10 Aralık 2009 Perşembe

MİNARELER SÜNGÜ MÜ?



Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

İsviçre’nin minare referandum sonucu siyasetçilerimizi demokrasi havarisi yaptı. Düşünce ve inanç özgürlüğü vazgeçilemez bir özgürlük olduğu gibi sınırlandırılamaz da. İbadet özgürlüğü olmadan da din ve vicdan özgürlüğünün olmayacağı kesindir. Her şeyde adaleti (doğruyu) ararken de olguların tüm zerreciklerine bakmak gerektiğine inanıyorum. İsviçre’deki aşırı sağcı ve ırkçıları kınarken, ülkemizdeki aşırı sağcı ve ırkçıların Çorum, Maraş, Sivas katliamlarını unutmak olur mu? Osmanlı’dan başlayarak, Cumhuriyetle ve özellikle 12 Eylül’le Alevi köylerine asimilasyon düşüncesiyle cami yaptırmayı sorguladık mı? Evet, minare yasağını kınayabiliriz. Ya ülkemizde adım başı cami varken hiç cemevlerine olumlu bakıldığını söyleyebilir miyiz?

Biz cami mahyalarına neler asmadık ki? Irkçı(Türkçü), şoven, ayrımcı sloganların Allah’ın huzurunda işi ne? Yıllarca biz bu ülkede Yahudi, Hıristiyan, Alevi, Yezidi, ateist insanların çocuklarına zorla din dersi vermedik mi? Minare yasağını kınamalıyız! Bizim ülkemizde kaç tane kilise cami yapıldı? İçinde tek bir cemaati olmasa dahi ne lüzum vardı kadim kiliselerin orijinalliğini bozup camiye çevirmeye? Hiç o kiliselerin mimarilerine minarelerin yakıştığını vicdanen söyleyebilir miyiz? Tabii ki İsviçre’deki minare yasağı Türk ve İslam korkusundan kaynaklanmıştır. Irk ve dinlerden kokmak, onlara düşmanlık yapmak insanlık suçudur. Ülkemizdeki Yezidiler, Süryaniler, Ermeniler nerede? Kaçmak zorunda bırakılan bu insanların toprakları, malları kimin elinde? Bu insanlara, “Senin dinin sana, benim dinim bana!” diyebildik mi?

Dinlerin yazılı tarihle başlayan geçmişi var(dır). Ve toplumlara kazandırdığı en önemli yanı da ahlaktır. Toplumlar iyi ve kötüyü ahlakla ayırd edebilir. Ahlaka metafizik bir algı olarak bakıp ondan vazgeçmek gibi bir durum doğru değildir. Bu yönüyle insan sevgisi (hümanizm) ve zihinlerin berraklığı yolunda dinler olumlu işlevler görmüşlerdir. Tek tanrılı dinlerin sonuncusu olan İslam’ın ahlak olgusu ve insani gelişim konusunda ileri mesafeler alması da kaçınılmazdır. Minare yasağına karşı çıkabiliriz. Camilerimizde imamlarımızın, insanların ve devletlerin despotizmini ıskalayarak insanlarımıza kaderciliği ve köleci bir yaşama boyun eğmeyi vaaz etmelerini görmezlikten gelebilir miyiz? Evet, minare yasağı çağdışıdır ama vicdanen şu soruya dosdoğru olumlu yanıt verebiliyor muyuz: İllerimizde, ilçelerimizde, köylerimizde kilise, havra yapılmasına, hatta cemevi yapılmasına tahammülümüz var mıdır?

Biz bu ülkede 1915’le yüzleşmedik henüz. Türk-Yunan Nüfus Mübadeleleri, Takriri Sükun Kanunu, Mecburi İskan Kanunu, Tunceli Kanunu, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olaylarını yaparken başka dinden ve ırktan olan insanlara Allah’ın kulları dedik mi? Din ve vicdan özgürlüğü adına Ruhban Okulunu hâlâ açmayan kim? Trabzon Rahip Cinayeti, Malatya Misyoner Cinayeti ve Ermeni yurttaşımız Hrant Dink’i katlettiğimizde milliyetçi duygulardan bahsetmedik mi? Ve başkasına yaptıklarımızın hâlâ hesabını vermedik. Şahsen minare yasağına, Müslümanların camide namaz kılmalarının engellenmesine karşıyım. Minarelerimizin şerefelerine güzel sesli, musikiden anlayan müezzinlerimizi çıkartmıyoruz. Bazı kentlerimizde belediyelerin ya da valiliklerin görmezden gelmesiyle hoparlörler vasıtasıyla ezanı, Müslim-gayrimüslim ayırımı yapmadan, tüm şehre dinletiyoruz. Oysa güzel sesli bir müezzin, şerefeden musiki makamıyla o kutsal sözleri bizlere dinletebilseydi moral ve duygu dolu anlar yaşayabilirdik.

Ve bizim sicilimize gelmek istiyorum. Necip Fazıl Kısakürek’in Dersim katliamıyla ilgili yazdıklarından birazına bakalım: “En aşağı elli bin Müslüman’ın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyla bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyla tespit ettiğimiz facianın, tarihte bir benzeri görülmez.”(…) “Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında yirmi kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü Çingene’den daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen yirmi masumun işi bitiriliyor.”(…) “Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılmayan koyu İslami rengidir.” Bizim kendi İslam’ımıza-ne yazık ki-yaptığımız budur.

Hiç yorum yok: