1 Temmuz 2012 Pazar

BULMACA: KİM BU ADAM?





Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

“Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. Deliysem deliyim. Deliliğimi kabul ediyorum. Ama benimki faydalı delilik. Zekâyla delilik arasında çok ince bir çizgi vardır. Kendime dahi dersem ayıp olur, bunu başkaları söylesin.(…)Beynimin freni yok. Şu anda konuşurken, arka tarafta üç senaryo daha var. Tak tak tak! (…) Seksi rakamları severim. Aganigi naganigi de benim buluşumdu.(…)Evet, Ali Taran üçkâğıtçı. Cüneyd Zapsu’ya, Ömer Faruk Doğan’a sorun. O zaman dış ticaret müsteşar yardımcısıydım. Tarım ve Hayvancılık Ürünleri Daire Başkanı Ömer Faruk da badem bıyıklıdır. O zaman Fiskobirlik fındıkları satamıyordu. ‘Oğlum, fındık seks gücünü artırır. Ben her gün bir avuç fındık yerim’ dedim. Fındık Tanıtım Grubu’nu kurdum. Sloganım, Öztürk Serengil’den ilhamla ‘Abidik Gubudik’ti. Ali Taran da aldı bunu, Aganigi Naganigi yaptı, bir-iki milyon dolar kazandı. Bari söyle, benim buluşumun üstüne sıçtın be! Ondan sonra Ali Taran ‘müthiş beyin’ oluyor!(…) Zaten çıldırmış adamım. ‘Şu Çılgın Türkler’i okumadınız mı? Atatürk de bir çılgındı. ODTÜ’de ülkücüydüm. Devrimcileri dövüp dövüp atıyordum. İki ülkücü vardı: Biri Kürşad Tüzmen, diğeri Üzeyir Kaptan. İkimiz, 10 bin kişilik okulu sustaya çevirmiştik. Zafer Çağlayan diyor ya, ‘Eskiden tanışıyoruz’ diye. O zaman ülkücüydü, şimdi ‘Kürt’üm’ diyor; fark etmez, ülkücü türkücü... ODTÜ’den gider, Yükseliş’te onları dayaktan kurtarırdım.(…)Canlı hedefler üzerinde çok çalışmamız olmuştur. Yok, artık, siz de beni mafya lideri yaptınız! Çok iyi silah atarım. Bombalandık, tarandık, kurşun yaralarım var. Kimseye göstermedim ama size gösteririm. Kaç kere ölümden döndüm.(…)Benim oğlan Belgütay bana, ‘Ana sınıfı çocuğu’ diyor. ‘Yalan Dünya’daki Orçun gibi ayağını çarpıtıp ‘Babam doğuştan andropoz anne’ diyor. Ben doğuştan andropoz adamım.(…) Yedi sene bakanlık yaptım. 70 sene mi yapacağım? Bırakın da hayatımı yaşayayım. Şimdi de Aydın Ayaydın ve oğlu Gökhan Ayaydın. Ulan erkekseniz…(…) Kadınlarla dövüşmem, sevişirim. Zerre kadar erkekseniz, aşiretinizin olduğu Mardin’de ring kuralım. (Aydın Ayaydın’ın ‘Mardin’de aşiretiz’ sözleri üzerine) Hepsi gelsin, ben karşılarına tek başıma çıkacağım. Eğer onlar beni döverse kabadayı falan değilim.(…) Dövüş benim sanatım, o zaman görürsünüz. İçimde bir kaplan var. Canı isterse dışarı çıkar, o an ikisi de yerdedir. Kaç dakika sürer? Beş-altı dakikada ikisi birden yerde.(…) Annem Kasımpaşalı. Kasımpaşalıyız, bol paçalıyız. Başbakan’a diyorlar, aslı burada. Babam çok efendidir. Ama anne tarafımda yırtıcılık var. Annem dişi aslan ama ben kaplan doğdum.(…) Ben ağır bir adam olamam. Ölürken de inşallah böyle olacağım. Ayakta ölürüm, yatakta ölmem. Ya yatayım, ya dikeyim. Yatay olduğum zamanlarda da problemler oluyor, dikey olduğumda da.(…)Aynen devam. Gökçeada’da dalgıç arkadaşlarımla harika bir hayat süreceğim. Sonra Başbakanımız’ın Mersin mitingine katılacağım. Ankara’ya dönüp danışmanlık hizmetlerime devam edeceğim. Böyle bir enerjim olduğu için benimle çalışan şirketler çok mutlu.(…)Irak Petrol Bakanı Amir El Raşid de, Putin de bana ‘Dinamo’ dedi... Bir Superman, bir He-Man, bir de Tüzmen var. Ben sokaktan geliyorum. Dedem paşa ama ben sokakta yetiştim. Bana ‘külhanbeyi’, ‘kabadayı’ diyebilirsiniz. Yabancılar ‘Tiger’ (kaplan) derdi. Siz de Kürşad Kaplan diyebilirsiniz. ODTÜ’de lakabım ‘Kemikkıran’dı.(…)Doğru. Mahşer pezevengi gibi oluyorlar. Ulan 60 yaşındasın, saçların simsiyah. Ne oluyor? Saçlarımı boyamayacağım ama AB’ye girince bıyıklarımı keseceğim.(…) Çok şükür iyiyim. Hayatı ciddiye almıyorum, tamam mı? Hep öyleydim. Çok ölümden döndüm. Elimdeki şu iz, kendi silahımdan çıkan mermiyle. Alnımı sıyırdı, saçlarım yandı. Çizilen yazı neyse, Allah tarafından biçilen ömürdür. Caz çok seviyorum. Saksofon çalmayı çok istiyorum. Ud ve ney sesi çok hoşuma gidiyor. Allah yapısı şeylere zaafım var, kul yapısı şeylere yok.(…)Günahkârım, günahkâr bir enstrümanım. Zengin değilim, hatunlara dağıttım. İki motosikletim, bir minibüsüm var. Tüm mal varlığım bu. Beş evim vardı, çocuklarımın hepsine dağıttım. Mezarımı hazırladım, Karşıyaka Mezarlığı’nda yer aldım. Mevlana, ‘Yaşarken ölün’ diyor. Ben yaşarken çok öldüm. Bende çok hatunun emeği var. Ahı olanlar da var mutlaka...(…)Beni ancak kalleşçe yakalayıp kahpece vurabilirlerdi. Yaptılar ve kaçtılar. Üç gün saklandılar. Babasının oğlu, yalancı. Bana küfretti, ben de ona küfrettim. Babasını dövmemden bir ay sonra arkadaşların öç alma günü gelmiş. Düğünün sahibi Recai Ersan, çok değerli büyüğümdür. Sümer Oral, Abdülkadir Aksu, Nadire İçkale’yle birlikteydim. USA Today’in Türkiye Temsilcisi Laila diye bir kız geldi yanıma. Bir kadın dansa davet ettiğinde reddedebilir misiniz? Laila da uzun boylu, güzel bir kız. Şov yaptık. Üç dört kişi, ellerinde içki kadehleri bizi izliyordu. İçlerinden şişman olan, üç basamak üstten bir hareket; güm diye bir kafa bana. Alnıma, yanağıma… Bir şey yapamadım, üç dört kişi üzerime çullandı. Belimde silahım var; Allah korusun! Silahı erkek adam taşıdığı zaman bir adabı var; çıkardınız mı vurmanız lazım. Bunlar, delikanlılık âleminin özel kurallarıdır. Kalktım, kör topal. Gözlüğüm düştü. Kahpe bunlar. Kaçtılar, polis arıyor, yoklar. Telefonlarının bataryalarını çıkardılar. Madem gıcıklık var, adam gibi ‘Gel bakalım dışarı’ dersin. Görebiliyorsan hesabını, görürsün. Deniz Gezmiş neden hâlâ yaşıyor; delikanlı, yiğit adamdı.(…) ‘Ayaydın’ın validesine ve ailesine saygılarımı sundum’ sözünü söylemekle hata ettim. O gün verdiğim demeçlerde, ‘Bana ilk önce küfretti, ben de ona küfrettim’ demem yeterliydi. Ama serde külhanlık var, ‘Validesine, ailesine hürmetlerimi sundum’ dedim. Yanlıştı; kabul ediyorum.”( Hürriyet’ten Gülden Aydın’ın röportajından alıntılardır.)

Bu sözleri söyleyen kim? Ajdar mı? İçinde bir Ajdar taşıyan kişi mi peki? Ya kim? ODTÜ’de on bin kişiyi bir arkadaşıyla tek başına döven bu adam kim? Yani adam başı beş bin kişi düşüyor(!) Zal oğlu Rüstem diyeceğim ama Rüstem bir Kürt kahramanı, uymuyor! Ve bu arada solcuların (devrimcilerin) ne kadar korkak olduklarını da zatiallerinden öğrenmiş olduk? Ben böylesi korkak bir solcu gruba hayatımda rastlamadım doğrusu! Mardin’in Derik ilçesinin ortasında bir Kürt aşiretiyle deplasmanda (ringte) tek başına boks maçı yapmak isteyen kim olabilir? Faşistliği ile övünen bu adam kim? Ülkücü olmakla övünen bir eski AKP’li Bakan. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın A Takımı kadrosundan biri. Bize yıllarca bakanlık yaptı. Anne tarafından Kasımpaşalı! Kim olduğunu bilin o halde. Bu sözleriyle bizimle dalga geçmiş, şaka yapmış, kafa bulmuş olmalıdır. Biraz da iyiye yormak istedim. Ya böyle değilse? O zaman: Bu ülke insanları böylesi şahısları “bakan” yapsınlar diye mi siyasi partilere ve liderlerine oy veriyor? O makamlara oturanların seçmene ve halka karşı söylemlerinden dolayı bir sorumlulukları yok mudur? Tak tak tak! Yazık, çok yazık!

Ozgür Haber:
http://www.ozgurhabergazetesi.com/makale.asp?makaleno=954



ULUDERE’DEN AĞRIMIŞKEN ŞİMDİ DE URFA



Adil Okay
okayadil@hotmail.com

“Zindanlar ‘Hukuk’un taşlarından yapılmıştır,
Kerhanelerse Din’in tuğlalarından.”

Cumartesi gecesi, büyük olasılıkla bizler klimalı odalarda veya vantilatör karşısında serinlemeye çalışır ve sıcaktan şikayet ederken, şanlı Urfa cezaevinde yaşları 20-25 arası değişen 13 mahpus “devlet dersinde” yanarak can verdi. Yangının “isyan nedeni ile çıktığı” bildirildi. “Sıcaktan bunalan mahkumlar kavga etmiş ve kendilerini yakmış” diyenler bile oldu. Devlet erkanı ve kalemşorları hemen sanal argüman bulmaya giriştiler. Uludere katliamı üzerine ilk yapılan ırkçı-milliyetçi, sevgisiz hatta alçakça diyebileceğim açıklamaları unutmadık. “Onlar insan değildi, kaçakçıydı, zengindi, bölücü örgüte kuryelik yapıyorlardı v.s…” diye yazanlar, gerçek ayan beyan ortaya çıktığı halde hayasızca yalan üretmeye devam ediyorlar.

Urfa’da cezaevi katliamı göz göre göre geldi. Adalet bakanı bu kez yalanla kendini kurtaramıyor. Konuşmalarında satır aralarından gerçekler sızıyor. 275 Kişilik cezaevinde 1000 kişinin kalmasını “geçici bir durumdu” diye açıklamaya çalışırken sirkatini söylüyor. Oysa 2012’de Mazlum-Der ve İHD “Urfa cezaevine dikkat” diye rapor yayınlamışlardı. Keza Urfa Baro başkanlığı aynı konuda rapor sunmuştu. Adalet bakanı ve yetkililere sunulan bu raporlar okunmamış olabilir mi. Okunmuyorsa ne iş yapar bu bakan ve yetkililer. Peki, bay bakan yine aynı cezaevinde yakın zamanda iki isyanın daha patlak verdiğini de mi duymadı. Temmuz 2010’da aynı cezaevinde, bir politik mahpusun koşulları protesto için kendini yaktığını da duymamış olabilir mi? Oysa mahpuslar defalarca yazdıkları şikayet dilekçelerinde sorunlarını dile getirmişlerdi: Sıcak sorunu, duş ve yatak sorunu, doktor sorunu, kantin sorunu, keyfi cezalar, işkence… v.d.

