15 Aralık 2009 Salı

“KASABALILAR”I NASIL OKUMALI?


“Özgür Bir Dünya İçin Direnen Kasabalılar” kitabının 1. baskısı, Etki Yayınları’ndan Eylül 2009’da çıktı. Anılarına, düşünce ve duygularına yer verilen 5 kasabalının fotoğraflarıyla beslenen 239 sayfalık bu kitabı bir gecede okuduğumda, yakın kuşaktan biri olarak vücudumun her bir hücresinin harekete geçtiğini hissetmiştik...”

Müslüm Kabadayı
muslum_kabadayi@hotmail.com

Anlamak, gelmekte olanla gitmekte bulunan arasındaki ilişkinin boyutlarını sezgi ve akıl yoluyla “okumak”la mümkündür. Özellikle gerilim ve değişim dinamikleri yüksek olan siyaseti “okumak” çok daha yoğunlaşmış sezgi ve akılla yüklenmeyi gerektirir.

1970’li yılların sosyal ve siyasal mücadelesi içinde kişilikleri Turgutlu kasabasında biçimlenen 15-20 yaşlarındaki gençlerin farklı sol siyasetlerde, örgütlerde kendilerini ifade ederken dostluk ve dayanışmalarını hiçbir zaman yitirmemelerinin, 12 faşizminin yoğun işkence ve baskıları karşısında zindanlarda direniş geliştirmeleri, günlük siyasetten ve halktan kopmadan sosyalizme olan bilinçlerini diri tutmalarının arka planını iyi “okuma”ya çalışacağım bu yazıda. Bir vesileyle tanışma olanağı bulduğum bu kasabalılardan Necdet Ayma’nın anlatımlarından derinden etkilendiğim çok çarpıcı insanlık durumları, devrimci müdahale ve direnme estetiğini örnekleyen anıların, “sorun yaratmayacak” bölümlerinin de yer aldığı “Özgür Bir Dünya İçin Direnen Kasabalılar” kitabının 1. baskısı, Etki Yayınları’ndan Eylül 2009’da çıktı. Anılarına, düşünce ve duygularına yer verilen 5 kasabalının fotoğraflarıyla beslenen 239 sayfalık bu kitabı bir gecede okuduğumda, yakın kuşaktan biri olarak vücudumun her bir hücresinin harekete geçtiğini hissetmiştik. Tazelenerek güçlenen anılar yanında, insanın en zor şartlardaki yaratıcılığı ve mücadeledeki kararlılığının sağladığı güven duygusu, çevreni aydınlatan yoldaşlık ışıldağının kaynağı üzerine derinlemesine düşünmeme vesile olmuştu.

Necdet Ayma, Zeki Çetinkoç, Adnan Ayan, Mustafa Pekdoğru ve Hayri Bökü’nün daha uzun anlatımlarının Sait Almış ve Mehmet İnanç Turan tarafından düzenlenerek kitaba aktarıldığı metinlerin, konuştuğum kişilerden edindiğim bilgiler ve kurgudaki kimi problemler nedeniyle daha üst boyutta düzenlenmesi gerektiği izlenimi edindiğimi, baştan belirtmeliyim. 239 sayfanın 96 sayfasında anlatımları bulunan Necdet Ayma, sözlü anlatımlarını yazmaya kalkıştığında kalemin durduğunu vurguladığına göre, editörlerin sözlü tarih çalışması tekniğine ağırlık vermeleri gerektiği de anlaşılmaktadır.

Kitabın düzenlenişinde dikkat çeken noktalardan biri de, anlatıların konu ve temalarına uygun şiirlerden kesitlerin girişte verilmesidir. Ahmed Arif, Enver Gökçe ve Nihat Behram’ın şiirlerinden tam da lafı gediğine koyan kesitlerin verilmesi, gayet anlamlı olmuş. Örneğin Hayri Bökü’nün 12 Eylül’ü anlattığı bölüme Ahmed Arif’in şu dizeleriyle giriş yapılmış:

“Döğüşenler de var bu havalarda
El ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit öfkeli ve mahzun
Ümit sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır”

