25 Eylül 2014 Perşembe

Değiştirilmiş Kur’an, “Müslüman Aleviler” Ve IŞİD...



Mustafa Elveren*

İslamcılar, “Kuran’ın tek bir harfi bile değiştirilmemiştir” diye iddia ediyorlar.

Çocukluğumda; Muhammed’in son karısı Ayşe ile Halife Osman tarafından Kuran’ın değiştirildiğini, sohbet eden büyüklerimden çok dinledim.

Madem öyle, Aleviler ölülerinin üstünde ve mezar ziyaretlerinde neden değiştirilmiş bu Kuran’ı okuyorlar?

Yakın çevremdeki insanlarla ara-sıra sohbet etmeye çalışıyorum. Bu sohbetlerde insanların tepkisini ölçmek için bilerek aykırı konular ortaya koyarım. Örneğin; “Aleviler Müslüman değildirler. Alevilik bağımsız ayrı bir dindir…” dediğim zaman daha çok yaşlı kişilerin çok sert tepkileriyle karşılaşıyorum. Bu sohbetlerin birinde yaşadığım bir olayı burada paylaşmak istiyorum.

-Biz Alevilerin Müslümanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Zaten İslam’ın hiç bir şartını da yerine getirmiyoruz. Kelime-i Şahadet’i bile farklı söylüyoruz. Bizim okuduğumuz Kelime-i Şahadet’in içinde Ali ismi geçiyor. Hâlbuki Müslümanlar Kelime-i Şahadet’in içinde Ali ismini kullanmazlar. Ölülerimizin defnedilmesi için hep suni Müslüman hocalar hatta Osmanlı ve Türk zulmünden kendini gizlemek için Müslümanlaşmış Ermeni ve Rum olan kişiler tarafından Kuran okutulduğu bilinmektedir.

Bu sözlerim üzerine hemen ileriye atılan yaşlı bir yakınım beni kınadıktan sonra şu yanıtı verdi, bana;

-En hakiki Müslüman biziz. Muhammed bizim peygamberimiz, Kuran da kitabımızdır. Ali de Allah’ın aslanıdır. Bende dedemden kalan hakiki Kuran var.
Ben kışkırtıcı sorular sormaya inatla devam ediyorum.

-Peki, mademki Kuran bizimdir, o zaman neden namaz kılmıyorsun?

-O Kuran değiştirilmiş. Hakiki Kuran’da bizim CEM’de kıldığımız halka namazı vardır.

Ben burada can alıcı soruyu soruyorum.

-Madem Kuran değiştirilmiştir, o halde niye ölülerinizin üzerine ve mezarların ziyaretinde bu Kuran’ı okuyorsun?

Bir an durakladı ve birazda kızarıp-bozarmış bir halde bana hakaret niteliğinde şu sözleri söyledi;

-Sen daha dünkü çocuksun! Zaten Allah’a da inanmıyorsun! Sen kim oluyorsun bize akıl veriyorsun? S..tir ol git karşımda!

Türkçeyi sonradan çat-pat öğrenmiş, doğru-dürüst okuma-yazması olmayan ve en önemlisi de Kürdlüğünü dahi tam olarak kavrayamamış birisinin bu şekilde davranması normal değil mi? Bunların görüşüne saygı duyarım. Çünkü düşüncelerini iyi niyetle ve açık olarak ifade ediyorlar.

Ancak, isimlerinin önünde prof. ve benzeri unvanları taşıyan bazı sözde “Alevi önderi” kişiliklerin çıkar uğruna “Esas Müslüman biziz” söylemlerine ne demeli?
1300 yıl önce Kerbela’da Hüseyin’in başını kesip, tepsi üzerinde gezdiren Emevi anlayışı ile insanları Alevidir diye kuyulara dolduran Osmanlı zihniyeti ve bu gün insanların kafasını kesen IŞİD mantığı aynı değil mi?