Tüm bu insanlık dışı uygulamaları sağır sultan bile duymuştu. İnsanların tabi özellikle muhaliflerin en mahrem ilişkilerini bile kayıt altına alan, izleyen, gözleyen devlet, “Devlet evinde” yani (c)eza evlerinde yaşananları bilmez mi? Yalan söylüyor Adalet bakanı. Sık sık yaptığı gibi. Kızım Öykü’nün mahpus amca ve teyzelerine yolladığı balonları yasaklayan da aynı adalet bakanıydı. Konu Akın Birdal tarafından meclise taşınınca “bay Bakan”, “Çocuk Öykü’nün balonları hukuku gevşetir, o nedenle yasakladık, uygulamalar tüm cezaevlerinde aynıdır ve genelgelere uyulur” diye bize cevap vermişti. Oysa balonlar bazı cezaevlerinde mahpuslara verilmiş bir kaçında ise sakıncalı ve tehlikeli diye yasaklanmıştı. Yani ortak bir karar-uygulama- genelge yoktu. Var olanlar da mahpusların aleyhine yorumlanıyordu. O zaman da yalan söylemişti Adalet bakanı. Şimdi de yalan söylüyor. (Bkz. Adalet bakanına açık mektup Adil Okay. http://adilokay.com/haber_detay.asp?haberID=271)

12 Eylül hukuku devam ediyor


Pamuk Yıldız’ın “O hep aklımda” adlı, 12 Eylül döneminde Mamak cezaevinde yaşananları yazdığı romanı okudunuz mu, Çayan Demirel’in yönettiği, 12 Eylül döneminin Diyarbakır zindanının anlatıldığı 5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984… adlı belgesel filmi izlediniz mi? Ya da Diyarbakır zindanı ve Dörtlerin gecesini de kapsayan “karanlığın içinde aydınlık yüzler – ölülerimiz konuşuyor” adlı tiyatro oyununu izlediniz mi? Bunlar ve bu konularda yazılanlar tarih değil. 28 Tutsağın katledildiği 19 Aralık 2000 “Hayata dönüş” daha doğrusu hayat söndürme operasyonu tarih değil. Sivas madımak tarih değil. Devam ediyor. Uludere ile devam ediyor. Urfa yangınıyla devam ediyor. Geçmişte tüm hükümetler 12 Eylül faşist hukuğundan yararlandı, şimdi de AKP, eskiyi aratacak denli fütursuzca yararlanıyor… “Düşünce ve ifade özgürlüğünden yaşam hakkımıza dek her şeyin egemenliğin tasallutu, tehdidine maruz bırakıldığı, kaldığı vahşet kesinde, zalimlerin ikiyüzlü suratı asla kızarmamaktadır… Diyarbakır zindanı, Mamak, Metris ve ötekiler geçmişte kalmadı; yok böyle bir şey! Gül yüzlü Güler Zere’yi anımsayın, bir de Engin Çeber’i! Bunlar, anlatmak istediğim her şeyi açıklar, anlatır…”

1980 Yılında Adana cezaevinde yaşadıklarımız ve Urfa

“(…) Ve fotoğrafları yırtıyorlar, mektupları yırtıyorlar, sırf gıcıklık olsun diye. Öyle bir talandı. Bu tür aramalar tabi bizim çok başımıza geldi. Ayrıca oradaki yaşama koşullarımız da son derece rezildi. O yaz sıcağında bir yatakta iki kişi yatıyoruz. Yataklar kauçuk, cehennem sıcağı.

(…)Serçe parmak kalınlığında bir hortumdan su akıyor, gece sıraya girerdik duş yapabilmek için. Duş yapmadan uyuyamıyorduk. Duş yapınca da biraz serinlik olsun da biraz uyuyabilelim diyorduk, ama sabah üçte veya dörtte bize sıra gelirdi. O zaman ancak biraz uyuyabilirdik. Cezaevinde kaçta uykusu gelir insanların? Gece onda, on birde, o saatten yani gece saat ondan, on birden sabahın üçüne dördüne kadar bir parça duş almak bir parça serinleyebilmek bekliyorduk. Perişandık, bitlendik, bütün koğuş bitlendi…”

(…) Pazarlık sonucunda savcı, ‘Dayak ve işkence olmayacak, açın kapıları ’ diye söz verdi. Açtık kapıları, jandarmalar iki tarafa dizildiler ve mahkumları tek tek aradan geçiriyorlar. Jandarmalar dizilmiş böyle elli metre yüz metre boyunca, elli jandarma bir tarafta elli jandarma bir tarafta veya yüz bilemiyorum, aradan geçerken cop yiyoruz. Benim elim kolum sakat ve sargılıydı, sargıyı gizlemek için uzun kollu giyindim, elimin sakat olduğunu görürlerse daha çok döverler, ha sen elebaşısın yaralanmışın derler falan diye ama yine de o aradan geçtim cop yiyerek, tak tak tak copları yiyerek koşuyorsun. Sonra bizi avluya çıkarıp, yere yatırdılar, gündüz vakti, işte sabahın dokuzunda, Adana sıcak, yazın Adana’da sıcak nasıl olur bilen bilir. Avluya betona yatırdılar bizi, ellerimiz ensemizde, yüzüstü... (…) Ve saatlerce bizi o güneşin altında yatırdılar. İnanılır gibi değil ama terden beton sırılsıklam oldu, yağmur yağmış gibi, evet terden. Koğuşlarımızı tarumar ettiler, güya arama yaptılar, neyimiz var neyimiz yok yerlere atmışlar, bavulları birbirinin içine boşaltmış, üst ranzadaki eşyayı aşağı atmışlar, mektuplarımız karışmış, fotoğraflar karışmış, birçoğunu yırtıp atmışlar, tam bir talan yani. Tabi bu ilk değildi. Sık olan bir şeydi. Gerçi darbeden sonra cezaevinde yatan arkadaşlarımız çok daha fazlasını yaşadılar bunların.”

Yukarıdaki satırlar, M. Şehmus Güzel’in “Adil Okay ile geçerken” adlı kitabından alınmıştır. Dikkat çekmek istediğim 12 Eylül hukukunun devam ettiğidir. Söyleşide anlatılanlar 12 Eylül faşist darbesinden birkaç ay önce Adana cezaevinde yaşadıklarımızın bir bölümüdür. Hava sıcaklığının 50 derecelere dayandığı Urfa cezaevinde de bu sorunların (bir çok cezaevinde olduğu gibi) katmerlisi yaşanıyor. Ve mahpuslar her gün, her an işkence yaşıyor. Açıkça görülüyor ki: 12 Eylül hukuksuzluğu AKP eliyle sürdürülüyor.

Cezaevlerinden gelen binlerce mektup tanıktır yaşananlara

Cezaevlerinden dışarıya yollanan mektuplar yaşananlara birinci elden tanıktır. Ayrıca şikayet dilekçeleri, basına yansıyanlar, demokratik kitle örgütlerinin raporları… Pozantı skandalı, Osmaniye ve Hatay cezaevleri sorunları- yani işkenceler- şu anda mecliste. Ama ateş tüm ülkeyi sarmış. 130 bin tutuklu ve hükümlü zor koşullarda yaşıyor. Yeni gelen iki mahpus mektubundan birer paragraf aktarayım:

Yeliz Türkmen… Gebze M tipi cezaevinden yazıyor:

“Merhaba Adil arkadaş,

Hastaneye giderken de sorun yaşıyoruz. Kapıda tüm kimlik bilgilerimiz ellerinde olmalarına rağmen kimlik bilgisi istiyor askerler. Öyle ya amaç zorluk çıkarıp götürmemek için bahane aramak. Hastanede muayene odasından çıkmazlar. Yani askerin yanında muayene olmamızı dayatıyorlar. Var olan hastalığımızdan öleceğimizi bilsek de böyle gayri ahlaki bir dayatmayı kabul etmiyoruz. Var olan kendi yasalarına dahi uymuyorlar. En ufak bir hak alma-arama talebi dahi saldırıyla karşılık bulan bu düzende aksini beklemek hata olur…”

Tayyar Eroğlu, Sincan F tipi hapishaneden yazıyor:

“Merhaba sevgili Adil amca, (...)Ağırlaştırılmış müebbetliklerin kapıları günde 4 saat açılıyordu. Bu bile yetmezken şimdi 1 saate indirildi. 10 metre karelik alanda 23 saat kapalı kalıyorlar. Gerekçe “iyi halli” olmamaları. Yani hapishane idaresinin tüm keyfi uygulamalarını kabul etmemek, “iyi hal”in bozulması demek. Neleri kabul etmemiz isteniyor? Sıralayayım: telefon hakkımızı, tekmil dayatmasını kabul ederek yapmamız isteniyor. Hastane sevklerinin geç yapılmasına ve hastanenin bekleme yeri varken ring aracında saatlerce beklemeye razı olmalıymışım. Yani hastalığımızın daha da ilerlemesine itiraz etmemeliyiz. Yemeklere, hasta tutsaklara diyet yemek verilmemesine itiraz etmemeliyiz. Yasal sohbet hakkımız 10 kişi, 10 saatken ve tutuklu – hükümlü ayrımı yokken, idarenin haftada 6 saat 6 kişi uygulamasına yine ses çıkarmamalıymışız. Hücreden her çıkış ve girişte ayakkabı aramasına riayet etmeliymişiz. Tecrit işkencesini protesto etmemeliymişiz. Her ay açılan keyfi soruşturmalara, verilen disiplin cezaları nedeniyle yıllara varan açık görüş yasağına boyu eğmeliymişiz. Kişi başına 10 kitap sınır… V.d.”

Sonsöz: İşte “Bu nedenledir ki bütün bu inceden inceye tasarlanmış, Dr. Mengele’varî bir titizlikle kotarılmış “yasak”lar, (ve F tipi olsun olmasın, “terör” ile ilişkilendirilmiş siyasî tutsakların tutulduğu tüm cezaevlerinde süregittiğini bildiğimiz diğer bütün uygulamalar: kaba dayak, soyarak arama, olur olmaz saatlerde hücrelere baskın yapıp ortalığı altüst etme, süngerli oda, mektuplaşma, görüş yasakları, kelepçeli muayene, ısıtmama…) en dolaysızından, çırılçıplak, buz gibi bir intikam/teslim alma/boyun eğdirme/kişiliğini kırma ameliyesinin unsurları. Mekânsal, fiziksel tecridin boyun eğdiremediğini, türküleri, çiçeği, duvara resim/giysi asmayı, eşyaların yerini değiştirmeyi… kısacası belki de onlarca yıl yaşamak zorunda kalacağınız yeri kişiselleştirecek, size ait kılacak, dolayısıyla da özgüveninizi güçlendirmeye yarayacak her türlü çabayı yasaklayarak teslim almak… Hücreyi ne ise o olarak tutmak ve bunu tutsağa her daim duyumsatmak: kişilik dışı, buyurgan, cezalandırıcı bir baskı aracı… O kadar…” Ve Sivas’ı “zaman aşımına uğratan” devlet, Uludere’de suskun kalmayı tercih eden devlet bu gün göz göre göre gelen Urfa katliamı üzerine yalan söylemeyi tercih ediyor.



Yeni CHP Ve Demokrasi Sorunu



Mustafa Elveren (Em.Öğrt)
elverenmustafa@hotmail.com

Dersimli hemşerimiz Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığına getirilmesiyle birlikte partide önemli gelişmeler olduğu görülmektedir.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına kimin veya kimlerin getirdiği bence hiç bir önemi yoktur. Önemli olan kendisine verilen rolü çok iyi oynamasıdır. Dersine çok iyi çalıştığı ve şimdilik başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak, geliştirdiği yeni siyaset dili nedeniyle CHP içindeki ulusalcı guruplar tarafından her an alaşağı edilmesi de mümkündür. Çünkü Osmanlı’da olduğu gibi CHP’de de oyun çoktur.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP” söylemi ile Kürt sorunu, emek, barış ve özgürlük bağlamında demokrasi savunuculuğunu yapmasını şahsen ben çok önemsiyorum.