Kasabalıların Siyasallaşmaları ve Dostluk İlişkileri

Necdet Ayma, Turgutlu’nun yerlisi bir esnaf ailesinde büyümüş, henüz ortaokul 3. sınıf öğrencisiyken Deniz Gezmiş’lerin asılmasına tepkilerini, arkadaşlarıyla dersleri boykot ederek göstermiş. Bu boykotta öne çıkan Nurettin Gürateş, Ayı Bahri ve Kani adındaki arkadaşlarıyla daha da genişleyen bir ekip oluşturmuşlar ve 1974’te Halk Kültür Derneği’ni kurmuşlar. Bu dernekte kendileri gibi gençler dışında 40 yaşlarında olduğunu söylediği Aguş ağaları varmış, Ayma’nın deyimiyle “harika, yiğit” bir insanmış. İçlerinde babası TÖS’lü öğretmen olan Nurettin Gürateş sayesinde Orhan Kemal, Yaşar Kemal başta olmak üzere birçok yazarın kitaplarını harıl harıl okumaya başlamışlar. İlk gençlik çağında siyasal mücadeleye atılan “Kasabalılar”ın politik mayalanmalarının nasıl gerçekleştiğini, Necdet Ayma’nın şu ifadesi gayet açık anlatmaktadır: “Biz, Turgutlu’dan İzmir’de yapılan mitinglere, katılıyorduk. Otobüsler dolusu insanlarla, köylülerle, gençlerle, kadınlarla tiyatroya gidiyorduk. Yöre halkının içindeydik. Bu faaliyetler için paramız da yoktu, ben limon satıyordum. Derneğin kirasını öyle karşılıyorduk. (…) Turgutlu çapında önderlik, liderlik yapan insanlara herkesin güveni vardı. ‘Bu insanlar bizim başımızı belaya sokmaz’ diye düşünüyorlardı.” (s. 25)

Beş anlatıcı da, Turgutlu devrimcilerinin, sosyalistlerinin, 1975 ‘ten itibaren örgütsel ayrılıklarla karşı karşıya gelmelerine karşın, ararlındaki dostluk ve dayanışmayı hiçbir zaman yitirmediklerini vurguluyorlar. Bu durumun yanında kendilerine niçin “Kasabalılar” dendiğine de işaret eden Necdet Ayma şöyle diyor: “Kasabalı gençler, herhangi bir hesap kitap, kariyer hesabı olmadan bağlanmıştı birbirine. 1975 yılına gelindiğinde Türkiye Devriminin Acil Sorunları diye bir broşür çıktı, onu okuyoruz sabahlara kadar, üzerinde tartışıyoruz. Ankara’ya Gürateş Hocayla beraber gittik, Ankara’da bizi kasabalı gözüyle karşıladılar.” (s. 26)

Zeki Çetinkoç’un bu konudaki değerlendirmesi ise şöyle: “Turgutlu özelinde mücadele daha sert ve şiddetliydi. Burjuvazi resmi ve sivil faşistleriyle saldırılarını iyice yoğunlaştırmıştı. Devrimciler de kendilerini korumak, faşist saldırılara göğüs gerebilmek için silahlanmak zorundaydı. Akşamları evlerimize başka yollardan giderdik. Beton işçilerinin ve fırın işçilerinin direnişleri sırasında geceler boyu sokaklarda devriye gezdik. Çünkü polisin ve faşistlerin tehdidi altındaki direnişçi işçilerin tek güvencesi bizlerdik.” (s.112)

Adnan Ayan, bir başka pencereden bu konuya ışık tutmuş: “1983 yılında cezaevlerinden tahliyeler başladı. Bir çay ocağı işletiyordum, daha doğrusu babam işletiyordu, ben onun yanında çalışıyordum. Hep cezaevinden çıktıktan sonra yaşadığım yalnızlığı düşünüyor, diğer devrimci arkadaşlar bunu yaşamsınlar diye, hiçbir siyaset farkı gözetmeden, cezaevinden çıktığı gün evine damlıyordum.” (s.153) O yıllarda içerden çıkanlara polisin, hiçbir yasal dayanağı olmadığı halde karakola gelip yoklama için imza atmalarını dayatmaları üzerine topluca karakola gitme eylemini gerçekleştirerek polisi bu uygulamadan caydırmaları da önemli bir dayanışma örneği olur. (s.156-157)

