım: “Karabük hapishanesinde yatan Kasım Karataş’a yolladığım bir fotoğraftan ve kartpostaldan yola çıkarak, hakkımda "cezaevinden firar örgütleme" anlamına gelecek bir suçlama ile soruşturma açılmıştı. Söz konusu fotoğrafta arka planda kızım Öykü, önde ise bir salyangoz görünmektedir. İşte bu salyangoz fotoğrafının “kroki” olduğu iddia edilmekteydi. Daha geriye gidersem, yine kızım Öykü’nün hapishaneye yolladığı balonlar da sakıncalı-tehlikeli diye yasaklanmış, konu basına yansımış ve TBMM’de milletvekili Akın Birdal’ın soru önergesine konu olmuştu.

 Sonuçta Mahkeme salyangoz vakasında “Kovuşturmaya yer olmadığı” kanaatine varmış. Bu kanata varmak için neler yaptıklarını anlatmış:

İyi de kamu kaynaklarını neden boşa kullandınız – beni ve ailemi taciz ettiniz. Bir deli kuyuya taş atmış- bin deli çıkaramamış diyeceğim ama durum bundan daha vahim. Bir delinin insanları “oyuna getirmesi-aldatması” değil bu olay. Tamamıyla devlet politikası.

 Davada “suç ortağım” olarak gösterilen Kasım Karataş da bu konuyla ilgili şunları yazmıştı: “En son Adil Okay’a yönelik provokasyon kokan savcılık soruşturmasında vuku bulan skandal diyebileceğimiz durumdur. Bana gönderdiği mektupta kızı Öykü’nün bir salyangoza bakarken çekilmiş fotoğrafı var. Haftalar sonra cezaevi idaresince tarafıma yapılan tebligatta, “sakıncalı”dır diye, soruşturma başlatıldığını ve mektubun verilmeyeceği yönündeydi. Bu karara karşı İnfaz Hakimliğine itiraz ettim.(…) Burada amaçlanan oldukça açık. İnsani bir yaklaşım olan, insanlar arası manevi değerlerin hedeflenip, cezalandırılmasıdır. Şu mesaj da verilmek isteniyor; “Nasıl olur da devlete karşı mücadele eden insanlarla iletişim kurup, onlara moral verirsin” hesabı sorulmaktadır. Yoksa Adil’in cezaevine şifreli firar krokisi göndermediğini bu sistem çok iyi bilir. Bu sistem Adil’in bunu yapmadığını bilirin yanında Adil’i iyi de tanır. Tanıyor: çünkü Adil de her birimiz gibi bu devletin hışmına uğramış, polis silahıyla ağır yaralanmış, emniyetin işkencelerinden geçmiş, öldü denilerek asansör boşluğuna atılmış, günler sonra tesadüfen halktan insanlar tarafından bulunup, polise bildirilmiş, doğru-dürüst tedavisi yapılmadan zindana atılmış, zindan da özgürlük eylemini gerçekleştirerek Orta-doğuya gitmiş, orada Filistin halkıyla İsrail siyonizmine karşı omuz omuza savaşarak enternasyonalist görevini yapmış, yirmi yılı aşkın sürgün hayatından sonra tekrar ülkesine dönmüş sosyalizm ve demokratik mücadelesine devam eden yürekli bir devrimcidir. Böyle bir insanın bir kartpostalla firar krokisini çizmeyeceğini çok iyi bilir. Böyle bir iddianın mantığı yoktur ve olamaz da. Tüm olup bitenlerden sonra bu durumu sadece Cezaevi Disiplin Kurulu’nun ve savcılığın paranoyası olarak değerlendirmek mümkün mü? Olabilir. Ancak bu paranoya devletin tüm kurumlarını içine almışsa, bu paranoya olmaktan çıkar, faşizmin sarmalına dönüşür. Bu sistemi oluşturan sıradan bir kurum veya birey değildir. Bu bir zihniyettir. Bu zihniyeti oluşturan devletin aklıdır.”
Evet tam da Kasım Karataş’ın yazdığı gibi bu bir zihniyettir. Devleti yönetenlerin tacizci zihniyetidir. Düşünebiliyor musunuz bu kadar akıllara ziyan bir vakada yapılan masrafı. Onlarca devlet memuru oturmuş, günlerce kamera kayıtlarını izlemişler, telefonlar dinlenmiş, fotoğraf üzerine “bilirkişiler” günlerce çalışma yapmış. Savcılar savcılara dosya yollamış. Karakol beni çağırmış. İfademi almış. İHD yöneticilerinden Ömer Ayaz davamı gönüllü olarak üstlenmiş. Kalkmış bin kilometreden fazla yol yaparak davanın açıldığı Karabük’e gitmiş. Masraflarını devletten ya da bu davanın açılmasına neden olan Karabük hapishane idaresinden ve Karabük Emniyet müdürlüğünden alamamış. (Benden de almadı) Bu kurumlar “İnsanları neden taciz ediyorsunuz, böyle komik vakalarla kamu kaynaklarını neden çar çur ediyorsunuz…” diye uyarı cezası bile almamış.