AKP’nin mantığı da bunlardan geri kalmaz. İşte Fikret Başkaya Hoca’nın bazı tespitleri; “…toplumu ve devleti dinî temelli bir rotaya sokmak, Osmanlı İmparatorluğunu ve hilafeti ihya etme hezeyanlarına kapılmak, yağma ve talanın önündeki sınırlı engelleri de tasfiye etmek, İslam dünyasının lideri olma hayaliyle, İŞİD türü fanatik dinci katiller sürüsünü her türlü imkânı seferber ederek desteklemek, mezhepçi dış politikadan medet ummak, tek adam rejimi kurmak, resmi ideolojinin din soslu yeni bir versiyonunu üretmek, uluslararası hukuk ve temayülleri yok saymak ve bütün bunları, demokratikleşme-kalkınma adına sunmak ve hızını alamayıp bir de “yeni Türkiye” şarkıları söylemek...” (F.Başkaya / 14.09.2014-Gomanweb)

1300 yıldır yerinde sayan, değiş(e)meyen, hala “en hakiki Müslüman biziz” diyen bazı Alevilerin aklına şaşarım. Bu akılsızlar “İslam; barış, bilim, birlik… Dinidir” diyorlar. Hâlbuki esas barış, bilim ve birlik dini Alevilik olduğunu bilmiyorlar mı? IŞİD dinci katiller sürüsü hepsini boğazlamıyor mu?
“İslam ordularının kendilerine saldırı olmadığı halde Irak, Suriye, Mısır, Mağrip, Orta Asya'ya seferler yapmaları tipik fetih hareketleridir "Yağma İslam geleneğidir" yazmam hatalı. "Fethedilerek alınan yerleri üç gün yağmalama İslam ordularının geleneğidir" demem gerekiyordu "İslam barış dinidir" iddiasıyla çelişmiyor mu bu "fetih ve toprak alma" hakkı” (Ayşe Hür / Twitter mesajlarından)

Resmi ideolojinin güncellenen din soslu versiyonu; “Alevilik Ali’yi sevmek ise, Aleviler hakiki Müslüman’dırlar.” Fetvasını çoktan verdiler.
Takunyacılar ile postalcılar tepişiyor, çimenler eziliyor.
Kurtuluş; tüm ezilen halkların ortak paydalarda buluşup, bunları kendi sahalarına sokmamaktır. Kürd Özgürlük Hareketi ve bileşenleri böyle bir durumu yaratabilir(mi?).

Aksi halde ezilmekten kurtulmak olası değildir.

22.09.2014

*Em. Öğrt.



15 Eylül 2014 Pazartesi

NEFRET SÖYLEMİ...




