27 Ekim 2014 Pazartesi

Ahmet Kaya Anısına...




Mustafa Elveren*

Seni Unutmak Mümkün Mü “Gözüm” / Ahmet Kaya Anısına

28 Ekim sevinç, 16 Kasım üzüntü günüdür, benim için. Sevincim ve üzüntüm hep seni hatırlatıyor, bana. Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Seni unutmak istesem de unutamam ki, telefonum her arandığında; "Beni burada arama, arama anne / Kapıda adımı, adımı sorma / Saçlarına yıldız düşmüş / Koparma anne, ağlama…” melodisini çalıyor. Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Televizyon seyrederken, radyo dinlerken, kanallar arasında zaplama yaparken senin şarkıların çalındığında hemen duraklıyorum. Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

O gün sana kaşık-bıçak-tabak fırlatan linç güruhundaki bazıları bugün senden özür diliyor. Bu güruhun pişmanlıklarını duydukça; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Kimisi hasta yatağında inlerken, kimi de ölüm döşeğinde nefesini verirken; “son pişmanlık fayda etmez” dediler(mi?) Bu “vatanseverlerin” dramını öğrendikçe; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Bu linç güruhundan “Sanatçı” kılıklı bazıları devletin kurumlarında yemlenirken, kimisi de ayakkabı kutularında bakan çocuklarına para dağıtan “vatansever” işadamıyla yatlarda keyif çatarken; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

4 yıl önce “Pirim Seyit Rıza’ya ve ilkokul arkadaşım sevgili Muzlum Doğan’a layık olmaya, sevgili Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç gibi de dik duracağıma inanıyorum.” satırları yazdığım için Tunceli C. Savcılığı hakkımda dava açtı. Bu davanın iddianamesini ve hakkımda verilen kararı okudukça; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Toprağı gasp edilmiş, dili ve kültürü yasaklanmış bir ulusun mücadelesine destek vermek insanlığın gereğidir. Sen de öyle yaptın. Bir tabuyu kırarak; Kürdçe bir şarkı klibini çektin ve bedelini de çok ağır ödedin. Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Bu gün Türkiye’nin her yerinde Kürtçe şarkılar söylenmektedir. Onlarca radyo ve Televizyon kanalında Kürdçe müzik yapılmaktadır. Kürdçe müzik dinledikçe; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

28 Ekim doğum günün, ertesi gün 29 Ekim’de Cumhuriyet’in kuruluş yıl dönümü bayramıdır. Aynı şekilde 10 Kasım Cumhuriyet’in kurucusu M. Kemal’in ölümü, ertesi hafta yani 16 Kasım’da ise, senin zorunlu sürgünde hayata veda edilişindir. Bu kadar tesadüften sonra Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Halkların özgürlüğü için hep çabaladın. Bir zamanlar “siyasal İslamcı”lar Kanal-7 Tv.sine sanatçı çıkaramıyorlardı. Sen ise; din ve vicdan özgürlüğü savunuculuğu uğruna o kanala çıkıp proğram yaptın. Hatta başörtüsü yasağına da karşı çıktın. Bu gün iktidarın “yandaş” Medyası olan o kanalı seyrederken; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Âşık Mahsuni’nin senin için yazıp, söylediği “Ahmet Geri Dön” parçasından işte bir dörtlük: 
Mahzuni barışın yoluna kurban
Ahmet mızrabına teline kurban
Hangi dil bilirsen diline kurban
Sen yeter ki susma Ahmet geri gel /…
Bu parçayı dinledikçe; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Osmanlı zulmüne ve onun Hı(n)zır paşalarına başkaldıran Pir Sultan Abdal, 1938 Dersim’de direnen Mazlum halkımızın direniş önderi Seyit Rıza gibi efsaneleştikçe; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

“Efsanelerin yarattığı gelenekler vardır bu topraklarda. Efsaneler tanrısaldır, yaratanı insandır. Deniz, Mazlum, Beritan, Zilan gibi...” (Ruken Şahan-BİANET)
Bugün Şengal’de, Kobani’de direnen halklar (Kürt-Kızılbaş-Komünist) bu gelenekten gelmektedir. Ben ve benim gibi 3K’liler yaşadıkça; Seni unutmak mümkün mü? “Gözüm!”