Mustafa Pekdoğru da başka bir boyut katar bu dostluğun nasıl mayalandığına: “Cezaevinden çıktığım anın duygularını anlatmak pek mümkün değil. Bunca mahpusluk, bunca eziyet ve işkence, şairin dediği gibi biraz daha ustalaştırmıştı beni taşı kırmakta. O ustalığın harcında, omuz başlarımda kaybettiğim yol arkadaşlarımın, sakat bırakılanların acıları ve anıları vardı.” (s.196)

Hayri Bökü, bu konuda şöyle diyor: “Her birimiz değişik örgütlenmeler içinde devrimci mücadelemizi sürdürdük. Ama hiçbir zaman birbirimize saygımız, bağlılığımız eksilmedi. Bu saygı ve bağlılık, daha sonraki süreçlerde Turgutlu’daki devrimci grupların dayanışmasına temel teşkil etti. Benim ‘Kasabalılık Ruhu’ diye adlandırdığım direnişçi, savaşçı, dayanışmacı geleneğin temelleri bu yıllarda oluştu. Öyle sağlam bir temel ki, bu saygı ve bağlılık otuz beş yıl sonra da devam ediyor.” (s. 208)

Mücadele Dolu Yılların Öğrettikleri

Sosyalist siyasetin, devrimci mücadelenin zorluklarının başında, kapitalistler arası demokrasinin yaşandığı burjuva hukukuna hiçbir zaman bel bağlanamayacağı gerçeğinden hareketle, örgütsel çalışmaların belli alanlarda gizli yürütülmek durumu gelir. Türkiye solunun tarihinde bu “durum”un incelikleri yeterince kavranamadığı, pratikte çok özensiz davranıldığı için hem kitle ilişkilerinde önemli sorunlar yaşanmış hem de 12 Eylül’de büyük kayıplar verilmiştir. Bu iki etken nedeniyle de 1980 sonrasında insan ilişkilerinde ciddi güvensizlikler ortaya çıktığı gibi sol içi ya da örgüt içi ilişkilerde yoldaşlık-dostluk kurmak giderek zorlaşmıştır. Bugün, gerek açık gerekse gizli çalışma yürüten sosyalist, devrimci hareketlerin ya da öncü kişilerin, “gerçekçi olup imkansızı isterken” sosyalizmin özverili, eşitlikçi ve özgürlükçü çizgideki insanlarla kurulabileceğini akıldan çıkarmamaları gerekir. Kadrolarını bu temelde donatmayan örgütlerin, özellikle yönetici düzeyinde bunu ciddiye almayan örgütlerin, sürekli sirkülasyon yaşadıkları ama güçlü kitle bağları kuramadıkları için süreklilik kazanamadıkları bilinmektedir.

Kasabalılardan Hayri Bökü, partili yaşamdaki özveriye dair bir anısını şöyle anlatıyor: “Ben askerden geldiğimde babam, benim için belli ilişkiler kurmuş. Halk Bankası’nda işimi ayarlamış. O zaman lise mezunları bu tip işlere çok kolay girebiliyordu. O sıralarda da benim partiye (TSİP) üyeliğim gerçekleşmiş, parti görevi bekliyorum. Pazartesi veznedar olarak göreve başlayacağım. O sabah evde farklı bir ortam var. Ben bir şey söyleyemiyorum. Bir gece önce bana, ‘İzmir’e yerleşeceksin, yeni parti görevin şurası, orada seni şu yoldaş bekliyor’ şeklinde parti görevi geldi diyemiyorum. O sabah, hayatımda verdiğim en kritik kararlardan birini, en stresli anlardan bir tanesini yaşadım.” (s. 215)

1970’li yılların ikinci yarısında Manisa Emniyet Müdürü Necdet Menzir’dir; ki 12 Eylül döneminde yıldızı parlayan faşist kadrolardan biridir. Manisa Cezaevi de, Ege bölgesinin en gaddar yöneticilerinin bulunduğu yerdir o zamanlar. Buraya hapsedilen Kasabalılar, bu gaddarlığı boşa çıkaran ilk tavrı koyarlar. “Kedili çuval”la işkence uygulayan yönetime kafa tutuşlarını şöyle anlatıyor Necdet Ayma: “Beni o çuvala soktuğunuz zaman, sakın sağ çıkarmayın. Aksi halde öldürürüm hepinizi, dedim. Boş bir meydan okuma, kof bir cesaret değildi benimkisi. Kendime ve arkadaşlarıma o kadar çok güveniyordum ki, benim arkam boş değil mesajı veriyordum. Gerçekten çok bağlıydık birbirimize. Bu güven, bu bağlılık taşra delikanlılığıyla sosyalist kültürü birleştirmenin verdiği bir güvendi.” (s. 31)