Adil Okay
NEFRET SÖYLEMİNİN HEDEFİNDE ARAPLAR, KÜRTLER, TÜRKLER…i
Nefret söylemi… Yeni bir kavram. Eskiden insanlar “söylemlerinin” nefrete - suça teşvike yol açacağını bilmezlerdi. Empati yapılmaz ve yaşanan katliamlar doğal karşılanırdı. Örneğin meydanlara kurulan idam sehpalarında “suçlu”ların idamı veya eli kesilecek “hırsız”ların infazı “ailecek” seyretmeye gidilir, çocukların geleceği bu manzaranın yol açtığı travmayla karartılırdı. Modernizm “akıl çağı”nı başlatıp, “özgürlük-eşitlik-kardeşlik-laiklik” şiarıyla aristokrasiye- feodaliteye karşı burjuvaziyi iktidara taşıdı. Görece bir “ilerleme - ilericilik”ten söz edebiliriz. Örneğin burjuva devriminden önce şeriatın kestiği kollar-bacaklar acırken, modernite kol-bacak- cinsel organ kesmek yerine hapishaneleri icat etti. (Tabi 21. Yüzyılda hâlâ kol-kafa kesmeler yaşanıyor. En son İŞID örneğinde olduğu gibi. Hatta şeriatla yönetilen ülkelerde, recm-kırbaçlama gibi ortaçağ uygulamalarının devam ettiğini biliyoruz.)
Elbette ilerlemenin-aydınlanmanın-bilinçlenmenin sınırı yok. Bu gün de “burjuvazi”nin bir diğer ifadeyle sermaye sınıfının gericileştiğini söylüyoruz. Bu gericileşme insan ve doğa talanına yol açıyor. 1. ve 2. Dünya savaşında katledilen on milyonlarca insanın katili, dünyayı yeniden paylaşım için savaşa karar veren bu sınıftır. Modernizmin “aklı”dır. İşte insanları kendi erklerinin ve saltanatlarının sürmesi için birbirlerine kırdıran sermaye sınıfı, klasik bir tanımla “böl-parçala-yönet” yöntemiyle hep ayakta kaldı. Din ve milliyetçilik bu sınıfın elinde hep önemli bir malzeme-argüman oldu.
Bu anlamda savaşların geri planında yatan sınıf çıkarlarına, ekonomik ilişkilere işaret eden Marksistler hep haklı çıktı.
Postmodern felsefede “hoş görü” ve “nefret söylemi”
Ancak günümüzde sermaye sınıfı “sol”u da postmodern felsefeyle, örneğin içi boş “insan hakları ideolojisi- çok kültürcülük, hoş görü ve sivil toplumculuk” söylemleriyle etkisi altına aldı. Bu felsefe, “solun söylemiyle sağa saldıran, sağın söylemiyle sola saldıran”, dönem dönem kimi söylemleriyle çakıştığımız ama özünde “kapitalizm düzeltilebilir – başka bir alternatif yok”da ifadesini bulan eklektik bir düşünce biçimidir. Anlaşılacağı üzere: “Herkes siyaseti fikirsiz bir ilmihalin ikiyüzlülüğüyle karıştırmakla meşgul. Ahlâki terörizm kılığına bürünmüş entelektüel karşı-devrim, Batı kapitalizminin rezaletlerini yeni evrensel model olarak aktarıyor. (Batının) Sözde “insan hakları” yeni özgür düşünce biçimleri yaratmaya yönelik girişimleri her alanda yok etmeye hizmet ediyor.ii
Bütün bu sıraladıklarım ayrı ayrı açılacak konularıdır. Çok dağıtmadan günümüzdeki “nefret söylemlerine” değinmek istiyorum.
Çok bilinen nefret söylemleri “Ermeni dölü, Yunan tohumu” gibi sözlerdir. Ve elbette eşcinsellere ve kadınlara yönelik hakaret sözcükleri hatta nefret söylemi sayılacak “ata” sözleri sayılmayacak kadar çoktur: “Kızını dövmeyen dizini döver, eksik etek” gibi. Bunlardan bazıları örneğin “Kuyruklu Alevi- Kürt” gibi söylemler süreç içinde unutuldu. Ama “Türk-Sünni ve heteroseksüel erkek” olmayanlara yönelik hakaretler devam etti.
Rojava Suriye ve Irak’ta yaşananlar
Son aylarda Rojava devrimi ve Suriye’deki iç savaş gündemimizin baş konusuydu. Irak’ta ve Irak Kürdistan’ındaki gelişmeler ve İŞID adlı örgütün katliamları hepsinin önüne geçti. Ben de bu konuda bir dizi makale yazdım.iii Katıldığım TV programlarında (İMC TV ve TV 10 ) Şengal direnişini selamladım. Kobane sınırına bir grupla gidip desteğimi sundum. Bu yazıyı kaleme aldığım sırada İsrail’in ve IŞID’ın saldırıları, Ezidilerle Filistinlilerin dramı devam ediyordu. Acıların yarıştırılması da doğru değil tabi. Ezidi toplumunu ve Filistinlileri öne çıkarmamızın nedeni bölgede zulme uğrayan en büyük nüfus olduklarındandır. Gazze’de 2 milyona yakın insan abluka ve bombardıman altındadır, Şengal’de de yarım milyon insan yaya olarak katliamdan ve tecavüzden kaçmaktadır. Ancak Ezidiler yanı sıra bölgede yaşayan Şii Türkmenler, Şavaklar, Arap Hıristiyanlarla Aleviler ve İŞID saflarına katılmayı reddeden Sünni Araplar da aynı zulmün mağduru olmuşlardır. İşte tam da burada -belki de farkında olmadan- “acılar yarıştırılmaya” başlanmıştır.
Türkiye’de bir kesim Gazze trajedisini öne çıkarıp IŞİD’e direnen Rojava’yı ve yarım milyon Ezidi’yi yok saymış, sadece Filistinlilerin ve Türkmenlerin dramını dillendirmiştir. Batı medyası da başlarda sadece Iraklı ve Suriyeli Hristiyanların yaşadığı dramı kamuoyuna duyurmuştur. Ama bu yanlı duyurmayı yapanlar, İŞID’ın kendi hükümetleri tarafından beslenip-büyütüldüğünü yazmamışlardır. ABD ve AB ülkelerinin yani kapitalist bloğun geç ses çıkarmaya başlamasının nedeni budur. Onlar “orta doğuda sürekli kaos”tan nemalanmaktadırlar. AKP hükümetinin “soydaşlarımız” dediği Türkmenlerin yardımına koşmamasının bir nedeni İŞID ile kurduğu “iyi ilişkiler” ve “rehineler” ise diğer nedeni bölgedeki Türkmenlerin Sünni değil, Şii olmasıdır. Gazeteci yazar William Engdahl; “IŞİD’in bir CIA / NATO projesi olduğunu, IŞİD’in 2012’de Ürdün’ün Safavi kentindeki bir CIA-Özel Kuvvetler eğitim kampında eğitilmeye başlandığını, bu kampın ABD, Türk ve Ürdünlü istihbaratçılarca yönetildiğini, kampın finansmanını Suudi Arabistan ve Katar'ın sağladığını yazıyor.”
Acıların yarıştırılması ve nefret söylemi
Sözünü ettiğim “acıların yarıştırılması” bizim cenahta ise empati yoksunluğundan yapılmaktadır. Ve bu tavır farkında olmadan nefret söylemine yol açmaktadır. Yani söz konusu nefret söylemleri ırkçı-milliyetçilerin propaganda aracı, apolitik insanların şartlı refleksi iken, bazen de kendini solda tanımlayanları da etkileyebilmektedir. Bunlar büyük olasılıkla Ezidiler gibi katliamlara uğrayan Şii Türkmenlerin, Arap Hristiyanların, Nusayrilerin, Şavakların varlığından bile haberdar değildir. Sayıca çok az da olsa bu insanların tepkileri sosyal paylaşım ağlarında dolaşmaktadır. Örneğin İŞID’a duyulan öfke bu çevrenin tepkilerini Araplara yöneltebilmektedir. Araplar genel olarak suçlanmakta ve “katliamcı - tecavüzcü – korkak” olarak tanıtılmaktadır. Oysa İŞID’ın içinde Arapların yanı sıra, Türklerin, Kürtlerin Bosnalıların, Kosovalıların v.d. milliyetlerden insanların olduğunu bilseler bu tepkiyi göstermezlerdi. Ayrıca velev ki bu çete sadece Araplardan oluşsun, bu durumda bile tüm Araplara hakaret etmek nefret söylemidir. Diğer yandan İŞID’ın kendilerinden olmayan Araplara da saldırdığını unutmamak gerekiyor