 Tabi bu davaya gelene kadar nelere var diyeceksiniz.

 Ama ben 74.5 liramı geri istiyorum.

 Neden 74.5 lira, açıklayayım: Karakola ifade vermeye dolmuşla gidip geldim. Dolmuşa 3.5 TL ödedim. Avukatım gönüllüydü demiştim ya. Ama Noterden vekâletname çıkarmak için de parayı benim ödemem gerekirdi. Noter bir sayfalık kâğıt için 71 TL aldı. Toplamda 74.5 TL para ödedim. Oysa bu parayla 50 adet posta pulu alabilir ve tutsaklara mektup yollayabilirdim.

 Konuyla ilgili yaptığım basın açıklamasından bir bölüm paylaşarak yazımı tamamlıyorum: Türkiye’nin birçok kentinde ve Avrupa’da sergilenen “Mahpus mektup ve resimleri sergisi”, bana ve kızıma yollanan mektuplardan oluşmuştu. Şu anda evimde binlerce “görülmüştür” damgalı tutsak mektubu bulunmaktadır. Bu benim yaşam biçimimdir. Tarafsızlık var olan düzeni beğenmektir. Statükoculuktur. Benim tarafım: İş cinayetlerinde hayatını kaybeden emekçilerin, şiddete uğrayan kadınların, inançları-kimlikleri nedeniyle katledilen insanların, nükleer santrallerin, HES’lerin yıkıma uğrattığı çevrenin, özgürlük ve eşitlik idealleri uğruna zindana düşen tutsakların tarafıdır. Hakkımda düzenlenen bu soruşturmalar nedeniyle de baş eğmem beklenmesin.”

 Şimdi de 74.5 liramı geri istiyorum. Ve de özür bekliyorum.

 05. 11.2014



27 Ekim 2014 Pazartesi

Ahmet Kaya Anısına...




Mustafa Elveren*

Seni Unutmak Mümkün Mü “Gözüm” / Ahmet Kaya Anısına

28 Ekim sevinç, 16 Kasım üzüntü günüdür, benim için. Sevincim ve üzüntüm hep seni hatırlatıyor, bana. Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Seni unutmak istesem de unutamam ki, telefonum her arandığında; "Beni burada arama, arama anne / Kapıda adımı, adımı sorma / Saçlarına yıldız düşmüş / Koparma anne, ağlama…” melodisini çalıyor. Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Televizyon seyrederken, radyo dinlerken, kanallar arasında zaplama yaparken senin şarkıların çalındığında hemen duraklıyorum. Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

O gün sana kaşık-bıçak-tabak fırlatan linç güruhundaki bazıları bugün senden özür diliyor. Bu güruhun pişmanlıklarını duydukça; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Kimisi hasta yatağında inlerken, kimi de ölüm döşeğinde nefesini verirken; “son pişmanlık fayda etmez” dediler(mi?) Bu “vatanseverlerin” dramını öğrendikçe; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Bu linç güruhundan “Sanatçı” kılıklı bazıları devletin kurumlarında yemlenirken, kimisi de ayakkabı kutularında bakan çocuklarına para dağıtan “vatansever” işadamıyla yatlarda keyif çatarken; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