Artık uzlaşmaz ulusalcı Kemalistlerle işbirliği yapmak mümkün değildir. Fakat demokrat, laik ve evrensel hukuk ilkelerini benimsemiş Kemalistlerin de potansiyel varlığını göz ardı edemeyiz. Bana göre Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP” söylemi bu durumu ifade etmektedir.

CHP içinde tanıdığım çok sayıda dostlarım ve arkadaşlarım ile hemşerilerim vardır. Diğer taraftan Halkın Demokrasi Kongresi (HDK) çevresiyle de ilişkilerim çok iyidir. Dolayısıyla bu yazıda yapacağım tahmin ve tahlillerin doğruluğu daha fazladır. İşte öngörülerim;

2013 Yılında yapılacak Yerel Yönetimler Seçimi İle İlgili Tahminlerim;

Önceki yerel seçimlerde CHP’nin sol, sosyalist ve Kürt muhalefeti ile dolaylı olarak seçim işbirliği gündeme gelmiş, ancak CHP içindeki bazı ulusalcı kesimlerin direnişiyle karşılaştığı için bir türlü gerçekleşemeyen seçim işbirliği bu defa mümkün olabilir.

CHP ve HDK kulislerinden fısıldanan seçim işbirliğine dair söylentileri kısaca şöyle açıklayabilirim;

1- CHP’nin oy oranının az olduğu seçim bölgelerinde aday göstermeyip HDK adaylarını, aynı şekilde HDK’nin güçsüz olduğu yerlerde ise CHP’nin adayları desteklenmek suretiyle ortak bir protokol oluşturulabilir.

2- Belirlenen seçim bölgelerinde önceki seçimlerde her partinin aldığı oy oranına göre belediye ve il genel meclisi üyeliği için ortak bir liste oluşturulabilir. Mahalle muhtarlıkları için de aynı yöntem söz konusu yapılabilir.

3- Seçim çevresindeki oy potansiyeli ile sosyal, kültürel ve coğrafik konumları göz önüne alarak demokrat dindarlar (tüm dinler ve inançlar dâhildir) ile liberallerin de bu işbirliğine dâhil edilmesi mümkündür.

4- Eğer yerel seçimlerde bu işbirliği başarılırsa ve olumlu sonuç elde edilirse, AKParti diktatörlüğüne karşı Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinde de benzer ittifaklar geliştirilip, sürdürülebilir.

Konuyla ilgili olarak CHP ve HDK çevresinde ayaklı gazetelerden bu yönde bazı duyumlar almaktayız. Hatta bir-iki büyük ilin aday adaylarının isimleri kulislerde şimdilerde dolaşmaktadır.

Daha önceki yazılarımda da açıkladığım gibi “CHP’de vitrin değişti, fakat zihniyeti zor değişir” demiştim. Bu defa zihniyeti de değişir mi? Hep birlikte takip edip göreceğiz.

Günün şartlarına ve uluslararası siyaset konjonktürüne göre herkes kendi çıkarları ve idealleri doğrultusunda herkesle işbirliği yapabilir. Yıllar önce Sayın A. Öcalan’ın söylediği şu sözünü hatırladım “Gerekirse Şeytanla bile işbirliği yaparım.” Bence yabana atılacak bir söz değildir.

Yukarıda açıkladığım seçim işbirliği formülünün mimarı ben değilim. O nedenle hiç kimse benim Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye umut bağladığımı algılamasın.

Geçmişte postalcı siyah Kemalizm’e karşı böyle bir ittifak yapamadığımız / başaramadığımız için demokrasi mücadelemiz hep sekteye uğradı. Bu gün ise Kemalizm’in takunyacı yeşil versiyonu olan AKParti diktatörlüğüne karşı geliştirilmek istenen bir formüldür.

Bilindiği üzere, Türkiye’de Kemalizm gerektiğinde renk değiştirerek iktidarını sürdürmektedir. Ancak, gerek yeşil, gerekse siyah-kırmızı Kemalizm’i destekleyen kaygan büyük bir seçmen potansiyelinin mevcut olduğu da bilinen bir gerçektir.

İşte bu kaygan seçmen potansiyelini yakalamak için yukarıda açıkladığım formülü uygulamak etkili olabilir.

Yukarıda da belirttiğim gibi bu formülün yaratıcısı ben değilim. Ben sadece bu formül ile ilgili öngörülerimi paylaşmak istedim. Demokrasi mücadelesi açısından denenmesinde fayda vardır.



6 Haziran 2012 Çarşamba

DİYARBAKIR SENİ SEV(M)İYOR?



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (2 Haziran’da) Diyarbakır’da kongre yaptı. Uludere’yi (Roboski’yi) anlatmadı ama kürtajı, sezaryeni anlattı. Geçen sefer yeni bir cezaevi yapımı müjdesi vermişti, bu sefer de on bin kişilik cami müjdesi verdi. Cezaevinden sonra bir büyük cami düşünün! Evet, evet Diyarbakır kalkınıyor! Kim demiş Diyarbakır Başbakan’ı sevmiyor? Seviyor! Diyarbakır oldum olası iktidarı seviyor, iktidarda kim olursa olsun onu seviyor, tıpkı diğer şehirler gibi.

Kongre salonunun pistinde en ön sıralarda beyaz saçlı, pahalı koyu bir takım kıyafetiyle, bir zamanlar Mehmet Ağar’ın partisinin bir il başkanı bu kez AKP’li vekil olarak oturuyor. Arada sırada basına Kürt mürt lafları filan ederdi. Yine ön sıralarda palabıyıklı bir Diyarbakırlı AKP üst düzey yöneticisi-açık renkli, pahalı bir kıyafetiyle!-oturuyor. ANAP’tan AKP’ye kadar birkaç partide milletvekili, bakan olmuş biri. Maraş ve Malatya olaylarında emniyet müdürlüğü yapmış. Şimdilerde AKP’nin ikinci adamı. Evet, en ön sıralarda AKP’nin kadroları, vekilleri, bakanları var. Her yerde olduğu gibi burada da ekâbirler en önde!

Tribünler’de daha çok iktidardan yararlanmak isteyenler ya da partili olmuşlar var! Bunlar daha çok orta sınıf, yoksullar ve hatta belki ezilenler(dir)! Bu oturuş biçimi tıpkı diğer siyasi partilerde olduğu gibi ekâbirden yoksula doğru hiyerarşik bir sıralama (şeklindedir)! Alkışlayanlar, bağıran çağıranlar, bayrak sallayanlar bu alt sınıf. Pistte oturan öndekiler daha varsıl ve üst sınıf! Tıpkı diğer siyasi partiler gibi, yönetenler önde, peşlerinde gidenler ise arkada!

Ve Başbakan, herkes ayağa, diyor; öndekiler de ayağa kalkmak zorunda kalıyor, tribündekiler zaten ayakta! Bu kez söylenecek şarkı sözleri sırasında herkes eşit ve ayakta! Eşitlik ancak bu sırada sağlanıyor(!) Ama bu eşitlik, sadece bir şarkı kadar kısa ve hercai! “(…)Beraber yürüdük biz bu yollarda/Beraber ıslandık yağan yağmurda/Şimdi dinlediğim tüm şarkılarda/Bana herşey seni hatırlatıyor(...)”

Ve Diyarbakır’da Roboski’nin adı anılmıyor! Kim, neden, nasıl ve niçin öldürmüştü 34 Kürt gencini? Failleri kimdi? Emri kim vermişti? Kimse ağzına almadı. Ne Başbakan, ne başka biri. Ve ne yazık ki tribünde ayakta duran yoksul bir AKP’li Kürt dahi sormadı, soramadı. Kimse açlığı, yoksulluğu, kimsesizliği, çarıksızlığı sormadı, kimse de anlatmadı! Kürtlerin doğuştan gelen insani haklarından kimse tek kelime etmedi. Yatırımları kimse sorgulamadı, yatırımlar dediğin müteahhitlere bir kazanç yolu(dur). Yatırımların ve ödeneklerinin notunu mutlaka müteahhitler almıştır. Yani bir elin parmakları kadar zengin insanlar!

Diyarbakır’da insan hakları, eşitlik, adalet, özgürlük, kardeşlik, barış, anlatılmadı, sorulmadı. Tam demokrasi ve eşit yurttaştan kimse söz etmedi. Diyarbakır dün genelkurmayı sevdiği kadar bugün diyaneti seviyor, ulemayı seviyor. Değişen birşey yok: Diyarbakır, Şırnak, Mardin, Ağrı gibi; Bingöl gibi,Trabzon, Sinop gibi, Ankara, İstanbul, İzmir gibi, Antalya gibi, iktidarı seviyor. Fark etmiyor bizler için. İktidarda asker veya sivil? Dün askeri vesayeti seviyorduk, bugün sivil ve dini vesayeti seviyoruz. Bizim için önemi yok. Biz nasılsa hep yönetilen sıralarındayız! Ve şahsım adına bir not, bir buçuk yılı aşkın süredir Diyarbakır’da yaşıyorum. Birkaç sevdiğim arkadaşım oldu yalnızca. Diyarbakır’a alışamadım!

Özgür Haber:

Link: http://www.ozgurhabergazetesi.com/makale.asp?makaleno=908


Kürtaj Hakkında...





Adil Okay

Dünyanın her yerinde, "uygar batıda" bile, kürtaj yasaklansın diyen gerici sesler yükseliyor. AKP'nin, başbakan Erdoğan'ın ortaya attığı yeni bir fikir değil. Kürtajın serbest ve kadınların görece özgür olduğu ülkelerde bile, başta ırkçı - faşist parti sözcüleri, semavi din temsilcileri, kadınların mücadele sonucu kazandığı hakları -tabi kürtaj hakkını da- geri almak isterler. Meydanı boş bırakırsak, kürtajı da yasaklarlar, arkasından kadınların oy hakkına da göz dikerler. AKP faşizminin bu konudaki düşüncesi, Fransa'da ırkçı-faşist parti lideri Marine Le Pen'den çok farklı değil. Ya da AKP’nin kankaları olan Suudi Arabistan karanlığını yönetenlerden farklı değil. Ama hükümetin gücü kadınlara yetmeyecektir. AKP, her ne kadar oylarının yarısını kadınlardan alsa bile, kadınlar zorla, kan revan içinde kazandıkları hakların gaspına karşı koyacaklardır. Tabi bu sadece kadınların mücadelesi değildir. Öncelikle onları ilgilendirse de duyarlı erkekler, "beden benim, çocuk da eğer istersem ve ne zaman istersem" diye slogan atan kadınların yanında yer alacaktır. Almalıdır.

Kürtajın yasal bir hak olarak savunulması kadar, sosyal bir hak olarak savunulması da yaşamsaldır. Çünkü kadınlar için özgür, ücretsiz, ulaşılabilir, yasal bir kürtaj hakkı aynı zamanda yaşam hakkıdır. Kadınlar devlete veya AKP’ye değil, kendilerine aittir! Kürtaj hakkı; kadınların kendi bedenleri ve doğurganlıkları üzerinde söz sahibi olmasının ayrılmaz bir parçasıdır.