Seni saygıyla anıyor, unutmayacağız, unutturmayacağız!

Seni unutmak mümkün mü? “GÖZÜM”

26/10/2014

*Em. Öğrt.

20 Ekim 2014 Pazartesi

İŞİD nedir?..




Faiz Cebiroğlu

Irak ve Suriye'de faaliyet gösteren ve vahşi eylemleriyle dünya gündemine oturan İŞİD nedir, nasıl ortaya çıktı? Hedefi nedir? Hızlı bir şekilde ve notlar halinde fikirlerimi yazmak istiyorum.

İŞİD yani Irak, Şam İslam Devleti, ya da diğer kısaltılmış Arapça harfleriyele DAİŞ, sunni islami bir ”selefi” örgütü oluyor. Amacı, islami, şeriatçı bir devlet kurmaktır. İŞİD: Irak ve Suriye'de, sunnilerin yaşadığı alanlarda halifeliyi ilan etmek ve dünyadaki tüm müslümanları bu islami yönetim tarzı altında toplamanın adı ve cihadı oluyor. İŞİD, ekonomik bir taife örgütü olarak ta, ”müslüman zengini” olmak demektir.

İŞİD, 1980'lerde, Mısır'da, Enver Sedat döneminde ortaya çıktı. Kendini, ”islamın ilk çıkışına tekrar dönüşün temsilcisi olarak” tanıttı. İlkel bir sunni – islami düzen kurmak için, Enver Sedat ve yönetimine karşı cihad açmıştı...Nitekim, İŞİD, 6 Ekim 1981'de, Enver Sedat'ı, bir askeri törende öldürmeyi başardı.

İŞİD; selefidir. Selefi, islamın ilk çıkış günlerine geri gitmeyi savunmak ve bunun için ”cihad” vermek oluyor.

İŞİD; halifeciliktir. Halife, kendini Allah'ın temsilcisi sayan ve bu halifenin öncülüğünde bir islam devleti kurmanın ismi oluyor.

İŞİD, şeriatçılıktır. Şeriat, tüm muslümanların kabûl etmesi gereken, Allah'a giden, gidecek yolun adı ve halife nizamı oluyor.

İŞİD; zenginliktir. İŞİD'in bütçesi, Orta-doğu'da bulunan, küçük Arap devletlerinin bütçelerinden daha büyüktür.

Peki, İŞİD'in bu zenginliği nereden geldi ve nereden geliyor?

İŞİD'in, Irak ve Suriye'de petrol ve elektrik havzaları vardır. Bu, bir.

İki: İŞİD; zengin sunni müslümanlardan, ayda, yüzde ikibuçuk kadar vergi almaktadır.

Üç: İŞİD; işgal ettiği yerlerden ve ganimetlerden büyük sermaye elde etmiştir.

Dört: İŞİD; Musul bankalarında bulunan 425 milyon dolara el koymuştur.

Buradan elde ettiği zenginlik yanında, İŞİD; Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Israel ve Türkiye tarafından her alanda desteklenen ve sermayesi 3 milyar doları aşan bir örgüt oluyor.

Bu anlamda İŞİD; emperyalizmin islami komprador temsilcisi olan; selefi, halifeci ve zengin şeriatçı bir taife örgütüdür.

Bilindiği gibi, İŞİD; Irak ve Suriye'nin belirli yerlerinde faaliyet yürütmektedir. Liderleri; Irak'ta, Musul'da ”halifeliği” ilan eden, Halife Ebu Bekir al-Bağdadi'dir.

Parentez açıyorum: İŞİD; Irak'ta faaliyet yürüten, Al-Kaide'nin en yakın müttefikidir. Al-Kaide, Türkçesi, Allah'ı inkâr edenlerin ülkelerinde, selefi nizam için ”cihad etmek” oluyor. Irak'ta, Irak savaşında (2003 – 2011) kendini gösteren Al-Kaide, Saddam Hüseyin taraftarı sunni kesimlerden ve militanlardan oluşuyor.

Şubat 2014 yılına kadar, İŞİD ile Al-Kaide arasında düzgün yürüyen ilişkiler bozuluyor. 8 ay süren ”ganimet paylaşım ayrılığı” vesilesi ile, Al-Kaide, İŞİD'le olan ilişkisini donduruyor.