Hapse düşen siyasiler sadece cezaevi yönetimi, baskı ve şiddetle mücadele etmezler; orada hemşehricilik, hırsızlık, ispiyonculuk gibi ilkel güdülerle hareket eden mahkumlarla uğraşırlar. Daha sonra onların arasından çok kavgacı, nitelikli kişiler de çıkartırlar. 1970’lerin ikinci yarısında politik mücadelenin yeni girdiği Manisa Cezaevi’nden bir kesit: “İdare bir süre sonra içeriye bir çuval hap soktu. Akhisarlılarla Karslılar birbirine girdi. Olayları engellemek için araya girdik. O arada bir mahkum bana bıçak salladı. İki gün bekledik hapların etkisi geçsin diye. Hapların etkisi geçti. Herkesi topladık, hapı esrarı yasakladık. Hapishane içinde hakimiyetimizi tam oturttuktan sonra firar organizasyonuna başladım.” (s. 36) Bu cezaevindeki gardiyan ve savcılara meydan okuyan Kasabalılar içinden Necdet Ayma, parmaklıkları kestiği testerenin eline batmasıyla akan kanıyla duvara “Tek yol devrim, kurtuluşa kadar savaş” yazar ve savcıya, “Devrimcilerde … var, ben kaçıyorum, sen de bunları münasip yerine sok.” notunu bırakıp cezaevinden kaçar.

Adana’da bir silahlı çatışmada yakalanan Ayma’ya işkence yapılır, dönemin Emniyet Müdürü Pol-Der’li Cevat Yurdakul’dur. “Mustafa” sahte kimlikli Ayma’nın kim olduğunu öğrenen Cevat Yurdakul, onun Nurettin Gürateş gibi işkenceyle öldürebilecek bir ekibin alacağı haberini öğrenince onu cezaevine gönderecek bir yol bulur. Ayma, onunla bir diyalogunu şöyle anlatır : “Adam ağlıyor, hüngür hüngür ağlıyordu koca adam. ‘Tamam’ dedim. ‘Karnın aç mı?’ dedi. ‘Aç’ dedim. ‘Dokuz gündür yemek yemiyorum, ama su da içmiyorum, iç kanamam var.’ dedim. ‘Sana dışarıdan yemek yaptıracağım, tuzsuz olmasına dikkat ettireceğim.’ dedi. ‘Bir de karpuz gönderin bana.’ dedim. ‘Tamam’ dedi, bastı zile, komiser geldi. ‘Mustafa ifade verecek, ifadesini alın, hemen askeri cezaevine gönderin.’ dedi.” (s. 49) Aynı yerde Pol-Der Adana Şube Başkanlığı yapan İbrahim Tepebaşı’yla (Şimdi Fransa’da yaşıyor.) yaşadıkları diyalogu da çok öğretici olarak anlatmış Necdet Ayma.

Yeri gelmişken Pol-Der’e dair burada önemli bir not düşmekte yarar var. 1975’te Ortakalar Derneği’nin Pol-Der’e dönüşmesiyle “halkın polisi” olma doğrultusunda hızla demokratik örgütlenmesini yapan ilerici, solcu polislerin öncülüğündeki bu örgüt, Türkiye tarihinde güvenlik güçleri içindeki en etkin mücadeleyi gerçekleştiren bir tarih yazar 4 yıl içinde. Türkiye’de Milliyetçi Cephe döneminde faşist yapılanmanın önüne geçme konusundaki kararlı tutumları nedeniyle boy hedefi haline gelir. Ecevit’in başbakanlığındaki CHP Hükümeti tarafından 1979’da bir süre kapatılır. Emniyet içinde demokratik kitle örgütü olarak önemli kazanım ve deneyimler biriktiren Pol-Der’den, bugün yaşayan kadrolarından gereken sonuçları çıkaran ve bugüne denk düşen yeni bir örgütlenme tarzı geliştiremeyen işçi sınıfı siyasetinin dikkatini bu noktaya yoğunlaştırması elzem görünmektedir.

Zeki Çetinkoç, Türkiye halkı için büyük yıkım anlamına gelen 12 Eylül’e dair şunları yazar: “12 Eylül’ü içerde karşılamak çok farklı. Dışarıda kaçmak gibi bir seçeneğin var, içerde bu seçenek yok. Saat sekiz buçuk civarı kapı açıldı, subaylar geldi. ‘Bundan sonra eski günleriniz geride kaldı, Maltalarda dolaştığınız, koğuşları gezdiğiniz günleri unutun.’ dediler. Sanki şimdiye kadar can güvenliğimiz yokmuş gibi, ‘bundan sonra asker var, can güvenliğiniz bize ait. Bundan sonra eskisi gibi otlayamazsınız, hepinizle hesaplaşacağız.’ dediler.” (s.123)

İlk “hesaplaşma”, devrimcilerin, sosyalistlerin alelacele kararlarla asılmasıyla başlar. Erdal Eren’in yaşı küçük olduğu halde nasıl idama götürüldüğünü artık sağır sultan bile duymuştur. Necdet Ayma, Buca Cezaevi’nde gerçekleşen ilk idam olayına dair şunları söyler: “Çok sıkı bir yönetim vardı. Kimse ses çıkarmıyordu. TKEP’li üç arkadaşımız Necati Vardar, Seyit Konuk ve İbrahim Ethem Coşkun idam edildiğinde, ilk kez slogan atıldı hapishanede. Ethem bir mektup göndermişti bana, kendi el yazısıyla: ‘Ayma, bizi asacak bu herifler, bize karpuz gönder, içimizi temizleyelim, bu adamlar biz asıldıktan sonra altını kirletti demesinler.’ diyordu. Üç gün sadece karpuz yediler. Böylesine yiğitçe gittiler ölüme. Onların infazında bulunan bir jandarma, Ethemden bir mektup getirdi, ‘Parkamı Remzi Karakaş’a, kitaplarımı koğuşa bırakıyorum.’ diye yazmıştı. Jandarma onların nasıl öldüklerini anlattı. İnfazda bulunan bir askerin saçları bembeyaz olmuştu. Teskereye gönderdiler infazdan sonra.” (s. 61) “Asker”in de insan olduğunu, işkence ve idamdan utanç duyanların bu ülkenin onurunu kurtaracağını gösteren bir sahne işte…
12 Eylüllü yılların en bariz şiddeti, tek tip elbise olayının hapishanedekilere dayatılmasıdır. Buna karşı açlık grevleri, direnişler cezaevlerinin gündeminden düşmez. Gündemden düşmeyen bir başka konu da tünel olaylarıdır. Tünel kazarak kaçma konusunda deneyimli kişilerden biri olarak ünlenen Necdet Ayma’nın Çanakkale Cezaevi’ndeyken kuş beslemeye başladığı haberinin yayılması, olayın iç yüzünü bilmeyenler arasında dedikodulara neden olur. Zeki Çetinkoç, bu durumu şöyle değerlendirir : “Necdet Ayma adlı kasabalı bir arkadaş kuş besliyordu içerde. Herkes, ‘Kuş besliyor, lümpenleşti, direnmiyor artık.’ diyordu. Cezaevlerinde çok iyi tanınan bu arkadaşa kızıyorlardı. Ben sonra öğrendim ki, bu arkadaş kuşları hapishaneden kaçmak için besliyormuş; herkes kestiremiyor, önyargılarla karar veriyor. Böyle baktığımız için çok yanlış yaptık o zamanlarda.” (s. 129) O dönemde ciddi baskıların yaşandığı Çanakkale Cezaevi’nden Ayma’nın da içinde bulunduğu beş sol örgütün oluşturduğu tünel komitesi, uzun aylar alan kazı işlemini çok ustaca gerçekleştirir, ancak son akşam sigara içen bir askerin farkına vardığı tünelden gelen sesle, bütün emek boşa gider. Başarılı tünel kazarak kaçma girişimleri yanında, iğneyle kuyu kazarcasına yapılan hazırlıkların, basit bir hatadan tuz buz olduğu böyle dramatik anlar da yaşanır.