Hatırlayınız herkesin sustuğu, kendi haklarını bile savunamadığı bir dönemde, Arap diye küçümsenen Filistinliler zulme karşı topyekûn halk olarak savaşmaya başlamışlardı. Birçoğumuzun idolü, Filistinlilerin tuzunu ekmeğini yemiş ve Filistin Kurtuluş Savaşı’nın rahle-i tedrisinden geçmişti. Hatırlatmakta yarar var. Filistinliler ilk intifadayı 1917’de başlatmışlardı.
Diğer yandan Arap baharı belki karşılığını bulmadı, kapitalist blok tarafından manipüle edildi ve işbirlikçi hükümetler devrimi askıya aldı ama ayaklanmalar nasıl da hepimizi heyecanlandırmıştı hatırlayalım. Ve ayrıca bizim ülkemizde de halklara örnek gösterilecek bir “yönetim” tarihi boyunca olmadı. Yani kötülük AKP ile başlamadı. AKP, kötülük imparatorluğunu hâyâsızca devam ettirdi. Birçok ülke gibi bizim de tarihimiz katliamlar tarihidir. Ama bu yaşananlara rağmen tüm Türkler kötüdür yorumunu yapamayız. Tarihinde bin Dersim olan ABD yönetimine rağmen tüm Amerikalılar kötüdür diyemeyeceğimiz gibi.
Kürtler, Çerkezler, Çeçenler ve Rumeli göçmeni Müslümanlar
24 Nisan 1915'te, Ermeni aydınlarının çıkarıldığı ölüm yolculuğundan bir hastanede saklanarak kurtulan Zabel Yesayan’ın şu yazdıkları düşündürücüdür: “Pek çok anne, genç kızlarını Fırat’ın sularına atmıştır. Genç kadınlar yeni doğmuş çocuklarıyla birlikte aynı sulara atlamışlardır: “Pek çoğu delirdi. Aralarından bazıları tecavüzden sonra kaçmayı başardı; bunların çoğu kaçarken öldürüldü (…) Bu zavallılar herhangi bir toplanma yerine vardığında Kürtler, Çerkezler, Çeçenler ve Rumeli göçmeni Müslümanlar, bunlara göz yuman (Türk b.n.) jandarmanın himayesinde tehcir edilenlerin kampına saldırıyordu. Üzerlerinde ne bulurlarsa alıp götürüyor, elbiselerini bile soyup çıkarıyorlardı.”iv
Bu acı gerçeklerden yola çıkarak tüm Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Rumeli göçmen Müslümanların “kötü –tecavüzcü -soykırımcı” olduğunu söyleyebilir miyiz. Yine Ermeni tarihçilerin yazdığına göre Ermenileri katliamdan-tecavüzden korumak isteyen Kürtlerin, Türklerin ve diğer etnik kökenden insanların varlığı da biliniyor.
1992 yılında önce Bosna, sonra Kosova'da başlayan soykırım sırasında da yüz binlerce insan topraklarından sürüldü. Binlerce Müslüman kadın tecavüze uğradı. Bunların sorumlusu milliyetçi Sırplardı. Hindistan’da Sih’li Müslüman kadınlara tecavüz edip yakanlar da Hindu milliyetçilerdi. Tarihin yazdığı en büyük soykırımı gerçekleştiren Hitler Almanya’sıydı. Yakın çağın en büyük (Ruanda) soykırımında ise Fransa’nın suç ortaklığı belgelerle ortaya serilmiştir. Ama buna rağmen tüm Almanlara, Sırplara, Hindulara, Fransızlara kötü diyemeyiz
Barış için Filistinlilerle el ele yürüyüş yapan Yahudiler olduğu gibi, İsrail parlamentosunda “Filistinli kadınlara tecavüz edin” diyen Yahudiler de var. Bunu söyleyen Siyonist vekilin İŞID çetesiyle düşünce kardeşliği açıktır. Yani tecavüzcüler ve tecavüzü savunanlar alçaklıkta birleşmektedirler. Dolayısıyla tecavüzcülerin tümünü tek bir din-mezhepten ya da etnik kökenden görmek yanlıştır.
Sonsöz
Acıları yarıştırmayın. Acıları yarıştırırken farkında olmadan nefret söylemleriyle buluşur ve ırkçı-milliyetçi kesime malzeme verirsiniz.
Velhasıl: “Kötü millet yoktur. Kötü yönetimler- ‘erk’ler vardır.
i Newroz Dergisi, 01.09.2014. S. 256.
ii Alain Badiou, Etik, Metis yayınları, İstanbul, 2004.