4 yıl önce “Pirim Seyit Rıza’ya ve ilkokul arkadaşım sevgili Muzlum Doğan’a layık olmaya, sevgili Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç gibi de dik duracağıma inanıyorum.” satırları yazdığım için Tunceli C. Savcılığı hakkımda dava açtı. Bu davanın iddianamesini ve hakkımda verilen kararı okudukça; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Toprağı gasp edilmiş, dili ve kültürü yasaklanmış bir ulusun mücadelesine destek vermek insanlığın gereğidir. Sen de öyle yaptın. Bir tabuyu kırarak; Kürdçe bir şarkı klibini çektin ve bedelini de çok ağır ödedin. Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Bu gün Türkiye’nin her yerinde Kürtçe şarkılar söylenmektedir. Onlarca radyo ve Televizyon kanalında Kürdçe müzik yapılmaktadır. Kürdçe müzik dinledikçe; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

28 Ekim doğum günün, ertesi gün 29 Ekim’de Cumhuriyet’in kuruluş yıl dönümü bayramıdır. Aynı şekilde 10 Kasım Cumhuriyet’in kurucusu M. Kemal’in ölümü, ertesi hafta yani 16 Kasım’da ise, senin zorunlu sürgünde hayata veda edilişindir. Bu kadar tesadüften sonra Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Halkların özgürlüğü için hep çabaladın. Bir zamanlar “siyasal İslamcı”lar Kanal-7 Tv.sine sanatçı çıkaramıyorlardı. Sen ise; din ve vicdan özgürlüğü savunuculuğu uğruna o kanala çıkıp proğram yaptın. Hatta başörtüsü yasağına da karşı çıktın. Bu gün iktidarın “yandaş” Medyası olan o kanalı seyrederken; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Âşık Mahsuni’nin senin için yazıp, söylediği “Ahmet Geri Dön” parçasından işte bir dörtlük: 
Mahzuni barışın yoluna kurban
Ahmet mızrabına teline kurban
Hangi dil bilirsen diline kurban
Sen yeter ki susma Ahmet geri gel /…
Bu parçayı dinledikçe; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Osmanlı zulmüne ve onun Hı(n)zır paşalarına başkaldıran Pir Sultan Abdal, 1938 Dersim’de direnen Mazlum halkımızın direniş önderi Seyit Rıza gibi efsaneleştikçe; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

“Efsanelerin yarattığı gelenekler vardır bu topraklarda. Efsaneler tanrısaldır, yaratanı insandır. Deniz, Mazlum, Beritan, Zilan gibi...” (Ruken Şahan-BİANET)
Bugün Şengal’de, Kobani’de direnen halklar (Kürt-Kızılbaş-Komünist) bu gelenekten gelmektedir. Ben ve benim gibi 3K’liler yaşadıkça; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Seni saygıyla anıyor, unutmayacağız, unutturmayacağız!

Seni unutmak mümkün mü? “GÖZÜM”

26/10/2014

*Em. Öğrt.

20 Ekim 2014 Pazartesi

İŞİD nedir?..




Faiz Cebiroğlu

Irak ve Suriye'de faaliyet gösteren ve vahşi eylemleriyle dünya gündemine oturan İŞİD nedir, nasıl ortaya çıktı? Hedefi nedir? Hızlı bir şekilde ve notlar halinde fikirlerimi yazmak istiyorum.

İŞİD yani Irak, Şam İslam Devleti, ya da diğer kısaltılmış Arapça harfleriyele DAİŞ, sunni islami bir ”selefi” örgütü oluyor. Amacı, islami, şeriatçı bir devlet kurmaktır. İŞİD: Irak ve Suriye'de, sunnilerin yaşadığı alanlarda halifeliyi ilan etmek ve dünyadaki tüm müslümanları bu islami yönetim tarzı altında toplamanın adı ve cihadı oluyor. İŞİD, ekonomik bir taife örgütü olarak ta, ”müslüman zengini” olmak demektir.