Gerek işkencede, gerek tecritte gerekse cezaevi süreçlerinde yoğun psikolojik saldırıyla da karşılaşan sosyalistler, devrimciler; insansızlaştırma politikasına karşı gardiyan yüzü görmeyi bile yaşama sevinci haline dönüştürürler. Mustafa Pekdoğru, işte böyle çarpıcı bir sahneyi anlatır: “Bir gün ‘Mazgalı aç!’ diye bağırdım. Yine açmadı. Yemeği alt mazgaldan verdi, ama gitmedi. Mazgalın arkasında durduğunu hissettim. Ben yine bağırarak mazgalı açmasını söyledim. Mazgal yavaşça açıldı. Elli elli beş yaşlarında biri. Sadece yüzünü, daha doğrusu bir çift göz gördüm. Göz göze geldik. Adamın gözlerinden yaşlar akıyor ve hiçbir şey söylemeden öylece bana bakıyordu. Bense mazgalı niye açmadığını, yemeğe dair bir şeyler söyleyeceğimi, bu yapılanları insani bulmadığımı söyledim. Yavaş ve titreyen bir sesle ‘Sizi anlıyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Kusursa bakma.’ dedi, mazgalı yavaşça kapatıp gitti. Ben ise bir yandan öfke, bir yandan sevinç içinde derin düşüncelere dalarak, karmaşık duygular yumağıyla dolu halde kalakaldım.” (s.192) Pekdoğru, gözlerini görmekten bile sevinç duyduğu bu gardiyanın izini hapisten çıktıktan sonra sürer ve onu Tarsus’ta bularak kucaklaşır, rakı içip o günleri yad eder. Bu sahne, egemen sınıfların tarihin her döneminde ne kadar gayriinsani bir yapılanma içine gidebildiklerinin açık örneğidir. Kapitalizmin “psikoloji”sini yerle bir edecek kadar da insani değerlerle yüklüdür.

Türkiye’de işkence ve cezaevi koşullarında hayatını kaybeden binlerce insan söz konusu; bugün de kanser vb. hayati hastalıklarla boğuştukları halde zora mahkum edilen devrimciler var. 12 Eylül koşullarında direnebilmek için ayağı kangren olan Necdet Ayma, ayak derisini 45 dakikada anestezi yapmadan doktorun yüzmesine tanık olan gardiyanların, daha sonra kendisine nasıl davrandıklarını şöyle anlatır : “O bana Allah demiyorum diye copun tersiyle vuran Elazığlı Apo, sırtına aldı beni, getirdi tecride koydu, bir demlik de çay getirdi. ‘Bundan sonra benden silah iste, silah getireceğim, ben senin gibi bir adam görmedim, sana vurduğum için utanç duyuyorum.’ dedi. (…) Bana ana avrat küfreden adam geldi, ‘Senin çocuğun da karın da benim evimde kalacak arkadaş, kimseye bırakmam.’ dedi. Gerçekten de bir zaman sonra Gülo’yu götürdü, evinde misafir etti. Ben çıktıktan sonra ziyaretime geldi. Hâlâ Çanakkale’de. Emekli olmuş. Oğlu askerde, oğluna benim ismimi vermiş.” (s. 71) Bunlar, bütün çile ve yıkımlara karşın, bu topraklarda insani damarın, devrimci yüreğin attığını gösteren önemli sahnelerdir.

Kitapta yer almayan yüzlerce buna benzer sahnelerin yaşadığı biliniyor.

Bugün Nasıl Bakıyorlar?

Anılarını okurken çok derin duygu ve düşüncelere daldığımız beş kasabalı, geçmişlerine, mücadeleye ve geleceğe dair değerlendirme, saptama ve önerileriyle de dikkat çekiyorlar. Hepsi de geçmişlerinden pişman olmadıklarını, mücadeleden çıkardıkları derslerle geleceğe baktıklarını vurguluyorlar. Örneğin, Necdet Ayma şöyle diyor: “Geçmişte yaşamıyorum ama yaşadıklarımdan da hiçbir zaman pişmanlık duymadım. ‘Yeniden aynı şeyleri yaşamak ister misin?’ deseler, hiç tereddütsüz ‘evet’ derim. Hatta eksik bıraktıklarımı da tamamlardım, diye düşünüyorum. Bugün aynı heyecan bu ülke topraklarında yaşanıyor olsa, geçmişte yaşadıklarımdan dersler çıkarmış bir devrimci olarak yapabileceğim çok şeyin olacağını düşünüyorum. Şu anda görevimiz sosyalist insan yetiştirmek, halkın sorunlarına inebilecek insanlar yetiştirmek olmalı ve esas görev halkın, geniş kitlelerin kendi sorunlarına sahip çıkabilmesini sağlayacak bir oluşumu sağlamak. Bunun için de karınca misali çalışmak gerekiyor. Bana göre sosyalizm ölmedi, tam tersine daha haklı ve gerekli hale geldi.” (s. 97)