iv  ‘Bu feryat 100 yıldır duyulmayı bekliyor’ , Ümit Kurt – Alev Er, Agos.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Faiz Cebiroğlu'nun "Eylemsel Yetke"si...



Hasan Bildirici

Bir caddede yürürken, caddenin kendisinden çok hikayesi ilgimi çeker. Caddenin en yaşlı oturanının 100 yaşında olduğunu düşünün, yüzyıl önce sözkonusu caddede yaşayanlar önce çocuktu. Fakir, orta gelirli, zengin ailelerin çocuklarıydılar. Doğdular, çocuk oldular, sonra genç, orta ve yaşlılık derken bu dünyadan göçüp gittiler. Onun için caddeler insanlara benzer.

Ve çocuklar... Çocuklar söz konusu olduğunda, hepimizde farklı duygu ve düşünceler depreşir... Ancak bir duygu ve düşüncemiz ortaktır. Çocuklar geleceğimizidir. Onların öncelikle iyi korunması ve kaliteli yetiştirilmesi gerekir.

Pedegog Faiz Cebiroğlu, “Pedegoji yazıları- Eylemsel Yetke” adlı kitabı çocukluktan başlayarak daha kaliteli bir neslin nasıl yetiştirileceğini anlatıyor. Terbiye edilmesi değil, en büyük terbiyesizliğe sahip büyüklerin, daha sonra terbiyesizlikleriyle karşılaşacakları çocukları terbiye etmeleri gerekmiyor. Çocukların dünyası tertemiz, saf, berrak bir su gibi... Küfrü, hırsızlığı, cinayeti büyüklerden öğreniyorlar. Onun için Faiz Ceberioğlu, “çocukların terbiyesi” lafının Türkiye’de hala ediliyor olmasını büyük bir ayıp olarak değerlendiriyor.

Pedegog sözcüğü Grekçeden “paidagogos”dan geliyor. “Paidos” çocuk; “agos” yol gösteren, rehber alnamına geliyor. Cebiroğlu’nun anlatımına göre, eski Yunanistan’da asillerin çocuklarını evden okula, okuldan eve götürüp getiren köleye “paidagogos”, çocukları yetiştirmekle görevli olan öğretmenlere “paidaia” deniyormuş.

Çocuk yetiştirme, yapılandırma ve biçimlendirme sanatı zamanla pedegog/pedagoji anlamlarıyla kendini buldu.

Faiz Cebiroğlu kitabında sık sık Kürt çocuklarının yasaklı olan dilleri Kürtçe ile olan ilişkilerini ele alıyor. Arap asıllı olduğu için Kürtlerle benzer sıkıntılar yaşayan Faiz Cebiroğlu, Türk sisteminin, daha doğarken dilini yasaklamak veya yok saymakla çocuğun düşünce ve duygu dünyasını nasıl katlettiğini anlatıyor.

Resim yapmanın, hikaye anlatmanın ve dans etmenin çocuğun gelişimindeki yerini örnekleriyle anlatan Faiz Cabiroğlu, kitabında şiir ve hikaye sanatının inceliklerine de yer vermiş.

Kitabı okumaya başlar başlamaz, Faiz Cabiroğlu’nun devrimci ve sosyalist kimliğini hemen keşfediyorsunuz. Sosyalistlerin, dolayısıyla devrimcilerin çocuk yetiştirme konusunda batılı ülkelerden, dolayısıyla liberallerden daha yetkin olup olmadıkları konusundan pek emin değilim. Sovyetler Birliği ve Balkan ülkelerindeki sistem, eğitimiyle birlikte çöktü. 70-80 yıllık eğitim sisteminden geriye güçlü kişilikler kalmadı. Bu nedenle diyorum, çocukların eğitim, güvenlik ve geleceklerini planlama işinde aşırı ideolojik davranmamak gerekir. Bir okul düşünün, her inanç ve kimliğe mensup ailelerin çocukları gelecektir o okula. Okulda verilecek dersler ve ugulanacak eğitim programı tamamen çocuğun çocuk dünyası ile ilgili olmalı. Çocuk eğitiminde artık, fanatik sistemlere sahip ülkeleri saymazsak giderek evrensel bir dil yakalanıyor. O dil, çocuğun evrensel eğitim ve kendini geliştirme dilidir.

Örneğin İsviçre’deki çocuk eğitimini ve haklarını diğer ülkelere nazaran çok yetkin buluyorum. Hangi dil, inanç ve kültürden gelirse gelsin, bütün çocuklar ülkemizin geleceğidir diyorlar. Çocuklar konusunda çok hassaslar.

Faiz Cebiroğlu’nun kitabındaki dili sert ve abartılı bulduğumu bir okur olarak belirtmek istiyorum. Çocuklar söz konusu olduğu için, kitap dili yumuşak kaleme alınsaydı daha iyi olurdu. Bu Faiz Cebiroğluna ait bir üslup, ancak yine de yetişkinlik çağına uzanmak üzere olan çocukarın da bu kitabı okuyacağı hesaba katılmalıydı.