İŞİD, 1980'lerde, Mısır'da, Enver Sedat döneminde ortaya çıktı. Kendini, ”islamın ilk çıkışına tekrar dönüşün temsilcisi olarak” tanıttı. İlkel bir sunni – islami düzen kurmak için, Enver Sedat ve yönetimine karşı cihad açmıştı...Nitekim, İŞİD, 6 Ekim 1981'de, Enver Sedat'ı, bir askeri törende öldürmeyi başardı.

İŞİD; selefidir. Selefi, islamın ilk çıkış günlerine geri gitmeyi savunmak ve bunun için ”cihad” vermek oluyor.

İŞİD; halifeciliktir. Halife, kendini Allah'ın temsilcisi sayan ve bu halifenin öncülüğünde bir islam devleti kurmanın ismi oluyor.

İŞİD, şeriatçılıktır. Şeriat, tüm muslümanların kabûl etmesi gereken, Allah'a giden, gidecek yolun adı ve halife nizamı oluyor.

İŞİD; zenginliktir. İŞİD'in bütçesi, Orta-doğu'da bulunan, küçük Arap devletlerinin bütçelerinden daha büyüktür.

Peki, İŞİD'in bu zenginliği nereden geldi ve nereden geliyor?

İŞİD'in, Irak ve Suriye'de petrol ve elektrik havzaları vardır. Bu, bir.

İki: İŞİD; zengin sunni müslümanlardan, ayda, yüzde ikibuçuk kadar vergi almaktadır.

Üç: İŞİD; işgal ettiği yerlerden ve ganimetlerden büyük sermaye elde etmiştir.

Dört: İŞİD; Musul bankalarında bulunan 425 milyon dolara el koymuştur.

Buradan elde ettiği zenginlik yanında, İŞİD; Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Israel ve Türkiye tarafından her alanda desteklenen ve sermayesi 3 milyar doları aşan bir örgüt oluyor.

Bu anlamda İŞİD; emperyalizmin islami komprador temsilcisi olan; selefi, halifeci ve zengin şeriatçı bir taife örgütüdür.

Bilindiği gibi, İŞİD; Irak ve Suriye'nin belirli yerlerinde faaliyet yürütmektedir. Liderleri; Irak'ta, Musul'da ”halifeliği” ilan eden, Halife Ebu Bekir al-Bağdadi'dir.

Parentez açıyorum: İŞİD; Irak'ta faaliyet yürüten, Al-Kaide'nin en yakın müttefikidir. Al-Kaide, Türkçesi, Allah'ı inkâr edenlerin ülkelerinde, selefi nizam için ”cihad etmek” oluyor. Irak'ta, Irak savaşında (2003 – 2011) kendini gösteren Al-Kaide, Saddam Hüseyin taraftarı sunni kesimlerden ve militanlardan oluşuyor.

Şubat 2014 yılına kadar, İŞİD ile Al-Kaide arasında düzgün yürüyen ilişkiler bozuluyor. 8 ay süren ”ganimet paylaşım ayrılığı” vesilesi ile, Al-Kaide, İŞİD'le olan ilişkisini donduruyor.

Devam ediyorum.

Al-Kaide ile araları açılan İŞİD, Irak'ta, Haziran 2014'te, yalnızca, 4000 silahlı gücü vardı. Aradan iki ay geçmeden, nedense, İŞİD'in Suriye'de: 50 bin. Irak'ta: 30 bin cihadcısı oldu.

İŞİD, bölge ülkelerinden ve özellikle Türkiye'den aldığı her türlü destek ile, Musul'da hilafet ilan etti. Kendini halife ilan eden Ebu Bekir Al-Bağdadi, tüm dünya müslümanlarını ”cihad” için, Irak ve Suriye'ye çağırdı...