Kadın sorunu üzerine yazdığım bir şiirimle bu konuda söyleyeceklerimi şimdilik noktalıyorum…


Hey deli kız

hey deli kız
inanma değiştiğine çağın
pantolon giyip
kazıtsan da saçlarını üç numaraya
öpsen de erkek arkadaşını meydanlarda
akşamları gitmesen de evine
çocuksun yine
gece yarısı tek başına
dolaşamazsın bu sokaklarda
bağıramazsın
bu nasıl hava
bu nasıl cıva
bu nasıl adalet
diye

öyle kolay mı sanıyorsun
var mı hazıra konmak
daha çok emek ister
daha çok mücadele
hem kadın olarak cinsini
hem de
insan olarak
kurtarmaya özgürlüğünü

27 Mayıs 2012 Pazar

YALANCI YAZAR, ÇİZER, GAZETECİ





Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Bu aralar hapishanelerden başladık. Bir insan için mezardan sonra gelen en karanlık mekân(ın)dan söz ediyorum. Bize gelen maillerden (mektuplardan) alıntılar yaparak bize emanet edilen sözleri sizlere ve kulak kabartanlara teslim ederek görevimizi yerine getirmek istiyoruz. Yüz civarında gazetecinin hapiste olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hükümet bu sayıyı birkaç kişiyle sınırlandırıyor. Sarı basın kartı referans alınarak gazeteci kabulü yapılmaktadır. Resmi bir anlayıştır bu. Bu anlayıştan yola çıkılırsa tirajı en yüksek olan gazetelerde yazanların daha çok akademisyen (çoğu profesördür) olduğu düşünülürse bunların hiçbiri gazeteci sayılmayacağı ortaya çıkar. Çünkü o yazarların sarı basın kartı yoktur. Ve tuhaftır ki tüm tv programlarına bu insanlar konuk olmaktadırlar. Hükümete akıl verirler, eleştirirler. Televizyonlar, gazeteler bu şahıslardan bahseder; başbakanlar, bakanlar bu şahıslara yanıtlar verirler. Ama bunlar gazeteci değildir. Taşrada matbaası olan ve bir yerel gazeteyi basıp basmadığı belli olmayan şahısların (bazılarının makineleri çalışmamaktadır, sadece adreste görülsünler diye vardır) ve çalışanlarının on yıllarca sarı basın kartları vardır. Bunlar başka matbaalarda işlerini yaptırmakta, valilikleri baskı altına alarak reklam ve ilan vb. şeylerin peşindedir. Burası Tükiye’dir, siz bunları benden daha iyi bilirsiniz.

Mesela benim de sarı basın kartım yoktur. Dokuz yıl aralıksız GIRGIR’da yazdım. 4-5 mesleki kuruluş üyesiyim, içlerinde gazeteci cemiyetleri filan da vardır. Demek biz de gazeteci değiliz. Kimseye yalakalık etmediğimiz için “ödül” filan da almadığımızdan-bu kabiliyetsizlikten dolayı!-yazar filan da sayılmayız. O halde bu ülkede bizim gibi yalancı yazarlar, gazeteciler, radyocular, televizyoncular vardır.

Bu ülkede türkücüler, şarkıcılar, mankenler bir gecede yazar oluyorlar ve hatta sonradan da milletvekili seçiliyorlar. Romanları da onlarca ödül alıyor. İşte o büyük bir yazardır. Türkiye ve dünya edebiyat dünyasının gözünde en büyük yazardır. Kitapları onlarca baskı yapıyor. Milyonlarca lira kazanıyor. Oysa gerçekte o bir saz çalgıcısıdır, özgün müzik filan söyler. Ama ben size bir şey söyleyim mi: Ben o tipleri yazar filan saymam. Benim sol elimle bir günde yazdıklarım, onun otuz senede elli arkadaş yazarıyla beraber oluşturduğu bir heyetle birlikte yazacaklarından daha edebidir. Ona otuz sene veriyorum, elli arkadaşıyla bir araya gelsin ve benim tek kitabımın içeriği gibi yazsın! Ama onların sahipleri var: Kapitalist Modernitenin temsilcileridirler. Arkalarında şirketler, dernekler, iktidarlar, siyasi partiler, meslek kuruluşları, düşünce kuruluşları, belediyeler vardır. Ve hatta bazıları dış devletlerdeki kuruluşlardan destek alır. Kimisi “Paşa” torunu filandır. Eski bir yazarın, eski bir devlet büyüğünün, eski bir şöhretin akrabasıdır. Yani onları o noktaya getiren kurdukları ağ ve ilişkilerdir. Bir günde büyük yazarlığa, gazeteciliğe, televizyonculuğa terfi edenlerden bahsediyorum. Onlar (tanrıların maskeleri indiğinden) Demokratik Modernitenin “Küçük Kral”larıdır. Tanrıyım diye kimseyi kandıramadıklarından artık kendi krallıklarını kurmuşlardır.

Tüm bunları, Özgür Radyo eski koordinatörü Füsun Erdoğan’ın ( o da mutlaka yalancı bir radyocudur) Kandıra 2 Nolu T Tipi Hapishanesi’nden yazdığı 5 Mayıs 2012 tarihli mektubundan biraz alıntı yapmak için yazdım. Bakarsınız biraz empati yaparız, yüreğimizin betonlaşmasını önleriz, ne dersiniz?

“Betona ve Betonculara İnat!


Önceki gün Dünya Basın Özgürlüğü Günüydü!


Meslek örgütü temsilcileri açıklamalar yaptı.


Rakamların dilinden Türkiye gerçeğini gözler önüne serip basın özgürlüğünde dünya sıralamasında en son sıralarda yer aldığımızın altını bir kez daha çizdiler.


Bütün bunları okurken dinlerken Nedim Şener’in tahliyesinin ertesinde kurduğu bir cümle, yüzümde beliren garip bir tebessüm eşliğinde beynimin kıvrımlarında dolaşıp durdu.


‘Betonun içinde gömülüyorsunuz. Gazeteciler açısından şöyle bir handikap var: Meslektaşları, beton dökülmüş meslektaşlarının üzerine beton dökmeye devam ediyor. Kendinizi savunamıyorsunuz ve sürekli infaz yapılmaya çalışılıyor’ demişti.


Ve bu coğrafyadaki önemli ve aşağılık bir zihniyete, davranışa parmak basmıştı.


Devletin antidemokratik baskıcı, faşist yasalarına eşlik eden uygulamaları ‘anlaşılır’ bir durum.


Biliyorsunuz ki, bütün bunları varoluşunun ve yaşamasının bir garantörü olarak görüyor!


Peki ya diğerleri?


Nedim Şener’in sözünü ettiği ve geniş bir yelpazede kendilerine yer edinen/bulan betoncular?


Onlar neyin peşindeler?


Bir yandan devletin sansüründen, baskılarından yakınırken ellerinde bir kürekle içeridekilerin üzerine atmak için çimento taşımaları da neyin nesi?


Kişisel hırslarının çapsızlıklarının ve komplekslerinin esiri olan bu insan müsveddeleri bütün bu uygulamalardan niye, hangi yüzle şikâyet ederler ki?


Garip bir ironi bu!


Böylelerinin ne tarihten ne de insanlığın o büyük düşünden bir şey anlamadıkları, insani duygulara yabancılaştıkları açık değil mi?


Gelecek düşleri ve umutları olanların ve her şeye rağmen insan kalmakta inat edenlerin betona gömülemeyeceklerini anlamayacak kadar ahmak...


Attıkları her kürek dolu çimentoyla insanlıklarından biraz daha uzaklaşıp, çukurlaştırdıklarını göremeyecek kadar da kör ve zavallılar.


Böylelerini düştükleri çukurda başkalarına bırakmak ve etraflarına yaydıkları kötü kokulardan uzak durmak en doğrusu.


Nedim Şener’in dediği gibi devlet tutsakları hakikaten betona gömüyor!


Hapishane beton ve demir demek!


Voltalarınız birkaç adımda betona tosluyor!


Adımlarınız hep betonda yol alıyor!


Birkaç haftada ayakkabılarınızın tabanının betonca nasıl eritildiğine şahit oluyorsunuz.


Koğuştan içeri girdiğinizde betonun yerini gri karo taşları alıyor.


Yatakhaneye çıkmak için beton merdivenleri çıkmanız gerekiyor.


Geceleri uykunun kollarına kendinizi bırakarak betonun çirkinliğinden uzaklaştığınızı düşündüğünüzde de; eklemlerinizde kemiklerinizde hissettiğiniz ağrılarla betonun ‘ben buradayım’ dediğini duyuyorsunuz!


Ve bütün bu çirkinliklere inat, doğa öylesine müthiş, öylesine harika ki!


Pencereden başımı çevirdiğimde, havalandırma kapısının demiri, eşikteki mermer ve zeminin betonunun birleştiği noktada, incecik çatlaktan başını kaldırmış bir yabani otun betona ve demire meydan okuyuşu karşılıyor beni...


Yemyeşil, taze yapraklarıyla betona meydan okuyan yaban otu; devletin betonuna da dışarıdaki betonculara da en güzel yanıt oluyor!


Hapishanede sözün bittiği yer tam da burası!


Yetmez mi?(…)”

.............

Diyarbakır Özgür Haber

Link:  http://www.ozgurhabergazetesi.com/makale.asp?makaleno=865




19 Mayıs 2012 Cumartesi

AKParti ile CHP’nin Irkçılık Yarışı



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
elverenmustafa@hotmail.com

Kılıçdaroğlu ile CHP’nin vitrini değişti fakat zihniyeti hiç değişmedi. Her ne kadar “yeni CHP” denilse de zihniyeti çok zor değişir. AKParti ile CHP’nin ırkçılık yarışı MHP’ye rahmet okutuyor.

“Şişli Belediyesi’nin ‘Bayrağını da al bayramına gel’ sloganıyla 19 Mayıs kutlamaları için ilçenin birçok yerine dev Türk bayrakları ve Atatürk posterleri astı. Agos gazetesi de dev Türk bayrağı ve Atatürk posteriyle kaplandı.”(1)

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün ilçenin her tarafına büyük boy Türk bayraklarını ve Atatürk posterlerini asması hayra yormamak lazım. Bunun Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı gösterişli bir operasyon olduğunu düşünüyorum. “Genel Başkan Kılıçdaroğlu Mustafa Kemal’ın ATATÜRK soyadını telaffuz etmiyor” Diyen CHP’nin kılıcı sürekli Kılıçdaroğlu’nun boynunun üzerindedir.

CHP’ye genel başkan olmasına bin pişman edildiği Kemal Kılıçdaroğlu’nun yüzünden okumak mümkündür. Şaşkın ördek durumuna düşürmüşler. Erdal İnönü’yü yutan CHP, Kılıçdaroğlu’nu hayda hayda yutar. Umarım ben yanılmış olayım.

Muhalefette ırkçılık öne çıkarken, Hükümet cephesinde de durum farklı değildir. Hükümet; ‘bizim niyetimiz kutlamaların halkla yapılmasını sağlamak’ demagojisi ile meydanları bayraklı halk kitlesiyle doldurmak gayreti içindedir.

12 Haziran Milletvekili seçimleri kampanyasında Başbakan; “Türk Bayrağı’nın hilalinden, yıldızından rahatsız olanlar var. Hakkari’de, BDP’lilerle birlikte CHP bayrağını tutturup Türk Bayrağı’nı tutturmayanlar var.” Demişti.

Görünen o ki, 19 Mayıs kutlamaları nedeniyle partiler arası bayrak ve milliyetçilik yarışına tanık olmaktayız. Bir gün sonra yapılacak olan 19 Mayıs kutlamalarını şimdiden ırkçılıkla süslediklerini söyleyebilirim.

Türkiye’de cami, kışla, okul, siyasi parti ile tüm resmi kutlama ve etkinlik Türk ırkçılığı üzerine inşa edilmiştir. Camilerle ilgili bir örnek vermek istiyorum;

“Camiler birinci planda Türklüğün göstergesidir. Müslümanlığın göstergesi olması ikinci plandadır. Türk olan zaten Müslümandır. Camilerin tepelerine bayrak dikilmesi, minarelerin mümkün olduğu kadar yükseltilmesi Türklüğün görülür kılınmasıdır. Camiler sadece Kızılbaş (Alevi) köylerinde Müslümanlığın göstergesidir.(3)

Düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda verdiği mücadele nedeniyle ömrünün büyük bir bölümünü zindanlarda çürütmüş olan Sevgili İsmail Beşikçi’nin yukarıda alıntıladığım paragraftaki tespitlerine aynen katılıyorum. Gerçek bir bilim adamına da böylesi tespitler yakışıyor.

Bildiğim kadarıyla, bir ülkenin vatandaşları bayraklı gösterilerini kendi ülkesinde değil de, tam tersine sınırlarının dışındaki devletlerde yaparlar. Kendi ülkesinde bayraklı eylemler yapmak hiç de akıllı bir durum değildir. Çünkü bayrak bir ülkeyi temsil ediyor. Dolayısıyla her ülke bayrağını bir başka ülkede dalgalanmasını ve gösterilerde kullanması normal olabilir. Ancak, kendi ülkesinde eylem aracı olarak kullanmamalıdır. Üstelik bir baskı aracıymış imajını taşıması ise, çok vahim bir hal alır.

Amacım, sevabıyla-günahıyla kazanılmış bir “Kurtuluş Savaşı”nı küçümsemek değildir. Tam tersine tüm halkların katılımıyla kazınılan bu savaştan sonra iktidarı ele geçiren güçler tarafından tek tip dayatmalara karşı çıkmaktır.

Daha dün postalcı Kemalistler iktidardayken halklara tek tipçiliği zorla dayatıyorlardı. Bu gün ise terlikçi Kemalistler dayatıyorlar. Bunların resmi ideoloji konusunda temel görüşleri aynıdır. Bunlar sadece koltuk hırsı ve getirim paylaşımı için çatışıyorlar.

AKParti ile CHP’nin bayrak ve ırkçılık yarışında olduğunu artık çok net olarak görebiliyoruz.

Sadece vitrinin değişmesi yetmiyor, artık zihniyetin de değişmesi gereklidir.

NOTLAR:

1. 15.05.2012 / Demokrat Haber
2. 10 Mayıs 2009 Pazar, 20:11 / ANF
3. İsmail Besikci - Gomanweb

17 Mayıs 2012 Perşembe

Deniz ve başbakan!



Bülent Tekin

Oğlumun bir kızı var: Sevim Deniz. Ne çok severdi beni? Taa Gazianteplerden beni her gün arardı (bakıcısına aratırdı). Çarşıda olduğumu bir söylemeye göreyim? Kıyameti koparırdı. Eve dönünceye kadar beni rahatsız eder, arar dururdu. “Eve geldin mi dede?” derdi. Ona yaptığım şaklabanlıklardan çok hoşlandığından (çünkü ona masal ve hikâye anlatırım) “Artık ben babamla evlenmeyeceğim, dedemle evleneceğim” demeye başlamıştı. Bu dünyanın en güzel, en zeki çocuğu! Ona anlattığım hikâyeleri (her hikâyenin de başkahramanı Deniz’dir) bir çırpıda ezberler, annesine babasına anlatır, onları uyutmaya çalışırdı. “Duyduk duymadık demeyiiin! Deniz diye bir kız çocuğu varmış! Onu istiyoyuuum!” diye Vezir’in görevlendirdiği Tellal’ın bağırtısını bana da anlatırdı. Oysa ona ben anlatmıştım. Son günlerde bakıcısı değişti.(Annesi-babası çalıştığından bakıcısı var.) Denizin bir günde huyu değişti. Artık bizi aramaz oldu, telefonlarımıza çıkmaz oldu.
Israrla konuşma isteğimizi telefonda reddediyor, bize hakaretlere varan sözler söylüyor. !İstemeeez!” diyor. “Konuşmam!” diyor. “Sevmiyorum sizi (seni)!” diyor. Ben çok üzülmeye başladım. Sarı saçlı, bembeyaz yüzlü, yeşil gözlü melek görünümünde o minnacık yavrunun sözlerinden alınmaya başladım. Sözler bana yaşıtım gibi ağır geliyor. O öpücüklerini, sarılmalarını bir daha yapmayacak diye korkuyorum. Evet, Saadet Hanım (eski bakıcısı) gittiğinden beri Deniz’in durumu böyle. Geçen gün babaannesi sitem ederek “Artık Ayşe’ye (hayali biridir) ayakkabı, elbise alacağım!” dedi. “Doğum günümü mahvettin!” diye bağırdı telefonda Deniz. Bu 23 Mayıs’ta tam üç yaşına giriyor. Yeni bakıcısına ağlayarak, “Babaanneme söyle Ayşe’ye bir şey almasın!” diye de istekte bulundu. “Dedem bana sarı, pembe ördek yavrusu almasın! Civciv almasın! Güvercin almasın! Civcivim var! Babam aldı. Adana dürüm de almasın! Babam bana Adana dürüm alacak!” diye de ekledi cazgır kız. Evet, Saadet Hanım gittiğinden beri durum bu!

Ben bunu Başbakan’ın son ruh hali için anlatmak istedim. Son zamanlarda bir iki ameliyat geçirdi Başbakan. Denir ki, ameliyat sonrası kişilerde buna benzer tavır değişiklikleri olurmuş. Bir arkadaşım var, ameliyat sonrası çok sinirli ve stresli oldu. Acaba diyorum “ameliyat sonrası”nda Başbakanda bir değişiklik mi oldu? Tıpkı Deniz gibi, hiç hoşlanmadığım bir tavır göstermeye başladı. Deniz’i çok önemsiyorum. Tek torunum ve bir kız çocuğu. Belki de bundan olacak? Ama Başbakan için ne hissetmeliyiz? Benim bir yakınım (akrabam) değil, çok tuhaf şeyler söylüyor. Hiç tasvip etmediğim, katılmadığım şeyler. Bir yakınım olmadığı için acaba onu önemsememeli miyim? Hadi ben önemsemeyeyim ama yetmiş milyon var? Onlarda mı duymazlıktan, görmezlikten gelsinler, bu olabilir mi?

 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 28 Şubat soruşturmasındaki gözaltı dalgaları için tepki verdi: “Bu dalgalar ülkeyi boğuyor!” Yani operasyonu sonlandırın artık, bu işin üstüne öyle çok gitmeyin, üstünü kapatın, demek(tir). Yargıya talimat (emir) veriyor Başbakan. Bir uyan olursa 28 Şubat soruşturması alelacele sonlandırılacak anlaşılan. Bu tavrıyla 28 Şubat darbecilerine destek veren Başbakan acaba 28 Şubat ürünü olmanın bedelini mi ödüyor?

 Bazı yazarları(Bekir Coşkun) beğenmesek de, Paşaları onlara karşı dava açmaya davet edemeyiz. Başbakan Paşaların ve Genelkurmay’ın (TSK) her türlü destekçiliğini yaparak askeri vesayete yeniden canlılık veriyor. Bu bizim meselemiz değildir. Eğer bir suç varsa, herkes hakkını arayabilir. Ama bizimkisi Paşalara eski alışkanlıklarını kazandırmak isteyen bir başbakan görünümünde(dir). Tuhaf şeyler söylüyor Tayyip Erdoğan, çok tuhaf!

Başkanlık sistemi için Başbuğ Alparslan Türkeş’in 9 Işık’ına sarılıyor: “Tek Başkan, tek Meclis!” Oysa 9 ışık nasyonal sosyalist bir programdır (ideolojidir). Adolf Hitler’in nasyonal sosyalist görüşlerinden esinlenmiştir. Zaten Başbuğ/Führer/Duçe birer faşist tek şef unvanları değil midir? Başbakan bir tuhaf oldu. Bu gidişle Deniz’i n sempatisini bile kaybedecek. (Deniz, üç yaşında olmasına rağmen yıllardır AKP’nin seçim şarkısını söylüyor. “Hangi partilisin?” sorusuna, “Ak Parti!” diyor. Tabii onun bu lafazanlığına herkes gülüyor.) Ben torunum Deniz’in tavırlarından rahatsızım ama ona ne olduğunu biliyorum. Başbakana ne oldu? AKP’lilerden demokrat olan yok mudur? Başbakanın bu tavırlarından rahatsız olan yok mu?
----------

Kaynak: özgür haber
http://www.ozgurhabergazetesi.com/makale.asp?makaleno=847






Aklınızdan çıkmayanlar...






Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

 Anayasa’yı bir grup siyasetçi devletin bekası ve halkı oyalamanın yeni bir yöntemi olarak yeniden yazmaya çalışıyor. Ben kişisel olarak, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara iyilikler ve güzelliklere dayalı yeni bir yaşam sunulacağını düşünmüyorum. Çünkü demokrasi ya da demokratikleşme (insan hakları) bir avuç egemen (yönetici) tarafından yönetilenlere (yurttaş demek istiyorum ama siz parya olarak anlayın) babalarının hayrı için verilmek istenen bir “sadaka” olarak görülüyor.

 Osmanlıdan beri yöneten (bürokrasi) anlayışı Cumhuriyet’le birlikte devam etmiş, siyaseti de, yönetici (siyaset)+komutan (asker)+rahip (din adamı) devletinin temelleri arasına “en kurnaz” olanı olarak koymuştur. Bireyleri ezen ve tahakküm kuran devletin en kurnaz parametresi siyasetçidir. Ve ne yazık ki “Kürt siyaseti” de bu anlayıştan etkilenerek en naif şahısları siyaset dışı bırakarak belli bir grubun (devletçi olmadıklarını iddia etseler de!) anadan doğma mesleği haline dönüşmüş durumdadır. Bakın isteseniz, hep aynı ya da benzer simaları göreceksiniz. Bu ahval ve şerait içinde ben Türk ve Kürt siyasetçilerinin yeni anayasa yazılımında siyasi oligarşinin çıkarlarından kendilerini soyutlayacaklarını, alttakilerin (Türklerin ve Kürtlerin çarıksızları, kimsesizlerinin) adalet, eşitlik, özgürlük ve demokratik sosyal bir refah yaşantısına layık görüleceklerini aklımdan geçirmiyorum.

 27 Nisan e-muhtırasına (bildirisine) sözde demokratik tavır gösteren bir anlayışın (Başbakan ve AKP’nin) aynı Genelkurmay’ın-son günlerde!-iki sivil Kemalist’e (daha sonra astsubaylara) e-muhtırasını (bildirisini) savunması, askerci (militarist) tahakkümüne destek vermesi bu zihniyetin aklında esas geçenlerin (lapsus’unda) demokrasi olmadığını gösteriyor. Asker benim karşıtlarıma muhtıra verebilir, vesayetini devam ettirebilir, (AKP) anlayışında evrensel hak, hukuk, ahlak, demokrasi değerlerinin çok ta önemli olmadığı görülüyor. Hele Başbakan Erdoğan’ın şu söylediklerine bakınız: “Asker eskiden daha çok konuşuyordu, şimdi az konuşuyor!” Başbakan demokrasilerde askerin siyaset yapamayacağını bilmiyor mu? Başbakan askerin demokrasilerde siyasi demeçler, bildiriler veremeyeceğini de mi bilmiyor? Bu nasıl bir savunmadır? Acaba bu da mı ağzından kaçtı, dili mi sürçtü?

 Ve bu aralar aklınızdan çıkmayan (lapsus’unuzda olan!) bir şey daha var, daha doğrusu ağzınızdan kaçırdığınız(!): “Tek din!” Başbakan’ın daha geç olarak, yardımcılarının ise  daha erken davranarak üstünü kapattıkları bir “dil sürçme(?!) olayı”na gelmek istiyorum. Çünkü ben de tıpkı onun bazen yutmadığı gibi, bunu pek yutmadım! Bunu lütfen benim karaçalan kalemime versin.

 Evet, tek din! Demek ki sizin yapacağınız anayasalarda ve yasalarda hedeflediğiniz devlet tipindeki tuğlalardan en önemlisi “tek din”dir. Buna İslam demek isterdim ama tek karşılığının bu olmadığını bildiğimden akıllarda olanın Sünni İslam (sadece Hanefi mezhebi düşünülüyor!) olduğunu söylemeliyim. 4 Mayıs 2012 AKP Kahramanmaraş il kongresinde ve 5 Mayıs 2012 AKP Adana il kongresinde Başbakan, temel çizgilerini açıklarken peş peşe, “Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet dedik. Ama asla tek dil demedik” dedi.