Kitaptan çocuk dünyasına ve onların yetiştirilmesine ilişkin bir çok yeni şey öğrendim. Faiz Cebiroğlu’na “pedagoji yazıları” yolunda başarılar diliyorum. 

Kaynak: Rojeva Kürdistan
http://rojevakurdistan.org/kueltuer-sanat/15307-faiz-cebiroglu-nun-eylemsel-yetke-si-hasan-bildirici


3 Eylül 2014 Çarşamba

Eleştiri Kültürü Ve Bilim İnsanı...





Mustafa Elveren*
elverenmustafa@hotmail.com

Değerli bilim adamı Prof. Baskın Oran’ın Gomanweb sitesinde yayınlanan bazı yazılarından dolayı hakaret sınırına varan çok sert yorumlar yazılıyor. Bu yorumlar için Baskın Hoca bana yazdığı mesajda şöyle demişti; “Hakaret de içerse en aykırı olandan başlayarak yayınlamalıyız” Hoca’nın bu demokrat tavrına rağmen o yorumlar sitede yayımlanmadı.

Elbette her insan korkar. Ancak, korkuyu aşıp, gerçekleri bilim namusuyla ortaya koymak her bilim insanının görevi olmalıdır. Baskın Hoca da zaman zaman azınlıklar konusunu, Dersim olaylarını cesaretle dile getirmekten çekinmiyor. İşte bilim insanı bu kültürle yoğrulmalıdır.

Ben kendimi amatör yazarlar arasında sayıyorum. Bu kategori penceresinden yazdığım makalelerden dolayı, birçok kişiden olumlu ya da olumsuz eleştiri alıyorum. Bu eleştiriler benim için sevindirici olup, aynı zamanda büyük bir zenginlik kaynağı olmaktadır.

Ancak, eleştiri adı altında iftira, hakaret, küfür vb. saldırılar yapılmamalıdır. Bir diğer önemli ölçü ise; cezaevinde yani dört duvar arasında cevap hakkını kullanamayan birini eleştirmek etik olmadığı gibi doğru da olmaz.

Ben bu ölçülere mümkün olduğunca uymaya çalışıyorum.

Yaklaşık bir hafta önce yazdığım “Muhammed-Atatürk-Erdoğan Üçlüsü Üzerine Kısa Bir Not” başlıklı makalemden dolayı olumlu-olumsuz birkaç eleştiri yapıldı. Eleştirilerin yapılması elbette sevindiricidir.

Ancak; Atatürk eleştirilince ses etmeyip Muhammed ve Erdoğan eleştirilince bağıranları, yine aynı şekilde Muhammed ve Erdoğan aleyhine yazılınca gıkını çıkarmayıp Atatürk söz konusu olunca avazı çıktığı kadar çığıranları anlamaktan zorlanıyorum.

Meslektaşım olup, yıllarca İHD şube başkanlığını yapmış ve birçok yönde siyasi görüşlerini paylaştığım bir arkadaş gönderdiği mesajda beni şöyle eleştirmektedir; “Sahte şeyleri, dervişleri, ağaları, feodalleri, kompradorları, faşistleri, burjuvayı, emperyalizmi ve daha nicesini, nicelerini eleştir; sözüm yok, ama unutma ki Seyyid Rıza bir seyyiddir, yani Peygamber torunudur, Şeyh Said bir şeyhtir, İhsan Nuri bir paşadır, Bedirhan bey, hem paşa hem de beydir. Molla Mustafa bir ağa ve aşiret lideridir; bütün bu devrimci insanları da salata gibi ötekilere katarsanız, insaf sınırları aşar, had ve huduttan taşarsınız… Dünyada eleştirilmeyecek şey yok; Ama Allah ve Peygamberi de buna katman kusura kalmayın fütursuzluk ve biraz da egonozu tatmin gibi geliyor bana.”
Mesajda göze çarpan şu cümle dikkat çekicidir. “… ama unutma ki Seyyid Rıza bir seyyiddir, yani Peygamber torunudur...” Ben İslam uzmanı değilim. Bu konuda fazla bir bilgiye de sahip değilim. Ancak, bu arkadaşımın iddia ettiği gibi Seyit Rıza Muhammed’in torunu ise, o zaman tüm seyitlerin Arap olması gerekmez mi? Üzerinde tartışılması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.