Evet, İŞİD nedir? İŞİD, Irak ve Süriye'de, kendinden olmayan tüm halklara ve azınlıklara karşı bir kıyım makinesidir.

Irak'ta İŞİD; Şialara, Ezidi Kürdlere, Türkmenlere ve Hiristiyanlara; Suriye'de, Alevilere, Ermenilere, Arap Hiristiyanlarına, Asurilere, Rojavalı Kürdlere, Dürzîlere...karşı bir vahşet örgütüdür.

İŞİD; Musul'da, Ezidi kadın Kürdlerini pazarda satmak; Suriye'de, Alevilerin kafalarını kesip mangalda kızartmak, Kesap'ta Ermenilerin Kiliseleri başlarına yıkmak ve Kesaptan tehcir etmek, Halep'te, Arap Hiristiyanlarına, Ermenilere, Asurilere ve şu anda, Kobanê Kürdlerine karşı, sunni ”selefi cihad” açmanın bir örgütüdür.

İŞİD, budur. Ama İŞİD, emperyalizmden ayrı bir olgu değildir. Emperyalizm, ”Amerikan islamı” teorisi ile, bölge halklarını birbirine kırdırarak, yeni pazarlar elde etmek demektir. Ortadoğu'nun böylesine, vahşice kana bulanmasın altında yatan gerçek, ”doğal gaz ve petrol”dür. Emperyalizm, İŞİD'e, İslam Devletine karşı mücadele veriyor görüntüsü ile, Suriye ve Irak'taki ”doğal gaz ve petrol savaşını” kazanmak için, Suriye yönetimini devirmenin yollarını arıyor. Bir yandan, İŞİD karşıyım diyor, diğer yandan, ”ılımlı” diye tanımladığı ve İŞİD'ten farkı olmayan, El Kaide'nin bir kolu olan, El-Nüsra ve diğer cihadçı, selefi şeriatçı örgütlere her türlü desteği veriyor.

Emperyalizm, budur: Her yerde ve alanda, kâr, kâr ille de kâr için, bunalım üreten bir fabrikadır. Amerikan bunalım rabrikasında üretilen İŞİD, emperyalizmin Suriye yönetimine gösterdiği, ”seçmeli caydırıcığılın” bir örneği oluyor...

Evet...Emperyalizme ve bölgedeki, parazit Türkiye ve parazit Arap ülke yönetimlerine karşı çıkmadan, İŞİD'e karşıyım demek, kendini aldatmak ve emperyalizmin ”böl – parçala ve yönet” yöntemine alet olmak demektir.

7 Ekim 2014 Salı

“Demokratik Özerlik” Modeli Gerçekleşmezse Bölünme Olur...