 Yani Hıristiyanlık, Yahudilik, Alevilik, Yezidilik, Şiilik gibi din ve mezhepler bu devletin kırmızıçizgileridir, demektir. İstediğiniz kadar lafı oraya buraya götürmeye çalışın, birileri dil sürçtü filan desin, aklınızda olanın devletin lâik yapısının olmamasıdır. Din devleti düşünüyorsun
anlaşılan ve bunun mevcut yasalarda ve hatta yazmaya çalıştığınız anayasada suç olduğunu bile bile söylüyorsunuz. İnsanların inançlarına ve ruhani yaşantılarına Allah adına kendinizde müdahale etme hakkı görüyorsunuz. Bunun bu topraklar üzerinde Allah’ın Gölgesi olmanın deklere edilmesi anlamına geldiğini sosyal (siyasal) bilimciler bilir. Böylesi tehlikeli ve ayırımcı anlayış bu topraklar üzerinde kötülük rüzgârları estirir. Tek dinin bekasını ve tahakkümünü siyasi yollardan oluşturmanın getireceği yeni bir tebliğci anlayış dilerim yeni bir sefer (fetih) operasyonuna dönüşmez.

Dinlerin ve İslam’ın kutsallığına da zarar verecek bu uygulamalar yöneticilere (hükümete) Allah adına eylem yapma hakkı verirse, bunun bir insanoğlu tarafından nasıl kullanılabileceğini varın siz düşünün. Hüseyin Çelik’in sözde bu dil sürçmesini izah ederken kullandığı Şamanist Türk, Zerdüşt Kürt tanımlamaları oldukça kışkırtıcı ve tehlikeli anlamlara neden olabilir. Bunu yoksa bilerek mi yapıyor?

 Dinler ve özelde İslam’a olan saygı ve sevgi insanları etnik ve farklı yapılarıyla sevmekten geçer. Bırakalım sevap ve günahlarımızı Allah sorgulasın. Bırakın inanmayanların (ateistlerin) düşünce ve yaşam biçimlerini hayat sorgulasın. Hükümetlere düşen inanan/inanmayan herkese saygılı olmaktır.


------------

Kaynak:  Özgür Haber



İnan, o gün gelecek!

Faiz Cebiroğlu

 Bak!
Birazdan güneş doğacak
Bak!

 Çek!
Umudu  çek
Derine… derinlere  çek!

 Farket!
Ayaklar altındaki toprağı farket
Farket!

 Bak, çek, farket ve inan!

 İnan!
Güneşe, doğaya inan!

 İnan!
İnsanlara inan!

 İnan!
Devrime inan!

 İnan!

 İnan, o gün mutlaka gelecek!

 İnan, inan ve inan!..

 İnan, o gün gelecektir!
Mutlaka ge-le-cek!




9 Mayıs 2012 Çarşamba

Sallanan parmaklar...





Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Bize öyle bir ahlak(çılık) dersi verenler çoğaldı ki? Ailemizden almadığımızı sanıp ta sözde bize namus, vicdan, ahlak, terbiye dersi vermeye kalkıyorlar. Bakın hele bir ahlak dersi verenlerin fotoğraf(lar)ına, nasıl da boyunları eğiktir o gizemli yüz(lerin)de. Bizi sürüye sayıyorlar, kendileri gibi robotvari, kurşun asker oyuncaklar (olarak) görüyorlar. Ceberrut bir anlayış altında, tepeden inmeci, terbiye edilmiş bir sanat (!) ile bizi “oyalamak” (yine de siz bunu “eğlendirmek” olarak okuyun!) istiyorlar. Nasıl da bize bunu layık görüyorlar? Bu kez iyice bakın o yüz(ler)e, yalanlarla inşa ettikleri o düzenin pespaye karamsarlığını, kötümserliğini göreceksiniz. Yeter ki dikkatli bakın bir.

Polis devletinin zorbalığı ve prangalarına kelepçeleyerek “kuzu” hukukuna teslim olmuş paryalar peşinde olanlar var! Roboski orada duruyor! Meclis raporunda yazılanlar bile yeter: MİT istihbarat vermiş, Genelkurmay (Kara Kuvvetleri) bombalamış! Belli ki Hükümet’in emri ve(ya) bilgisi dâhilinde. Ahlak ve dindarlık orada, tam da 34 cesedin üzerinde, gelin test edelim! Bu katliamı birilerinin üzerine atmadan, bir senaryo, bir gizli tanık filan yaratmadan ortaya çıkaralım. İşte ahlak! İşte günah, sevap, dindarlık!

Düşünün bir, ortada 34 kişilik bir katliam var ve tek bir şüpheli yok. Neden yok? Çünkü şüpheli bizatihi devletin kendisi, sivil ya da askeri bürokrat, yani vesayetin ta kendisi. Yani öldürme, vurma, kırma, darbe yapma, pataklama serbestisi olan ceberrut devlet anlayışı! Gelin işte tam da bu noktada demokrat olalım, tüm vesayet sistemini yerle bir edelim. Gerekirse tek bir askerimiz, polisimiz, bürokratımız kalmasın. Onları yeniden, demokrasi, hak, hukuk, adalet, insanlık anlayışlarıyla yaratalım. Yani bu toprakların üzerinde insanlığı yeşertelim.

Bu ülkede askeri vesayetin yok edildiğini iddia ediyor Başbakan. Asla böyle bir şey yok! TSK’nın iç düşman tanımlama politikasına (anlayışına) hükümet takılmış, gidiyor. Bir uzlaşma var, kendi görüşünde bir ordu teşkil edildi, buna karşılık ta ordunun Kürt ve cumhuriyet konularında politika koyma serbestisi devam ediyor. Devlet hiyerarşisinde, başbakandan sonra genelkurmay başkanının geldiği bir görüntüden hükümet gocunmuyor? Emekliliğinde eline 700 bin liraların geçtiği bir generale karşın 30 bin lira geçen bir memura “eşittir” diyen bir hükümet anlayışı? Askeri harcamalar Sayıştay’ca denetlenemiyor, askeri yüksek yargı var! KİK denen bir kurum var, Sayıştay’ı baypas etmiş. İşleri tıkırında ama, maşallah müteahhitlerle de arası iyi. İyi denetim yapıyorlar, iyi iyi(!) Futbolda “şike”nin serbest olduğunu mevzuatına geçiren bir futbol federasyonu oluşturuldu. Genelkurmay milli savunma bakanlığına bağlanamamış? Tüm bunlardan kimse gocunmuyor. Ben bile gocunmuyorum. Belki de tüm kabahat bendedir, kim bilir?

Ve bu arada 2 Mayıs’ta okullara dağıtılan sütlerden çocuklar hastanelik oldu. Milli Eğitim Bakanı, Sağlık Bakanı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı ile Diyarbakır Valisinin dediklerine bakılırsa çocuklar alerji ya da açlıktan rahatsızlanmışlar. Yani (süt içmeye) alışkın olmayan aç çocukların rahatsızlanması söz konusu. Süt gibi bir gıdanın yoksul çocuklarında zehir etkisi yapması oldukça düşündürücüdür. (Devlet bu sütü kendi mi üretti, müteahhitten mi aldı onu bilmiyorum. Bu süt bir ihale yöntemi ile mi alındı yani? Bunu mutlaka düşünenler olacaktır. Ben bu aşamada olayın burasına girmek istemiyorum!) Dediğim, gelin zengin çocuk/yoksul çocuk ayırımını kaldıralım. Büyüklerde bu ayırımı kaldıramıyoruz. Ama en azından çocuklar arasında sınıf farkını yok edelim. Tüm çocuklar iyi beslensin, iyi eğitilsin. Tüm çocuklar eşit yaşasın, ölmesin çocuklar. Öldürmeyelim onları. Çünkü çocukların hepsi aynıdır. Onlar birer melektirler. Yine de süt konusunda görevli olan üç Bakan’a da bir tavsiyem var: “Süt Erdal Bakkal’da içilir!” Süt böyle okulda mokulda içilmez. Onlara süt ısmarlayacaksanız Erdal Bakkal’a yollayın! Benden söylemesi.

İçkiyi yasaklayan valileri olan bir devlet var. El ele dolaşmayı yasaklamak isteyen emniyet müdürlerinin can ve mal güvenliğimizi sağladığı bir ülkeden bahsediyorum. El ele tutmuş iki genç sevgiliye böylesine düşmanca bakanlar Kürt sevgililere nasıl bakarlar acaba? Gelin kural tanımaz, kuralsız, sınırsız ahlaksızlık acımasızlığına son verecek bir toplumsal ahlak ve politikaya sahip olalım. Başkasına istediğini yapabilme egemenliğinin sonsuza kadar kaim olamayacağının bilinmesi dileklerimle.

ÖZGÜR HABER:
http://www.ozgurhabergazetesi.com/makale.asp?makaleno=827



4 Mayıs 2012 Cuma

EMPERYALİZM VE DİL



Faiz CEBİROĞLU

 Dil ve dili geliştirmek; dili emperyalist dil yozlaşmasına ve kirlenmesine karşı korumak, yaşadığımız bu küresel emperyalist çağda çok zordur. Bunun tarihsel ve ekonomik nedenleri vardır.

Serbest rekabet dönemindeki mal ihracı, yerini sermayeye terketmesiyle birlikte büyüyen ve daha sonra dünyamızı saran emperyalist ekonomi ve kültür egemenliği, tüm dünya ülkelerini her alanda etkiliyor. Böylesi bir oluşumun halkası olan bizim gibi ülkeleri de daha fazla etkiliyor. Yaşamdaki yozlaşma ve yabancılaşma, böylesi bir sistemin ürünüdür. Dilimizdeki “kirlenme”, böylesi bir çağın ve oluşumun ürünüdür.

Bütün bu nesnel gerçeklik karşısında, emperyalist kültür ve onun yarattığı “dil çirkinleşmesine” karşı çıkan aydınlarımız da var. Değişik sitelerde yazan, Sayın Nuri Sağaltıcı ve diğer dostlar da var. Sevindiricidir. Bilimsel zeminde dili, emperyalist dil kirlenmesine karşı, her hal ve şartta savunan aydınlarımızı, gerçekten, kutlamak gerekiyor. Yalnız kutlamak değil, onları, aynı zamanda fiili olarak desteklemek de gerekiyor. Böylesi bir tutum, insan kimliğinin, “sertifikası” oluyor. Bu, bir.

 İkincisi, dilimiz “yozlaşıyor”, dilimiz “çirkinleşiyor” diyoruz. Doğrudur. Ne yazık ki, yozlaşan ve çirkinleşen yalnızca “yazı” ve “sözlü dilimiz” değildir! Yaşamda kullandığımız “tüm” dillerimizdir: Yazı dili, konuşma dili, işaret dili, vücut dili, resim, müzik, drama, dans gibi dillerimiz de böylesi bir “yozlaşma” ve “çirkinleşme” ile karşı karşıyadır. Böylesi bir durum, “özdeğer” ve “kimliğimizi” olumsuz olarak etkilediği açıktır. Bu nokta da önemlidir, zira bizler bütün bu dilleri kullanarak, hem kendi düşünce ve duygularımızı ifade ediyor, hem de aynı kültürü taşıyan başkalarını da bu yolla/yollarla anlamaya çalışıyoruz.

 Dil iletişimi, her zaman, karşılıklı ve bütünsel oluyor. Bütenseldir. Çizdiğimiz resim, dans, şarkı v.b. hülyalarımızı, düşüncelerimizi, sevdamızı ve kavgamızı iletmek ve ifade etmek içindir. Biz insanlar, bu yolla / yollarla değişik dilleri kullanarak, ifade, özduygu ve kimliğimizi geliştiriyoruz. Bu anlam ve bağlamda dil, toplumsal “değerler” ve “kültürel ifade tarzı” için de zorunlu bir element oluyor. Elementtir. Budur.

Yaşadığımız bu küresel sermaye çağında, yukardaki zorunlu noktaları muhafaza etmek, çok zordur. Zordur, zira dilimiz, emperyalist sermaye dilinin baskı ve etkisi altındadır. Sermaye çağı demek, herkesin birbirine bağlı ve bağımlı olması demektir. Böylesi bir küresel yapı, tek tek ülkelerdeki dili, dilleri de etkiledi, etkiliyor, yozlaştırıyor ve  asimile ediyor.