Devam ediyorum.

Al-Kaide ile araları açılan İŞİD, Irak'ta, Haziran 2014'te, yalnızca, 4000 silahlı gücü vardı. Aradan iki ay geçmeden, nedense, İŞİD'in Suriye'de: 50 bin. Irak'ta: 30 bin cihadcısı oldu.

İŞİD, bölge ülkelerinden ve özellikle Türkiye'den aldığı her türlü destek ile, Musul'da hilafet ilan etti. Kendini halife ilan eden Ebu Bekir Al-Bağdadi, tüm dünya müslümanlarını ”cihad” için, Irak ve Suriye'ye çağırdı...

Evet, İŞİD nedir? İŞİD, Irak ve Süriye'de, kendinden olmayan tüm halklara ve azınlıklara karşı bir kıyım makinesidir.

Irak'ta İŞİD; Şialara, Ezidi Kürdlere, Türkmenlere ve Hiristiyanlara; Suriye'de, Alevilere, Ermenilere, Arap Hiristiyanlarına, Asurilere, Rojavalı Kürdlere, Dürzîlere...karşı bir vahşet örgütüdür.

İŞİD; Musul'da, Ezidi kadın Kürdlerini pazarda satmak; Suriye'de, Alevilerin kafalarını kesip mangalda kızartmak, Kesap'ta Ermenilerin Kiliseleri başlarına yıkmak ve Kesaptan tehcir etmek, Halep'te, Arap Hiristiyanlarına, Ermenilere, Asurilere ve şu anda, Kobanê Kürdlerine karşı, sunni ”selefi cihad” açmanın bir örgütüdür.

İŞİD, budur. Ama İŞİD, emperyalizmden ayrı bir olgu değildir. Emperyalizm, ”Amerikan islamı” teorisi ile, bölge halklarını birbirine kırdırarak, yeni pazarlar elde etmek demektir. Ortadoğu'nun böylesine, vahşice kana bulanmasın altında yatan gerçek, ”doğal gaz ve petrol”dür. Emperyalizm, İŞİD'e, İslam Devletine karşı mücadele veriyor görüntüsü ile, Suriye ve Irak'taki ”doğal gaz ve petrol savaşını” kazanmak için, Suriye yönetimini devirmenin yollarını arıyor. Bir yandan, İŞİD karşıyım diyor, diğer yandan, ”ılımlı” diye tanımladığı ve İŞİD'ten farkı olmayan, El Kaide'nin bir kolu olan, El-Nüsra ve diğer cihadçı, selefi şeriatçı örgütlere her türlü desteği veriyor.

Emperyalizm, budur: Her yerde ve alanda, kâr, kâr ille de kâr için, bunalım üreten bir fabrikadır. Amerikan bunalım rabrikasında üretilen İŞİD, emperyalizmin Suriye yönetimine gösterdiği, ”seçmeli caydırıcığılın” bir örneği oluyor...

Evet...Emperyalizme ve bölgedeki, parazit Türkiye ve parazit Arap ülke yönetimlerine karşı çıkmadan, İŞİD'e karşıyım demek, kendini aldatmak ve emperyalizmin ”böl – parçala ve yönet” yöntemine alet olmak demektir.

7 Ekim 2014 Salı

“Demokratik Özerlik” Modeli Gerçekleşmezse Bölünme Olur...