Mustafa Elveren*
Er veya geç Kürdler kendi kendilerini yönetecek bir yönetim modeline kavuşacaklardır. Kendi topraklarında özgürce yaşamak uğruna çok ağır bedeller ödediler ve hala da ödemeye devam ediyorlar.
Genelde Ortadoğu’da, özelde ise Kürdistan’da; bağımsızlık, konfederalizm, federalizm, “Demokratik Özerklik” gibi birçok yönetim modeli önerilebilir. Kürdistan için en kolay uygulanabilir olanı “Demokratik Özerklik” modeli olduğunu düşünüyorum.
Demokratik Özerklik” sisteminden halklar memnun kalmazlarsa, ileride referandum ile yukarıda sıraladığım modellerden herhangi birini uygulamak mümkündür. Çünkü “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” evrensel bir kazanımdır.
Buradan hareketle; bugün içinde bulunduğumuz durumu göz önüne alarak bazı tespitleri yapmak faydalı olacağını düşünüyorum.
Eğer; AKParti iktidarı Rojava ve Kobani’ye karşı uyguladığı düşmanca tavırlarından dolayı o bölgelerde bir soykırım yaşanırsa, Kürd Özgürlük Hareketi iktidarla tekrar görüşme ve müzakerelere devam edemez.
Eğer; Sayın Abdullah Öcalan’ın taraflara önerdiği “Demokratik Özerklik” modeli gerçekleşmezse, başta Irak olmak üzere, Suriye, Türkiye ve nihayetinde İran’ın parçalanması kaçınılmaz olur.
Eğer; IŞİD diğer adıyla DAİŞ ya da İD (İslam Devleti) ve benzeri kanlı örgütlerin saldırıları önlenemezse, Türkiye’nin dış saldırıların yanında iç çatışmalarla yüz yüze kalacağını söylemek için kâin olmaya gerek yoktur.
Eğer; “Bizi PKK ile IŞİD arasına sıkıştırmak istiyorlar. Bizim için IŞİD de PKK de bir! Ne halleri varsa görsünler…” diyen AKParti iktidarına Kürdler bu günden sonra güvenirlerse, tarihte en büyük hatayı yaparlar.
Yazara, bilim insanına, sanatçıya tahammül etmeyen AKParti iktidarı zihniyeti Ortaçağ’dan daha geridedir.
Leman Sam'ın "Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır" dediği için Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından “edepsiz” olarak nitelendirildi. Daha önce Başbakan ve Cumhurbaşkanı da bazı gazeteci ile sanatçılar için bu tabiri kullanmıştı.
Artık gün başta Kürd halkı olmak üzere tüm ezilenlerle birlikte mücadele etme günüdür. Kürd halkının özgürlüğünü savunmak için Kürd olmak gerekmez.
Maddi ve manevi olarak her çeşit yardımlar yapılabilir. Örneğin; Çeşitli kuruluşların açtığı hesaplara nakit yatırılabilir. Çeşitli yardım kuruluşları vasıtasıyla giyim, yiyecek ve ilaç yardımı mümkündür. En azında cep telefonu olanlar birkaç destek SMS yapabilir. Bunların dışında hiçbir şey yapamıyorsan akşam yastığa başını koyduğun anda “Ne yapmalıyım” diye kendi kendimizi sorgulayabiliriz.
Bu itibarla başta Kürdler olmak üzere tüm ezilen halkların ve emekçilerin özgürlüğü için katkı sunan herkesi saygıyla selamlamak gerekir.
Bu gün en acil görevimiz; Kobani’de, Rojawa’da halkları katleden İslamcı kafaları değiştirmek ve bunlara karşı demokrasi güçleriyle birlikte mücadele etmek olduğunu düşünüyorum.
06.10.2014


*Em. Öğrt.

6 Ekim 2014 Pazartesi

İŞID VEYA ÖSO KARŞISINDA “AYDIN” TAVRI...



Adil Okay

Konuya başlamadan önce “Aydın” kavramının içini doldurmak ve belki de bir önekle söylemek gerekiyor. Barış gibi. Nasıl düşünürler ‘sonsal barış, nihai barış, kalıcı barıştan’ söz edip, her barış antlaşmasının barış olmadığını, ateşkes sayıldığını söylüyorlarsa. Dreyfus davasından sonra değişen, “aydın-entelektüel” kavramlarının içini doldurabilmek için, ‘organik aydın, nöbetçi aydın, devlet ve-veya tekel aydını v.b.’ öneklerini kullanıyoruz. Her örgüt bir iktidar sayılırsa, aydınların da iktidarlarla kimi zaman barışık, kimi zaman kavgalı ve (içinde yer alsalar da) her zaman muhalif olmaları gerektiği düşünülürse, ‘bağımsız aydın’ tanımının önemi daha iyi anlaşılır. Vurgulamak istediğim ‘bağımsızlık’ öncelikle devletten ve-veya tekellerden, yani güç odaklarından, egemenlerden bağımsızlıktır.

J. Benda daha acımasız davranmış ve aydın ihanetinden söz etmiştir: “işlevleri adalet ve akıl gibi ebedi olan ve çıkarlar üstü değerleri savunmak olan aydın kişiler bu işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur.” 1. dünya savaşının bitiminde yaptığı araştırmada Benda, entelektüelleri zengin sofralarından yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmaları üzerine ihanetle suçlamıştır.