Bir taraftan “Dünyada eleştirilmeyecek şey yok” diyeceksin öbür tarafta Allah’ı, Peygamberi ve kendine yakın gördüğün şeyhi, seyyidi, paşayı, ağayı, beyi eleştirme diyeceksin. İsa’yı, Musa’yı, Davud’u eleştirince sessiz kalacaksın, Muhammed söz konusu olunca kıyameti koparacaksın. Bu ne yaman çelişki!

Allah’ı araştırıp sorgulamayan ve Peygamberleri eleştirmeyen biri bilim insanı olabilir mi? Bu itibarla peygamberler de dâhil olmak üzere tüm liderler olumlu-olumsuz her zaman eleştirilmelidir.

Her insan gibi peygamberler de, liderler de, bilim insanları da hata yapabilirler. Gallile, Adem, Musa, İsa, Muhammed, Marx, Mao, Lenin, Atatürk…
Seyit Rıza, Şeyh Sait, Mele Mustafa Barzani, Abdullah Öcalan hatta çok önemsediğim Mazlum Doğan bile hata yapmışsa, bu yanlışlarını görmezden mi geleceğiz?

Atatürk’ün iktidarında önemli hatalar yapılmışsa, ya da özel hayatında ciddi sapmalar yaşanmışsa bunları eleştirmeyecek miyiz?

İleride Tayyip Erdoğan için; “O paralar hayır kurumları için toplanmıştı, rüşvet değildir. İftiradır!” derlerse, o günkü namuslu bilim insanları buna itiraz etmeyecekler mi?
Bu soruları daha da çoğaltabiliriz.

Emekli Eski Genel Kurmay Başkanlarından İlker Başbuğ’un basında çıkan bir röportajında; “Atatürk içkiyi ilaç olarak içerdi!”, “Atatürk: Bizim dinimiz İslam dini. En makul, en son dindir’ der. Atatürk’e dinsizdi denilebilir mi?” (T24-30.8.2014)
Eski başbakan şimdiki Cumhurbaşkanı da “Gazi Mustafa Kemal”in ilk meclisin açılışında namaz kıldığını, bilmem hangi kongreyi dualarla başlattığını vb. yönde konuşmalar yapıyor.

TC’nin eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ ve şimdiki Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan “Gazi Mustafa Kemal”i dindar (Müslüman) göstermek için birbirleriyle yarışıyorlar.

Mustafa Kemal Atatürk’ü Müslüman göstermeye çalışanlar daha çok bürokraside etkili olan şahsiyetler ile iktidarı elinde bulunduran güçlerdir. Bu güçlerin yakın çevresi uluslararası gemi nakliyatından tutun ulusal savunma sanayine kadar birçok alanda ticari faaliyeti olan sermayedarların olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Yine Mustafa Kemal Atatürk’ü dinsiz olarak tanımlayanlar da Kur’an ayetleri ismiyle kurdukları şirketler aracılığıyla tarikat-ticaret ilişkisi çerçevesinde uluslararası altın ticareti ile tesettür alanında modaevleri açıp, sömürü düzenini sürdürdüklerini söyleyebiliriz.

“Al birini vur ötekisine!”

Bazı liderleri çok sevebilir, saygıyla takdir edebiliriz. Ancak bu sevgi ve saygımız onları eleştirmemize engel değildir.

Bir önderin hata yapması onun görev konumunu tartışılır hale getirebilir, ancak liderlik vasfını ortada kaldırmıyor. Tarihte her lider günahlarıyla-sevaplarıyla yerini alır.
Bir ülkede ne kadar çok eleştiri kültürü artarsa, an az o kadar demokratik yaşam gelişmiş olacaktır.

Dün 1 Eylül Dünya Barış Günü’ydü. Ortadoğu coğrafyasında İslam adına katliamlar yapan çeteler ve halkları birbirine boğazlatan emperyalist güçler olduğu sürece barıştan söz etmek mümkün mü?

Usta yazar Çetin Altan’ın deyimiyle “enseyi karartmayalım.” Her şeye rağmen 1 Eylül Dünya Barış günün tüm Dünya halklarına kutlu olsun!

02.09.2014