Adnan Ayan’ın düşüncesine gelince… “Yeniden dünyaya gelseydim, yine komünist olurdum ama bir farkla; daha bilinçli bir komünist olmak için Marksizmin tüm klasiklerini okurdum. Erken yaşta mücadeleye atılmamın avantajını kullanıp kendimi daha iyi yetiştirirdim. Ama bunu yapamadım. 1980 öncesi dönemde birilerinden duyduğumuz sözlerle veya bir iki kitap ve daha çok dergi okumakla kendimizi çok şey biliyor sandık. En büyük yanlışımız aslında buydu.” (s. 159) 1970’li yılların, bu topraklarda en çok kitap, dergi ve gazetenin yayımlandığı ve okunduğu dönem olduğu dikkate alındığında, bugün bu konuda işimizin çok daha zorlaştığı görülmeli. O dönemde sosyalist, devrimci mücadeleye atılanların, en azından Orhan Kemal, Yaşar Kemal vd. yazarlardan toplumsal konuların işlendiği romanlar okudukları biliniyor. Bugün bu açıdan da büyük bir kopuş yaşanıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin son 30 yıl içinde geçirdiği toplumsal ve siyasal süreci konu edinen toplumcu edebi yapıtların ortaya konmasında büyük yarar var.

Sosyalist, devrimci mücadelede vefa duygusunun ne denli önemli olduğunu, yabancılaşmanın tavan yaptığı “piyasa egemenliği” koşullarında, daha çok kavramak ve kavratmak gerekiyor. Mustafa Pekdoğru bunu şöyle dile getiriyor: “Son olarak, beni sosyalizmle buluşturan insanlara büyük insanlığın mücadelesi adına, sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum. Bir kelebek kadar ömrüm olsa bile, son saniyesine kadar örgütlü yaşamayı yeğlerim.” (s. 196)

Doğrusu, “Özgür Bir Dünya İçin Direnen Kasabalılar” kitabına alınmayan beş “Kasabalı”nın birçok anısının bulunduğu biliniyor ama Türkiye’nin birçok bölgesinde böyle örneklerin yaşadığı da biliniyor. Dolayısıyla bu toprakların ortaya çıkardığı devrimci, sosyalist kişiliklerin deneyimlerinin, özellikle geleceğe ışık tutacak görüşlerinin mutlaka yayına kavuşturulması gerekiyor. Son zamanlarda belgesel vd. çalışmaların yoğunlaşması sevindirici olmakla birlikte, bu çalışmaları değerlendirecek ileri kadroların da yetiştirilmesi elzem görünüyor.

Türkiye’nin emperyalizme karşı bağımsızlığı, halkın eşitlik ve özgürlüğü için mücadele edenlerin anılarına derin saygıyla…

2 yorum:

Adem Sucu dedi ki...

Merhaba Kasabalilar,Pek cok kasabaliyi yakindan tanima firsatim oldu,bilirim,kasabali yigitligiyle devrimci kavgaciligin harmanlanmis kisiligini tasirsiniz,en agir iskenceden sonra bile,kendinizle dalga gecmeden edemezsiniz.Kitabi okuma sansini daha yakalayamadim ama yakinda elime gececek,eminim kaleme alinan bu kollektif emeginiz,otuz yildir salya sümük aglayarak,iskence gördügünü anlatanlari,birazcikda olsa kendine getirir.Tüm Dotlara yoldasca selamlar-Adem SUCU

Adsız dedi ki...

Mehmet Bozbey arkadaşın çok içtiğini duydum üzüldüm kendi adıma.Akşehir cezaevinde birlikte kalmıştık.Necdet arkadaş herhalde Niğdedeydi o zaman. 12 eylül öncesi1980.
Ruhlarını satmamış bütün devrimci demokrat insanlarımıza selam olsun!