12 Eylül 1980 darbesine kadar Türkiye’de bağımsız aydınlar önemli işlevler yerine getiriyorlardı. Sınıf savaşımının en keskin olduğu yıllarda, Türkiye halklarının baskıcı devlete başkaldırdığı o şanlı 1975–1980 yılları arasında, örgütlerin içinde aydınlar yerlerini almışlardı (Gramsci’nin organik-angaje aydını veya Bourdieu’nun total aydını olarak). Bu yıllar bana göre aydınların altın çağıdır. Hatta birçok parti-örgüt şefinin aydın karakterinden söz edebiliriz. (Behice Boran örneğinde olduğu gibi.) Tabi Türkiye tarihinde aydınların iktidarlara karşı tek tek veya örgütlü olarak mücadele etmeleri çok daha eskiye dayanır. Hikmet Kıvılcımlı’lar, Mustafa Suphi’ler, Şefik Hüsnü’ler ve diğer aydınlar unutulmamalıdır. O zamanlar parmakla gösterilecek kadar az olan aydınlar, 70’li yıllarda hayatın her alanında seslerini duyuracak güce ulaşmışlardı.

1980’lerle birlikte neo-liberalizmin dünyada kazandığı mevziler, sol akım ve örgütlenmeleri derinden-olumsuz etkilemiştir. Bu sanat ve düşünce alanına da yansımıştır. Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin yol açtığı tahribat da, sol kanatta yer alan aydınları, birçok devrimci kadroyu olduğu gibi, yılgınlığa sürüklemiştir. İlk darbeyi 12 Eylül’de fiziki olarak alan aydınlar, ikinci darbeyi de, 1985’lerdan sonra kapitalist dünyanın karşısında yer alan, tırnak içinde sosyalist olan sistemin yıkılmasıyla almışlardır. Bu kez darbe fiziki değil, psikolojik olmuştur. Aydınlar suskunluğa gömülmüşler ve sosyal izolasyonun dayanılmaz sancısı karşısında durmakta zorlanmışlardır. Bu dönemde sol kökenli aydınlar, gerileme ve yenilginin nedenlerini teorilerinde ve pratiklerinde aramaya başlamışlardı. İşte postmodernistlerin büyük bir kesiminin sol çevrelerden çıkmasının anlamı budur. Modernizm eleştirisi adı altında yapılanlar, topyekun bir Marksizm karalamasına dönüşmüştür.
Özellikle Latin Amerika’da, neredeyse bizimle aynı süreçte, birçok konuda olduğu gibi aydın erozyonu görülmüştür. James Petras, bu durumu şöyle özetlemiştir: ‘Latin Amerika’da 1960’lar ve 1970’lerde devrimcilik yapıp şimdi Neo-liberal bakan, senatör ve kongre üyesi olan ve orduyu, emperyalizmi, agro-ticareti ve karşı-istihbaratı destekleyen çok sayıda eski-gerilla mevcut. Özellikle 1990’lardan sonra, özellikle de 50 yaşın üzerindekiler arasında, devrimci sola doğru hareket eden az sayıda, nadir merkez sol aydın da var.’

1980–2007 arasında Türkiye’de sol aydınların büyük çoğunluğu reformist kamp içinde yer aldılar. Bağımsız aydınlar bu dönem boyunca bir azınlık olarak kaldı. YÖK kılıcını kendi meslektaşlarına karşı kuşanan akademisyenlerin çoğalması gibi, mafyalaşan eski gerillaların sayısı ile burjuvazinin kalemşorluğuna soyunan dönek aydın sayısı da az değildir. Bunun yanı sıra aydınlar dilekçesi gibi girişimler, baskılara rağmen onurunu koruyan aydınların varlığını göstermiştir.

Bir aydının, “aydın” olup olmadığı siyasi örgütlerin, benim, bizim sübjektif değerlendirmesiyle anlaşılmaz.