 Bu durumu gören ve yaşayan sorumlu aydınlarımız, haklı olarak, böylesi bir “dil kirlenmesine” karşı çıkmaktalar. Haklıdırlar. Dil kavgaları önemlidir, ama yeterli değildir. Sorun yapısaldır. Türkiye de dünya içindedir. Türkiye de ekonomik olarak emperyalist sistemin bir halkasıdır. Böylesi bir iç ve dış dinamik üzerine yükselen üst yapı, doğal olarak, siyasetimizi, hukuk, etik, din, felsefe, sanat ve bunların ifade tarzı olan hem Türkçeyi hem de Anadolu’da kullanılan tüm dilleri etkiliyor…

Çözüm, radikaldır. Radikalcı çözüm, köktenci çözümdür. Devrimcidir. Bu anlamda, köktenci çözüm, hem emperyalist sermaye ilişkisi ve onun yarattığı “dil kirlenmesine” karşı bir yöntem; hem de insanın “sürü” olmaktan çıkışın yöntemi oluyor.

30 Nisan 2012 Pazartesi

BİZ (N)ASIL İNSANLARIZ?




Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Bizler daima kulak kesiliriz, onlar daima yalan kıvırırlar. Yalanın bini bir para onlar için! Ama biz anlamayız, ne çok idealist insanlar deriz. Birimiz, “Bakın ne yalan kıvırıyorlar!” demeye görsün keskin bir öfkeyle yanıtını alırız birisinden. O birileri, “Atın ölümü arpadan gelsin!” idealistvari laflar ederler. Boşunadır onlara laf yetiştirmemiz. İçimize bir kurt düşer ama boşunadır. Malın gözü adamlarla aşık atamayız, bu zaten besbellidir. Bizi görünce de şapur şupur öpüşmeleri sağlam. Her zaman bizden çok demokrat ve insan haklarıcı sözler etme âdetleri vardır. Ya bu tür manzaralara İslamcı (burada asla İslam’ı kastetmiyorum!) politikacılarda çok rastlarız. Bunlar antisiyonist olduklarını, Müslümanları çok sevdiklerine de yemin billâh ederler. Fakat bakarsınız ki İsrail’le birlikte Konya’da manevra yaparlarken Siyonist İsrail devleti Gazze’de katliam yapmıştır. Sessiz kalırlar tıpkı tüm dünya gibi. Ama gün gelir, en kral kabadayılıklarını yalandan da olsa gösterirler. Bu kez Filistin, Gazze filan derler. Asla Kürtlere yapılanlar yoktur kafalarında, diğer(ler)ine zaten terörist filan demişiz zaten. Biz bunu da yutarız, çünkü işimiz budur!

Biz Filistin’de (Gazze’de) Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı ve hatta Afganistan’da El Kaide’yi onaylamayız, değil mi? Bazen vücutlarını paramparça eden intihar girişimlerini de insanlık dışı , “terörizm” filan sayarız ya? İnsanları sinekler gibi öldürmeye bahane arayan İsrail faşizmine veya başka bir işgalci güce gerekçe yarattığı için de akıllıca saymayız, değil mi ha? Fakat nedense bizdeki bazı İslamcı politikacıların çalıp çırpma yolundaki gayretlerini takdir ederiz(!) Çünkü onlar teröristleri iyi tanırlar. Aslında bulunmaz insanlarız biz! Nereden bizimki gibisini bulup getirebilirler? Bizimkiler yüzü gözü zifoslar içinde kalmış hırsızlık ustalarını en demokrat, en akıllı ve zeki gösterme derdinde. Ve hatta Avrupacı görünürler, antimilitarist filan da geçinirler, darbe karşıtı oldukları da söylenir. Çünkü karşısındaki muhalefet ırkçı, orducu ve İttihatçı’dır. Ne kadar çok din, ,iman diyorlarsa o kadar çok ziftlenmenin olduğunu saklayabiliyorlar ya, helal olsun dememek elde değil! Her kılığa girmeleri çok kolaydır.

Bizimkiler böyle biat eden, sorgulamayan, onlara kulluk eden candan insanlar isterler. Zaten biz öyleyizdir. Tümen tümen bulurlar bizler gibisinden. Onlar da ne muhterem insanlardır ama! Bu dünya bizimkilere cennet olmalı, öbür dünya da yurttaşlara (yoksullara), değil mi ya? Feleğin çemberinden geçmiş bu adamlar artık her türlü yalanları kıvırıyor. Biraz kendinden utanan biri dinlerse hangi deliğe gireceğini bilemez durumuna düşer. Ama biz kimden söz ediyoruz, malın gözü adamlardan, değil mi? Bu adamlar yedi dile destan abrakadabra yalanlarıyla (burunları uzamadan!) yalanlarına devam edebiliyorlar ya! Yoksa bu ülkenin üzerinden kötülük kasırgası mı geçti de tüm iyilik nüvelerini mi yok etti? En malın gözü düzenbazlara taş çıkartırcasına iş çeviren bu tip insanların Allah bilir nasıl düşünceleri vardır? Onların bizler hakkındaki iyilik(!) planlarından korunmak için defalarca ve fırsat buldukça Allah’a dua etmeliyiz.

Bu tip anasının gözü insanların zenginleştiği ülkede Kürtlere uygulanan asimilasyon ve yok etme anlayışı; fakirlik, fukaralık, yokluk, eziklik gerçekleri bir demokratik Türkiye palavrası içinde kamufle ediliyor.

23 Nisan bayramı bu ülkede kutlanırken TSK’nın katlettiği 19 Roboskili çocuğu da içine kattı mı? [Uludere’de (Roboski’de) TSK uçakları 34 Kürt’ü bombaladı ve bu konuda bir suskunluk var!] Pozantı Cezaevi’nde ırzına geçilen Kürt çocukları bu bayram içinde sayıldı mı acaba? Ama ülkenin televizyonları ve gazetelerinin çoğu, bu bozuk sistemden çöplenmek dışında bir şey yapmıyorlar. Devlet ve medyanın halkı uyutup afyonlaması salt ırkçı (Türkçü) ve dinci (asla İslam’ı kastetmiyorum!) politikacılara yaramaktadır. Medyanın bir kısmı korku adına gerçekleri söylemiyor, dünyanın gördüğü haberleri görmezden geliyor. Medyanın korkusu, yazarların, aydınların susması adaletli ve özgür günleri işaret etmiyor. Bu suskunlukların demokratik hukuk devletinin AB standartlarında inşa edilmesinde ya da demokratik bir yaşamın oluşmasında yararı olamaz.

Oysa biz sevinç yaşamak istiyoruz. Mutlu insanlara öykünerek biz de çevremizde mutluluk yaratalım isteriz. Masallarda anlatılan toprakları altından, suları gümüşten köylerde yaşamaktan bahsetmiyoruz. Böylesi bir dünya belki hayallerin ötesindedir ama bu ülkede Türklerin ve Kürtlerin aynı haklara sahip olmalarını-eğer istersek!-sağlayabiliriz. Dindar Müslümanların gönüllerince giyinmelerini ve özgürce ibadetlerini isteyebiliriz. Başka dinlere veya mezheplere inanların ve hatta ateistlerin din, vicdan ve düşünce özgürlüklerini savunabiliriz. Yoksulluğun ve zulmün olmadığı bir yaşam isteyebiliriz en azından. Ve en azından insana yakışır bir gelecek düşleyebiliriz.

-----------

Özgür Haber:
http://www.ozgurhabergazetesi.com/makale.asp?makaleno=815

29 Nisan 2012 Pazar

Musa Ağacık’a Yanıt Ve Sisteme Dair-2-




Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
elverenmustafa@hotmail.com

12 Nisan 2012 günü birçok internet sitesinde yayınlanan; “Musa Ağacık’ın Eleştirisine Yanıt Ve Sisteme Dair” başlıklı makalemden dolayı Sayın Ağacık’ın yeni sorularıyla karşılaştım.

Sayın Musa Ağacık’ın ikinci kez gönderdiği mesajı şöyle; ”…80 yıllık Cumhuriyet tarihinde GERİ dönüşü simgeleyen pekçok dönem var. Kimi tarihçiler, sosyal bilimciler; İNÖNÜ'nün 40'lı yılları içeren tekli iktidarından başlatıyor, kimi, BAYAR - MENDERES'le somutlaşan DP iktidarıyla 'GERİ DÖNÜŞÜ' başlangıç sayıyor.. 61 Anayasasının kısmen yeşerttiği özgürlük ortamının ardından gelen Demirel iktidarı, 12 Mart muhtırası, Ecevit'in güçsüz koalisyonu, MC, 12 Eylül darbesi, Özal, Demirel, Tayyip.. Tüm bu dönemlerin özde Cumhuriyet'in idealist ruhuyla bağdaşmadığı bilindiği halde, buna rağmen tüm negatifliği Cumhuriyet'e fatura etmek hangi ETİKLE bağdaşıyor?”

Anladığım kadarıyla, Sayın Ağacık şunu demek istiyor; Her iktidarın dönemine göre Cumhuriyet değerlendirilmelidir. 40’lı yıllardan başlayıp günümüze kadar olan dönemleri ayrı ayrı ele alınmalıdır. Toptancı bir mantıkla Cumhuriyet’i eleştirmek ve olumsuzlukları ona fatura etmek etik mi? Diye soruyor.

Sayın Ağacık,

Mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu güne kadar hangi dönem doğru dürüst demokratik özellikleri içinde barındırmıştır? 1923 / 30-40-50-60-70-80-90-2000 ve bu gün…

Şimdi bu dönemleri tek tek ele almak bir makaleye sığmaz, ancak bir kitap konusu olabilir. O nedenle dönemlere girmeden kendi düz mantığımla sizin deyiminizle toptan bir anlayışla açıklamak daha doğru ve yerinde olacağı kanısındayım.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu güne kadar taşıdığı militarist özelliklerini aynen koruduğunu, bu günkü AKParti iktidarının yaptığı gibi geçmişte de bazı iktidarlar tarafından Atatürk’ün mavi olan gözlerini günün koşullarına göre başka renge boyatıp yeniymiş gibi halklara yutturmuşlardır. Bunu sadece ben söylemiyorum, bir çok aydın yazar ve akademisyenler de yazmaktadırlar.

Diğer taraftan, sembolik olarak bir sistemin adı cumhuriyet olması yeterli değildir. Bence o sistemin nitelikleri önemlidir. İslam Cumhuriyeti, Laik Cumhuriyet, Demokratik cumhuriyet, sosyalist cumhuriyet… İsterseniz bir de muz cumhuriyetini ekleyelim!

Esas Konumuz “laik” olduğu ileri sürülen Türkiye Cumhuriyetidir. Ben Sayın Ağacık’ın önceki eleştirilerini de göz önüne alarak, daha çok sistemin eğitim politikasını irdelemeye çalışacağım.

“Türkiye’de devlet 24 Temmuz 1923’te Lozan’da kuruldu, rejim ise 29 Ekim 1923’te Ankara’da”(1)

“Devlet 1920’lerde Mustafa Suphiler şahsında solu, 1924 anayasasıyla birlikte Kürtleri, daha sonra da Mehmet Akif ve Said-i Nursi şahsında da İslamcıları tasfiye etti” (2)

1923 tarihinden bu güne kadar imam hatip mektepleri ile din ve diyanet konusunda fazla bir şey değişmediğini görüyoruz. Osmanlı’da var olan ve Cumhuriyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra tekrar kurulan İmam hatip okullarını biri açıyor öbürü kapatıyor. Aç-kapa modeli günümüzde de devam etmektedir.

Bu sistemde; Atatürk’ün hayatını ve Gençliğe Hitabet’i, İstiklal Marşı ile Andımızı öğrencilere papağan gibi ezberleten öğretmen en iyi öğretmendir.

Şimdiye kadar din derslerinde bazı dualarla sınırlı olan ayetler yerine bundan sonra Kuran’ı Kerim’in tüm mealini, Muhammed’in binlerce hadislerini de bu kategoriye ekleyebiliriz.