Mustafa Elveren*
Er veya geç Kürdler kendi kendilerini yönetecek bir yönetim modeline kavuşacaklardır. Kendi topraklarında özgürce yaşamak uğruna çok ağır bedeller ödediler ve hala da ödemeye devam ediyorlar.
Genelde Ortadoğu’da, özelde ise Kürdistan’da; bağımsızlık, konfederalizm, federalizm, “Demokratik Özerklik” gibi birçok yönetim modeli önerilebilir. Kürdistan için en kolay uygulanabilir olanı “Demokratik Özerklik” modeli olduğunu düşünüyorum.
Demokratik Özerklik” sisteminden halklar memnun kalmazlarsa, ileride referandum ile yukarıda sıraladığım modellerden herhangi birini uygulamak mümkündür. Çünkü “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” evrensel bir kazanımdır.
Buradan hareketle; bugün içinde bulunduğumuz durumu göz önüne alarak bazı tespitleri yapmak faydalı olacağını düşünüyorum.
Eğer; AKParti iktidarı Rojava ve Kobani’ye karşı uyguladığı düşmanca tavırlarından dolayı o bölgelerde bir soykırım yaşanırsa, Kürd Özgürlük Hareketi iktidarla tekrar görüşme ve müzakerelere devam edemez.
Eğer; Sayın Abdullah Öcalan’ın taraflara önerdiği “Demokratik Özerklik” modeli gerçekleşmezse, başta Irak olmak üzere, Suriye, Türkiye ve nihayetinde İran’ın parçalanması kaçınılmaz olur.
Eğer; IŞİD diğer adıyla DAİŞ ya da İD (İslam Devleti) ve benzeri kanlı örgütlerin saldırıları önlenemezse, Türkiye’nin dış saldırıların yanında iç çatışmalarla yüz yüze kalacağını söylemek için kâin olmaya gerek yoktur.
Eğer; “Bizi PKK ile IŞİD arasına sıkıştırmak istiyorlar. Bizim için IŞİD de PKK de bir! Ne halleri varsa görsünler…” diyen AKParti iktidarına Kürdler bu günden sonra güvenirlerse, tarihte en büyük hatayı yaparlar.
Yazara, bilim insanına, sanatçıya tahammül etmeyen AKParti iktidarı zihniyeti Ortaçağ’dan daha geridedir.
Leman Sam'ın "Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır" dediği için Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından “edepsiz” olarak nitelendirildi. Daha önce Başbakan ve Cumhurbaşkanı da bazı gazeteci ile sanatçılar için bu tabiri kullanmıştı.
Artık gün başta Kürd halkı olmak üzere tüm ezilenlerle birlikte mücadele etme günüdür. Kürd halkının özgürlüğünü savunmak için Kürd olmak gerekmez.
Maddi ve manevi olarak her çeşit yardımlar yapılabilir. Örneğin; Çeşitli kuruluşların açtığı hesaplara nakit yatırılabilir. Çeşitli yardım kuruluşları vasıtasıyla giyim, yiyecek ve ilaç yardımı mümkündür. En azında cep telefonu olanlar birkaç destek SMS yapabilir. Bunların dışında hiçbir şey yapamıyorsan akşam yastığa başını koyduğun anda “Ne yapmalıyım” diye kendi kendimizi sorgulayabiliriz.
Bu itibarla başta Kürdler olmak üzere tüm ezilen halkların ve emekçilerin özgürlüğü için katkı sunan herkesi saygıyla selamlamak gerekir.
Bu gün en acil görevimiz; Kobani’de, Rojawa’da halkları katleden İslamcı kafaları değiştirmek ve bunlara karşı demokrasi güçleriyle birlikte mücadele etmek olduğunu düşünüyorum.
06.10.2014


*Em. Öğrt.

6 Ekim 2014 Pazartesi

İŞID VEYA ÖSO KARŞISINDA “AYDIN” TAVRI...



Adil Okay

Konuya başlamadan önce “Aydın” kavramının içini doldurmak ve belki de bir önekle söylemek gerekiyor. Barış gibi. Nasıl düşünürler ‘sonsal barış, nihai barış, kalıcı barıştan’ söz edip, her barış antlaşmasının barış olmadığını, ateşkes sayıldığını söylüyorlarsa. Dreyfus davasından sonra değişen, “aydın-entelektüel” kavramlarının içini doldurabilmek için, ‘organik aydın, nöbetçi aydın, devlet ve-veya tekel aydını v.b.’ öneklerini kullanıyoruz. Her örgüt bir iktidar sayılırsa, aydınların da iktidarlarla kimi zaman barışık, kimi zaman kavgalı ve (içinde yer alsalar da) her zaman muhalif olmaları gerektiği düşünülürse, ‘bağımsız aydın’ tanımının önemi daha iyi anlaşılır. Vurgulamak istediğim ‘bağımsızlık’ öncelikle devletten ve-veya tekellerden, yani güç odaklarından, egemenlerden bağımsızlıktır.