Kendisi de bir aydın olan Che Guevera Küba Devriminden sonra Küba’ya gelip sizin ne yapabilirim diye soran Marksist aydın Harry Magdoff’a “ Gidin ve beni eğitmeye devam edin” demiştir. Tüm aydınlardan birer Che guevara veya Harry Magdoff olmalarını beklemek de safdillik olur.

Fransa’nın Cezayir sömürge politikasını, ‘direnişçiler de teröristtir’ diyerek, dolaylı-dolaysız destekleyenlerle, Vietnam’a barışa ‘ama o zaman komünistler iktidara gelecek’ kaygısıyla karşı çıkanlar aydın sayılmazlar. Türkiye’de 12 Eylül darbesini alkışlayan insanlar veya 1980’den sonra gelişen Kürt muhalefetini ve Kürtlere uygulanan mezalimi görmezden gelip, sadece Bosna, Filistin sorunlarını dile getiren yazar ve-veya akademisyenler, onlarca diploma sahibi olsalar da aydın sayılmazlar. Ya da en zor yıllarda Kürt sorununa değinmeyip, onbinlerce insanın öldürülmesinden ve devletin sorunun adını telaffuz etmek zorunda kalmasından sonra, Özal’la birlikte Kürt dostu olanlara aydın denemez.

Sayıları azalsa da ruhlarını zalimlere satmayan aydınlar, günümüz Türkiye’sinde yaşamaktadırlar. Kapitalizmin son çeyrek yüzyılda kazandığı zaferin geçici olduğuna inanan, insana sırtını dönen postmodernizmi, burjuvazinin kalemşorluğunu, mevkiyi, parayı, şanı, şöhreti reddeden, emekçi halkların yanında, ezilenlerin safında yer alan aydınlar yol arayışına, sorgulamaya devam etmektedirler...

Ve bu gün duyarlı yazarlar acıları yarıştırmak yerine, Kobane’den Gazze’ye, Lazkiye’den Humus’a Kürtlere, Ezidi Kürtlere, Türkmenlere, Şavaklara, Nusayrilere, Arap Hıristiyanlara, İŞID’a veya ÖSO’ya katılmayan muhalif Sünnilere kadar nerede bir katliam varsa seslerini yükseltmekte zulme karşı tavır almaktadırlar. İŞID ve ÖSO’nun karanlık yüzlerini ve arkalarındaki emperyalist-kapitalist bloğun sahneye koydukları oyunu teşhir etmektedirler. Yeri gelmişken ÖSO’nun programında Kürtlere yer olmadığını hatırlatayım. Onlar programlarında Suriye Cumhuriyeti yerine “Arap cumhuriyeti” ibaresini kullanmışlar ve Suriye’de yaşayan Kürtler ve Türkmenlerin varlığını yok saymışlardır.

Murathan Mungan dünkü açıklamasında “genç olsaydım Kobani’ye giderdim” demiştir. Ben12 Eylül Utanç müzesinde düzenlenen “sürgün” temalı panelde 12 Eylül darbesinden sonra Filistin kamplarına gidişimizin nedenlerini anlatmış ve “solun parametrelerinden biri de ezilen halkların yanında yer almaktır, aynı koşulları bu gün yaşasaydık hem Filistin’e hem Kobani’ye giderdik” demiştim.

Bu gün İŞID’ın dört koldan saldırdığı, her an bir katliam haberinin gelebileceği Kobani’ye destek olmak “aydın” olup olmamanın turnusol kâğıdıdır.

Not: Özgür Düşün Kollektivitesinin İstanbul’da düzenlediği sempozyumda yaptığım konuşma metninden yararlanılmıştır.

Kaynakça:
Fikret Başkaya. Paradigmanın iflası. Doz. 1991.
Jean Paul Sartre. Aydınlar üzerine. Can. 1997.
Doğu Batı. Entelektüeller. Cilt I-II-III. Düşünce dergisi. 2006.
Evrensel Kültür. Mayıs 2001. s. 113.
Adil Okay. Telif hakkı ve korsanlar. Birgün. Kasım 2006.
Montly Review. Kasım 2006. s.11.

James Petras. Aydın sorumluluğu. Sendika.org.