Dolayısıyla sorgulayan, düşünen ve kendini bağımsız ifade etmek isteyen bir öğrenci tipini bu sistemde yetiştirmek mümkün değildir.

Bu sistemin tornasında demokrat nitelikli öğretmen de çıkmaz. Geçmişte Köy enstitülerinden birkaç tane nitelikli öğretmenin yetişmesi kaideyi bozmaz.

Bu sistemde Yetişen;

Atatürk, vatan-millet-Sakarya, din-iman adına Ermenilere, Rumlara ve PKK üzerinden dolaylı olarak Kürtlere küfreden öğretmenleri,

Malum gecede “Ben Kürtçe bir klip yapacağım…” dediği için ırkçı güruh tarafından Cumhuriyetin Onuncu Yılı Marşı’ eşliğinde linç edilmek istenen Sevgili Ahmet Kaya’nın kasetlerini ayaklarıyla çiğneyen sözde solcu Kemalist öğretmenleri,

Eline kocaman bir sopayla derse giren ve Atatürk ile ilgili sorulara yanıt veremediği için korkudan altına kaçıran birinci sınıf öğrencilerini ceza olarak tuvalete göndermeyen öğretmenleri,

Ramazan’da oruç tutmuş gibi yapan, inanmadığı halde cumadan cumaya Camiye giden Alevi, solcu ve sosyalist olduğunu söyleyen öğretmenleri,

Tanıdım.

Bu durum dün de böyleydi, bu gün de aynısıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi ufak-tefek değişimler kaideyi bozmaz.

Bu sistemde iktidar gücünü elinde tutanlar Türkler dışındaki halkların dilini, kültürünü diri diri mezara koyup, üstüne betonu yıktılar. Birileri de geldi bu sisteme kafa tuttu kültürlerin üzerindeki betonu kırdı. Halen de kırmaya devam ediyorlar.

Hal böyleyken;

Hakları gasp edilmiş kürdün yanında yer almak ille de Kürt olmak gerekmez.

Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde baskı altında tutulan ve yıllardır uğradığı haksızlığa karşı mücadele veren Alevilerin yanında olmak için Alevi olmak gerekmez.

Ezilen emekçilerin yanında yer almak için sosyalist ya da komünist olmak da gerekmez.

Mustafa Kemal’in büstüne dışkı süren birisine karşı çıkmak için Atatürkçü olmak gerekmez.

Bu listeyi daha da uzatabiliriz. Öyle ise, bence önce insan olmak gerekir.

Önce insanım, sonra sosyalistim, Kızılbaşım, Kürdüm.....

Sayın Ağacık,

Tüm bu olumsuzluklara ve zorluklara rağmen bir araya gelip güç birliği yaparak, Türkiye Cumhuriyeti’ni evrensel insan hakları ve hukuku (benim söylemimle Evrensel Demokrasi) çerçevesinde demokratikleştirip, halkları ortak paydalarda buluşturabiliriz.

Hepimiz kendimizden biraz fedakarlık yapmalıyız. Gelin bu konuda hep birlikte ortak vatan için kafa yorup, daha gerçekçi çözümleri üretelim.

Artık kan, göz yaşı ve kaos görmek istemiyorsak, var olan krizi daha da derinleştirmeden ortak çözüm için hemen kolları sıvamalıyız. Aksi halde yarın çok geç olabilir.

29.04.2012

NOTLAR:

1. Baskın Oran-15.04.2012 / Gomanweb
2. A.Öcalan-Nisan/2010-Görüşme Notlarından



28 Nisan 2012 Cumartesi

ZİNDANDA AÇAN ÇİÇEKLER: İÇERİDEKİ DELİ DALGALAR

Adil Okay
 okayadil@hotmail.com


Edebiyat deyince aklımıza önce roman, öykü ve şiir gelir. Sonra da akımlar. Klasik, modern, realist, sürrealist, dadacı v.d… Ve bu akımların ülkemiz edebiyatına yansımaları olan 1. Ve 2. Yeni, Garip akımı, Toplumsal gerçekçilik, İmgeci gerçekçilik v.b. Bir de alt başlıklar olarak: Politik edebiyattan, Hapishane Edebiyatından, 12 Mart romanından, 12 Eylül edebiyatından söz edebiliriz. Hangi akımdan yazarsa yazsın yazar –şair, yaşadığı dönemin tanığı ve vicdanıdır deriz. Ya da öyle olmasını umarız. Bu saptama neo-liberalizm döneminde türeyen eklektik bir akım olan post-modernizme kadar bir gerçeklikti. Ancak 12 Eylül faşist darbesinden sonra yaratılan korku ikliminde ve aynı süreçte gelişen post-modern zamanlarda “edebiyat” önemli ölçüde kamunun vicdanı olmaktan çıktı. Neo-liberalizmin sanatı ve sanatçıyı “piyasa” yapmasından etkilenen yazarlar, eserlerinden gerçekliği ve insanı çıkardılar. Bu duruma direnen ve toplumcu çizgiyle -estetiği de ihmal etmeden- üretmeye devam eden yazar ve şairlerimiz halen var. İyi ki de var. Ancak fincancı katırlarını ürküten, ‘kral çıplak’ diyen çocukları sevmeyen zebaniler, onları zindanlara doldurmaya devam ediyor. Onlar da o zor koşullarda, F tiplerinde bile düşmana inat üretmeye ve bize ışık vermeye devam ediyorlar.

 İşte bu gün elime geçen öykü kitabı onlardan biri: “Kıyıya Vuran Dalgalar.”  9 Öyküden oluşan kitabın yazarları (biri hariç o da yeni çıkmış) halen içeride. Öncelikle  Dışarıda Deli Dalgalar  grubuna teşekkür ediyorum, bu kitabı hazırladıkları için. Dışarıda Deli Dalgalar da ne ki… diye soranlara bir not düşeyim. Bu grup 5 yıl kadar önce ülkemiz hapishanelerindeki siyasi tutulularla dayanışmak amacıyla kurulmuş bir vatandaş inisiyatifi. Daha birkaç ay önce çılgınca bir işe giriştiler ve zindanlara 10 bin kitap yollama hedefini önlerine koydular. Kapı kapı gezip kitap topladılar ve mapuslara ulaştırdılar. Ve yıllardır bitmeyen mektuplaşmalar, dayanışmalar… grubun en son üretimi bu öykü kitabı olmuş. Hepsi 90'lı yıllardan beri hapishanede olan 11 öykünün yazarlarının isimleri şöyle: Dilek Öz, Sami Özbil, Murat Saat, Edip Yalçınkaya, Naif Bal, Diyadin Turhan, Nibel Genç, Mustafa Ağcakaya ve kendisi aynı kuşaktan olsa da şu an "dışarıda" olan Sibel Öz.

Kitabı hazırlayan Sibel Öz, öyküler ve yazarları hakkında şunları yazıyor: “İçeriden" hayata bakış, belki her zaman merak konusu. Ancak öyküler, hayatın kıyısından değil, tam içinden yazılmış. Yazarları ununu eleyip eleğini asmış olmadıklarından öyküler de hala hayatla hesaplaşmakta ve bu nedenle gerçek anlamda yaşayan figürlerle örülmüş.”[i]

 Öyküleri okuduğumuzda Sibel Öz’e hak veriyoruz. Elbette içeride üretilenler bir kitaba sığmaz. Daha geçen ay sonlanan 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat festivali şiir seçkisinde jüride yer almış, içeriden mapusların yolladığı yüzlerce şiiri beğenerek okumuştum. İçlerinden ödül alanlar da oldu. Öykü yarışmasında da beğeni toplayan, ödül alan öyküler vardı. Yine halen zindanda olan Uluslar arası jüriler tarafından ödüllendirilmiş karikatüristler de var.

Kitabın ilk öyküsü, Sami Özbil'in ‘Eksik Bir Şey’ adlı öyküsü. "Eksik Bir Şey, aslında siyasi tutsakların bu kitapta ve bu kitapla söylemek istediklerini de özetliyor. ‘Hayatta biz eksiğiz’ diyor doksan kuşağı. Seksen sonrası baskı ortamında toplumun en ufak demokratik kıpırdanışına izin vermemek adına katledilen, işkencelerden geçirilen, kaybedilen doksan kuşağından hayatta kalan ve eli kalem tutanlar, hayata borçlu oldukları hikayeleri anlatmışlar kitapta.”[ii]

 Örneğin ben 1980 öncesi zindanı tanıyan, F tiplerini yaşamayan eski bir mahpusum. İçerideki yazarlardan Mircan Karaali’nin, ‘Gorki’nin Gitarı’  ile Sami Özbil’in ‘Soluk Soluğa’ adlı romanlarındaki F tipleri betimlemelerinden çok şey öğrendim. F tipleriyle ilgili yazdığım bir yazıda: “F tipi denilen hücreleri, ölüm odalarına” benzetmiştim de bana yazıştığım mahpus arkadaşlar karşı çıkmışlardı. “Biz demişlerdi F tiplerinde de düşmana inat yaşıyor ve üretiyoruz.” Ben de bu söylemimi düzeltmiştim.

 Kapitalizm belki maske değiştirdi ama onun insanlığa ve doğaya saldırısı ve tahribatı hala sürüyor. Savaşlar, işgaller, sömürü, daha çok kâr için doğanın katledilmesi sürüyor. Umut ve ütopya sorunu başladı. İnsanlarda “başka bir dünya mümkün” diyecek umut ve ütopya kalmadı. Bu umudu ve ütopyayı besleyenler de azınlığa düştü. Ve onların da birçoğu zindanda. O nedenle şimdilerde, “hâlâ mı toplumcu edebiyat” diye burun kıvıran “eleştirmenler” çoğaldı. “Sanat, politika dışı - tarafsız olmalıdır”, diye vaaz verenler çoğaldı. Oysa bizzat onlar politika yapıyor. Kapitalizmi, var olan sistemi savunarak politika yapıyorlar. Her baskı döneminde egemenlerin kalemşorları olan yazar ve sanatçılar olmuştur. Bu dönem biraz çoğalmış görünüyorlar hepsi o kadar. Ama dışarıdan olduğu gibi içeriden de itiraz sesleri geliyor. “Biz varız ve yaşıyoruz” diye haykıran insanların sesleri. İşte o seslerden bazıları “Kıyıya Vuran Dalgalar’da toplanmış: O sesler, “Eksik Bir Şey”, “Kanaat, Tevekkül ve Karıncalar”, “Kar Yangını”, “Elhamdüllilah Çok Şükür”,  “Herkes Gitmişti”, “Ben Annem ve Komşu Kadın”, “Herkes Gibi”, "Leylak Sokak", "Meryem'in Oyuncakları",  "Bir Dilim Güneş", "Kırmızı Şapkalı Kadın" adlı öyküler aracılığıyla içeriden dışarıya dalga dalga taşıyor… Zindanların, F tipi hücrelerin demirlerini, duvarlarını yarıyor ve bize ulaşıyor.

 Sahi biz artık doğum günlerinde veya misafirliğe giderken kitap armağan etmeyi unutmaya başladık değil mi? İşte size fırsat, davetlere icap ederken eliniz boş gidemezsiniz ya. İki adet “Kıyıya Vuran Dalgalar” alın. Biri sizin için, diğeri hediye edilmek üzere. Tamam “imkanı olmayan” bir tane alsın. Okusun sonra armağan etsin.

 Burcu Ballıktaş’tan bir alıntıyla bitiriyorum: “Sizin de özgürlüğü elinden alınanlar adına bir itirazınız varsa alın bu kitabı, okuyun derim... Ve hatta daha da güzeli okuduktan sonra siz de bir delilik yapıp içeriye postalarsınız, fena mı olur?”

 Nisan 2012                                                                                                                   

 Künye: Kıyıya Vuran Dalgalar. F tipi Öyküler. NotaBene yayınları. Nisan 2012. Ankara.

Ajansı / 25 Nisan 2012 Çarşamba

[1] A.G.Y.




[i] Sibel Öz, Etkin Haber Ajansı / 25 Nisan 2012 Çarşamba
[ii] A.G.Y.