J. Benda daha acımasız davranmış ve aydın ihanetinden söz etmiştir: “işlevleri adalet ve akıl gibi ebedi olan ve çıkarlar üstü değerleri savunmak olan aydın kişiler bu işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur.” 1. dünya savaşının bitiminde yaptığı araştırmada Benda, entelektüelleri zengin sofralarından yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmaları üzerine ihanetle suçlamıştır.

12 Eylül 1980 darbesine kadar Türkiye’de bağımsız aydınlar önemli işlevler yerine getiriyorlardı. Sınıf savaşımının en keskin olduğu yıllarda, Türkiye halklarının baskıcı devlete başkaldırdığı o şanlı 1975–1980 yılları arasında, örgütlerin içinde aydınlar yerlerini almışlardı (Gramsci’nin organik-angaje aydını veya Bourdieu’nun total aydını olarak). Bu yıllar bana göre aydınların altın çağıdır. Hatta birçok parti-örgüt şefinin aydın karakterinden söz edebiliriz. (Behice Boran örneğinde olduğu gibi.) Tabi Türkiye tarihinde aydınların iktidarlara karşı tek tek veya örgütlü olarak mücadele etmeleri çok daha eskiye dayanır. Hikmet Kıvılcımlı’lar, Mustafa Suphi’ler, Şefik Hüsnü’ler ve diğer aydınlar unutulmamalıdır. O zamanlar parmakla gösterilecek kadar az olan aydınlar, 70’li yıllarda hayatın her alanında seslerini duyuracak güce ulaşmışlardı.

1980’lerle birlikte neo-liberalizmin dünyada kazandığı mevziler, sol akım ve örgütlenmeleri derinden-olumsuz etkilemiştir. Bu sanat ve düşünce alanına da yansımıştır. Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin yol açtığı tahribat da, sol kanatta yer alan aydınları, birçok devrimci kadroyu olduğu gibi, yılgınlığa sürüklemiştir. İlk darbeyi 12 Eylül’de fiziki olarak alan aydınlar, ikinci darbeyi de, 1985’lerdan sonra kapitalist dünyanın karşısında yer alan, tırnak içinde sosyalist olan sistemin yıkılmasıyla almışlardır. Bu kez darbe fiziki değil, psikolojik olmuştur. Aydınlar suskunluğa gömülmüşler ve sosyal izolasyonun dayanılmaz sancısı karşısında durmakta zorlanmışlardır. Bu dönemde sol kökenli aydınlar, gerileme ve yenilginin nedenlerini teorilerinde ve pratiklerinde aramaya başlamışlardı. İşte postmodernistlerin büyük bir kesiminin sol çevrelerden çıkmasının anlamı budur. Modernizm eleştirisi adı altında yapılanlar, topyekun bir Marksizm karalamasına dönüşmüştür.
Özellikle Latin Amerika’da, neredeyse bizimle aynı süreçte, birçok konuda olduğu gibi aydın erozyonu görülmüştür. James Petras, bu durumu şöyle özetlemiştir: ‘Latin Amerika’da 1960’lar ve 1970’lerde devrimcilik yapıp şimdi Neo-liberal bakan, senatör ve kongre üyesi olan ve orduyu, emperyalizmi, agro-ticareti ve karşı-istihbaratı destekleyen çok sayıda eski-gerilla mevcut. Özellikle 1990’lardan sonra, özellikle de 50 yaşın üzerindekiler arasında, devrimci sola doğru hareket eden az sayıda, nadir merkez sol aydın da var.’

1980–2007 arasında Türkiye’de sol aydınların büyük çoğunluğu reformist kamp içinde yer aldılar. Bağımsız aydınlar bu dönem boyunca bir azınlık olarak kaldı. YÖK kılıcını kendi meslektaşlarına karşı kuşanan akademisyenlerin çoğalması gibi, mafyalaşan eski gerillaların sayısı ile burjuvazinin kalemşorluğuna soyunan dönek aydın sayısı da az değildir. Bunun yanı sıra aydınlar dilekçesi gibi girişimler, baskılara rağmen onurunu koruyan aydınların varlığını göstermiştir.

Bir aydının, “aydın” olup olmadığı siyasi örgütlerin, benim, bizim sübjektif değerlendirmesiyle anlaşılmaz.

Kendisi de bir aydın olan Che Guevera Küba Devriminden sonra Küba’ya gelip sizin ne yapabilirim diye soran Marksist aydın Harry Magdoff’a “ Gidin ve beni eğitmeye devam edin” demiştir. Tüm aydınlardan birer Che guevara veya Harry Magdoff olmalarını beklemek de safdillik olur.

Fransa’nın Cezayir sömürge politikasını, ‘direnişçiler de teröristtir’ diyerek, dolaylı-dolaysız destekleyenlerle, Vietnam’a barışa ‘ama o zaman komünistler iktidara gelecek’ kaygısıyla karşı çıkanlar aydın sayılmazlar. Türkiye’de 12 Eylül darbesini alkışlayan insanlar veya 1980’den sonra gelişen Kürt muhalefetini ve Kürtlere uygulanan mezalimi görmezden gelip, sadece Bosna, Filistin sorunlarını dile getiren yazar ve-veya akademisyenler, onlarca diploma sahibi olsalar da aydın sayılmazlar. Ya da en zor yıllarda Kürt sorununa değinmeyip, onbinlerce insanın öldürülmesinden ve devletin sorunun adını telaffuz etmek zorunda kalmasından sonra, Özal’la birlikte Kürt dostu olanlara aydın denemez.

Sayıları azalsa da ruhlarını zalimlere satmayan aydınlar, günümüz Türkiye’sinde yaşamaktadırlar. Kapitalizmin son çeyrek yüzyılda kazandığı zaferin geçici olduğuna inanan, insana sırtını dönen postmodernizmi, burjuvazinin kalemşorluğunu, mevkiyi, parayı, şanı, şöhreti reddeden, emekçi halkların yanında, ezilenlerin safında yer alan aydınlar yol arayışına, sorgulamaya devam etmektedirler...

Ve bu gün duyarlı yazarlar acıları yarıştırmak yerine, Kobane’den Gazze’ye, Lazkiye’den Humus’a Kürtlere, Ezidi Kürtlere, Türkmenlere, Şavaklara, Nusayrilere, Arap Hıristiyanlara, İŞID’a veya ÖSO’ya katılmayan muhalif Sünnilere kadar nerede bir katliam varsa seslerini yükseltmekte zulme karşı tavır almaktadırlar. İŞID ve ÖSO’nun karanlık yüzlerini ve arkalarındaki emperyalist-kapitalist bloğun sahneye koydukları oyunu teşhir etmektedirler. Yeri gelmişken ÖSO’nun programında Kürtlere yer olmadığını hatırlatayım. Onlar programlarında Suriye Cumhuriyeti yerine “Arap cumhuriyeti” ibaresini kullanmışlar ve Suriye’de yaşayan Kürtler ve Türkmenlerin varlığını yok saymışlardır.

Murathan Mungan dünkü açıklamasında “genç olsaydım Kobani’ye giderdim” demiştir. Ben12 Eylül Utanç müzesinde düzenlenen “sürgün” temalı panelde 12 Eylül darbesinden sonra Filistin kamplarına gidişimizin nedenlerini anlatmış ve “solun parametrelerinden biri de ezilen halkların yanında yer almaktır, aynı koşulları bu gün yaşasaydık hem Filistin’e hem Kobani’ye giderdik” demiştim.

Bu gün İŞID’ın dört koldan saldırdığı, her an bir katliam haberinin gelebileceği Kobani’ye destek olmak “aydın” olup olmamanın turnusol kâğıdıdır.

Not: Özgür Düşün Kollektivitesinin İstanbul’da düzenlediği sempozyumda yaptığım konuşma metninden yararlanılmıştır.

Kaynakça:
Fikret Başkaya. Paradigmanın iflası. Doz. 1991.
Jean Paul Sartre. Aydınlar üzerine. Can. 1997.
Doğu Batı. Entelektüeller. Cilt I-II-III. Düşünce dergisi. 2006.
Evrensel Kültür. Mayıs 2001. s. 113.
Adil Okay. Telif hakkı ve korsanlar. Birgün. Kasım 2006.
Montly Review. Kasım 2006. s.11.

James Petras. Aydın sorumluluğu. Sendika.org.